25 Şubat 2024 Pazar

Din, güzel ahlâktır Namık Kemal Okumuş-25/02/2024

Ahlâkî edimin gerekliliği konusunda evrensellik taşıyan ana unsur, insanı insan yapan değerlerin zaman içinde ‘kazanım’ haline getirilmesi olsa gerektir. Esasında, insan için gerekli olan bu aşama, yaşanılan dünyanın ondan besleneceği ana unsur hükmündeki kazanımları her daim aktif hale getiren basamaklardan sayılmaktadır. Bu yüzdendir ki, Yüce Allah’ın merkeze aldığı varlık olan insanın pek çok riski barındırdığı da açıkça izlenebilecektir.

Böylelikle, insanı ilgilendiren ana unsur durumundaki din olgusunun, yine insana sunulan ‘Tanrı katkısı’ olduğu şüphesizdir. O sebeple, olası donanımlarını işlevselleştirebileceği yer olan dünya üzerinde var edilen etkin varlığın dünyayı imar ederken yardımına başvuracağı ‘dinsel katkı’ önerisinden haberdar olması da gerekmektedir. Ayrıca, ona yardım eden Yüce Allah'ın insana güven duyan ‘yaratıcı faktör’ olduğundan haberdar olunması da elzem gözükmektedir.

Nitekim Temel Dinî Bilgiler denilen sahanın daha ilk adımda akideden başlayıp amele taşan seviyesi olduğu da unutulmamalıdır. Üstelik insan tarafından işleme sokulacak durumda olan bu aşamanın daha ilk adımda ona katkı sunan ahlâkî kazanımla birlikte yola çıkması da gerekmektedir. Bu nedenle, insana yardım eden ana kazanım kümesinin bilinmesi sonrasındadır ki, vahyin beslediği insanın zaman içinde Müslüman ismiyle tanınmasına da kolaylık sağlayabilecektir.

Etkin varlık olan insanın ahlâktan hareketle inanç, ibadet, amel ve hukuktan beslenen değerli varlık olduğu da açıkça ortada durmaktadır. Âdeta olası kazanımla yola çıkan bu hususun, akideden yola çıkıp amele oradan da hukuka varan işlemle öne çıkmış olması, atılacak her adımın ‘güzel ahlâk’ denilen kazanımdan beslenmesi gerektiğini de her daim ortaya koymaktadır.

Zira Yüce Allah’ın güvendiği varlık olan insanın yaratılan diğer varlıkların önüne alınmasını ifade eden en değerli aşama ‘akleden varlık’ olmasıdır demek durumundayız. Olası yaşam sürecinde onu merkeze alan bu niteliğin ‘iradî varlık’ olan insan için en değerli yetenek olduğu da sıklıkla haber verilmektedir. Ve dahi, akıl ve zekâdan beslenen insanı âdeta direksiyona taşıyan kazanım durumundaki iradeyle aktifleşmesi, bahsedilen hususun daha ilk adımda ona güvenen Yüce Allah’ın her daim açık ettiği beşer niteliği olsa gerektir.

İşbu sebeple, insan için sisteme alınan çalışma alanının yakinen anlaşılması adına diyebiliriz ki, Temel Dinî Bilgiler adıyla merkeze taşınan sahanın doğrudan muhatap alınan insan için gerekli pratikleri devreye taşıyan ‘beşer kazanımı’ olduğundan da haberli kalınmalıdır. Nitekim vahiyden beslenen insan için ‘gerçeğin keşfi’ yani ‘hakikatin tedariki’ bazında merkeze alınacak olan bu aşama, olası proje kapsamında kendisini halk eden Yüce Allah’ın her daim ona duyduğu güvenle de açıklanabilecektir.

O yüzdendir ki, iman ve ibadetin sosyal yaşama katkı sunması adına, dinin merkeze aldığı ahlâktan beslenen bireyleri sisteme almak zorunda olduğumuzdan haberli kalınması da elzem gözükmektedir.

Eğer ki, dünya üzerinde her daim yapılır durumda olan çalışmanın bahsedilen aşamaları devreye alan ‘beşer katkısı’ olduğunu bilirsek, kısa zaman içinde insanı eğiten değerlerin farkına da varabileceğiz. Bu nedenledir ki, muhatap alınan insana yol gösteren katkıların her daim yaralı olabilmesi için insandan beklenen adımların zaman içinde sisteme girmesi de gerekmektedir.

Kanaatimizce, ‘İlâhî öneri kümesi olan din, büsbütün güzel ahlâk eylemidir’ tezi, insana duyulan güvenin zaman içinde akredite edilmesi anlamına gelecektir. Zira onun için son derece kolay ve de gerekli olan ilk adım, insanı merkeze alan dinin ondan istediği bazı hususların açık edilmesidir diyebiliriz. Yaşanılan durum gereği sisteme alınan bu aşama, daha ilk adımda değerli varlık olan insanın beslenimlerinden bahsedecek olduğu da yakinen bilinmektedir.

Mamafih, inançtan amele ulaşan gerekli güzergâhı takip eden bu aşama, belli kapasitesiyle yola çıkan insanın olası sorumluluk ve de sahipliklerinden bahsetmektedir demek de mümkündür. Üstelik doğrudan muhatap alınan insanın Temel Dinî Bilgiler kapsamında merkeze alacağı hususların bahsedilen gerekliliklerden haberdar olarak öne alınması ise, ona güven duyan Hakk Teâlâ’nın olacaklardan haberdar olması anlamına da gelecektir.

Nitekim her daim gelinir durumda olan aşama sonrasında açıkça görülen şey; dünya hayatı kapsamında insanı öne alan Yüce Allah’ın ondan beklediği şeyleri sisteme alan dinsel duyuruyu merkeze aldığının açıkça görülmesidir. O’nun sayesinde insana değer veren bu işlem, dünyanın emanet edildiği insanı tanımamıza da olanak sağlayacaktır. Böylelikle, Temel Dinî Bilgiler denilen sahanın beşer için gerekli olan öğrenme sürecine kapı aralayacağı da şüphesiz olacaktır.

Ayrıca, insanın öğrenme sürecinde teknik bir işlem olan bu alanın her daim merkeze alınması ise, hem bireysel ve hem de kurumsal manada bu işlemi yapacak olan muhatapların yetiştirilmesi anlamına da gelecektir. Buna mukabil, öğrenme ve de öğretme işlemini merkeze alan bu basamak, din denilen olgunun insandan istediklerini de her daim açık edecektir diyebiliriz. Zira bizler için gerekli öğrenme sürecine değinen ilim nezdinde daha ilk adımda merkeze alınacak olan şey, din denilen olgunun ‘İlâhî öneri’ yani Cenâb-ı Allah’ın tavsiye ettiği gerekli husus olduğunun bilinmesidir demenin de önü açılacaktır.

Haddizatında, etkin ve de donanımlı varlık olan insan için daha ilk başta devreye alınan bu işlem, onu besleyen işlem olan yetenek, birikim ve de donanımlarla sisteme alındığı da şüphesizdir. Buna göredir ki, Yüce Allah’ın insan için tavsiye edilen öneri kümesinde işleme aldığı din olgusu, onun fark edebilmeye olanak sağlayan kapasitesinin yanında, beşer olarak devreye aldığı sahiplik olan ahlâktan beslendiği de kolaylıkla anlaşılabilecektir.

Binaenaleyh, Temel Dinî Bilgiler adıyla öne çıkan alanın insanı muhatap alan Yüce Allah’ın ondan istediği hususları işleme aldığını haber veren ‘tavsiye kümesi’ olduğu da muhakkaktır. O’nun sisteme dâhil ettiği bu adımın yetkin varlık olan insan için akredite edilen ‘en değerli teşvik’ olduğu da unutulmamalıdır demek durumundayız.

Hâsılı, dünya hayatının emanet edildiği donanım ve irade sahibi varlığın kendisinden beklenilenleri pratikleştireceğinden kuşku duyulmadığından da haberli olmalıyız. Ve dahi, zaman içinde gelinen bu aşamanın daha ilk başta etkin varlık olan insanı merkeze alan Cenâb-ı Hakk’ın işleme aldığı ‘evrensel proje’ kapsamındaki gerekli tedarik olduğundan da emin durumdayız. İşbu sebeple, insanı sisteme alan adımların daha ilk adımda ahlâk denilen donanımla yola koyulması, yaşanılası dünyanın akredite edilmesi anlamına da gelecektir

21 Şubat 2024 Çarşamba

Sorular ve cevaplar Abdurrahman Dilipak/21.02.2024

Derin Gerçekler

Sosyal Media’da TT olduğum konu ile ilgili öyle yorumlar, değerlendirmeler yapıldı ki, çoğu akla ziyan şeyler.. Bunların önemli bir kısmı beni tanımıyorlar, olayı bilmiyor, daha önce yazdıklarımdan habersiz, bilgi sahibi olmadan kanaat sahibi olan birilerinin hezeyanlarından ibaret şeyler. Merhametimiz gazabımızdan, sevgimiz nefretimizden büyük olmadan biz bu kan ve gözyaşı çukurundan kurtulamayız. Birbirimizin derdini dinlemeden anlayamayız. Kederler paylaşıldıkça azalır, mutluluklar paylaşıldıkça çoğalır.

Akil adamlar heyetinde Doğu Anadolu bölgesinde dolaştık. Herkesle konuştuk. Köylüler, partizanlar, militanlar. Herkesin taleplerini, korkularını, umutlarını not ettik. Tartışmadık, sorular sorduk, not aldık.

Bir ara radikal bir grupla konuşurken, sizin bu taleplerinizle ilgili olarak, ''varsayalım talepleriniz kabul edildi, samimiyet testi açısından, peki siz Ankara’dan talep ettiklerinizi, bölgede yaşayan mesela Zaza’lara, Araplara, koruculara, dini gruplara, mesela dini talepleri olan mollalar ve Hizbullah diye tanımlanan kesimin politik taleplerine aynı şekilde olumlu cevap verecek misiniz?'' sorusuda yöneltilmişti.

Bölgede diğer halklara da, Türkler de var orada. Yurdun her tarafına yayılmış Kürtler var, bunların bir çoğu Türklerle aile bağları kurmuş, bir çoğu iş ortaklıkları gerçekleştirmiş. Tabi somut gerçekler üzerinden yaklaşınca bir çok konunun cevabına insanlar hazır değil. Laiklik ve Şeriat, Hilafet konusunu Türkiye Cumhuriyeti bir asırda çözemedi, Kürtler nasıl çözecek?

İran, Irak, Suriye ve Türkiye ile nasıl bir anlaşma sağlanacak? Denize açılan kapı Basra’dan mı, Akdeniz’den mi, Akabe'den mi olacak, bu nasıl olacak? Musul Petrolünü, Türkler ve Araplarla nasıl paylaşacaklar?

Araplarla , Farisilerle evli ve iş ortaklığı olan Kürtler, diğerleri nasıl bir araya gelecek. Kürt aşiretlerinin de kendi aralarında sorunlar var.

PYD ve PKK’yı, bu gün AB ve ABD koruyor. Peki bunlar yarın AB’ye ay da NATO’ya üyelik başvurusunda bulunursa ne olacak? Haç’ın gölgesinde tekrar birlik mi olacağız? Bakın FETÖ konusu da böyle, militanca slogan düzleminde gerçekler düzleminde konuyu konuşmaya başladığınızda işler karışıyor.. Zaten bu güne geldiğimizde TransHumanizm Projesinde BİREY’lerin, Din, Ahlak, gelenek ve biyolojik cinsiyetten bağımsız, GENDER diye tanımlanan bir GENOM olarak, Nesneler arası iletişimin biyonik bir halkası olarak NESNE’ye dönüştürülecekler. Türkün, Arap’ın, Kürdün bu konuda söyleyeceği bir şey yok mu?

