Türkçe’deki “tin” ve “gönül” sözcükleri Arapça’da “ruh” ve “nefis” olarak karşılanmıştır. Hemen hemen tüm dillerde insanın varlığı “cismani olan” ve “cismani olmayan” biçiminde iki kısım olarak düşünülmüş. Cismani olanı gönül yani nefis işaret ederken, cismani olmayanı tin yani ruh işaret ediyor. Eskiler uzun bir süre gökyüzünü, Batlamyus’un haritasında tasvir edildiği biçimde yedi katlı olarak tasavvur etmişler. Göğün her bir katına “felek” demişler. Güneş, ay ve o sırada bilinen beş gezegenin her birinin birer felekte yer aldığını kabul etmişler. Dışımızdaki dünyada bulunan her unsurun aynı oranda insanın bedeninde de bulunduğu varsayımıyla, dış dünyaya “büyük alem”, insan bedenine de “küçük alem” demişler. Nasıl ki büyük alemde yükseliş yedi kattan oluşuyorsa, insan ruhunun da yükselişinin yedi aşaması olması gerektiğinde karar kılmışlar. Bu yedi aşamaya, tasavvufta nefis mertebeleri denir. Gönül ya da nefis, arzuların kaynağıdır. Eğer insan küçük alem olan bedeninin emrine girerse, bedeni insanın rabbi olur. Bedeni insanın emrine girerse, insan bedeninin yani küçük alemin rabbi olur. Hz. Ali kâfirlerin pehlivanını öldüreceği sırada, pehlivan onun yüzüne tükürmüş. Bunun üzerine Hz. Ali pehlivanı öldürmekten vaz geçmiş. Kâfirlerin pehlivanı “Neden beni öldürmedin?” diye sorunca Hz. Ali “Ben seni öldürseydim Allah için öldürecektim ama sen benim yüzüme tükürünce, seni nefsim için öldürmekten korktum.” demiş.
Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli, Makâlât’ında
insanın üç canı olduğunu yazar. Birinci cana cismani denir; diken batmasını,
kıl çekilmesini duyar. İkinci cana “yeme içme” denir. Acıkmayı ve susamayı
bildirir. Üçüncü can ise “ruhani”dir. Ten uyuduğunda bu ruhani can uyanır.
Tasavvufta düşlere “mana” ya da “zuhurat” denir. Hayvan benliği ile mücadele
eden dervişler, gelişmelerini manalardaki işaretlerden takip ederler.
Menkıbelerde bir dervişin çift sürdürdüğü arslanı yılanla kamçılaması, hayvan
nefsini yendiği, hayvan nefsinin dervişin hizmetine girdiği anlamına gelir.
Hangi hayvanın hangi zaafı temsil ettiği, Hünkâr’ın Makâlât’ında yazar. Ancak
bu iki yönlüdür. Her hayvanın bir de diğerlerine üstün gelen bir yeteneği
vardır. Keskin göz, hızlı olma, iyi duyma gibi yeteneklerdir bunlar. Tatmin
olmuş, mutmain nefis aşamasında artık nefis dervişe hizmet eder. İslamiyet’ten
önce varlığın birliği düşüncesini şamanlar temsil ederdi. Hem İslam öncesinin
şamanları hem de Müslüman dervişler, menkıbelerde hayvan donuna girip yolculuk
ederler.
Eskilerin insan anatomisine dair bilgisi
sanılanın çok ötesindeydi çünkü hem insanları mumyalamak için hem de ameliyat
yapmak için tıp öğrenmişlerdi. Arkeologlar neolitik döneme ait, cerrahi
müdahalede bulunulmuş kafatasları keşfetti. Hünkâr’ın söylediği üç candan
birincisi, omuriliğin bittiği yerde bulunan sürüngen beynidir. Bu beyin güdülerimizi
emreder ve insanın sürüngenlerle ortak olan tarafıdır. Zaten tasavvufta emreden
nefsi yani nefs-i emmareyi bir sürüngen olan yılan temsil eder. Bu beynin
üzerindeki ikinci katman, memelilerle ortak tarafımız olan ikinci bir beyindir.
