1- TANRI TASAVVURU
Tanrıya imandan sonra, dinin en temel
sorunu, Tanrının ahlaki karakterini ve insani ilişkilerde doğru olanın ne
olduğunu doğru takdir etmektir. Müşrikler, Tanrı’yı doğru takdir edemedikleri
gibi (6/91, 77/23); Yahudiler (2/93) ve Hristiyanlar da (5/73) doğru takdir
edememişlerdir. Bu tehlike, Müslümanların da başının üstünde Demokles’in kılıcı
gibi sallanmaktadır. Örneğin, Cebriyenin ve Eş’ârîlerin, istisnasız her şeyi
belirleyenin Allah olduğu şeklindeki (Kadir-i mutlak, Alim-i mutlak ve Mürid-i
mutlak) “Kadercilik” teorileri, -cahilce tazim görünümünde veya kurnazlıkla-
Allah’ın üstüne atılmış en zalimce bir iftiradır (29/68, 61/7). Yani
Müslümanlar da,22/74) Allah’ı “gereği gibi takdir edememişlerdir.”(
Ateist, Agnostik veya Pagan-Müşrik
olmaktan çıkıp, kafasına/keyfine göre -ve samimiyetle- tek bir Tanrı
kavramı/imgesi/resmi/tasavvuru yaratmak, “müstakim” bir dindarlık için yeterli
değildir. Cahil halk başta olmak üzere, sûfîlerin, teologların ve filozofların
temel sorunu budur. Bundan dolayı, peygamberlerin, vahiyle tanıttıkları
tasavvura (Esmau’l-Hüsna-Sünnetullah) şiddetle ihtiyaç olduğu gibi; bunlara
yaslanarak çizilen resimlerin sürekli gözden geçirilmesine ve eleştirisine de
şiddetle ihtiyaç vardır. Tanrı, ortalıkta olmayıp, “Ğayb/Aşkın” olduğu için,
Xenephones’in dediği gibi: O’nun hakkındaki her türlü “Kanı, herkesi gafil
avlar.” Süpekülatif Felsefe, Tanrı tasavvuru konusunda “Diri/Hayy” ve
“Kişi/Huve” olmaktan öte, kavramsal bir put yaratırken; Teolojik
Fideizm(İmancılık), yani Rousseau, Pascal(Kalp), Kant(Pratik Akıl) ve
Kiergegard(Öznellik), sıfatlarını/kim olduğunu bilmediğimiz bir Tanrı’ya körü
körüne “İman” etmeyi savundular. Oysa, Allah, tenezzül buyurarak kendini bize
“Esmau’l-Hüsna” ile tanıtmıştır. Ona iman etmek ise, ne flozofların savunduğu
gibi merdivenleri mantıkla(zorunlu) çıkılan/ispat edilen bir zirve; ne de
Fideistlerin iddia ettikleri gibi risk alarak uçurumdan atlamadır. Kur’an’da
iman, sırıkla(akıl-ahlak) ve cüretle bir yüksek atlama/zıplama/sıçramadır.
Oluşturulan “Tanrı” tasavvurları,
insanların vicdan kapasitelerini, özgürlüğünü, iradesini ve yaratıcılığını
geliştirdiği, serpilmelerine yardımcı olduğu gibi; bütün bu kapasitelerin
dumura uğramasına, insanın kendine yabancılaşmasına sebebiyet verebilir.
Örneğin: “Hristiyan tanrı kavramı –hasta tanrısı olarak tanrı, örümcek olarak
tanrı, tin olarak tanrı- yeryüzünde ulaşılmış en yoz kavramlardan biridir.
Belki de tanrı tipinin batış sürecindeki en düşük seviye işaretini temsil eder.
Tanrının, yaşamın aydınlanması ve bengi/ebedi “Evet”i olmak yerine; yaşamı
çelecek kadar yozlaşması! Tanrı’da yaşamın, doğanın, yaşama isteminin düşman
ilan edilmesi! Tanrının, “Dünyevi”liğin her türlü yalanlanması için, her türlü
“öte dünya”lık yalanı için, formül haline gelmesi! Tanrı’da hiç’in
tanrısallaştırılması, hiçlik isteminin tanrısallaştırılması.” (F. Nietzsche,
Deccal (Hristiyanlığa Lanet). Çev: Oruç Aruoba. İst. 1995. s 29-30). Yahudilik
ve Müslümanlıkta da benzer “Tanrı” tasavvurları mevcuttur.