Ben Genel Af gibi şeylere de karşıyım. Hak sahipleri diledikleri zaman ister tazminat ister bağışlama yolu ile af yoluna her zaman başvurabilmeli. Ama devlet, hak sahiplerinin iradesini yok sayarak af yoluna gitmemeli. Önce adil yargılama yolu ile suç ve suçlu tespit edilsin, cezası belli olsun, kimin affedilip edilmeyeceği ondan sonra belli olsun. Yargılaması devam eden bir davada Af kapsamına alınmak, masum biri için şaibeli duruma düşmen anlamına gelir. Suçlu değilsem, kim beni affetmiş olacakmış ki! Haksız suçlama sebebi ile icabında beni suçlayanlar yargılanacak, suçlanacak ve cezalandırılacak belki.

-“Neden daha önce söylemedin, neden bugün” diyorlar, yazılarıma baksınlar. Hangi konuda bilgi sahibi olmuşsam, hem yazdım ve hem de ilgilileri uyardım.

-“Niye o FETÖ’cünün yazısını RT ediyorsun” diyorlar. Ya hu o kişi bana, kızıma iftira eden biri.

Benden bahsetmiş, ben de iki sebeple RT ediyorum. Bu kişi bana cevap veriyor. Daha sonra cevap vereceğim, insanlar bu kişinin de benim hakkımdaki söylediklerini not etsinler. Ben bunu hep böyle yapıyorum. Ben hiç Komünist olmadım, Ama Komunist partisinin serbest olması için açlık grevi yapanlara destek verdim. Gerçek Tv’nin sahibi Ali Tarakçı ile o günlerden tanışırız. Birinin eli kolu bağlı olacak ben ona saldıracağım. Bu olamaz. “Müsademe-i efkar” konusunda, Fikri bir mücadelede eşit şartlarda olmalıyız.

Basında kamuya mâl olan bir bilgi konusunda bunu kamunun gözü önünde efradına cami, ağyarına mani bir şekilde konuşmamız gerek. Birileri birilerini susturarak, tehdit ederek, aşağılayarak değil.

İkincisi bu adamın doğru ya da yanlış iddiaları var. Kamunun bu iddialara cevap vermesi gerek. Eğer suali mukadderlere cevap vermezseniz, bu iddialar söylentiye dönüşür. Söylenti kargaşanın ikiz kardeşidir. Sıradan bir söylenti, tahripkar bir gerçekten daha can yakıcı olabilir. Onun için ben aykırı soruların açıkça konuşulmasından yanayım.

Bin alemlere rahmet olarak gönderilen bir peygamberin ümmetiyiz. Ayağımıza taş atsalar, yolumuza diken dökseler, arkamızdan küfretseler bile, biz güzel söz ve hikmetle hakkı tebliğ etmek, sorulara cevap vermekle mükellefiz.

Siz bu anlamda sadece beni kınayamazsınız, çünkü kınanması gerekenler olarak, bana hakaret edenleri yok sayamassınız.

Bu arada sürpriz bir eleştiri de MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’den geldi. Devlet Bahçeli ile Fettahoğulları olarak bir yakınlığımız var. Ben “ah’ı gitmiş vah’ı kalmış” (!?) bir gazeteci olarak Fettahoğulları’nın Müftüzadeler kolundanım. Kendi benden 1 yaş büyük olduğu için abim sayılır, ama niye böyle bir açıklama yaptı anlamadım. Danışmanlarına herhalde sormuştur, o gün çıkan yazımda, Bahçeli'nin adres gösterdiği yerle ilgili bilgiler vardı. Bahçeli'nin bu konuda bilgisi olmadığını bilmiyordum. Neyse olan oldu. Dilerim bundan sonra herkes konuşurken ve yazarken ben de dahil daha dikkatli oluruz. Ben sözümü kimseye hakaret etmeden söyledim. Ve sözümün arkasındayım. Beni eleştiren birileri diyor ki, neden bir hafta önce ya da sonra değil?

Yahu ben kaç haftadır bu konuda uyarıyorum, dinleyen mi var. Bir hafta önce zaten yine söyledim de, bir hafta sonra da söylesem aynı şekilde yine itiraz edeceklerdi.

Hükümetin darbe girişimi planlarından darbeden 4 ay önce haberdar olduğunu ben 3 eylül 2022’de öğrendim. (Hükümet ve devleti yönetmenin gereği olarak bilmelerinin doğal olduğunu yine belirtiyorum. Kıpırdanmalar vardı, birşeyler olacaktı ama gün ve saatini sadece darbeyi gerçekleştirecek olanlar biliyordu. Ve devlette doğal olarak teyakkuzdaydı) Demokrasi nöbeti filan tutmadım, Darbelere karşı olduğum için darbecilere karşı durdum. Hükümete destek de verdim, eleştirdim de. Doğru bulduğum zaman destekledim, yanlış bulduğum söz ve eylemleri eleştirdim. Süreç içinde her yeni bilgi daha önce bildiğim bazı şeyleri yeniden sorgulamama sebep oldu. Darbe ile ilgili bu açıklamayı uzun zamandır yapıyordum, yeni bir 15 Temmuz sene-i devriyesi öncesi bu konu yeni tartışmalara zemin hazırlayacaktı ve herkes kendini haklı görüyordu, ben gerçeğin ortaya çıkması için aydınlatılması gereken konular olduğuna dikkat çekmek için basit bir uyarıda bulundum.

AK Parti ve MHP’nin darbe soruşturma komisyonun siyasi ayağın araştırılmasını reddetmesi bugün gelinen noktada farklı bir anlam kazanıyor. Ben başından beri, particilik hiç yapmadım. Erdoğan’a şiir okudu diye ceza verildiğinde meydanlardaydım, tezkere günlerinde de bu kez dönemin iktidarına karşı meydandaydım.. Ben de bir tavır değişikliği filan yok.  Kimsenin suç ortağı değilim, kimsenin günahının da hamalı olmadım, olmayacağım. Beni bilenler bunu bilir. Bu tartışmalar büyürse, siyaset sahnesinde yeni Brütüsler çıkabilir. Trollere, ya da menfaat çetelerine dikkat. Bu arada “kontrollü  darbe” ifadesini önce FETÖcüler söyledi. Kendi darbe girişimleri örtme çabasının ürünü olan bir tanımlama. Kan dökülmesi darbeyi planlayanların umurunda değildi. Halkın, memleket müdafasıyla hareket ederek bir şekilde darbeye karşı çıkarken, gece yarısından sonra başlaması gereken harekat erkene alınınca şehidlerimizde oldu. Ben de zaten bu derin hesaplaşmanın faturasını millet ödememeli diyorum. Devlet zarar görmemeli, bu devlet zarar görürse, siz de zarar görürsünüz diye herkesi uyarıyorum.

Daha açık olarak ne diyeyim?

“Erdoğan Darbeyi eniştesinden öğrendiyse, istihbarat başkanı görevini yapamadıysa niye o koltukta darbeden sonra oturdu ve simdi de Dış İşleri bakanı oldu” diye soruyorlar?

Bu sorunun cevabını vermesi gereken kişi ben değilim.

Cevabını arayan o kadar çok soru var ki!.

Şu soru da öyle: “Hulisi Akar darbecilerin elinde iken neden Serbest bırakıldı?”. Gerçekler olduğu gibi ortaya çıkarsa, cevabını bulamadığımız bir çok sorunun cevabı da bulunacak.

“Numan Kurtulmus hukuk uygulansaydı bu insanları 2030’a kadar atamazdık beyanatı ile ilgili düşünceleriniz?” diye soruyorlar. Böyle bir şey söylediyse bunun anlamını ona sormak gerek.

Bildiklerimi delillendirmeden ve bilgi kaynağım şahitlik konusunda kaygı duyarken, her bildiğimi açıkça yazmam doğru olur mu? Önemli olan bu bilginin sorumlulara iletilip iletilmediği. Ben bir çok konuyu mesela Bülent Deniz'le istişare ettim. Mesela Soldan Gerçek TV sahibi Ali Tarakçı’yla bu konuyu konuştum, onda bu konuda bilgi var mı diye. Başkaları ile de konuştum.

Benim dile getirdiğim konuların kimlerin lehine olduğu beni ilgilendirmiyor. Bilgi doğru ise, babama karşı da olsa, düşmanımın lehine de olsa ben adil şahitlik yapmaya Allah’a söz verdim, her Müslüman gibi. Ve ben sözümde duruyorum, sözünde durmayanlar düşünsün.

Allah öyle buyurdu: “Bir kavme olan düşmanlığınız, sizi onlar hakkında adaletsizliğe sevk etmesin”.

Erol Olçok konusu da tartışılan bir konu. Hanımından bazı şeyler dinledim. Başka kaynaklardan da çok daha farklı şeyler duydum. Ama teyid edemediğim bilgiler bunlar.

Adil Öksüz'ün serbest kalması tek örnek değil. Asya Finans'a 100 lira yatıran KHK ile gitti, Bankanın yöneticisi bir kamu kurumuna başkan oldu. Her darbede bir takım “dış mihrak”lar ve bir takın “derin iç mihraklar” vardır.

Global sistem aynı ülkenin çocuklarının kanları ve gözyaşları üzerine kendine iktidar ve servet üretmek için içeride ve dışarıda sorun çıkartır.

BÇG, NATO’nun “kızıl tehlikeyi Yeşil’e” çevirmesinden sonra radikal İslam'a karşı bir sopa idi, FETÖ ise ılımlı İslam’a karşı Havuç.

Bu ülkede sağ-sol, alevi-sünni, Kürt-Türk, İslamcı-Laik kavgasının arkasında da aynı çevreler yok mu?

Sahi Mason Adnan Oktar’ı, Anti Mason Milli Görüş’ün içine kim soktu?

Ya da Captagon Tüccarı Kalkancı'ya kim Tarikat kurdurdu?

Emire kimdi, Sisi’nin o tarikatın kuruluşunda rolü neydi?

Tuncay Güney Kanada’ya nasıl gitti ve orada Hahamlık yapıyor. Marksist Fehriye Erdalı, NATO karargahının olduğu Bürüksele kim niçin ve nasıl kaçırdı!

Dünkü yazımın başlığında da belirttiğim gibi: ''Gerçek herkes için en iyi olandır!'' Ve 15 Temmuz'dan hemen sonra canlı yayınlarda yaptığım açıklamalarda, ''Darbe girişimini görüp hiçbir çağrı gelmeden meydanlara çıkanlar altın, çağrı yapıldıktan sonra çıkanlar gümüş madalya sahiplerdir'' dedim. Halkın tavrı ve refleksini hiçbir zaman sorgulamadım, alkışladım!

Yine CHP’lilerin dediği gibi, “FETÖ darbesi yok, iktidar kendi başına böyle bir darbe organize etti” demedim, demiyorum.

Dün sordum yine soruyor suali mukadderlere cevap arıyorum:

''Darbe gerçekleşseydi, darbeciler kimleri vali ve kaymakam yapacaktı?

Kimler emniyet müdürü, jandarma komutanı, Garnizon komutanı olacaktı? Kimleri tutuklayacaktı ve yeni bakanlar kurulu ve stratejik kurumların başına kimleri atayacaklardı? Bunları herhalde sonradan belirleyecek halleri yoktu...''

Selam ve dua ile.

Dikkat çeken bir özeleştiri ‘Laboratuvar Günlükleri’ Abbas Bilgili-20/02/2024

Son günlerde bu alanda okuduğum Sadi Yumuşak’ın Laboratuvar Günlükleri (Liberte Yayınları, 2023), üzerinde durmayı gerektiren bir önemde diyebiliriz. “Bilimsel Sosyalizm” Deneyleri 1975-1990 alt başlığından da anlaşılacağı üzere yazar, sosyalizm deneyimlerine ve yaşadıklarına bir laboratuvar gözüyle bakıyor. Esasen tarih denilen süreç de bir insanlık laboratuvarıdır ve yazar da bu büyük laboratuvarda ideolojisini ve deneyimlerini gözden geçiriyor.

