MODERNLİK DURUM
İnsanlık son dört yüz yıldır Aydınlanma,
modernlik, sekülerlik gibi üst-anlatıların yönettiği bir süreçten geçmektedir.
İnsanlık adına elde edilen kazanımların yanı sıra bu dönemde
sömürgeleştirmeler, iç savaşlar, dünya savaşları kısaca insanı hayal edilebilecek
bütün trajedilerin kucağına iten olaylar hiç eksik olmadı. Kant, Ebedi Barış
Üstüne Felsefi Bir Deneme kitabını tam da bu katliamların yaşandığı bir dönemin
ortasında yazdı. Rivayet odur ki Kant, bir han duvarına asılı mezarlık
tablosundan esinlenerek eserini yazmış ve ebedi barışın ancak mezarda
gerçekleşebileceği gibi ironik bir duyguya kapılmıştı. Aynı dönemleri Thomas
Hobbes “Herkesin herkese karşı savaşı” (bellum omnium contra omnes) olarak
tanımlamakta; Hegel bu dönemleri ‘tarihin mezbahası’ olarak anmaktadır. Avrupa
topraklarının mezbahaya döndüğü bu dönemler şimdi başka coğrafyalara taşındı.
Trajedinin sahne düzeni aynı; sadece sahnelendiği mekânlar değişti. Modernizmin
ve sekülerizmin vadettikleri ile gerçekleşenler arasındaki büyük mesafe bugün
postmodernizm, postsekülerizm, postkolonyalizm adları altında bu dönemin
yarattığı hayal kırıklıklarına dikkatimizi çekmekte; bu tür ideolojik
büyük-anlatı ve üst-temsillerin, hegemonya kurma arzusunu tetiklediği ve
şiddeti var ettiği eleştirisini yapmaktadır.
MODERNİTENİN DİN ÖNGÖRÜSÜ
Modernizmin ve sekülerizmin öngörülerinden
biri, dinin hem kişinin yaşamından hem de kamusal alandan elini eteğini
çekeceği yönündeydi. Ama moderniteyle birlikte uzunca bir süre toplumun
(kamusal alanın) çeperlerine itildiği düşünülen din, bugün siyasetin küresel
çapta kendini gittikçe ırk, ulus, din gibi üst-yapılara dayandırmasıyla kurulan
denklemlerde yeniden yerini aldı ve kurum ve kurallarıyla daha görünür hale
geldi. Bu görünürlükle birlikte son derece modern ve seküler küreselleşme
hareketinin ortasında insanlığın geleceğine dair projeksiyonlarda dinin
tutacağı yer tartışılmaya, anlamı ve yaşama uygunluğu sorgulanmaya başlandı.
Dinin doğasına ve toplumsal-tarihsel
işlevine dair bu dönemde birbiriyle çatışan farklı tezler söz konusu. Dini
sosyal-ekonomik geri kalmışlık ve aydınlanamamanın önündeki engel, dindarlığı
da bizzat ekonomik geri kalmışlığın yarattığı bir sığınma mahzeni olarak gören
ve gelişmeyle birlikte bunların ortadan kaybolacağını savunan Holbach,
Helvetius, Diderot gibi düşünürlerin tezlerine karşı, sosyo-ekonomik geri
kalmışlıkla din arasında doğrudan bir ilişki kurmanın yanlışlığını savunan
Alexis de Tocquevelli’yi hatırlamak gerekir. Bernard Lewis, What Went Wrong?
The Clash between Islam and Modernity in the Middle East (Yanlış Giden Neydi?
Orta Doğuda İslam ve Modernite Arasındaki Çatışma) adlı eserinde bir zamanlar
özgürlük, ekonomik gelişme ve bilime öncülük eden İslam’ın neden geriye
düştüğünü tartışırken, haklı olarak, aslında ilerleme ya da gerilemenin dinin
yapısıyla doğrudan ilişkisi olmadığı, tarihsel-toplumsal koşulların daha
belirleyici olduğu tezine dayanır. Bu farklı tezleri de dikkate alarak, bugünün
siyasal ve sosyo-politik şartları içinde dinin nasıl konumlanacağını, aşağıdaki
sorulara verilecek cevaplar belirleyecektir.
