Bunca krize, ekonomide, dış politikada bilerek bilmeyerek yapılan bunca hataya karşın, AK Parti hâlâ birinci parti ise bir sebebi var. Tek aktör dindarlar değil, tek dinamik iktidarın politikaları da değil. Toplumun büyük kısmı muhalefeti bekliyor; bir ses, bir söz duymak istiyor
Seçimlere yaklaşılırken siyasal söylemler,
söylemlerin ve rekabetin belirleneceği ikilemler ve eksenler belirginleşmeye
başlıyor. Sorun bunda değil. Sorun, dinamikler, gerçek sorunlar, ihtiyaçlar,
talepler ile söylemler arasındaki yarıktan kaynaklanıyor. Bir bakıma
yurttaşların gerçekleri ile siyasi aktörlerin gündemi arasındaki fark da
denebilir.
Ekonomik buhranın boyutları yüzeydeki
sayısal bazı göstergelerden daha derin bir yoksulluğa işaret ediyor. Ekonomik
büyüme, işsizlik veya enflasyon sayılarındaki görece değişimlerden daha ağır
yaşamlar sürüyor toplum. Doğruluğu ve güvenilirliği tartışmalı, kamu kaynaklı
sayılardaki küçük ve göreceli iyileşme veya kötüleşmeden öte yurttaşların
bireysel hayatlarındaki yoksullaşma, yoksunlaşma çok daha derin ve kalıcı.
Yoksullaşmaya adaletsizlik duygusu eşlik ediyor. Yoksullaşma ve adaletsizliğin
ürettiği hararet ekonomik sınıfsal gerilimi ve duyguları yükseltiyor.
Buna karşılık siyasi aktörlerin gündemi
kültürel kimliklere göre pozisyonlarından şekilleniyor. İktidar bloku kültürel
kimlikler üzerinden siyasetin ve seçim tercihlerinin belirlenmesini istiyor.
Dindarlık ve Türk milliyetçiliği üzerinden siyasi gerilimin yararına olacağını
düşünüyor. Bu siyasetin bir karşılığı da var iktidar açısından. Çünkü özellikle
dindarlarda ve milliyetçi kümede her şeye karşın kendi kimliklerine,
kutuplarına ve iktidar yandaşlığına bir meşru gerekçe alanı açıyor yaşanan bazı
güncel gerilimler. En azından dindarlar ve Türk milliyetçilerinde iktidar
eleştirisi olsa da karşı tarafa olan duygusal karşıtlığın yoğunluğu iktidara
sadakati besliyor. Öte yandan muhalefet bloku da bu zihni ve siyasi çerçevenin
dışına çıkamıyor. CHP’nin başörtüsü hamlesi, Babacan’ın endişeli
muhafazakârlara doğru olan söylemleri de bu çerçevenin içinden şekilleniyor.
Sonuçta iktidarın sonunu getirecek
sınıfsal gerilime dair çözüm vizyon ve politikaları, yoksullaşmayı,
adaletsizliği esas alan söylemler iken kültürel kimlikler arası kutuplaşma
iktidara soluk alanı açıyor.
Demokrasi kavramının içi boşalmış
vaziyette
Gerçekte seçimleri belirleyecek ikinci
yarılma ekseni demokrasi ve otoriterlik arasında. Elbette günümüz dünyasında
demokrasi karşıtı olduğunu açıkça söyleyen siyasi lider yok, bizde de yok. Ama
demokrasi kavramının içi boşaltılmış halde. Konuşulan dezenformasyon yasası
bile demokrasinin gereği diye anlatılıyor, beğenilmiş veya gönderilmiş sosyal
medya mesajlarının bile soruşturma ve dava konusu yapıldığı, İranlı kadınlara
destek yürüyüşünün polis şiddetiyle engellendiği, milletvekillerinin protesto
haklarını kullanırken şiddet gördüğü koşullar demokrasi diye anlatılıyor.