Yazar Sami Yumuşak, 1958 doğumlu ve sol hareketlerin içinde oldukça aktif olarak bulunduğunu yazdıklarından anlıyoruz. Lise yıllarında İGD’de (İlerici Gençler Derneği) aktif görev almış. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde (SBF) öğrenci iken, sosyalist ideal uğruna üniversiteyi bırakmış, sonrasında TKP’de (Türkiye Komünist Partisi) görev almış. Yurt dışına çıkarak Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku Ülkeleri, Kuzey Kore ve Küba gibi sosyalist pratiğin yaşandığı ülkelerde temsilci olarak bulunmuş, uygulamayı yerinde görmüş biri. 1975-1990 döneminde yaşadıklarını özeleştiri de yaparak samimi biçimde yazmış. Ciddi bir hayat deneyiminden geçtikten sonra yaşadıklarını eleştiri süzgecinden geçirerek, yaşanan hayâl kırıklıklarını da vurgulayarak samimi biçimde yazılan anılar hem ilginç hem de kıymetlidir. Bu kitap da bu bağlamda hayli ilgi çekici geldi.

Daha lise yıllarındayken Georges Politzer’in Felsefenin Başlangıç İlkeleri isimli ünlü kitabıyla hayatının değiştiğini belirtme ihtiyacı duymuş yazar. Esasen bu kitap bütün dünyada solun el kitabı olarak bilinir. İçeriği ile genç beyinlere bütün sorunların çözümünü sunan bu kitap, bir lise öğrencisi olan yazarı da büyülüyor. Evrenin bütün sırlarını açıklayan, adeta büyüleyici bir etki yaptığını belirtiyor. Bu kitap benim için adeta Alice’in Harikalar Diyarına açılan tavşan deliği oldu diyor (sh. 16). Genç beyine harikalar diyarı sunan bu kitabı okumakla hayatı değişen yazarımız, Türkiye Komünist Partisi’nin bir mensubu olarak “dünyayı harikalar diyarı haline getirmek için” elinden geldiğince çalışmış.

Gençlikteki tek yanlı ideolojik okumaları sağlıksız beslenmeye benzeterek, benimsedikleri “özgürlük zorunluluktur” görüşünün Nazilerin toplama kamplarının kapısına yazdığı “çalışmak özgürlüktür” şiarına benzediğini hiç aklımızın kenarından bile geçirmiyorduk diyor (sh. 32,3). Ve anti Stalinist ve demokratik sosyalist yazar George Orwel’in Hayvan Çiftliği ile 1984 isimli eserlerini Marksizmden önce okusaydım farklı olabilir miydim diye de soruyor (sh. 34).

Dünyayı kurtaracak bir dava ya da devrim uğruna okuluna düzenli devam etmek yerine gençlerin sosyalist örgütlenmesine yoğunlaşan yazarın samimi itiraflarına rastlıyoruz. İstanbul’da devrim için gençleri örgütlemeye çalışırken, Ankara’daki okulu SBF’de kendisinin yerine başkalarının sınava girdiğini belirtmesi (sh. 104) hayli ilginç. Benzer bir vahim durum da daha önce üniversite sınavlarında çok başarılı olmuş İGD’li öğrencileri başkalarının yerine sınava sokarak Ege Üniversitesi’nde İGD’li öğrenci sayısını artırdıklarını belirtmiş olması (sh. 173). Bu satırlardan anlıyoruz ki, devrim ya da dava uğruna her yol mubah görülüyor ki, zaten yazar da devrimci ahlaktan bahsederken, “partinin çıkarlarına hizmet eden her şey mubah” görüşünün devrimci ahlaka uygun olduğunu belirtiyor (sh. 333). Belirtelim ki, dava için her yolun mubah olması sağcı örgütlenmelerde de fazlasıyla mevcut.

Yazar, 1977 yılında Taksim’deki 1 Mayıs kutlamalarında 40 kadar kişinin öldüğü mitingte İGD’li olarak bulunmuş ve yaşadıklarını, gözlemlerini anlatıyor. 1 Mayıs Mitinginden birkaç hafta öncesinden Maocularla kendileri arasında bir çekişme yaşandığını, bir hafta önceki afişleme çalışmalarında bile karşılıklı olarak birkaç kişinin öldüğünü belirtiyor. DİSK’in Maocuları 1 Mayıs Mitingi’ne almak istemediğini, onların da katılmak için ellerinden geleni yaptığını söylüyor. İlk silah kullananın Maocular olduğunu ve ilk silah sıkma ile bir haç kişinin öldüğünü, bunun üzerine meydanda bazı kişilerin ellerindeki silahları çıkararak havaya ateş ettiklerini, ölenlerin çoğunun meydandan kaçmaya çalışırken Kazancı Yokuşu’ndaki izdihamda ezilmekten öldüklerini, tecrübesizlikten dolayı DİSK’e ait bir kamyonun yolu tıkayacak biçimde park edildiği için izdihama neden olduğunu da belirtiyor. Polis panzerinin altında kalarak ölen birkaç kişi olduğunu da yazıyor. Yazara göre “Maocular yine yapacaklarını yapmışlardı.” (sh. 87). Yani otelin çatısından halka ateş edildiği iddiasının doğru olmadığını, olayı Maocuların başlattığını söylüyor.

Yazar, 28 Temmuz-5 Ağustos 1978’te Küba’da yapılan 11. Dünya Gençlik ve Öğrenci Festivali’ne Türkiye’den giden 30 kişilik ekibin içinde Küba’ya gidiyor. Küba’ya gidiş Moskova üzerinden yapılıyor. Moskova’nın o zamanlar sosyalistler için ne kadar önemli olduğunu vurguladıktan sonra Lenin mozolesini ziyaretlerini de ilginç benzetme ile anlatıyor; “Mozolede camekan içinde mumyalanmış halde yatan Lenin’in önünden gözlerimizi hiç ondan ayırmadan geçen biz Sosyalistler ile Hırka-i Şerif ya da Sakal-ı Şerif önünden geçen Müslümanlar arasında ritüel olarak ve psikolojik açıdan hiç fark yoktu” diyor (sh. 127).

Moskova’dan Küba’ya gidiliyor. Küba’nın diğer sosyalist ülkelere göre oldukça farklı olduğunu belirttikten sonra benzerliğe de değiniyor. Sosyalist ülkelerdeki “tek adam” durumunun istisna olmadığını Fidel Castro üzerinden anlatıyor. İşte Castro: “Elbette o sıralarda üzerinde haki renkli asker üniforması, başında asker kepi ve belinde tabancası ile karşımızdaki kürsüde uzun uzun ateşli devrim nutukları atan o sakallı adamın o ülkenin hem genelkurmay başkanı, hem cumhurbaşkanı, hem başbakanı, hem de ülkedeki tek siyasi partinin, yani devlet partisinin lideri olduğu üzerinde hiç düşünmüyor, rahatsızlık duymak bir yana, bunda en ufak bir tuhaflık ya da yanlışlık görmüyorduk.” (sh. 133)

12 Eylül 1980 darbesinden sonra yurt dışına çıkan yazarın darbe öncesine dair önemli tespitlerinden biri de, 70’li yıllardaki ideolojik sağ sol çatışmalarının darbeye yol açacağını görememiş olmalarına değinmesidir. Devrim ve sosyalizm için mücadele ettiğini söyleyen bütün grupların politik körlük, aymazlık ve hayalperestlik içinde olduğunu da vurguluyor (sh. 150). Bizim daha çok sağcı İslamcı ideolojide gördüğümüz biat kültürünün katı örgütsel sol ideolojideki varlığı da “biat kültürünü abartılı bir şekilde uygulamışım o zamanlar” (sh. 221) cümlesinde kendisini gösteriyor.

Kitaptaki hayli ilginç bir başka bölüm de Kuzey Kore ziyareti. 1981’de Doğu Berlin’deyken, İGD Genel Sekreteri Alaiddin Taş ile birlikte Kuzey Kore gençlik örgütünün kongresine katılmak için kendilerine görev verilmiş. Kısa süren Kuzey Kore ziyareti beni hayli güldürdü. Zaten kendileri de Kuzey Korelilerin yanındayken ciddi göründüklerini, ama otellerine gelip baş başa kaldıklarında kahkaha ile güldüklerini yazıyor. Bu tuhaf ülkede lidere tapınmanın nasıl bir şey olduğu örnekleri ile anlatılmış (sh. 233-241). Anlatılan lider, bildiğimiz totaliter liderlerden çok daha fazlası, adeta bir Tanrı! Yapmadığı ve yapamayacağı bir şey yok! Bu Tanrı’nın yaptıklarını okuyunca eminim sizler de güleceksiniz.

Dikkat çekici bir diğer bölüm ise 1984’te Bulgaristan’da Türklere yapılan asimilasyon konusu. Bizim nesil çok iyi hatırlar; o dönemde bu baskı nedeniyle çok sayıda Türk, Bulgaristan’dan Türkiye’ye gelmek zorunda kalmıştı. Hatta Tayyip Erdoğan o zamanlar Refah Partisi İl Başkanı idi ve Bulgaristan’dan gelen Türkler aleyhine yaptığı konuşma bugün de YouTube’da duruyor, gelenlerin ahlakımızı bozacağını dahi söylemişti. Kitabın yazarı işte bu olayı da samimi biçimde anlatıyor ve Bulgar hükümetinin Türklere yaptığını sosyalizm gibi evrensel bir düşünceyle bağdaştıramadıklarını ama hep sustuklarını, seslerini çıkartmadıklarını belirtiyor (sh. 301-310). Burada hakkını yemeyelim, 1984’teki bu olay konusunda, sosyalist diktatörlüklerin temelleri yavaş yavaş çatırdamaya başlayınca TKP, 1989’da Bulgaristan’ın Türklere yaptığını “insan hakları suçu” olarak değerlendirmiş (sh. 416).

Yazarın yurt dışı macerası daha çok İngiltere’de geçiyor ve oradan çoğu sosyalist olmak üzere bir çok ülkeye seyahat ediyor. Londra’da TKP’den ayrılan Yürükoğlu grubuyla olan çatışmaları da uzun uzun anlatılmış. Yürükoğlu’nun 1970 Gediz depremi için toplanan parayı partinin kasasına attığı (sh. 333) ve bu grubun İngiltere’de adi hırsızlık işlerine de bulaştığı da iddia ediliyor (sh. 330). Yine bu grup için tarikat gibi çalıştıkları ve başındakinin de tarikat şeyhi gibi olduğundan bahsediliyor (sh. 245).

Kitabın son bölümünde Sovyetlerin çökmesi üzerine büyük bir hüsran ve pişmanlık şöyle itiraf ediliyor; “Meğer bizler bu trajedinin ancak son perdesinde sahne alabilen figüranlarmışız, haberimiz yokmuş” (sh. 461). “Bizler o binanın sadece ön cephe kaplamasına ve terasında göğe fırlatılan havai fişeklere hayran hayran bakarken, meğer içinde paslanıp çürümüş demirleri ile kolonları, kirişleri çöktü, çökecek bir haldeymiş ve biz bunları fark edip gereğini yapacak düzeyde sezgi, bilgi, bilinç ve becerilerden yoksunmuşuz” (sh. 461).

Marksizmin diyalektik felsefesinin her kapıyı açacağına inanan yazar (sh. 257), kitabın başında bahsettiği Politzer’in Felsefenin Temel İlkeleri, isimli kitabına son sayfada da değinme ihtiyacı duyuyor. İşte alıntı yapmayı hak eden bir uzun cümle; “Benim aklımdan çıkaramadığım pişmanlıklarım lise 2. Sınıfta felsefe öğreneceğim diye Fransız Komünist Partisinin eğitmenlerinden Politzer’in Marksist-Leninist felsefe kitabını alıp yıllarca bir çok insana da bunu felsefe diye satmak, özgürlük idealimi totaliter bir diktatörlük doktrinine, barış idealimi ise militarist bir ideolojiye teslim ederek Kızıl Meydan’da Lenin Mozolesi önünde nöbet değişimi yapan Kızıl Ordu askerlerini huşu içinde izleyip onlar gibi kaz adımlarıyla yürümek, bu yolda üniversite eğitimimi feda ve heba etmek, bir okul arkadaşımın ağabeyine bir-iki yumruk atmak gibi şeyler oldu.” (sh. 481).