Irka dayalı siyasetin aşırı sağı,
ırkçılığı, yabancı düşmanlığını körüklediği ülkelerde din nasıl bir işlev
görmektedir? Siyasetin yapıp-ettiğini meşrulaştıran ve halkı buna ikna eden
kullanışlı bir araç olarak mı iş görmektedir yoksa temel hak ve özgürlükleri
insan onurunun ayrılmaz parçası dokunulmaz haklar olarak görüp, ırkçılığı ve
yabancı düşmanlığını mahkûm eden çoğulcu bir dünya çağrısında mı bulunmaktadır?
İnsanların anlam, aşkınlık, kolektif
dayanışma, mutluluk ve kişisel özerklik ve özgürlük özleminin bir ifadesi
olarak dünya dinleri özelde de İslam, daha uzlaşmacı bir küresel toplum için
teorik ve/veya pratik bir güç olabilir mi? Yoksa dine, modern toplumun mevcut
dehşetini meşrulaştırmanın gerici, karşı-devrimci rolü mü yüklenmektedir?
Din, insana verdiği umut, hoşgörü ve
çoğulculuk mesajıyla, toplumu tehdit eden “medeniyetler çatışması” tezini boşa
düşürecek şekilde, hem kişisel özerkliğin hem de evrensel dayanışmanın hüküm
sürdüğü daha uzlaşmacı, adil, insancıl, eşitlikçi ve barışçıl bir toplum vadini
gerçekleştirebilecek kabiliyete sahip midir?
İnsan özerkliğinin altının kalın harflerle
çizildiği, insan onurunun her platformda yüksek sesle dile getirildiği,
toplumsal dayanışmanın yüceltildiği aydınlanmış toplumda insanlığın büyük bir
kısmı neden, ‘savaş’, ‘hastalık’, ‘açlık’ gibi sürekli ‘acil durum’ veya
‘olağanüstü hal’ zamanlarının esareti altında yaşamaktadır? İnsanların büyük
bir kısmının içinde yaşadığı bu trajediyi önümüze getire sürece etkisi
bağlamında din nerede durmaktadır?
Yaşanan bu tarihsel-toplumsal gerçeklikler
karşısında din ne önerebilir? Önerilerinin hayat bulabilmesi için siyaseti
hangi idealler etrafında organize edebilir? Yoksulların, ezilenlerin,
sömürülenlerin, haklarından mahrum bırakılanların, sesi duyulmayanların, acı
çekenlerin inişine kaynaklık ettikleri vahiy, bugünün dünyasına hangi insani
gerekçelere bağlı olarak yeniden inebilir/hitap edebilir?
Değişen tarihsel-toplumsal koşullarda
dinin insanlara nasıl bir ufuk vadettiği, dinin ve dindarların tarihsel
tecrübesinin, geleceğe ilişkin kurgularını olumlu ya da olumsuz yönde nasıl
etkilediği, her yeniyi ihtiyatla karşılamayı alışkanlık haline getiren ve
geleneğe bekçiliği yeniliğe öncülüğe tercih eden dini yapıların ve
liderliklerin yeni olanla hesaplaşma konusunda nasıl bir strateji geliştirmesi
gerektiği sorularını da buraya eklemek gerekir.
Bu sorular, demokratik kültürü var eden
ilkelerle, dinin tarihe ve topluma tutunmasını mümkün kılan ilkelerin
birbirleriyle ne kadar örtüştüklerinin ya da çeliştiklerinin muhasebesini açık
yüreklilikle yapmayı gerektirmektedir. Hiç şüphesiz yaşadığımız dünyayı
bireysellik, özgürlük, çoğulculuk, tolerans, farklı yaşam biçimlerine saygı ve
rıza gibi değerlerin beslediği tartışmasızdır. Bu değerleri koruyarak insanın
hak ve özgürlük alanını daha da genişleten, bireyi baskılayan otoritelere karşı
onu koruyan mekanizmaları geliştiren bir yapıya her zamankinden daha fazla
ihtiyacımız var.