Demokrasi yalnızca partilerin varlıklarına ve seçimlerin yapılabiliyor olmasına
sıkıştırılıyor.
Bu politikaların arkasında temel bir zihni
kırılma var. Asıl sorun özgürlük ve güvenlik ikilemi. Devletin ve iktidarın
güvenlik tanımı “sınır güvenliği” ve “kamu düzeni” tanımları içine sıkışmış
durumda. Sınır güvenliğini esas alırsanız elinizdeki temel araç, askeri
tedbirler ve politikalar. Bir de Türkiye’nin kadim meselesi olarak Kürt
meselesi ve bu bağlamda bölgesel dinamiklere askeri güvenlik üzerindeki risk ve
fırsatlar üzerinden bakışı var. Özgürlüklere ise kamu düzeni bağlamında
bakılıyor ve her hak talebi kamu düzeni üzerindeki riskleri üzerinden
değerlendiriliyor. Hak taleplerinin kamu düzeni üzerinde bir tehdit olup
olmaması bir yana muhalefet bile mümkünse protesto hareketleri yükselmesin
istiyor. Bu bakıştan beslenerek de iktidar bloku devletin bekası ve kamu
düzenini korumak esaslı bir bakışla her karşı söylem ve hareketi terör
tanımının içine sıkıştırmaya, her hak ve özgürlük talebini devletin bekası ve
kamu düzeni üzerindeki riskler üzerinden değerlendirmeye devam ediyor.
Seçmenin bu politikalara inanarak
iktidardan yana tercihine, desteğine devam edebilmesi için de bir korku iklimi
yaratılmaya, tüm dünyanın Türkiye’ye karşı kötücül amaçları söylemi üzerinden
dünyanın karmaşası anlatılmaya çalışılıyor.
Hâlbuki güvenlik kavramı artık yalnızca
sınır güvenliği ve askeri politikalardan ibaret değil. Bekasını kollayacağımız
tek unsur da devlet değil. Toplumsal yaşamın ve tüm olarak “ülkenin esenliği”
esaslı düşünürsek ekonomik kriz de pandemi de kutuplaşma da lümpenleşme de
mafyalaşma da ülkenin esenliği önündeki riskler. Öte yandan özgürlükler
meselesini halletmeden ülkenin kadim hiçbir meselesini çözemeyeceğimiz de açık.
Keyfiliğe dayalı ekonomik hayat refah
üretmez
Kurumları ve kuralları tümüyle çökertilmiş
bir keyfiliğe dayalı ekonomik hayatın da refah, kalkınma, gelir dağılımı
adaleti, üretim getiremeyeceği açık. Sivil ekonomik aktörlerin, emek
örgütlerinin, hatta parlamentonun konuşamadığı, müzakere edemediği, karar
süreçlerine dâhil olamadığı, kamu yararı tartışmasının bile iktidar yandaşlığı
ve karşıtlığına sıkıştırıldığı bir ekonomik hayatın ne getirdiğini yaşıyoruz
bir süredir.
Muhalefet güvenlik meselesine iktidara
benzer bir yerden, sınır güvenliğinden baktığı için tezkerelere koşarak onay
veriyor. Muhalefet özgürlük meselesine iktidar gibi kamu düzeni içinden baktığı
için Kürt meselesinde ve HDP’ye bakışta iktidarın çizdiği zihni sınırın dışına
çıkamıyor. Muhalefet özgürlükler konusunda bütüncül bir bakışa sahip olmadığı
için de o kadar esnaf ziyareti yaparken bir gün de kadınların yürüyüşünün
yanında, örgütlenmeye çalışan kuryelerin yanında, toprakları, doğaları için
çırpınan köylülerin yanında olmuyor. Haksızlık etmeyelim elbette muhalefet
blokunda bireysel ve mikro alanlara dair gayretler var, benim burada
kastettiğim muhalefetin örgütlülük içinde tutum ve tavır geliştirmesindeki
eksiklik.