Verdiğim örnekler dahi bu kitabın okunmaya değer olduğunu gösteriyor. Hangi görüşten olursa olsun, kendini eleştirmeyi başaranları önemserim. Yaşadıklarını yorumlayarak anlatan yazara her konuda elbette katılmamız gerekmiyor. Ama çok önemli olaylara tanık olmuş birinin gözlemlerini ilginç ve yararlı bulacağınızı düşünüyorum.

Türkiye’de siyasetin ‘her şey’leşmesi ve şahsi-zümresel çıkara dönüşme süreci İlhami Güler-21/02/2024

Modern dönemde (19 ve 20. Yüzyıllar) siyaset, Marxizm, Nasyonal Sosyalizm (Nazizm) ve Milliyetçilik ile “Her şey” olarak kodlandı. Ulus Devletlerin Giyotin gibi işleyen “Kimlik Teknolojileri (M Foucault)” böyle doğdu. Bu ideolojileri yansılayan dini fundamentalist politik ideolojiler de benzer şekilde siyaseti “Her şey” olarak gördüler. Hele politik “İslamcı” lar, “Tevhid” ve “Hakikat” kavramlarına haiz olmaları hasebiyle; bu eğilime kolayca ve adamakıllı teşne oldular. Filistin Kökenli Amerikalı Akademisyen Wael Hallaq, Türkçeye “İmkвnsız Devlet” olarak çevrilen kitabında bu serüveni anlatır. Arapça kökenli olan “Siyaset” kavramının etimolojisi ise, -Türkçedeki “Seyis”, buradan gelir- “At Terbiyeciliği”dir: “Toplum Mühendisliği” (?!). Algı ve aldatma ile toplum yönetme. Oysa, Kur’anî bir kavram olan “Tedbiru’l-Emr” ifadesi, politik faaliyeti bu kavramdan daha doğru ifade eder. Hele “Şura” ile yapılırsa.

II. Dünya savaşından sonra Avrupa’da Liberal-Demokratik, Laik, Anayasal “Hukuk Devleti” fikri gelişmeye başladı. Böylece Siyaset hukuk, iktisat, din, sanat, bilim ve askerlik gibi toplumsal formasyonların yanında “Bir şey” olarak görülmeye başlandı. Bu atmosferde, Dış politika olarak siyaset, “Çobanlık (Güvenlik)”; İç politika olarak da, -Liberal teoride- “Gece Bekçiliği” veya diğer teorilerde toplumsal formasyonların “Koro Şefliği”dir. İdeolojik “Koro” kurmak veya “Konser” vermek değil. Siyasetin “Her Şey” leşmesi, medeni hayatın narin/nazik, ihtimam gerektiren birçok veçhesini, alanını, boyutunu hoyratlaştırır.

Türkiye, yirminci yüzyılın başında politik ve kültürel bir “Devrim” ile kurulmuş bir devlet-toplumdur. Dolayısıyla Türkiye’de siyaset, iktidar ve muhalefet açısından baştan beri “Her şey (Hayat-Memat)” olarak gerçekleşmektedir. Siyaseti deruhte eden kesim ise, iki binlerin başına kadar, kendini M. Kemal Atatürk’ün “Ehl-i Beyt”i olarak gören Askeri Bürokrasiydi (Vesayet Rejimi). Yukarda saymış olduğumuz toplumsal formasyonların tamamı, siyasetin altında şekillenmekte ve işlemekteydi. Siyaset, vesayet altında olsa bile; Türkiye’de uzun süre boyunca Bakan, Milletvekili olmak; Hâkim, Âlim, Prof., Düşünür Sanatçı, Zengin… olmaktan daha saygın ve nüfuzluydu. Buralardan siyasete bir eğilim/akış vardı.

Dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de politik yelpaze yani “Merkez (Liberal-Demokrat)”, merkezin “sağı” olarak “Milliyetçi” ve “Muhafazakâr”lık; merkezin “solu” olarak da Sosyal Demokrat, Sosyalist, Komünist partiler ve ideolojiler vardı. Sosyalizmin çökmesi ve 1980 Askeri ihtilali ile birlikte siyaset, Türkiye’de yeniden formatlandı. Ancak yine “Her şey” idi. İki binlerin başından itibaren “The Cemaat/Hizmet Hareketi” ve Ak Partinin işbirliği ile “Her şey” olarak siyasetin “Vasi”si olarak “Askeri Bürokrasi” tasfiye edildi. Siyaset, sivilleşti. İki binli yılların başından itibaren “Avrupa Birliğine Uyum Yasaları” ile, siyasetin dışındaki toplumsal formasyonların nispi özerkliğine şahit olduk, sevindik ve umutlandık. Ancak Fetullah Gülen (Cemaat) ile Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın teolojik yorum farkları ve politik hedeflerinin örtüşmemesi, iç çatışma yarattı ve Fetullah, “FETÖ” olarak tasfiye edildi. Bundan sonra “Her şey” olarak siyasetin kontrolü, büyük ölçüde sayın R. Tayyip Erdoğan’ın eline geçti. Siyasi rejim olarak da “Parlamenter Sistem”den “Başkanlık Sistemi”ne geçtik.

Pandemi, Göç Sorunu ve Küresel Ekonomik Kriz, dünyada olduğu gibi Türkiye’de de siyaseti büyük ölçüde ekonomileştirdi. Siyaset, normatif bir disiplin ve formasyon olarak içinde ahlak barındırır. Kamusal bir etkinliktir. Kamu maslahatını temin etme çabasıdır. Oysa, arzuların şelale; kaynakların kıt ve erişimin zor olduğu bir dönemde, etkinlik olarak salt “Ekonomik” saik, siyaseti çürütür. “Devlet” yapılanmasının, politik olarak güçlü ve ekonomik olarak geniş imkânlara (Kamu Hazinesi) sahip olduğu Türkiye gibi toplumlarda, iktidar ve muhalefet olarak “siyaset” rant, çıkar maksimizasyonu etkinliğine dönüşür; sermaye el değiştirir. Ekonomi, büyük ölçüde reel üretim icat çıkarma (teknoloji), ticaret ve “alın-teri/emek” kaynaklarından uzaklaşarak spekülatif (faiz, emsal/emlak, döviz, altın, borsa, şans oyunları, define avcılığı, kara-para…) hale gelir.

Gel ki, Tayyip bey, Belediyeden geldiği için, siyaseti hep rant-ticaret (Win-Win=Al Gülüm-Ver Gülüm) kapısı olarak gördüğünü; “Krizleri Fırsata Çevirme” konusunda uzman olduğunu biliyorduk. Siyaset, merkezi iktidarda olduğu gibi; Yerel Yönetimler/Belediyelerde de rant/çıkar elde etmenin aparatlarına dönüştü. Normal olan, Ekonominin siyaseti izlemesi iken; Ülkemizde siyaset, kişisel ve zümresel çıkara bağımlı hale geldi. Ekonomi teknolojiye, üretime, ticarete dayanmaktan ziyade; -Tarım’ın zayıfladığı- Toprağa/Doğaya bağımlı (İnşaat-Enerji/Hes-Madencilik-Turizm) bir Ekonomik politika tercih edildi. Para kazanmak uğruna, Avrupa’nın “çöplüğü” olmaya bile razı olduk. “Tabiat Ana”mız, “Köstebek Yuvası”na dönüştü.

Son seçimlerde Belediye başkan adaylığı için partilerde verilen mücadelenin yoğunluğu, Siyasetin, şehir rantlarını kontrol etme ve şahsi-zümresel çıkara dönüştüğünün belirgin bir kanıtıdır. Seçilmek isteyenlerin, kıran kırana savaşı dışında; seçmenlerde fazla bir umut ve heyecan yoktur. Bu durum “Siyaset”in bittiğinin somut bir kanıtıdır. Son dönemlerde İstanbul’un Uluslararası Uyuşturucu kartellerinin ve mafya babalarının barınağı haline gelmesi; yabancı şirketlere kontrolsüz ve sıkı denetimsiz maden işletme ruhsatlarının verilmesi (Sömürge Madenciliği), Ekosistemin ve insanların, salt ekonomik “Kaynak (Altın-Para)” olarak görünmeye başladığının kanıtıdır. Heidegger’in dediği gibi, Teknolojik-(Pragmatik/Kapitalist) düşünme, doğayı el-altında hazır stok, rezerv, kaynak, teçhizat, donanım olarak görmeye başlar. Şirketlerdeki “İnsan Kaynakları” departmanı (isimlendirmesi), bunun kanıtıdır. Onun bir ayet, rızık, inam, ihsan, ikram, lütuf ve rahmet olduğu unutulmuştur.

Bu atmosferde “Parti”, artık politik bir organizasyon olmaktan çok, ekonomik-anonim bir “şirket”tir; “Partili”ler de âdeta ortaklardır. Siyasetin “Her Şey” olduğu iklimde Sol-Sağ siyasetin birer onur/itibar ifadeleri olan “Partizan” veya “Militan” olmanın canına ot tıkanmıştır. “Eski Tüfek”, “Ağır Abi” solcular, şirket yönetim kurullarında üye; “Mücahit”lerin çoğu, müteahhit; bir zamanlar: “Vatanım, ha ekmeğini yemişim; ha da uğruna bir kurşun” diyen “Ülkücü”lerin çoğu, mafyöz ilişkilere bulaşmış ve savrulmuştur. Örneğin, uyuşturucu mafyasına karşı olan bir ülkücü (Sinan Ateş), güpegündüz Başkentin göbeğinde kurşunlanarak öldürüldü ve failleri, hâlâ bulunamadı. “Irmağının akışına ölürüm Türkiyem” türküsünü söyleyenlerin, “gümüş dere”lerin kirlenmesine/zehirlenmesine/ziftlenmesine, ormanların-zeytinliklerin talan edilmesine, toprağın satılmasına, dağların köstebek yuvasına dönmesine, şehirlerin beton ormanına çevrilmesine, sahillerin peşkeş çekilmesine… gıkları bile çıkmıyor.

Muhalefete gelecek olursak, CHP, siyasetin etkin olduğu dönemlerde “Hizipler Partisi” iken; Kılıçtaroğlu ile “Mezhep Partisi”ne ve giderek de “Meşrep (Yeme-İçme) partisi”ne dönüştü. MHP den kopup, “Merkez” e oynayan İYİ Parti, bunu başaramadı ve “Ayak Oyunları” merkezine dönüştü. Kürt siyasal partileri ise, “Dağ (Şiddet)”ın etkisinden ve kontrolünden çıkıp, demokratik bir zemine gelemediler. HÜDAPAR ise, teokratik bir siyaset yapmaktadır. SP ve YRP, “Millî Görüş” genetiğine bağlı olarak siyaset yapmaya devam ediyorlar. DEVA ve Gelecek Partisi ise, Ak Partiye olan öz-eleştirilerini zamanında yaparak bir “Manifesto” ile ayrılmak yerine; Reis tarafından trenden atılma sonucu dışarı çıktıkları için; topluma inandırıcı ve alternatif bir siyaset üretemediler. Zafer Partisi, göçmen karşıtlığının odağı olarak yeşerirken; sayıları bir avuç olan Komünistler (İşçi Partisi) ise, “Gazoz Ağacı” olarak salt vicdanı temsil ediyorlar.

SONUÇ

Siyaseti, önce “Her Şey” olmaktan; sonra da “Ekonomi” olmaktan çıkarıp; Aristo ve İlahi Dinlerin vazettiği gibi “Pratik Ahlak” olarak konumlandırmaktan başka bir yol yoktur. “Tanrı, İnsanın, elinin ”dolu” olup-olmadığına bakmaz; Tanrı, insanın elinin “temiz” olup-olmadığına bakar.” Kaynaklar, ihtiyaçlarımızı fazlası ile karşılar; ama ihtiraslarımızı asla. Siyaset, dış politika olarak bir “Güvenlik” aparatı; iç politika olarak da değişik toplumsal formasyonlar arasında bir “Koro Şefliği”dir. Gerisi tağutluk-tuğyan, israf, fitne-fesat, zulüm ve şeytanlıktır.

