AVRUPA AVRUPA DUY SESİMİZİ
Çocukluğumdan buyana yabancılarla
oynadığımız futbol maçlarını herkes gibi seyretmeye düşkünlüğüm vardı.
Futbolumuzun da pek iyi olmadığı 70’li yıllardan itibaren bugün de dahil
sıradan bir orta Avrupa takımıyla 11 yabancıyla oynasak dahi kulağımda hala şu
slogan çınlamakta “Avrupa, Avrupa duy sesimizi bu gelen Türk’ün gür sesi”.
LOŞ MEKANLARIN YALNIZLIĞI
Halit Ziya Uşaklıgil anılarında
Abdülhamit’in istibdadının Yıldız sarayının arı kovanı gibi yoğunluğundan
bahsederken her haliyle bir meşrutiyet sarayı olan Sultan Reşat’ın Dolmabahçe
sarayının protokol günleri haricindeki loş yalnızlığından bahseder. Ülkemizin
tarihi, iktidarın mekanlarının, meşrutiyetten bu yana saraydan, Babıali’ye
oradan da 1918’e kadar harbiye nezaretine geçtiğine tanık olur.
Cumhuriyetimizle birlikte ise iktidarın mekanları sırasıyla zamanla Çankaya,
meclis, bakanlıklar, MGK ve şimdi de Beştepe. Ama belki denilebilir ki boşalıp
loşlaşan eski veya taşınan yeni iktidar mekanları muhtemelen hep imparatorluğun
Yahya Kemalin şiirlerinde sıkça geçen debdebeli günlerinin sedasını, arayışını,
kayıplarını ve tutulmaya fırsat bulamadıkları yaslarını yansıtıyordu. Osmanlı
imparatorluğunun çökmesi, toprak, şeref kayıpları ve göçler tartışmasız
nesillere intikal edecek travmalara neden olmuştu.
İMPARATORLUK SONRASI TRAVMALAR
Yıllar önce psikanalist Prof. Vamık Volkan
ile İmparatorluğumuz sonrası travmaları ve yasları konuşmuştuk.1 Volkan
insanların nasıl ölümler ve kayıplarda yas tutma ihtiyaçları varsa büyük
gurupların- milletlerinde kayıplarda yas tutma mecburiyetinden bahsetmişti. Yas
tutmak bir bakıma yeni duruma adaptasyon da demekti. Vamık hoca röportajımda
özellikle ülke olarak Osmanlının kaybının yasını tutmayı geciktirdiğimize
dikkati çekmişti. Hoca bu gecikmeyi Atatürk’ün liderliğine, oluşturduğu yeni
Türk kimliğinin tutması başarılı çabalarına ve II. Dünya savaşı gibi faktörlere
bağlamaktaydı.
Şahsen bu yeni duruma adaptasyonda sert
bir geçiş yaşandığını bunun için bugün Anadolu’nun büyük taşra kitlesinin
imparatorluğun kaybına halen uyum sağlayamadığı kanaatini de taşımaktayım.
İlaveten belki de çocukluğumda Osmanlıyı inkâr olarak tesis edilen ilkokul
müfredatı da bu sert geçişin bir diğer parçasıydı. Osmanlıyı 50-60 yıl boyunca
dolaylı inkarın getirdiği maliyet devamlılık psikolojisine zarar verdi.
Bugünleri yaşamayı maliyet olarak bizlere bıraktı.