DİN VE KAMUSAL ALAN
Göç hareketliliğinin Batı’da yarattığı
demografik tedirginliğin, yine Batı’da Hıristiyan Sağın sosyo-politik
yükselişinde sık sık referansta bulunduğu çatışmacı evanjelik neo-con tezin
Doğu ve Batı arasındaki mücadeleyi yeni bir evreye taşıdığı ortadadır. 1993’te
Samuel Huntington, tüm toplumların demokratik kurumlar geliştirebileceğini
varsaymakta yanıldığımızı, çünkü demokrasinin ilkelerinin pek çok kültürle
bağdaşmadığını; bireycilik, liberalizm, anayasacılık, insan hakları, eşitlik,
özgürlük, hukukun üstünlüğü, demokrasi, serbest piyasalar ve kilise ile
devletin ayrılması gibi Batılı fikirlerin İslami, Konfüçyüsçü, Japon, Hindu,
Budist veya Ortodoks kültürde karşılığının bulunmadığını iddia etmişti. Bu
tezin, Batı’da çok sayıda alıcısı olduğunu kabul etmek gerekir. Bu tezi
destekleyecek şekilde, bugün ulus-ötesi (trans-national) selefi hareketlerin
esir aldığı bir İslam algısının da hâkim bir kanaate dönüştüğü de ortadadır.
Böyle bir ortamda dünyada dinin, hele
İslam Dini’nin kamusal görünürlüğünden bahsetmek ne kadar mümkündür?
Dinin kamusallığı meselesinin ciddi bir
muhasebesini yapan Jürgen Habermas’ı anmak gerekir. Kamusal alanda dinin
konumlanmasıyla ilgili ilk eserlerinde dine hiç yer vermeyen, kayıtsız duran
hatta din karşıtı varsayımlara sahip olan Habermas son yıllarında din
meselesini ele almak durumunda kalmıştır.
Dinin modernleşmenin baskıları altında
sönüp gitmediğinin bilincinde olan Habermas, “postseküler” bir tutum
geliştirmenin önemine dikkatimizi çekmektedir. Postseküler tutumdan kastı da
hem dinin küresel olarak gittikçe artan önemini görmek hem de dinin ahlaki
kavramlarının postmetafiziksel denen dönemde felsefî perspektife dâhil
edilmelerini sağlamaktır.
Habermas’a göre, kamusal alan her sese
kulak verilen ama sadece tüm katılımcıların rızasını alan makul taleplerin
kabul göreceği bir alandır. Devletin gücünden farklı olarak kamusal alanda
herkesin kabulünü alan ilkenin ‘zorlayıcı olmayan bir gücü’ vardır. Rawls buna
‘birbiriyle örtüşen uzlaşı’ adını vermektedir.
Habermas Avrupa’nın Hıristiyan köklerine
vurgu yapan söylemlere karşı Müslüman azınlıklarla karşılıklı etik-politik
taahhütler için prosedürel temel sağlayacak yeni bir anayasa çağrısında
bulunmakta ve sayıları gittikçe artan Müslümanların Avrupa’ya entegrasyonunun
yollarını aramaktadır. Habermas, yeniden canlanan etnik kimlik projelerini
Avrupa’nın kolektif öğrenme sürecine tehdit olarak görmekte ve Avrupalıları
birlikte yaşama ve farklılıklara rağmen ortak kararlara varma için prosedürel
normlara bağlılık temelinde birleştirecek “anayasal vatanseverliği”
savunmaktadır.
SONUÇ
İnsan kararlarında her şart altında
‘maksimum fayda’dan hareket eder. Maddi-manevi, insan kendisi için daha iyi
şartlar vadedeni seçer. Bugünün dünyasında kapitalizmin varlığını sağlayan da
bu ‘fayda’dır. Din şu ya da bu şekilde sosyal bir kapitaldir/sermayedir; ve
sağladığı faydaya göre değerlendirilmektedir. Daha iyiye, daha doğruya ve daha
estet olana doğru akan ilerlemeci bir tarih vardır. İnsan onuru bu akışın
belirleyenidir; akışın nihai hedefi ise insanın yetkinliği ve özgürlüğüdür. Din
bu yetkinliğe ve özgürlüğe hizmet ettiği sürece kendi varlığının devamını da
garanti altına alır. Aksi takdirde tarihin dışına itilmesi mukadder hâle gelir.
Bu etkinliğin sağlanabilmesi için, “iyi”, “kötü” gibi metafizik kavramlar içkin
metafizikle yeryüzüne indirilmeli ve ‘adalet’, ‘zulüm’ gibi failleri belli
gerçek kavramlara dönüştürülmelidir. Böylece hak, hukuk, sorumluluk, hesap
verebilirlik gibi kavramlara yaşam alanı açılmalı; zaman ötesi olan (spiritüel)
ile zamanlıyı (seküler) mutlak kopukluktan kurtarıp irtibatlandıran yeni bir
ruh hayat bulmalıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.