17 Şubat 2024 Cumartesi

‘İmam hatip ve ilahiyatlar gerçek hayatı öğretemiyor’ Esat Arslan/17/02/2024

ŞULE DEMİRTAŞ

Esat Arslan’ın ‘21. Yüzyıl İnsanı İçin Hz. Muhammed ve Dostları’ kitabı, 2023 yılında Mana Yayınları etiketiyle okurla buluştu. Arslan, KARAR gazetesi jürisinin yıl sonunda İslami İlimler alanında yılın en iyi eserleri arasında gösterdiği kitabında hiç alışık olmadığımız bir bakış açısıyla Hz. Muhammed ve dostlarını 21. yüzyılda yaşayan birer küresel özgürlük ve adalet savaşçısı olarak resmediyor. Bunu da kanaatimce inandırıcı bir biçimde temellendiriyor. Arslan ile dikkat çekici kitabından hareketle günümüz imam hatip ve ilahiyat fakültelerindeki eğitim sorunlarını konuştuk.

 Merhaba, kitabın KARAR jürisi tarafından yılın en iyileri arasında gösterildi. Sen hiç resmi ilahiyat eğitimi almamış bir entelektüelsin. Formasyonun seküler batı bilimlerinde oluşmuş. Türkiye ise yüz yıldır Batı modernitesine yanıt verebilmek için ilahiyat fakültelerinde eğitim veriyor. Fakat şu anda deizm tartışmalarının gösterdiği gibi bu fakültelerin gençlere ulaşmasında ciddi bir tıkanma var. İlahiyat disiplini içinde değil de tamamen ilahiyat dışında formasyonu olan bir yazarın dinin en temel hususuna, yani Peygamber’in yaşamına ait bir kitabının saygın ilahiyat alimlerince takdir görmesini neye bağlıyorsun? Neden senin kitabını bir ilahiyatçı yazmadı?

Öncelikle KARAR jürisine çok teşekkür ederim. Sorunu “İlahiyat fakültelerimizin genel problemleri neler?” şeklinde bir soru olarak algıladım. Şöyle yanıt vereyim: Türkiye’de imam hatip ve ilahiyat eğitimi aldıktan sonra çok iyi bir üniversitede profesör olmuş bir akademisyenin yapabileceği çok güzel işler var. Fakat kendisini ona sunulan rotadan dışarı çıkarmıyorsa asla yapamayacağı başka işler de var.

Neleri yapamaz mesela?

Martin Luther’in İncil’i Almanca’ya tercüme ederken sarf ettiği bir söz var: “Hayatın gerçeklerini bilmeyen İncil’in ne söylediğini asla anlayamaz” diye… Çocuklarımıza imam hatip ve ilahiyat fakültelerinde öğretmeye çalıştığımız şey somut hayatın can yakıcı gerçekleri değil… Yani mesela ekonomik sömürü çarkları nasıl işletiliyor? İnsanlar siyasette nasıl köleleştiriliyor? Mutlu bir hayattan yoksun olmamızın sebepleri neler? vs. Biz bu okullarda böylesi problemlere nüfuz etmeye yönelik bir eğitim vermiyoruz. Meşgalemiz daha çok bin dört yüz yıllık İslami mirasın yaşatılması çabasına hasredilmiş. Ebu Hanife’nin meziyetleri, Mevlana’nın yaşam felsefesi, Maturidi’de akıl-vahiy barışı gibi ilahiyat-içi bir gündemle çocuklarımızın ruhunu şekillendiriyoruz. Bu büyüklerin bugüne taşınması gerekiyor. Ama İslami söylemi inşa ederken içinde yaşadığımız dünyayı hakkıyla kavramadan yapmaya çalışıyoruz bu işi… Benim kitabım ise tamamen İslam’ın temel kaynaklarını bugünün can yakıcı ıstıraplarıyla beraber alma girişiminden doğuyor.

Fakat şöyle bir gerçek de var: Modern eğitimi daha genç yaştan verdiğimiz zaman dinden soğuma süreci hızlanmıyor mu?

Ama daha doğru bir şey var. Büyük hakikatler şüphe girdabından sonra neş’et ediyor. İkbal, Said Nursi, Seyyid Kutup, Şeriati, Fazlurrahman, vs. hepsi bu şüphe girdabından geçmiş. Onun için sözleri hala yankı buluyor. Zaten ikinci söylemek istediğim husus bu: Standart imam hatip-ilahiyat rotası taabbüdi bir din anlayışı salık veriyor. Yani kişi daha yolun başında İslam’ı sorgulanamaz bir Allah’a ve Peygamber’e teslimiyet olarak kavrıyor. Ve bu teslimiyet zemininde dini mirası yeniden üretiyor. Bu sebeple İslam’ı inanmayanlara da tebliğ edilebilir bir din olarak inşa edemiyoruz.

‘KULAKTAN DOLMA BİLGİLER İSLAM’IN TECDİDİNİ BAŞTAN BALTALIYOR’

Sen bunu otobiyografik yazılarında hep söylüyorsun: “Modern bir eğitim aldım. Şüphe girdaplarından geçtim. Moderniteden ve şüpheden korkmayın. İslam son derece akli ve modern bir dindir. Şüphenin sonunda moderniteden üstün bir İslam tasavvuruna varacaksınız” diye… Gerçekten de modern akıl korkmamızı gerektirmeyen bir şey mi? Modernite İslam’a düşman değil mi?

Değil. Zaten bu husus ilahiyat fakültelerimizin onlara atfedilen işlevi yerine getirememelerinde üçüncü bir sebep teşkil ediyor. İlahiyat fakültelerimizdeki pek çok hocamızın kulaktan dolma bildiği moderniteye düşman olması, İslam’ın tecdit edilmesine yönelik çabaları daha baştan baltalıyor. Ben her şeyden önce şunu söyleyeyim: Rönesans, reform, bilim devrimi, aydınlanma ve romantizmin kahramanlarına, yani moderniteyi modernite yapan düşünürlere baktığınızda bu insanların kahir ekseriyetinin hem Allah’a hem ahirete sımsıkı inanan hem de yeryüzünü imar adına salih amel peşinde koşan insanlar olduğunu görüyorsunuz. Zaten Allah da bu düşünürler hürmetine yeryüzünün hilafetini şımarmış Müslümanlardan alıp Avrupalılara verdi 18. yüzyılda.

‘MODERNİTEYE HAKPERESTLİK DUYGUSUYLA BAKILMALI’

“Allah 18. yüzyılda yeryüzünün hilafetini şımarmış Müslümanlardan alıp Avrupalılara verdi” dediniz. Ama onlar da emperyalizm yaptılar...

Tabii ki… Hataları sevaplarına ağır basınca da Allah iki dünya savaşında Avrupa’yı helak etti. Fakat benim söylemek istediğim husus şu: Batı modernitesinin yüreğinde nice ilahi hakikatler ışıldıyordu ki biz bunlara medeniyet taassubuyla bigâne kaldık. Bir iki örnek vereyim. İslam’da işler tepeden buyuran bir kral eliyle değil, ortak kararla yürür. Bu ilkeye en yakın siyaset biçimi ise Batılı demokratik cumhuriyettir. Oysa bizim pek çok ilahiyatçımız gelenek taassubuyla Müslümanların Sasanilerden miras aldığı krallık rejimini meşrulaştıran bir siyaset felsefesini İslam namına savunmaya koyuldu. Örneğin peygamber dostlarının siyasi ilkeleriyle bir alışverişi olmadığı ve tamamen Sasani mirası üzerine bir siyaset tasarladığı halde biz Nizamülmülk’ün Siyasetnamesi’ni İslam’ın ta kendisi sandık.

Başka bir örnek… Hazret-i Muhammed’in öğrettiği adalet anlayışı eşitlikçidir. Yani köle Bilal ile aristokrat Ömer’in, erkek Ali ile kadın Ayşe’nin eşit söz hakkına sahip olduğu bir siyaset kurmak ister Hazret-i Peygamber. Modern Batı’da da adalet böyle kavranır. Oysa pek çok ilahiyatçımız medeniyet taassubuyla onlara Platon’dan ve Sasanilerden intikal eden hiyerarşik adalet anlayışını İslam diye savundu yıllarca.

Başka bir örnek sanat alanından… Bizim sanat geleneğimizde trajedi yok. Bu sebeple İslam sanatı profesörleri Batı trajedisini hor, hakir gören bir sanat felsefesi inşa etmeye çalıştı yıllarca. Oysa eğer Nietzsche’nin Trajedinin Doğuşu kitabını ciddiyetle okumuş olsalardı, Nietzsche’nin orada Tanrı’nın bir cemali, yani Apollon yüzü olduğunu, yine Tanrı’nın bir celali, yani Dionysos yüzü olduğunu; gerçek anlamda mutlu yaşamın Tanrı’nın hem cemali hem celaliyle barışık yaşam olduğunu ve trajedinin yaşam felsefesinin insanı ölümden sonra bekleyen Tanrı’yla bütünleşme deneyimi olduğunu ve bu inancın trajik yaşam felsefesine sahip insanlara muazzam bir mutluluk kattığını söylediğini de göreceklerdi.

Yusuf Suresi’nde de Hazret-i Yusuf’un hayatı iki defa celal eliyle darmadağın olur. Ve Yusuf Mısır kralı olduktan ve ailesiyle barıştıktan sonra Allah’tan sevinçle ölümü, yani üçüncü defa celali ve darmadağın olmayı ister.

Şunu demek istiyorum: eğer ilahiyatçılarımız moderniteye medeniyet taassubuyla değil de hakperestlik duygusuyla baksalardı, yani Hazret-i Peygamber’in “Hikmet müminin yitik malıdır. Nerede bulursa bulsun almalıdır” sözünü hayata geçirselerdi, çoktan moderniteye yön verebilecek bir İslami kavrayışa kavuşurduk galiba.

İlahiyat fakültelerinin bu tecdidi ve yenilemeyi yapamamasının arkasında başka nedenler de yok mu? Yani mesela uzmanlaşma zorunluluğu da bu çabalara daha baştan ket vurmuyor mu? Sonuçta tefsir profesörü olacaksınız okumanız gereken yığınla tefsir klasiği var. Aynı şey hadis, fıkıh, siyer, kelam ve tasavvufta da böyle. Sen biraz da ilahiyatçılarımızdan imkânsız bir iş istemiş olmuyor musun?

Bu gerçeği reddedemem. Ama daha yolun başında bir hata yapıyoruz: Biz profesörlerimizden örneğin Zemahşeri gibi klasikleşecek eserler vermelerini istemiyoruz. Biz onlardan geleneksel tefsir literatürünü hatmetmiş ve bu bilgiyi gelecek kuşaklara aktaran bir aracı olmalarını istiyoruz. Eğer onlardan Zemahşeri gibi dünyayı sarsacak bir yirmi birinci asır tefsiri yazmalarını isteseydik, onlara her alanda daha az sayıda ama kaliteli kitap okutur ve onların yaratıcı dehalarına güvenirdik. Ne yazık ki böyle olmuyor. İlahiyat fakültesinde duayen olmuş bir alimin emekliliğinden önce yazdığı ‘magnum opus’u örneğin Çağdaş Tefsir Metodolojisi adlı bir kitap oluyor. Oysa bu kitabı doktora tezinde yazmalı, profesörlüğünde ise Zemahşeri’nin çağdaş versiyonunu kaleme dökmüş olmalıydı. Fakat bu uzmanlaşmanın çok hayırlı sonuçları da var. Söyleşinin sonunda ilahiyat fakültelerimizin pozitif mirası hakkında birkaç cümle söylemek isterim.

Evet, çünkü çok daraldık.

İlahiyat fakülteleri düşünce sentezi yapmak isteyecek İslam entelektüellerine çok sağlam düşünce atomları sunuyor. Yeni tefsir usulü nasıl olmalı, İslam tarihinde akıl-vahiy barışı nasıl kurulmuş, Maturidi’nin temel fikirleri nelermiş, vs. İslam medeniyet mirasına dair öğrendiğimiz pek çok şeyi ilahiyatçılarımızın cehdine borçluyuz.