2- İMANIN İTİKADA DÖNÜŞMESİ
Tek tanrıcı dinlerin ikinci önemli
handikabı, canlı “iman”ın ölü itikada/inanca dönüşmesi ve insan ile Tanrı
arasında diyalektik bir “ilişki” olmaktan çıkmasıdır. Bu durumda, her türlü
ahlaksızlık kolayca işlenir veya meşrulaştırılır. Bir Kur’an ayeti, bu gerçeği,
çok net bir şekilde ortaya koyar: “İman edenlerin Allah’ı zikretmekten ve ondan
inen hakikatten dolayı kalplerinin ürperme zamanı hâlâ gelmedi mi? Onlar, daha
önce kendilerine kitap verilip de, üzerinden uzun zaman geçince kalpleri
katılaşan (Hristiyan ve Yahudiler) gibi olmasınlar. Onların çoğu, fâsık
kimselerdir.” (57/16). Müslümanlar da, aradan çok uzun zaman geçmeden aynı
vartaya düşmüşlerdir. Bugün ise, aradan 1400 sene geçmiştir. Oysa Allah:
“İnsanlar, “İnandık” demekle, imtihan edilmeden bırakılacaklarını mı
zannederler? And olsun, biz, onlardan öncekileri de imtihan etmiştik; Allah,
doğru söyleyenleri de yalan söyleyenleri de bilir.” (29/2-3) diyerek işin
peşini bırakmamaktadır. Zorunlu olarak amel/ahlak doğuran (“Ateş olmayan yerden
duman çıkmaz.”, “Küpün içinde ne varsa, dışına o sızar.”) canlı iman ile ölü
kesin inanç/tasdik arasındaki farkı, Kur’an, şöyle ortaya koyar: “Bedeviler,
“İman ettik” dediler. De ki: “İman etmediniz; “Tasdik ettik” deyin. Çünkü, iman
henüz kalplerinize yerleşmedi… İman edenler, ancak, Allah’a ve peygambere iman
ettikten sonra şüpheye düşmeden, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihat
edenlerdir. İşte onlar, imanlarını ispat etmiş olanlardır.” (49/14-15).
3- İLMİHAL DİNDARLIĞI
Dindarların sıkça başvurdukları
kurnazlıklardan biri de yükte hafif, pahada ağır ibadetleri/ritüelleri
abartarak Tanrı’yı kandırma girişiminde bulunmalarıdır. Şu ayet, bu gerçeği
gözler önüne koyar: “Siz, Hacılara su dağıtmayı ve Mescid-i Haramın bakım ve
onarımını, Allah’a ve Ahiret gününe iman edip Allah yolunda cihad eden
kimselerin yaptıkları ile eşit mi tutuyorsunuz? Bunlar, Allah katında eşit
değildirler; Allah, zalim topluluğunu hidayete erdirmez. İman edip cihad eden
ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenlerin mertebeleri, Allah
katında daha üstündür; işte onlar, nihâî kazananlardır.” (9/19-20).
Tanrı ile sürekli irtibatta olma, onu
unutmama; bu vesile ile de vicdanını ve imanını koruma amaçlarından
uzaklaştırılıp, alışkanlık ve borç ödeme moduna dönüştürülen “İlmihal/İbadet
Müslümanlığı” hakkında rahmetli Nurettin Topçu şöyle diyor: “Zamanla yıprana
yıprana birer otomatik hareket haline getirilen ve bu şekilde emrolunduğu
anlatılan ibadetler ise, iyi hesaplayan ve dikkatle kaydeden meleklerin takip
ettiği bedende bir takım şekil değişmeleri haline getirildi. El, ayak, baş,
beden hareketlerinde maharet, dindarlığın şartı oldu; bunlar, dinin esasları
oldu. Bütün ruh ve manasından sıyrılan dini hayatın bu şekilperestliğine
“zühd-ü takva” adını verenler, bu vehimlerinin kas katı gurur içinde gömülüp
kaldılar ve bu yolda yürürken, Allah’a götüren ahlak yolunun izlerine bile
rastlamadılar.” (N. Topçu. İslam ve İnsan. İst. Tarihsiz. S. 33.)
4- SONUÇ
Sonuç olarak biraz düşünme (tefekkür,
taakkul, tezekkür, tafakkuh, tedebbür, taabbur), biraz azim ve irade, biraz iyi
niyet/samimiyet ve biraz teyakkuz (takva), iman ve ahlakı herkes için mümkün
hale getirebilir. Oysa bugün Türkiye’de ve İslam dünyasında canlı vicdan ve
diri imandan doğan amel, tutum, tarz ve davranışlar yerine; anakronik, ezber,
alışkanlık ürünü taklit ve tekrarlar görüyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.