Kafka, dünya için bir tiyatrodur der. İnsan da daha ilk adımdan itibaren bu sahnenin aktörü. Bu metafor tek kelimeyle dünya sahnesinde insanın dramını anlatır. Bazıları insanın teatral yetenekleri ve bunun önemini küçümsese de insan davranışları gerçekte tam olarak böyle bir sürecin dökümüdür. Bu amfitiyatroda sahneye konulan drama veya melodramda her şey sahnedekilerin alkış ya da yuhalamaları dikkate alınarak yapılır. Sanat sadece sanat için değildir burada. Her şey bu uyum sürecinin bir parçası olarak sahneye sürülür ve o şekilde icra edilir. Bireyleşme ve sosyalleşme dediğimiz süreçlerin hepsi, bu uyumun birer parçasıdırlar.
Dilin kendisi de görünüşteki bir değer,
bir oyun kuralı olarak sahneye girer. Oyuncular bu oyunun kurallarına boyun
eğdikleri kadar mantıklı, ona uyum gösterdikleri kadar uslu, onunla
bütünleştikleri kadar rasyoneldirler. Söz işte bunu, bu süreçlerin tamamını
temsil eder. Bu o kadar böyledir ki, sözsüz bir rasyonellik düşünülemez bile.
Dile gelen aynı zamanda imkân sahasına da girendir. Dile gelmeyen ya da daha
doğrusu dile getirilemeyen de imkân sahasına giremeyen muhtemel gerçekliktir.
Fakat bu bile sorunludur. Çünkü metaforda olduğu gibi dile gelen; her zaman
mümkün olanı değil, olmayanı ya da mümkünün en kötü biçimlerinden birini de
zorlayabilir. Dil tam da bu yüzden hem kafa karıştırıcı hem de yanıltıcıdır.
Dramada da benzer bir sorunla karşı karşıya gelinir. Orada da sözün kendisi
“net standartları” değil, “özel amaçlara” göre oluşturulmuş olanı gündeme
getirir çoğu kez.
O yüzden sorun bir yцntem sorunu olmaktan
çıkarak bir gьndem sorunu olarak karşımıza çıkar. Neticede “dil ve mantık”;
şeyler, olaylar veya süreçlerin tam bir tutarlılık içinde dile getirildiği
değişmez bir kriter, ölçü olarak değil, genel uyumun bir parçası olarak sürekli
değişen, kendini yenileyen bir tutarlılık aracı, ideolojik bir aygıt olarak
sunar kendini.
Bu haliyle oyunun icra edildiği sahne,
kendimizi içinde bulduğumuz toplumsal bir düzen olarak önümüze serilir; oyun da
bu düzene uyum sağlama süreci. Bu oyunda öncelik sahnenindir. Akıl yürütme,
konuşma, onay ve ret mekanizmalarıyla jest ve mimiklerin hepsi ona göre
ayarlanır. Saatleri ayarlama enstitüsü gibi görünür görünmez bir el.
Adam Smith’in piyasa için kullandığı
metafor, burada “uyum süreci” olarak karşımıza çıkar. Rasyonellik öyle, ahlâk
öyle, hayatın anlamı öyle, doğru ve yanlış öyle, güzellik anlayışımız öyledir.
Bunların hepsi içinde bulunduğumuz devir ve topluma göre şekillenir, ona göre
sürekli olarak yeniden tanzim edilir.
Hayat bu düzlemde geçer ama her şeyde
olduğu gibi burada da işler kusursuz değildir. Problemler, çatışma ve gerilimler
çıkar. Tarihin dinamiği bu çelişkide gizlidir. Hareket enerjisini bu çelişki ve
gerilimden alır. Nihayet her şey bir uyum ve uyumsuzluk parantezinde
gelişirken, devreye sürekli yeni formlar, yeni renkler girer. Bu, oyuna yeni
katılan aktörlerin rengi, onların kostümüdür.