Bunun da üzerinde, yalnızca insanda bulunan, dil kullanabilen ve bu sayede
düşünebilen üçüncü beyin katmanı vardır. Üçüncü katmandaki, yalnızca insana
özgü olan beyin ile diğerleri arasında yani insanın kendisinde bulunan üç
benliği arasında bir çatışma vardır. Bu benliklerden ilk ikisi hayvanidir,
üçüncüsü insanidir. İnsani benliğimizin hayvani benliklerimize üstün gelmesi
yani yedi nefis mertebesinin sırasıyla geçilmesi, insanın iç dünyasında
yaşadığı bir deneyimdir. Bu iç dünyaya “enfüsi dünya” denir. Fakat bir de “afaki
dünya” dediğimiz, dışımızdaki dünya vardır. Dışımızdaki dünyaya İbnül Arabi
ekolünden gelenler “hazerat-ı hamse mertebeleri” der. Bu afaki dünyanın altı
hatta yedi mertebeden oluştuğunu yazanlar da vardır. İç hesaplaşmasını bitirip
dışa yönelen derviş, artık varlığın birliğini idrak eder. Bu cümlede “idrak
etme” eylemini kullanmamızın nedeni, bunun yaşayarak kavranan bir deneyim
olmasındandır. Bu konuda nazariyat yapma yani akıl yürütme uğraşına giren büyük
şeyhler bile yazdıklarında türlü çelişkiler içine düşmüşlerdir. Oysa tabiatla
iç içe yaşayan Kutbeddin Haydar, Geyikli Baba ya da Otman Baba gibi dervişler
varlığın birliğini idrak edip bu idrakin verdiği cezbeye, neşeye sahip
olmuşlar, kayıttan kurtulmuşlardır. Salahaddin Uşşaki Varlık Risalelerinde
varlığın birliğini idrak etmeyi, “Bütün eşyayı Allah’ın esma-i ilahiyesi olarak
bilme” biçiminde tanımlar.
Varlık mertebelerini, nesnelerin en
olgunlaşmış halleri temsil eder. Bunlar madenlerden altın ve gümüş, bitkilerden
tahıllar ve insanlardan insan-ı kâmildir. Varlığın birliğini idrak eden biri
için artık iç dünya ya da dış dünya ayrımı kalmaz. Fark ortadan kalkar. Bu
idrakteki birisi erik dalına çıkıp üzüm yiyebilir. İnsan yaşadığı deneyimi bir
başkasına aktaramaz ama şathiye türündeki şiirlerle içinde bulunduğu durumu
diğerlerine sezdirebilir. Zira şiir teşbih dilini kullandığı için en tepedeki
anlatım aracıdır. Varlığın birliği hakkındaki nazariyeler çelişkili ve
muğlaktır ama Cüneyd-i Bağdadi’nin, Hallac-ı Mansur’un, Pir Sultan Abdal’ın ya
da Yunus Emre’nin şathiyeleri okuyanlarda hayranlık uyandırır.
Vahdet-i vücud kavramı İbnül Arabi’nin
takipçileri tarafından icat edilmiştir. Kavramın Arapçası biraz sıkıntılıdır
çünkü “vücud”, Arapça’da “bulunmaklık” anlamına gelir. Tarihçiler bunu
genellikle yanlış bir biçimde “panteizm” olarak anlamıştır. İbnül Arabi,
sırasıyla Zat-Sıfat-Esma ve Efal mertebeleri olduğunu yazar. Allah’ın Zat’ından
sıfatları, sıfatlarından isimleri, isimlerinden de fiilleri kaynaklanmaktadır.
Derviş olmak isteyenin dikkat etmesi gereken en önemli konu, varlıkta ikiliğin
olmamasıdır. Şu şu fiillerin insandan, şu şu fiillerin Allah’tan olduğunu
söylemek Şeriat mertebesinde makbul olabilir ama Tarikatta bunu söylemek
şirktir. Hz. Ali nutuklarında sık sık Allah’ı tenzih ederdi çünkü karşısında
dinleyici olarak putperestliği yeni bırakmış Araplar vardı. En küçük bir yanlış
anlama, Arapların Allah’ı yeniden putlaştırmasına neden olabilirdi. Şeriat
mertebesinde Allah’ı tenzih etmenin Allah’ı yücelttiği düşünülebilir ama
Tarikat’ta Allah’ı tenzih etmek, Allah’a eksiklik yakıştırmaktır. Bu nedenle
Tarikat mertebesinin dili teşbih dilidir. Tasavvufta hulûl ya da ittihad diye
bir şey yoktur çünkü ancak iki ayrı şeyden biri diğerine hulul eder, oysa
varlık birdir.