Volkan Sovyetlerin dağılması ve 11 Eylül
ile küresel anlamda gündeme gelen milliyetçilik ve radikal İslam’ın Osmanlının
ertelenen yasının içindeki bu bileşenleri tetiklediğini de ifade ediyordu. Yas
tutmak bir bakıma kaybolan şeylerin canlandırılmaya çalışılmasıdır da. Belki
hala içimizde kaybettiğimizin farkında olmayan bir parçamız mevcuttu. Yeniye
adapte olabilmek için imparatorluğun ötekilerinin torunlarıyla, milliyetçilik
ve dinin uzlaşma içinde yaslarımızın birlikte tutulması gerekiyordu. Bu
toplumsal bir özgüven ve uzlaşıyla bir devamlılık duygusunu Cumhuriyetimizin
II. Yüzyılı eşiğinde pekiştirebilirdi. Ancak yine Volkan’ın literatüre
kazandırdığı “Seçilmiş zaferler” ve “Seçilmiş travmalarla” popülizmi ustaca
kullanabilen politika yapıcıları, ülkemizde bu yası kutuplaşmayı derinleştirmenin
vesilesi haline getirdi. Kurucu unsur olan bizler, kaldıramayacağımıza
inandığımız gerçeklikler karşısında radikalleşmekteyiz. Yükselen popülist sağı
da böyle okuyabiliriz. Bu anlamda hayatta kalma stratejisini sağlıklı bir
altyapı üzerine inşa edemeyen devletimiz kırılganlaşma riskiyle de
karşılaşmakta.
Malum uzmanlar travma sonrası yasın beş
aşamasından bahsederler. Bunlar inkâr, öfke, pazarlık, depresyon ve kabullenme
olarak belirtilir. Ne yazık ki devlette ve toplumda Kürt meselesi, Ermeni
tehciri ve 90’lı yılların bugünlere uzanan faili meçhulleri gibi konularda
yüzleşme konusunda kaydedilen cüzi ilerlemeyi fark ettikçe hala inkâr
aşamasında takıldığımızı görebilmekteyiz. Bunda yukarıda zikrettiğimiz seçilmiş
travmaları maniple eden çıkarcı popülist siyasetin rolü olduğu kadar içeride ve
dışarıda maruz kaldığımız tehdit algısına karşı makul bir korunma içgüdüsünün
oluşturduğu istem dışı reflekslerde rol oynayabilmekte.
Düşünebiliyor musunuz tehdit algısı olarak
son yapılan araştırmalarda toplum Japonya dışında dünyanın ve Avrupa’nın
belirli ülkelerinin çoğunluğunu tehdit görmekte. Bugün gelinen noktada
Osmanlının, darbelerin, 70’li yılların çatışmalarının, terör ve 15 Temmuz gibi
travmaların kültür, sanat ve siyaset gibi alanlarda, yaslarının ertelenmesinin,
yüzleşilmemesinin, bunların doğru yeni kuşaklara aktarılmamasının da büyük rolü
mevcut.
POST EMPERYAL TRAVMA
Post emperyal travma tabiri son zamanlarda
Ukrayna işgali sonrası Rusya’nın durumuna ilişkin kullanılmakta. Ayrıca
Britanya imparatorluğu sonrası Hindistan veya Güneydoğu Asya ülkeleri içinde
yazılmış akademik makalelerde mevcut. Fakat gözümden kaçmış olabilir ancak
Osmanlı imparatorluğunun dağılmasına ilişkin bir makaleye de rastlanmamakta.
Bir devletin veya bir kimliğin “Beka”
kaygısı fıtri bir şeydir. Hepimiz için sigortadır. Sorun bu fıtri dürtüyü
çıkarlarını gizlemek için kullananlardadır. Bugün beka gerekçesiyle adalet ve
hukuk anlamsızlaştırılarak sağduyu ve temel güven duygusu toplumda düşüşe
geçmiştir. Yukarıda örnekleriyle ifade ettiğimiz gibi başta köpürtülen beka
kaygımız veya doğru tutamadığımız yaslarımız olmak üzere imparatorluk
sonrası-post emperyal travmayı yoğun yaşamaktayız. Maçlardaki sloganımız gibi
Avrupa’nın sesimizi duymasını beklemek yerine artık kendi acımızın sesini doğru
duymamız gerekiyor.