YA KOMŞULAR, ÖTEKİLER
Bütün bunlar olurken kişi komşu diyarlara
açılır. Komşuları tanıma, onlarla biliş ve tanış olma süreci veya karşıtlığı bu
sahnenin dekorları arasında yerini alır. Aslında bu hiç aradan çıkmaz. Yakın
diyarlar derken hemen “görüş mesafesinde, horoz ve köpek seslerini
duyabileceğimiz kadar” yakın olanları kastediyorum. Denir ki, “insan ömrü o
kadar uzağa gitmeye vefa etmezmiş”. Öyle söylenir.
Uzak diyarlar, içimizde hasreti hiç
bitmeyen her şeydir. Bazen de öteki olur uzak diyarlar: Yaban ve yabancı. Yakın
diyarlar sahnenin içiyse uzak diyarlar da dışıdır. Uzak diyar ve öteki, kardeş
katlini mazur gören en eski atalarımızdan başlayarak en yakınımıza kadar
uzanır. Önce oradan sürgün ediliriz. Böylece en yakınımızdaki bile bir anda en
uzaktaki oluverir. Artık orada bile negatif bir belirleme vardır bizim için.
Tersinden uyum sağlama ve ona göre davranış geliştirmenin başka bir biçimi.
En yakınımızdaki böyle olunca uzaktaki
için “negatif belirlemenin” sınırı yoktur. Bu, en iyi ve en güzelden en kötü ve
en çirkine kadar sonsuz bir aralıkta işleyen bir içerik olarak sürekli
üretilir. İnsanın sanılarıyla dokuduğu bir kumaştır bu, kültürel bir kumaş.
Öteki bu tezgâhta dokunur. Bazen hayranlıkla bazen de korkuyla bakılır ona.
Bu kategoriye, en yakınımızdaki
kardeşimizden de yakın olan kendi bedenimiz bile girer. O bile, bizim hem
yazgımız hem de sürgünümüz olur. Zamanla kontrolü eline almaya başlar beden ve
belirlenen değil, belirleyen olmaya başlar. Bilhassa yaşlandıkça böyledir bu.
Ondan hiçbir şekilde kaçamayız. Ellerimizden gittikçe kayan, kendimize karşı
tavır alan yabancı bir varlık olarak karşımıza dikilmeye başlar.
Yaşlılarda görülen psikolojik travmanın
temel nedenlerinden biri budur; biyolojik ve psikolojik bölünmenin yol açtığı o
korkunç ikilem. Bu o kadar zorlu bir ikilemdir ki, içindeki devinimle gittikçe
güçten düşen beden ve kendilik arasındaki gerilim, nihayetinde kişiyi sonu gelmez
bir umutsuzluğa iter.
Buna sadece beden değil, çevre de eşlik
eder ve dram tamamlanır.
ÖTEKİNİN SOSYOLOJİSİ
Kişinin kendisine olan yabancılaşma,
doğayla akıl arasındaki gerilimde de kendini gösterir. Bu ikilemde insan iki
ayrı verili alanla karşı karşıya kalır. Bunlardan biri topyekûn biyolojik ve
tarihsel miras, diğeri ise yine insan yapımı başka bir küme; mevcut kültür.
İlkinde Tanrı vergisi olanla, ona ilave edilen ve içinde sembollerden mitlere
kadar tanımlı tanımsız dünya kadar işaret ve hikâyenin bulunduğu bir dünya,
diğerinde ise birbirinden ayrı veya ilişkili çok sayıda dil ve kültürel alan.
Bireyleşme sürecinde kişi, çoğu kez de
farkında olmayarak bu iki alan arasında bir yığın etkinin muhatabı olarak kendi
kendini tasarlamaya çalışır. Çalışır diyorum, çünkü her zaman evdeki hesap
çarşıya uymaz ve son sözü istenç değil, verili olandan biri veya diğeri verir.
Bunlardan biri, çoğu kez dürtü veya doğal eğilim olarak geçip gittiğimiz
eğilimler; diğeri de örgütlü aklın karşımıza kültür olarak çıkardığı sayısız
içerik ve formdan ibarettir.