İkinci olarak… İlahiyat fakültelerimiz bir senteze ulaşmış yeni fikirleri bir araştırma projesi olarak ele alıp bu düşünce sentezini tam tekmil bir hale getirmeyi becerebiliyor. Örneğin Fazlurrahman’ın topu topu sekiz kitabı vardı. İlahiyat fakültelerimiz bu sekiz kitaptan beş yüze yakın eser çıkardı. Üçüncü olarak… İlahiyat fakültelerimiz çeviri faaliyeti yoluyla gerek İslam’ın temel kaynaklarıyla gerekse de halihazırda İslam medeniyetinde üretilen düşüncelerle hemhal olmamızı sağlıyorlar. Bunlar hor görülemeyecek büyük kazançlar… Fakat ilahiyat fakültelerimizin 21. yüzyılın düşünce önderlerini yetiştirmesini istiyorsa din ilimleri eğitiminde gerçekleştirmemiz gereken bazı ciddi reformlar var.

Teşekkür ederim

Ben teşekkür ederim.

16 Şubat 2024 Cuma

Batı sonrası dünyada Türk dış politikası ve ‘Türkiye meselesi’ Prof. Dr. E. Fuat Keyman 15/02/2024

Washington’daki (ki konuşmalar ve toplantılar yaptığım Boston ve Middleburry’yi de ekleyebilirim) dış politika tartışmalarında Ukrayna, Gazze, İran ya da ekonomik kriz, yapay zekâ ve siber güvenlik gibi somut sorunların ve risklerin ötesinde iki ortak noktanın ortaya çıktığını söyleyebilirim:

Birincisi, dünya siyaseti ve uluslararası sistem artık Amerikan liderliğinde tek kutuplu olmayacak. Aksine, Amerika’nın ve Batı’nın tek başına şekillendiremediği ve sorunların tek çözümü olarak görülmediği “tek kutuplu olmayan, çok kutuplu ya da çok kümeli diyebileceğimiz bir dünya”ya doğru hızla gidiyoruz.

Çok kutuplu ve Amerika’nın tek başına liderliğinin olmadığı “Batı-sonrası dünya” ortaya çıkıyor. Bu düşünce Washington’da istenmeyerek olsa da giderek yaygınlaşıyor.

Sorulan ve yanıt aranan soru şu: Batı-sonrası dünya Amerika’nın lehine mi aleyhine mi? Ya da Batı-sonrası dünya nasıl Amerika’nın lehine gelişebilir? Bu soru üzerine tartışmalar ve çalışmaların giderek önem kazanacağını ve gündemi belirleyeceğini varsayabiliriz. İster Biden ister Trump kazansın, Batı-sonrası dünya siyasi ve kamusal tartışma gündemde önemli bir yer alacak.

İkincisi, Batı-sonrası dünyanın ve bu dünyada Amerika-Çin rekabetini belirleyecek unsurların başında gelen, içinde Türkiye’nin de olduğu “Global Güney” ya da “Gelişen Güçler” denilen ve sayıları giderek artan ülkelerin dış politikalarında bir kutup ya da güçlü aktöre dayanmadan “kendilerinin çizdiği yollarda hareket etmeleri” anlamına gelen “stratejik otonomi” dediğimiz gelişmeye Amerika’nın nasıl yaklaşması gerektiği tartışılıyor.

Batı-sonrası dünyada Amerika, stratejik otonomi uygulayan ve Türkiye’nin de içinde olduğu ülkelerle ilişkisini nasıl kurmalı? Bu soru önem kazanıyor ve dış politika gündemine yerleşiyor. Somut sorunların ötesinde Washington’daki Türkiye algısı da bu iki soru etrafında şekilleniyor.

Bir önceki yazımda vurguladığım gibi:

Amerika-Türkiye ilişkilerinde büyük bir “güven sorunu” var;

Türkiye ile ilişkilerde gelişen ve “Türkiye yorgunluğu” denilen ruh hali güçlü;

“Türkiye konuşmayalım, tartışılmayalım” fikri kabul görüyor;

“Bir zamanlar stratejik ortağımız olan Türkiye’yi artık NATO dahil ortaklarımız içinde görmeyelim, dışlayalım” diyenler bile var.

Bununla birlikte, altını çizelim:

Birincisi, Washington’ın da Ankara ile ilişkilerinde hata yaptığını ve hatalı olduğunu;

İkincisi, Türkiye ile farklı bölgelerde (Afrika, Kafkasya, Karadeniz, Ortadoğu, Kuzey Afrika, Doğu Akdeniz) ve sorun alanlarında (Çin ile rekabet, savunma sanayii) işbirliği yapılması gerektiğini söyleyenlerin sayısı giderek artıyor.

rkiye yorgunluğu, Türkiye’nin önemini görmemek anlamına gelmiyor.

Peki böyle bir durum ve ortamda Türkiye, Batı-sonrası dünyada dış politikasını nasıl şekillendirmeli?

Bu soru sadece Cumhurbaşkanı Erdoğan ve hükümeti ilgilendirmiyor, tüm siyasi partileri, sivil toplumu ve akademisyenleri de ilgilendiriyor, ilgilendirmeli. Batı-sonrası dünyada Türk dış politikası, iktidarın değil, Türkiye’nin meselesi olarak ele alınmalı ve tartışılmalı diye düşünüyorum.

Dünyanın gidişatının Türkiye için potansiyel ya da fırsatlardan çok daha fazla ciddi riskler ve sorunları ortaya çıkarttığını görmeliyiz.

Ukrayna, Gazze, İran, Pakistan, Azerbaycan ve Ermenistan’da, yani üç tarafında büyük güçler rekabetini içeren savaşların yaşandığı ve “savaşlarla çevrelenmiş bir Türkiye” gerçeğini/riskini görmeliyiz.

Batı-sonrası dünyada Türkiye, sadece iktidara bırakılmayacak bir “Türkiye meselesi” olarak ele alınmalı.

“Batı-sonrası dünyada Türk dış politikası nasıl olmalı, ne tür fırsatlar ve riskler ile karşı karşıyayız” sorusuna yanıtı, bir Türkiye meselesi olarak hepimiz aramalıyız.

DIŞ POLİTİKANIN DÖRT KURUCU AYAĞI

Son yıllarda, özellikle 2018’den bugüne Türk dış politikasının dört ayak üzerine kurulduğunu görüyoruz: “Batı-Sonrası Dünya”, “Stratejik Otonomi”, “Al-Ver İlişkisi (Transactionalism)” ve “Rekabetçi Otoriterlik”.

Birincisi, bugünün dünyasını; ikincisi, bu tanım içinde geliştirilen dış politika vizyonunu; üçüncüsü, bu vizyonun uygulamaya sokulma yöntemini; dördüncüsü, ülkenin iç yönetim rejimi ve bu rejimin dış politikayla uyumlu olmasını tanımlıyor.

Bu dört ayağa, içerdiği hem doğru hem de sorunlu noktalar üzerinden hızlıca bakalım.

Benim okumama göre:

“Batı-sonrası dünya” teşhisi doğru olmakla birlikte, hatalı nokta, bu dünyanın içinde Amerika’nın hâlâ “başat aktör” konumunun; “büyük güçler rekabeti”nin bu dünyanın önemli bir niteliği olduğunun ve Türkiye’nin büyük güç değil, bölgesinde önemli ve kilit ama “orta güç” bir aktör olmasının göz ardı edilmesi söz konusu.

Türkiye’ye, kapasitesi ve gücüyle ters orantılı ve abartılı bir rol ve dönüştürücü güç veriliyor.

“Stratejik otonomi” vizyonu doğru karar, ama uygulamada stratejik otonominin ne kadar stratejik olduğu sorusunu sormalıyız.

Türkiye benzeri stratejik otonomi vizyonuna sahip Hindistan, Brezilya, Güney Afrika, Suudi Arabistan ve Vietnam gibi ülkelerle karşılaştırıldığı zaman, bizde uygulanan stratejik otonominin stratejik olma boyutunun zayıf olduğunu görüyoruz.

Bunun temel nedeninin, dış politika kurumlarının zayıflığı; hükümete yakın düşünce kuruluşları, akademisyenler ve sivil toplumun liyakat değil sadakat temelinde hareket etmeleri ve dış politika tartışmasının farklı görüşlere açılmaması kadar Türkiye’nin uzun zamandır dış politikada uyguladığı “al-ver ilişkisi” yönteminin olduğunu da görmeliyiz.

Mülteci sorunu, ekonomi, enerji vb. konularda stratejik olmak yerine sürekli pazarlık içinde olmak, kurallara çoğu zaman uymamak ve sürekli pozisyon değiştirmek, stratejik otonominin stratejik olma kısmını ciddi anlamda zayıflatıyor. Ek olarak, diğer aktörlerle ilişkilerde “güven sorunu” ve “tutarsızlık sorunu” yaratıyor.

Türkiye dışında, stratejik otonomi uygulayan ülkelerin al-ver ilişkine çok fazla itibar etmediğini ve kendi çıkarları temelinde sadece ansal değil, durumsal ve süreçsel stratejiler geliştirme çabası içinde olduklarını görüyoruz. Bu da ilişkilerinde güven ve tutarlılık yaratıyor.

Dördüncü ayak, rekabetçi otoriterlik ve demokrasi ve hukuk devletinden sapma, hem Türkiye-AB ve Türkiye-Batı hem de Türkiye-küresel dünya ilişkilerinde ülkemizle ilgili olumsuz algının yükselmesine neden oluyor.

Bu noktalar ışığında, Batı-sonrası dünyada Türk dış politikasının en genel düzeyde stratejiye önem veren, al-ver ilişkisini minimize eden, demokrasi ve hukuk devletine geri dönen bir “stratejik otonomi” anlayışı ve uygulaması içinde olması gerekiyor.

RİSKLER: DÖRT MEYDAN OKUMA

Eğer var olan yapı devam ederse, teşhisleri doğru olsa da, Türk dış politikasının Batı-sonrası dünyada dışlanma ihtimalinin yüksek olduğunu görmeliyiz. Bu dünyanın yarattığı risklerin ve meydan okumanın fırsatlardan daha fazla ve ciddi olduğunu vurgulamalıyız.

En az dört riski görmeliyiz:

Birincisi, 1945/II. Dünya Savaşı sonrası ve Soğuk Savaş dönemdeki olumlu ve stratejik-tampon ülke algısının tam tersine, bugün, Batı-sonrası dünyadaki Türkiye algısının çok olumsuz olduğunu, Türkiye’nin dışlanma riskinin arttığını ve Türkiye’siz bölgesel ve küresel siyaset tasarımlarının yaygınlaştığını görüyoruz.

İkincisi, yine II. Dünya Savaşı sonrası ve Soğuk Savaş döneminden farklı olarak, bugün, Batı-dışı alanda yer alan ve “Küresel Güney” dediğimiz ülkelerden Türkiye’ye ciddi rakipler geliyor. Başta Hindistan ve Brezilya olmak üzere, Suudi Arabistan, Güney Afrika, Vietnam vb. ülkeler yeni dönemde Türkiye ile ticaretten yazılıma ve güvenliğe kadar geniş bir alanda rekabet içinde olacaklar.

Türkiye’nin Batı-Doğu arasında “köprü” olma konumuna karşı, bu ülkeler Batı sonrası dünyanın “koridor”larının kilit aktörü olmayı istiyorlar, tabii ki Türkiye’yi dışlayarak. Köprünün yerine koridor mu gelecek?

Türkiye’nin rakipleri Batı-dışı dünyadan geliyor ve sayıları artıyor. Washington bu ülkelerle ilişkilerini stratejik ortak konumunda geliştirmek ve derinleştirmek istiyor.

Üçüncüsü, al-ver ilişkisi temelinde sürdürülen stratejik otonomi uygulaması sadece Türkiye-Batı ilişkilerini zayıflatmıyor, dahası, bu ülkeler ve Küresel Güney ile ilişkilerde Türkiye’nin rekabet gücünü de azaltıyor.