Muhalefetin ekonomiye dair anlatısı ise
“Biz yaparız” demek. Karar süreçlerine katılım, ülke ekonomisinin ana stratejisine
dair tartışma ortamı, aktörlerin tercihleri değil bilenlerin yazdıkları
ekonomik programlar anlatılıyor.
Bu durumda da muhalefet bloku demokrasi ve
otoriterlik geriliminde otoriterliğe dair söylemi olan, itiraza yaslanan bir
pozisyon üretiyor ama demokrasi, hak ve özgürlükler bakımından bütüncül ve
tutarlı bir pozisyon üretemiyor.
Bir başka eksen yine, bir kez daha
iktidarın tanımladığı “yerlilik, millilik” ekseni. İktidarın güvenlik ve
devletin bekası söylemini de besleyen yerli ve milli olmak / olmamak meselesi
önümüzdeki seçim sürecinin en önemli yarılma eksenlerinden birisi olacağa
benziyor. İktidarı oluşturan zihni koalisyonun aktörleri, ülkenin ve devletin
risk altında olduğunu ve bu riskin de Batılıların Türkiye aleyhindeki
hayallerinden kaynaklandığına inanıyor.
Yeniyi inşa yerine olanı paylaşma savaşı
Dünya bugün karmaşa içinde. Filmlerde
gördüğümüz gibi bir büyük savaş olmayacak belki ama yerel ve bölgesel savaşlar
da ülkelerin kendi içlerindeki toplumsal gerilimler de artarak sürüyor. Çağ değişiminin
gerekleri ile küresel ara buzul dönem olarak adlandırdığım popülist, otoriter,
şoven iktidarlar eliyle ulus devletlerin güçlenerek yeniden sahne aldığı bir
dönem bu. Yeniyi inşa etmek yerine, olanı yeniden paylaşmak kavgası savaşlara
dönüşerek sürüyor.
Siyasal güç ve egemenlik dağılımı da,
ekonomik güç ve egemenlik dağılımı da yeniden bölüşüm savaşlarıyla yenilenerek
sürdürülmeye çalışılıyor. Müslüman coğrafya ile Batı arasındaki kültürel
gerilim karşılıklı radikalleşmeleri besliyor. Büyük oyuncular egemenliğin
paylaşımı için büyük oyunlar kurarlarken diğer ülkeler de bu büyük oyuna ve
aktörlere göre yeni pozisyonlar belirlemeye çalışıyor. Tüm bunlar elbette
Türkiye için de riskler ve fırsatlar barındırıyor.
Bu risk ve fırsatlara iktidarın AK Parti
kanadı kendi İslamcı hayallerinden, Türkçü kanadı kendi Avrasyacı hayallerinden
bakıyor olsa da ortaklaştıkları bir alan var. Kendi iktidarlarını sürdürmenin
risk ve fırsatları olarak günceli anlamlandırmak ve pozisyon üretmek daha ağır
basıyor. Topluma ise büyük hikâyeyi anlatıyorlar.
Hâlbuki Türkiye küresel egemenlik
kavgasına özne ve sahne olmak yerine küresel yeninin nasıl olabileceğine dair
bir başka hikâyeyi yazabilir ve oynayabilir. Balkanlar, Kafkaslar, Orta Doğu ve
Akdeniz’de yeni bir büyük bölgesel barışı küresel güçlerin egemenlik kavgasının
bir parçası olmadan nasıl inşa edebiliriz diye bakabilir.
Bu bakış yalnızca askeri anlaşmalar, silah
alışverişleri, bilek bükmeler, hâkimiyet kurma çabaları, lider olma iddiaları
üzerinden değil bölgesel ve evrensel esenlik üzerinden geliştirilebilir.
Dünyanın ve bölgenin popülist
liderleriyle, otoriter devletleriyle, bölüşüm kavgasının aktörleriyle değil ama
dünyada evrensel esenliği önceleyen tartışmaları, bilim dünyası, sanat dünyası
ve sivil hareketleriyle inadına karşılıklı beslenme, inadına evrensellik de
diyebilir muhalefet. Muhalefetin böyle veya başkaca ama iktidardan farklılaşan
bir dünya vizyonu yok ya da henüz duymadık.