Bireyleşme ve sosyalleşme denilen süreçler
bu iki alanın türevlerinden birinin içinde, bir sosyal grup ve çevrede
şekillenirken, bir de bunun dışında apayrı saiklerle gelişen ayrı bir dünya
daha şekillenir; daha doğrusu dünyalar. Bunlardan her biri çok daha farklı
bağlam ve etkilerin sonucu olarak ortaya çıkmış görünümlerdir.
Fakat burada bile “öteki” olduğu gibi
değil, muhatabının anladığı şekilde yansır diğerine. Bu, öteki kapsamına giren
bütün kültür ve rasyonelliklerin, negatif bir eksende tersinden üretilerek
yeniden tasarlanma sürecinin diğer adıdır. Böylece “oluşturulmuş kültürel”
öteki, ikinci ve üçüncü sayısız işlem süreçlerinden geçerek bambaşka bir şeye
dönüşür.
Zaman olur kendi dışımızdaki dünya egzotik
bir görüntüye dönüşerek ilgimizi kamçılar, zaman da olur düşman bir kutbun
sembollerine dönüşür. Bazen de hayranlıkla izlenen bir model olur. Bunların
hepsi mümkündür. Bazen de kendi doğrusunun negatifi olarak iradî bir şekilde
karşıt eksene yerleştirilerek günah keçisi haline getirilir.
Öteki bu eksende oluşur. Beriki, kendi
doğrusunun mutlak bir doğru veya gerçeklik olarak değil, tarihsellik ve
sosyolojiyle malul, oluşturulmuş bir doğru ve gerçeklik olduğunu kabullenmek ve
ötekini de kendi bağlamında anlamak yerine, bu karşıtlığı bilerek tahkim eder.
Bu biraz da kendi oluşturulmuş varlığını ötekinin karşıtlığı üzerine
kurmasından dolayı böyledir.
Bilhassa siyasal karşıtlıklarda bu bilerek
ve istenerek kalıcı hâle getirilir. Millî birlik ve beraberlik denilirken bile
bunun çokluk içinde birlik temelinde sağlanabilecek bir şey olduğu
kabullenilmek yerine, karşıtlıklar derinleştirilerek iktidar tahkim edilmek
istenir. Orada bile süreç öteki olarak tanımlananla konuşup anlaşmak ve onu
tanımak olarak işlemek yerine, onu, bilerek içinde bulunduğu paranteze
sıkıştırıp varlığından faydalı bir siyasal sonuç çıkarmak şeklinde işler.
Oysa ister bireysel isterse toplumsal
anlamda olsun, biriciklik varlığın doğasında olan bir şey olsa bile sanki bu
biricikliklerden biri normal, diğerleri de anormalmiş gibi davranılır. Tarihsel
ve kültürel koşullanmışlıklardan birinin sonucu normal, diğerlerinin anormal
olarak karşılanması normal olmasa bile normalmiş ve de iradî bir şeyin
sonucuymuş gibi kabul edilir. Ve kimse de bu tarz sonuçların iradî değil,
istenç dışı ve insan takatini aşan sonsuz bir ilişkiler ağının sonucu olduğunu
düşünmek istemez. Yazgıyı irade sayar insan. İlişkiyi açıklayamadığı için
böyledir bu. Bir vakitte, bir yerde olan bir halin sonuçlarına tapınma, onu
kutsama gibi bir şeydir bu durum.
Yaşanan pratik eğilimlerin, kültürün ve
aklın halleridir yalnızca. Aklın örgütlenme biçiminin kişiye şu ya da bu
şekilde dayattığı bir durum, pratik bir sonuçtur muhatap olunan. Ve her pratik
olanda görüldüğü gibi hiçbir şey saf olarak ne kötü ne de iyidir. Tanım gereği
böyledir bu. İmdi, hal böyle olunca öteki de tıpkı kendimiz gibi oluşmuş,
oluşturulmuş göreli, kusurlu ve henüz tamamlanmamış bir durum ve süreci ifade
eder. Nasıl kendi varlığımız bir uyum ve uyumsuzluk sürecinin ürünüyse,
diğerinin varlığı da benzer süreçlerin ürünüdür. Böyle bir durumda süreçler ve
sonuçları yargılanmaz, sadece anlaşılabilir.