Hindistan-Türkiye gerilimi ve Hindistan’ın Türkiye’yi pas geçen tedarik zinciri arayışları ve küresel koridorlar kurma vizyonu bu bağlamda çok aydınlatıcı bir örnek.

İlginçtir, Türkiye-Hindistan ilişkilerine ilgi ülkemiz içinde çok az.

Dördüncüsü, Türkiye özelinde rekabetçi otoriter rejim ile Batı-sonrası dünya ne kadar uyumlu sorusunu tartışmalıyız.

Küresel Güney içinde, Türkiye özgün; çünkü Türkiye’nin diğer Batı-dışı aktörlerden farklı olarak Batı, AB ve NATO ile ilişkileri, tarihi, coğrafi, ekonomik ve özellikle kurumsal ve hukuksal anlamda çok yakın ve stratejik nitelikte.

Türkiye, stratejik otonomi uygulaması içinde Batı ile ilişkilerine yeterince önem vermiyor, al-ver ilişkisi içinde sürdürmeye çalışıyor. İçeride Batı karşıtlığı söylemini destekleyen, dışarıda da al-ver ilişkisini uygulayan bir dış politika anlayışımız var.

İçerisi-dışarısı bağlantısını rekabetçi otoriter rejim anlayışı kurarken; anlayışın Batı-sonrası dünya için doğru tercih olduğu savunuluyor. Fakat içeride rekabetçi otoriterlik, dışarıda stratejik otonomi tercihinin bugüne kadar Türkiye için fırsatlardan daha çok riskler ve meydan okumalar yarattığını görüyoruz.

Washington’dan dönüşümde şu noktaya geldiğimi söyleyerek bitireyim: Batı-sonrası dünyadaki savaş riskleri bağlamında üç tarafı savaşlarla çevrili Türkiye’yi çok zor yıllar bekliyor.

31 Mart 2024 Yerel Seçimleri çok önemli ama 1 Nisan 2024-Mayıs 2028 arası dönem de Türkiye için önemli ve zor geçecek.

Cumhurbaşkanı Erdoğan ve iktidarı aşan bir “Türkiye meselemiz” var. Batı-sonrası dünyada Türkiye sorusunu “Türkiye meselesi” olarak tartışmalıyız. Bu üç yazı da bu tartışmaya bir davet olarak okunulabilir.

FUAT KEYMAN KİMDİR?

Sabancı Üniversitesi Rektör Yardımcısı ve öğretim üyesidir. Aynı zamanda İstanbul Politikalar Merkezi (İPM) direktörü ve Türkiye Bilim akademisi üyesidir. Çok sayıda uluslararası düşünce kuruluşunun ve akademik derginin danışma kurulunda bulunan ve 2013 yılında başlayan Çözüm Süreci’nde Akil İnsanlar Komisyonu üyesi olarak da görev yapan Keyman; demokratikleşme, küreselleşme, uluslararası ilişkiler, sivil toplum ve Türkiye’de devlet-toplum ilişkileri üzerine çalışmalar yürütmektedir. Yurt dışı ve içinde yayımlanmış çok sayıda makaleye imza atan Keyman’ın, Hegemony Through Transformation: Foreign Policy, Identity, and Democracy in Turkey (Dönüşüm Yoluyla Hegemonya: Türkiye’de Dış Politika, Kimlik ve Demokrasi), Symbiotic Antagonisms: Competing Nationalisms in Turkey (İç içe Çatışmalar: Türkiye’de Milliyetçilik) isimli kitapları da bulunmaktadır.

10 Şubat 2024 Cumartesi

Müslüman aklı uyanacak ve İslamın gür sedası çıkacak mı? Tarık Çlenk-09/02/2024

BİR TÜRLÜ ÇIKAMAYAN İSLAMIN GÜR SEDASI

Bediüzzaman Said Nursi’nin "Ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılâbı içinde, en yüksek gür sada İslâmın sedası olacaktır!" ifadesini zikrettiğinden bu yana 70 yılı aşkın süre geçmiş. Tabi bu 70 yıl içinde başta Afrika, Güney doğu Asya ve Hindistan olmak üzere çoğu batı sömürgesi Müslüman coğrafyası ülkeler bağımsızlıklarını sonradan kazanmışlardı. İlgili ülkelerin ekserisinin de anayasası İslam’ı referans göstermekteydi. Bu geçen zamanda İran İslam devrimi ve tabi ki Türkiye’de de referansı İslam olan siyasetçilerin iktidarı gibi önemli gelişmeler de yaşandı. Ancak detaylara girilmeden İslam dünyasının yolsuzluk, insan hakları endeksi, gelir dağılımı adaleti, eleştirdikleri batıya rekor göç ve bilimsel çalışmalar gibi hususlarda dünya küme düşme hattında. Bu durum bir zamanlar İslam’a geçişleri bizleri heyecanlan Kaptan Jacques Cousteau, Roger Graudy ve Cat Stevens gibi aydın ve sanatçıların da tavırlarındaki hayal kırıklığında da kendini belli etmekte.

Eğer İslam’ın gür sedasından kasıt tekrar hilafetin hüküm sürdüğü coğrafyalarda 12. Yüzyıla dayalı bir Emevi fıkhının-geleneğinin üstünlüğünün iktidarıysa bu gür sedanın tadının acılığı da ayrı bir tartışmanın konusu. Eğer modernitenin yaratılana yabancılaştırdığı bir dünyaya ve bunun insanlığına karşı kadim ve uygulanabilir bir medeniyet teziyse bu gür sedadan bahsetmek de henüz mümkün gözükmemekte.

GÜR SEDANIN NASIL ÇIKABİLECEĞİNE DAİR ÇALIŞMALAR

Bu gür sedanın nasıl olabileceğine dair çok uzun asırlar süren arada bir gündeme gelebilen birtakım çabalar da mevcut. Bu alanlarda kişisel olarak da incelemelerim ve yazılarımı da hatırlatmak isterim. Bu yazıyı da son dönemlerde değer verdiğim birkaç kitabın adlarını paylaşarak açmaya başlayacağım. Bu kitaplar; Ahmet Davutoğlu “Alternatif paradigmalar” ve “Medeniyet dönüşümü”, Özgür Koca "Islam, Causality, and Freedom: From the Medieval to the Modern Era", Ahmet T. Kuru” Islam, Authoritarianism, and Underdevelopment: A Global and Historical Comparison” ve Mustafa Akyol’un orijinalinden Türkçeye çevrilen “Müslüman Aklın Uyanışı”.

Ahmet Davutoğlu’nun yaklaşımı medeniyet, kadim varoluşçu psikoloji tanımı ve ilişkin alternatif paradigma üzerinden gelişmekte. Özgür Koca, metafizik ve fizik dünya/sebep sonuç ilişkileri üzerinden İslam felsefesinin adeta size bir yolculuğunu yaptırmakta. Ahmet Kuru ise özde İslam dünyasının altın çağının bitmesini otoriter merkezcilik, bağımsız burjuvazinin yok olması ve düşünme özgürlüğünün kaba tabirle terörize edilmesine bağlamakta. Bu çalışmaların hepsi değerli ve ayrı incelemelerin konuları. İslam dünyasının gür sedasının çıkamama sorununu bu yazıda Mustafa Akyol’un “Müslüman Aklın Uyanışı” kitabının şerhi üzerinden anlamaya çalışacağız.

SORUNDA ÜÇ TEMEL HUSUS

İslam dünyasının geldiği bugünkü trajik durumun temel sorununu ilahiyat-teoloji, siyaset ve sosyoloji olarak kategorize etmek mümkün. Akyol özellikle teoloji ve siyaset alanında kitapta önemli tarihsel pencereler açmış ve analizleri yapmış. Tabi ki tüm bu tartışmaları “İman” ve “Gelenek” ten kopmayan birer Müslüman olarak da yapmamız bu tartışmalara anlam katmakta. Akyol’un bu son husus konusunda da itinalı ve içten davrandığını da söylemeliyiz.

İLAHİYATDA AKLIN ROLÜ

Dünya’daki dinlerin mezhepler tarihine göz attığımızda mezheplerin doğuşunun ilk sebebinin siyasi çıkar çatışmaları olduğunu görmekteyiz. Teolojik farklılıkların da iktidarların ihtiyacına göre şekillendiğine tarih sıkça şahit olmuş. Katolisizmden çıkan Angilikanizm ve Protestanlık, veya Sünnilikten doğan Haricilik ve Şiilik örnekleri de bunların bazı delilleri. [1]Özellikle İslam dünyası için buradaki siyasi ve teolojik tartışmalarda sosyolojinin rolü belirgindir. Arap kabile asabiyesi ve otorite ilişkileri Kur’an ve hadislerin yorumunda mevcut sancılı rolünü oynamıştır.

Bu bağlamda Akyol kitabında 2010 yılında kaybettiğimiz Muhammed Abid Cabiri’nin “Arap Düşüncesi Eleştirisi” eserindeki tespitlerine önemli atıflar yapmakta. Bunların, Arap kabile düşüncesinin, İbn Rüşd’ün aklının en alt düzeyi, “söylem” düzeyinde kaldığı ve ispatlama düzeyine geçemediği, bu zihin yapısının dünyayı analiz değil ancak önceki bildikleriyle kıyas yoluyla yorumlayabileceği, bunun da kritik düşünceyi imkansızlaştırdığını, ezberi de bazıları laik de olsa İslam ülkelerine eğitim sistemi olarak dayattığı gibi hususlar demekte Cabiri. Cabiri şu an İslam dünyasının “zihinsel bir intihar” içinde “istifa etmiş bir akla” sahip olduğu tespitini yapmakta.

Aynı şekilde bugünkü İslam dünyasında var olan istifa etmiş aklın sebep olduğu metafizik-fizik dünya ilişkilerinin içeriği konusundaki kafa karışıklığını Akyol, Eşari ve Gazali itikat doktrini olan “sebeplerden yoksun” evren-fizik anlayışına bağlamaktadır. Bu model Allah’ın sınır tanımaz iradesinin herhangi bir ahlaki değer ve doğa kuralları ile sınırlanamayacağını savunmakta. Halbuki Mutezile ve felsefecilerin görüşlerine göre eşyanın zorunlu sebep-sonuç kurallarını Allah baştan koymuştu. Mutezile alimlerin yorumundan gittiğinizde evrim teorisi veya üstün bir ırkın olamayacağı anlayışı da makul kılınabiliyordu. Aslında bu paralelde İbni Rüşt-Farabi etkisinde Hıristiyan aziz ve doktriner Thomas Aquinas bu duruma “Tanrı, yarattığı varlıklara sonuçlara neden olabilme onurunu verdi” diye de tanımlamakta. Tanrı bunu kudretinde bir kusur olduğu için değil rahmetinin bolluğu için lütfetmişti. Aquinas gibi Yahudi alim Musa ibni Meymun’da İbni Rüşd’ü anladı ve takdir etti. Felsefe ve din arasındaki ilişkilere açıklık getirdi. Meymun sağlam bir Eşari eleştirmeniydi. Yahudi aydınlanmasına sebep teşkil etti.[2] Bizler ise Rüşd’ün tüm Arapça eserlerini yaktık. Selçuklu Nizamiye ve Osmanlı medreselerinde İbni Rüşd ve İbni Tufeyl gibilerin öğretileri adeta yasaklandı. Zihinsel ve vicdani intihar süreci başlamış oldu.