Şuna karar vermek ve topluma da
tercihinizi anlatmak gerekiyor. Dünyadan yalıtılmış Türkiye mi, dünyanın
Türkiye’sinde yeni bir düzen mi? Türkiye Avrupa’nın taşrası, mutfağı, arka
bahçesi hatta çöp merkezi mi olsun, etkin bir üyesi mi?
Evrensel vizyonunuz yoksa güncele göre
pozisyon alıyorsanız hatta pozisyon da almadan beklemeyi ve izlemeyi esas
alıyorsanız, o zaman yapacağınız bu sahneye hiç çıkmadan beklemek. Muhalefet de
bunu yapıyor sonuçta. Ama bu sessizlik iktidarın çizdiği zihni sınırlara
gönüllü mahkûmiyeti de üretiyor.
Hem güncele, örneğin Rusya’nın Ukrayna’yı
işgaline hem de Avrupa Birliği’nin ya da NATO’nun krizlerine bir bakışınızın
olması lazım. Toplumun yarısı dış politikayı bilmez, izlemez, yalnızca dış
politikaya dair söylenenlere bakarak oy da vermez. Ama toplumun önüne
koyduğunuz yeni hikâyenin dünyadan bağımsız olmayacağını da herkes hisseder,
bilir. Toplumun bir muasır medeniyet tanımı ve ona ulaşma hayali var ve sizin
vizyonunuzun bu hayalin neresine denk geldiğini her yurttaş bilir.
Tüm siyasi aktörler sihirli proje bekliyor
Bir başka ikilem de ekonomi ve siyasal
reformlar ekseni. Yalnızca iktidar değil tüm siyasi aktörler uzun süredir
siyaseti projeciliğe indirgediler. Herkes, odalara kapatılmış ekiplerinden,
danışmanlarından sihirli projeler bekliyor. Bu projelerin neredeyse tümü
ekonomik vaatleri esas alan projeler oluyor. Sanki bu ülkenin demokratikleşme,
şeffaflık, hesap verebilirlik, hak ve özgürlükler, eğitimde fırsat eşitliği,
Kürt meselesi, laiklik meselesi, toplumsal cinsiyet eşitliği, iklim değişikliği
ve daha birçok meselesi yok ama en öncelikli mesele ÖTV’ymiş gibi örneğin...
Hâlbuki Türkiye öyle bir zaman aralığında
ki hem ekonomik hem de siyasal reformları bütünleşik, birbirine uyumlu ve eş
zamanlı yapmadan toplumsal esenliğe ulaşma ihtimali yok. Dünyanın karmaşasının
risklerinden korunma ihtimali de yok.
Bu sıkışılan zihni ikilemler nedeniyle
bütünleşik, ekonomik ve siyasi reformları bir arada bir anlatı üzerinden
farklılaşamıyor muhalefetin. Bunca krize, ekonomide, dış politikada bilerek
bilmeyerek yapılan bunca hatalara karşın, iktidar partisi kamuoyuna yansıyan
anketlerde gerilemesine karşın hâlâ birinci parti ise bir sebebi var. Bu sebebi
iktidar bloku seçmenleri üzerinde sıkça analiz etmeye çalıştım bu köşede. Ama tabloyu
belirleyen tek aktör dindarlar değil, tek dinamik iktidarın politikaları da
değil.
Toplumun büyük kısmı muhalefeti bekliyor,
bir ses, bir söz duymak istiyor da muhalefet yeni bir sesi, sözü önce dinlemek,
sonra yeniden söz kurmak, ses çıkarmak istiyor mu göreceğiz. Toplumdaki
tedirginliği yaratan da yalnızca ekonomik sıkıntılar değil, siyasetin bu
badireden bir çıkış üretip üretemeyeceği
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.