TOPLUMSAL POST EMPERYAL TRAVMA
ETKİSİ
Prof.dr. Ahmet Davutoğlu Sözcü TV’de
duayen gazeteciler karşısında mülakata çıkmıştı. Beklenti Sayın Davutoğlu’nun
Gazze’deki olaylara ilişkin verdiği tartışılan tepki üzerine deneyimli gazeteciler
tarafından bayağı terletileceği üzerineydi. Ancak Davutoğlu teoride ve pratikte
o kadar konuya hakimdi ki belki de biraz da mizacından söyleşi Davutoğlu’nun
tezlerini ve deneyimlerini anlattığı akıcı bir konferans kıvamında fazla da
soru sorulmadan başladı ve bitti. Davutoğlu ayrıldığında programın ikinci
bölümünde gazeteciler Hocayı ilgi ve saygıyla dinlemelerine karşın ilgili
tezler konusunda pek de ikna olmuş gözükmüyorlardı.
Yıllar önce bir arkadaşımın Filistin
cephesinde savaşan emekli subay dedesinin günlüğüne göz atmıştım. Dedesi
kabilelerle dost-düşman-ihanet ilişkileri ve uzun savaştan yıldığı belliydi.
Yalnız adeta Misakımilli’yi tasdik edercesine, Deylizor’a geldiğinde sanırım
1918 olabilir, günlüğüne çok şükür vatan topraklarına geldik diye yazıyordu.
Atatürk ve silah arkadaşlarının çok uzun Filistin ve Arap çölleri tecrübesi
vardı. Artık yorulmuşlardı Anadolu merkezli Misakımilli topraklarını güvenli
yurt diye tanımlıyorlardı. Bu bağlamda “Yurtta sulh cihanda sulh” düsturu
Sovyetlerin yıkılışına kadar belirleyici oldu.
Sovyet yıkılışından sonra ise Bosna-Kosova
savaşı, Kafkasya karışıklıkları ve malum Ortadoğu sorunları, PKK tehditliyle
birlikte Türkiye’nin aktif güvenlik ve ilgi alanının Osmanlı sonrası coğrafya
ile tanımlanabileceğini de gösterdi. Bunun teorik çerçevesine akademik anlamda
“Davutoğlu doktrini” de denebilir. Türkiye, Balkanlar’daki iç karışıklıkları ve
Suriye iç savaşına kadar bölgedeki krizleri oldukça Davutoğlu’nun tanımıyla
aktif ritmik diplomasiyle iyi yönetti.
Bu noktaya kadar ülke kamuoyu için bir
sorun yoktu. Arap mülteci yerine turist görüyor sadaka vermek yerine Halep ile
ticaret yapıyordu. Tabi ki Ortadoğu çöllerinde savaşmış ve ihanete uğramış bir
aristokrat seküler kuşağın torunları bu açılımı oldukça itidal ve kaygıyla da
karşılıyordu. Bilindiği üzere Suriye ve Mısır’daki gelişmeler bu süreci
bitirdi. Bunun Davutoğlu doktrininin yenilenmediğinden mi yoksa tartışılan
sebeplerden mi olduğu ayrı uzun yazı ve yüzleşmelerin konusu. Ancak ülkenin ve
dünyanın geldiği konum kaygılı Kemalist sekülerlerin nostaljilerini adeta haklı
çıkarır durumda.
Lümpen-popülist Neo Osmanlılık, Realist Neo Osmanlılık, Post Osmanlılık veya Osmanlıyı tamamen inkâr mı ayrı tartışmaların konusu. Birtakım analistler Sayın Davutoğlu ve tezine sıcak yaklaşanları psikolojik olarak Osmanlının sonlandığını ve hala devam ettiği hayaliyle suçlamakta. Son Gazze analizi ne kadar mükemmel olursa olsun çoğunluk toplumsal kesim post emperyal travmanın kaygısını iliklerine kadar hissetmekte.
İnsanın kendisi ve insanlık ne kadar
devamlılık arz ediyorsa yaşadığımız coğrafya ve tarihimiz de o kadar devamlılık
arz etmekte. Halen Osmanlıyı diriltmekte olduğumuzu veya Osmanlı ile alakamızın
kalmadığını söylemek sadece post emperyal travmanın henüz aşılamadığının
belirtileri. Türkiye Cumhuriyeti, imparatorluk deneyimini inkar etmeden yurtta
barış dünyada barış düsturunu tekrar içeride demokrasiye dönüp neden Balkanlar
ve Ortadoğu’da bir Osmanlı barışını inşa edemesin ki?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.