HASILI
Muhatap olduğumuz şey sesli veya sessiz
bir konvansiyonlar bütünüdür. Çoğu da yazgı olan bir hâsıla. Yaban da içimizde
yabancı da. En büyük hatamız da burada, kendi kendine yabancılaşan varlığımıza
duyarsız kalan ilgilerimizin yönünde.
Önümüzde uzayıp giden ölü ve canlı yığınla
gramerin belli belirsiz izleri göz kırpıyor. Hangisi hangisinin karşıtlığından
beslendi ve sonra tekrar kendi içinde kıvrılarak bunlardan hangisini baş tacı
yaptı bilmiyoruz.
Hıristiyanları arenada arslanların ağzına
atan da Hıristiyanlık uğruna Kudüs’ü kana bulayan da aynı uygarlık kesiti değil
mi? Sadece Kudüs mü, bütün bir Kara Afrika ve açık denizlerle eski Amerikan
uygarlıkları Hıristiyanlık adına kana boğulmadı mı?
Sonra Aydınlanma Çağı geldi ve bu sefer de
ulus ve özgürlük adına cinayetler işlendi. Arkasından sınıf çağı geldi ve hiç
beklenmedik bir yere sıçrayarak milyonları gelecek bir ütopyaya kurban etti.
“Ereği” bir dünya kardeşliği kurmak olan
sosyalizm, başka bir iklimde “ereği devlet egemenliğini ele geзirerek insan eşitliğini
gerзekleştirmek” isteyen bir “Sezar Sosyalizmine” kurban edilmedi mi? Ya İslam,
nihaî amacı kardeşlik olan İslam da benzer araçlar kullanılarak bir “Sezar
İslam’ına” dönüştürülmedi mi?
O da iktidarın bir enstrümanı oldu. O da
uğruna Peygamber torunlarının bile doğrandığı siyasal bir araca dönüştürüldü.
O yüzden “biz ve ötekilere” bir kez daha
bakalım ve biz, biz dediğimiz o kimlikler gerçekten de “yüreklerinde bir cennet
mi taşıyor” yoksa üzerinde oturduğumuz çamur selinin karanlık dehlizlerinden
beslenen zehirli sarmaşıklar mı, hangisi?
Ne demişti filozof, önce kendine dön,
oraya bak!
Oraya bakalım.
ABDULKADİR İLGEN KİMDİR?
Atatürk Üniversitesi İslami İlimler
Akademisinden 1988 yılında mezun oldu. 1994 yılında Dumlupınar Üniversitesi
İİBF İktisat Bölümü İktisat Tarihi Bilim Dalına araştırma görevlisi olarak
atandı. 1998 yılında Marmara Üniversitesi Ortadoğu ve İslam Ülkeleri
Enstitüsünde doktora programını tamamladı. Çeşitli akademik ve idari görevlerde
bulunan Prof. Dr. Abdülkadir İlgen, 2017 yılında emekli oldu. Akademik
çalışmalarında “iktisadî zihniyet” üzerinde yoğunlaştı. XIX. Yüzyıldan günümüze
“devlet dışı modernleşme”, tarihte Asya ekonomileri ve Türkistan iktisat tarihi
üzerine çalışmalarını sürdürmektedir. Aynı zamanda Türk Yurdu ve Türkiye
Günlüğü gibi dergilerde yazılar yazmakta olan İlgen’in “Türk Modernleşmesi:
İktisat, Tarih, Zihniyet”, “1921 Sanayi sayımları” ve “Gelenek ve Modernleşme
Arasında Bir Kavram: Milliyetçilik” isimli üç de kitabı yayımlanmıştır
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.