Hz. Ali, “Rabbini gördün mü?” diye soran
Dı’bil-i Yemani’ye “Görmediğime ibadet etmem” demiş. Bakara suresinin yüz on
beşinci ayetinde, nereye dönersek orada Allah’ın yüzünü göreceğimiz yazıyor.
Baktığın her şeyde Allah’ın yüzünü görmek, varlığın birliğini idrak etmektir.
“Başlangıçta yalnızca Allah vardı başka da bir şey yoktu” anlamındaki hadis
için Cüneyd-i Bağdadi “Halen daha öyledir” demiş. Varlığın birliğini idrak
etmek işte böyle bir neşdir.
Şeyh-i Ekber İbnül Arabi’nin Füsus el
Hikem kitabının her bölümü bir peygamberi konu eder. Her peygamber tarihi bir
kişilik olmasının yanında bir de insanlığın gelişimindeki evrelerin
temsilcileridir. Tasavvufta bu evrelere Ademiyet, İbrahimiyet, Museviyet,
İseviyet ve Muhammediyet gibi adlar verilir. Hz. Musa Rabbini görmek
istediğinde, Araf suresinin yüz kırk üçüncü ayetinde “Sen beni asla göremezsin”
yanıtını aldığı ifade edilir. Hz. Ali’nin “Rabbini gördün mü?” sorusuna
“Görmediğime ibadet etmem.” demesi, artık insanlığın gelişiminin tamamlandığını
gösterir. Hz. Muhammed, insanlığın gelişiminin tamamlanmasını temsil eder.
İnsan-ı kâmil, Hz. Muhammed ve O’nun kendisine sırları aktardığı Hz. Ali’dir.
İnsanın bireysel gelişiminin de insanlık gibi evreleri vardır. İnsanın bireysel
gelişiminin aşamaları insanlığınki gibi Ademiyet, İbrahimiyet, Museviyet,
İseviyet ve Muhammediyet olarak adlandırılır. Hz. Muhammed ve Hz. Ali; olgun,
ermiş, kâmil insanı temsil ederler. Hacı Bayram Veli’nin kurduğu Bayramiye
tarikatının Bıçakçı Ömer Dede’den gelen kolu, Melami-Bayramiliktir. Ancak
kınanmayı esas alan, bir neşe olarak melamet her tarikatta vardır. Hz. Ali
nutuklarında “Kullukta bulunun; halk görsün, duysun diye değil. Çünkü kim,
Allah’tan başkası için kulluk eder, iyi iş işlerse Allah, kimin için kulluk
ettiyse, iyi işler işlediyse ona havale eder o kulu” der.
Yaşamım okumakla geçti. Kitaplardan
edindiğim bilgiler kimi zaman bende kibre neden oldular, kimi zaman da bana
“oldum” dedirtip beni hamlığa sürüklediler. Tasavvufi irfan bir mürşidin
rehberliğinde edinilir. Bu fakirin eğer sermaye-i ömründe kârı varsa, dervişi
olduğum Necdet Ardıç ve muhibbi olduğum Dursun Gümüşoğlu’ndandır. Kutadgu
Bilig’de yılkı olmak, bilgeliğin karşıtıdır. Kitap boyunca Yusuf Has Hacib,
kişinin bu ikisi arasında bir seçim yapması gerektiğini vurgular. Kazan Han’ın
yedi nefis mertebesini temsil eden yedi başlı ejderhayı öldürdüğü Oğuzname’den
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın romanlarına kadar Türk edebiyatının fikrî temelini,
tasavvuf düşüncesi oluşturur. Türkler “varlığın birliği” tasavvuruna İslam
öncesi şamanist dönemde de bağlıydı. Türk irfanı dediğimiz tasavvuf düşüncesi,
belki de kültürümüzün günümüzde varlığını sürdüren tek özgün yanıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.