İNSANLIĞIN ORTAK GEÇMİŞİNDEN KOPUŞ

Prof. Dimitri Gutas “1050 yılından önce İslam dünyasında bilimin tüm insanlığın ortak malı olduğu düşünülürdü. 1050 yılından sonra ise Müslümanlara ait alternatif bir bilim inşasına sonuç veren bir süreç başlatıldı” diyor. Şunu kabul etmek gerekir ki İslam’ın asrı saadet dönemleri Endülüs, Bağdat Beytül hikme ve Horasan bölgesi aydınlanma dönemleriydi. 1031 yılında Endülüs halifeliği küçük prensliklere bölündü. Bu parçalanmadan doğan siyasi çoğulculuk filozofların önüne yeni fırsatları açtı. Bu dönemler, insanlık tarihi içinde antik pagan geçmiş dahil tüm medeniyetlere açık bir alışveriş dönemiydi. Endülüs aydınlanmasında vahiy, aklın, hadislerin, metafizik ve fizikin nasıl anlaşılmasına ilişkin geliştirilen metodoloji aynı zamanda Rönesans (yeniden doğuş), Yahudi ve Hıristiyan aydınlanmasına da temel teşkil etmişti. Bütün Avrupa, Platon ve Aristo şerhlerini hep Arapça olarak Endülüs Müslüman filozoflarından takip etmişti.

Eşariliğin otoriter Emevilik ve Selçuklu devletinde etkin olması, özgür akıl ve müphemliği savunan Mutezile ve Mürcie[3] yorumlarının İslam dünyasından tasfiyesine sebep oldu. Bu durum ona ilk başta dinamizmini kazandıran İslam’ın diğer medeniyetleri özümseme yeteneğinin sonlanmasına neden oldu.[4] Bizleri bugünlere taşıdı. Bu durum İslam ümmetinde doğal olarak merak duygusunu ortadan kaldırdı,[5] komplocu vehimler hâkim olurken araştırma ruhu önemini kaybetti.

Akyol eserinde günümüz siyasal İslam’ı üzerinden, İslam’ı evrensel boyuta kapatan üç stratejiyi ele almakta bunları; reddetme, savunma ve araçsalcılık olarak tanımlamakta. Bu üç faktörün ortak paydasını selefilik olarak belirlemekte. Bu selefiliği de batıdaki püritenlikle özdeşleştirmekte. Akyol reddetmeyi tanımlarken bugünkü siyasal İslam’ın “rasyonalizm”, “liberalizm” ve “insan hakları savunuculuğu” gibi kavramlara karşı çıkışından bahsetmekte. Haklı olarak Mısırlı Seyit Kutub’u felsefe dahil evrensel değerleri cahiliye ile tanımlamasını eleştirmekte. Savunmacılar ise demokrasi ve bazı evrensel değerlerin zaten İslam içinde olduğundan bahsetmekteler. Siyasal İslam’ın araçsalcıları ise demokrasi dahil bu tip değerlere inanmamakla birlikte bunların kullanılmasında mahsur görmeyenler. Akyol bu kuralsız faydacılığı malum “ahlaksızlık” problemine katkıda bulunduğunu ifade etmekte.

Akyol’un selefilik tanımı ile batıdaki püritenlik tanımı, anlamda benzeşse de sonuçları bakımından tamamen farklılık arz etmekte. Kitabın tamamen yüzünden anlaşılması ve bireyin dini hayatını kendisinin ailesi ile tavizsiz yaşaması bakımından iki kelime benzemekte. Ancak püriten ideoloji özellikle bugünkü A.B.D, İngiltere ve Hollanda gibi ülkelerin üniversiteleri, sermaye birikimi ve üretimi gibi konularda bir öncü lokomotif rolü oynamıştır. Selefilik ise derin İslam medeniyetini durağanlaştırmış, aklın ve vicdanın donmasının sebebini teşkil etmiştir.

AKILDAN BAĞIMSIZ BİR AHLAK VE VİCDAN OLABİLİR Mİ?

Akyol özellikle teolojik alandaki iyilik ve kötülük probleminin analiziyle adeta bugünkü Müslüman toplumlardaki evrensel vicdan ve öteki problemine ışık tutmakta. Belki bu durum multidisipliner yaklaştığımızda evrensel din anlayışı karşısında ülkemizdeki başta olmak üzere Müslüman toplumlardaki etnik veya kapalı bir dini kimlik popülistliğini de aydınlatmakta. Tarihsel Eşari itikat doktrini burada belirleyici olmakta. Bu görüşte iyilik ve kötülük kavramları için tutarlılık potansiyeli sorgulanamayan veya nasıl isterse davranan bir Tanrı tasavvuru mevcut. İyi ve kötü objektif anlamını yitirdiğinden dünyada neden kötülüğün olduğunu sorgulamak anlamsızlaşmakta. Bir bakıma bu durum ahlakı sadece Şeriat-fıkıh ile sınırlamakta. Lübnanlı yazar Emin Maruf bu durumu Müslüman halk için “bir dinleri olduğu için artık ahlaka ihtiyaçları yok gibi davranıyorlar” diye tanımlamakta. İbni Rüşd ise bu durumun insanları ilkesiz, kendisi hakkında bir referansın bulunmadığı zalim bir Tanrı inancına götüreceğini ifade etmekte.

Ahlakı Eşari yorumla Şeriat’a hapseden Müslümanlık anlayışı ne yazık ki vicdanı da ümmet için müphemleştirdi. Akyol bunu “Gerçek şudur ki, ana akım İslam düşüncesinde bağımsız bir ahlaki yetkinlik kaynağı olarak tanımlanmış bir vicdan kavramı bulunmamaktadır” olarak ifade etmekte. Rivayet odur ki kardeş katili Kabil’in bile Cennetten yüz çevirmesine rağmen Cennetten yadigâr, içinden çıkmayan cennet parçaymış “vicdan”. Her hâlükârda doğruyu söylermiş. İncil’de aziz Jerom, peygamber Zülkifil kıssasında bu vurguyu yapmış. Düşünürler bireysel bir vicdanın ötesinde toplumsal bir vicdanı da zamanla sorgulamışlardır. Elmalılı H. Yazır, İslam ümmeti için, eğer vicdanlarını kaybederlerse, çöküşe mahkûm olurlar diye uyarıyor.[6] Erich Fromm ise bu konuda aynı şekilde karamsar, Formm İnsan ve otorite ilişkisinin adaletli kurulmadığı takdirde İslam ümmetini de uyarırcasına toplumların vicdani duyarlılığını kaybedeceğini söylemekte. Akyol burada yorumunda Mutezile’nin öngördüğü bağımsız sezgisel bir ahlakın oluşmasına otoritenin izin vermemesinin toplumsal bağımsız bir vicdanın oluşmasını işlevsiz bıraktığından bahsetmekte.[7]

METAFİZİK-FİZİK İLİŞKİLERİNDE İSTİFA ETMEMİŞ AKIL

Akyol kitabında s. 171’de Eşarilik’in filozofların rasyonel bilimsel dünya görüşünü perdelediğinden bu nedenle Müslüman bilginlerin ezoterizmi veya gizli bilimlere kaydığını ifade etmekte. Aslında buradaki sorunun ana gerçeğinde bir gerçeklik-bilgi mimarisi veya epistemoloji üretememe sorunu yatmakta. Zira Endülüs, Beytül hikme, Horasan ve Rönesans filozoflarının hepsinin ezoterizmi ve hatta melekler ilmi ilgi alanlarındaydı. Bunlar Metafizik sezgiyi ve manevi tasarrufu inkâr etmiyorlardı. Ancak her birinin bilgi teorisinde iki alemin ilişki modelleri sekülarize ve sistematize edilebilmişti.

Kişisel görüşüm Allah’ın adeti ve ahlakı mucibince bu modelin, peygamberler ve bazı özel insanlar ile mucize, keramet veya istidraçlarla sonucu değiştirmeyecek ayrıcalıklar tanıdığına ilişkindir. Zaten İbni Rüşd’de bunları kozmik yapının içine gizlenmiş nadir ihtimaller olarak tanımlıyordu. Ayrıca Rönesans dönemi bilginleri Bruno, Ficino, Campanella veya Mirandola gibiler ezoterizmi tanımlarında da fizik üstü gerçeklikler ve modern bilim arasındaki ilişkileri sistematize arayışı içinde olmuşlardır. Zira Rönesans yani yeniden doğuş dönemi kadim Mısır antikitesindeki hermetik, okültist ve bilimsel kaynakların karşılıklı adaptasyonu iddiasını da içermekteydi. Rönesans filozofları bu anlamda Arabi, Kindi, Farabi ve İbni Sina’nın etkisi altındaydılar.

SİYASİ OTORİTE TARTIŞMALARI

Siyaset alanında İslam’da imametin siyasal olarak gerekli olup olmadığı da Mutezile ve benzer akılcıların başlattığı ayrı bir tartışmaydı. Bunlardan bazıları “imamlar hükümdarlara yani despota dönüştüğünden en iyi çözüm ilk planda devlet kurmamaktır veya gücün yerelleştirilmesidir” dediler. Mutezile alimlerinin siyasi görüşleri Allah adına güç isteyen despotların pek işine yaramıyordu. İlginçtir halife Me’mun’un akıl ve felsefeye ilgisi kendisini Mutezile yapmıştı. Mutezile toplumsal sözleşme doktrini adeta John Locke’un teorisini andırıyordu. Eşari imam İbn Hanbel ise tersine ümmetin çıkarı için sultanlara dürüst, adil ve dindar olmasalar bile itaat caizdir diyordu. Ne yazık ki hala ordularla fethetmek ve dünyayı ele geçirmek fikri bugün hala bazı radikal Müslüman grupların ütopyası olarak karşımıza çıkmaktadır.

SONUÇ

Akyol kitabı, başlığındaki gibi İslam dünyasını özde “Akla, Hürriyete ve Hoşgörüye” davet etmekte. Bizlere sorgulayıcı ve analitik tarihsel bir arka plan yolculuğu yaptırmakta.

Kitapta neshin rolü, Maturidi’nin anlaşılamaması, Mutezile ve Mürcie anlayışı farkı belki biraz daha açılabilirdi. Orta çağ Avrupa ilahiyatı ve Rönesans aydınlanması ile ana konuya vurgu ve mukayese kitabı daha da zenginleştirebilirdi.

Tabi ki İslam dünyasının bugünündeki tarihsel tasavvufun rolü değerlendirmelere dahil edilebilirdi. Arabi’nin vahdeti vücudu-birliğin varlığı ile Rabbani’nin vahdeti şuhüt’unun- varlıkta birliğin siyasete ve evrensel düşünceye etkileri tartışılabilirdi. Akyol kitapta haklı olarak sıkça İslam’ın diğer medeniyetleri özümseme yeteneğinin kaybettirilmesine vurgu yapmakta. Belki bu konuyu aşkın savunan 20. Yüzyılın başlarının önemli filozofları ve mutasavvıflarından Rene Guenon veya Abdülvahit Yahya’dan özel bahsedilmesinde fayda olabilirdi. Zira Guenon ve takipçileri Seyit Hüseyin Nasr da dahil karşılıklı medeniyetleri özümseme gerçeğini savunan Gelenekçi-Tradisyonalist ve Perrenialist-Daimci felsfenin[8] temsilcileri olmuşlardı.

Akyol’un kitabı oldukça derinlikli ve iyi niyetli, düşünen Müslümanlar için yol gösterici bir çalışma olmuş. Kendine bizlerin birer teşekkür borcumuz var. Velhasıl kelam ve ne yazık ki Allah’ın rahman ismi mucibince Müslüman aklını başına almadıkça ve kendi, kendini kandırmaya devam ettikçe İslam’ın tüm insanlık için gür sedası maalesef duyulamayacaktır.

[1] Graham Fuller- İslamsız Dünya- Profil kitab.

[2] https://medyascope.tv/2024/02/03/tarik-celenk-yazdi-nicin-yahudiler-muslumanlardan-daha-cok-dusunurler/

[3] Ertelemek Kıyamet gününde konuyu Allah’ın kararına emanet etmek.

[4] Akyol-a.g.e-s 118.

[5] https://medyascope.tv/2024/01/27/tarik-celenk-yazdi-islam-dunyasi-nicin-merak-etmez/

[6] Elmalılı H. Yazır-İslam Düşüncesinin Problemlerine Giriş-TDV yayınları.

[7] Akyol-a.g.e-s. 105

[8] Evrensel hakikat ilkelerinin tüm insanlar ve kültürlerde ortak olarak mevcut olduğuna dair felsefi düşünüş