1 - HUKUKUN RAHMANİLİĞİ VE ŞEYTANİLİĞİ
Hukuk, hakkın çoğulu olarak ve etimolojik
olarak hakkaniyetin ve Allah’ın fiillerinin (Allah’ın bir ismi de “Hakk”tır)
yani ahlakın tecellisidir. Herkese ait ve devamlı olan maslahatların,
menfaatlerin, güç/devlet ile güven altına alınması ve korunmasıdır.
Rahmaniyet’in tecellisidir. Hududullahtır. “Makasidu’ş-Şeria”dır. Kulların
haklarının (“İnsan hakları”?), Allah’ın da onayladığı hakları olarak
görülmesidir. F. Basttiat’ın dediği gibi, “Hukukun amacı, Adaletin
hükümranlığını sağlamak değil; adaletsizliğin hükümran olmasını engellemektir.
Adalet, ancak adaletsizlik engellendiğinde gerçekleşebilir” (F. Bastiat, Hukuk.
Çev: Y. Arsan-A. Yayla. Ank.2017. s. 35). Hz. Peygamberin buyurduğu: “Kimseye
zarar vermek veya zarara uğramak yoktur” hadisi (Ebu Davut, Müsned, 5/56),
hukukun genel prensibidir. Hukukun saptırılması kişisel veya zümresel, sınıfsal
menfaatlerin, kişisel veya zümresel kinlerin, ihtirasların, zulümlerin “kanun”
kılıfı ile yasal/meşru hale getirilmesi çabası olarak şeytanlıktır. İnsanlık
tarihinde, her toplumda, her zaman sıkça başvurulan bir haldir, bir hatadır. “Hukuk
Devleti” kavramı “Kanun Devleti”, “Polis Devleti”, “Parti Devleti”,
“Totaliter/Otoriter Devlet” ve “Tek-adam Rejimi” nin tam karşıtıdır. “Anayasa”,
Toplum Sözleşmesi olarak, siyasetin “Hukuk” sınırları içinde yapılmasını
garanti eden bir belgedir. Bahsi geçen hukuksuzluklardan uzaklaşmanın yolu,
hukuk yapıcıların – vicdanı hür-irfanı hür insanlar olarak-sürekli vicdanen
tetikte, teyakkuzda olması, uykusuz-uyanık olması, eleştiriye açık olması ve
kararların/kanunların/hukukun, -kimi ilgilendiriyorsa-, mümkün olan oranda
onların oydaşması/icması/konsensüsü ile alınmasıdır (Şura-3/159, 42/38, 2/233).
Kişilerin, samimiyetle veya güç istenciyle (müstağni) herkesi ilgilendiren
mevzularda ve herkesi bağlayacak şekilde hakikat adına zorlama ve tenfiz
teşebbüsleri, şeytani bir aldanma/ayartılmadır. “Minareyi çalıp, kılıf
uydurmak”, marifet değildir. Hukuk, toplumsal ilişkilerde kalıcı olan, tekrar
eden, rutinin, kimseye zarar vermeyecek bir şekilde hükme bağlanmasıdır.
Hâkimin başı, göğe değmelidir; siyasal erkin eteklerine değil. Bu nedenle
hukuk, siyasal erkten bağımsız olmalıdır (Kuvvetler Ayrılığı). Medeni bir
toplum, hukuki kurumlar oluşturma kapasitesine haiz olmak kadar; bundan daha
ehemmiyetli olarak, hukuka riayet etme kapasitesine haiz olmaktır.
Kur’an’ın bu konuda ne kadar titiz olduğu
bilinmektedir. Allah ile insanlık ve peygamberler arasındaki ilişki “misak”
üzerine kurulduğu gibi (7/172); insanların bir biri ile olan ilişkisi de
özgür/gönüllü “ahit/akit” (9/1, 4, 100, 177…) ve “biat” (2/282, 48/18) ile
“adalet” üzerine kurulmalıdır. Ekonomik konularda genel ilke şöyledir:
“Mallarınızı, aranızda batıl bir şekilde yemeyin.” (2/188). Hukuk
mevzularındaki genel ilke ise şudur: “Ey inananlar, kendiniz, ana-babanız, en
yakınlarınız aleyhine de olsa; şahitlik yaparken, adaleti titizlikle ayakta
tutan kimseler olun. Adalet hususunda “zengin-fakir” ayrımı yapmayın; Allah,
zengine-fakire sizden daha yakındır. Adaleti gerçekleştirmede keyfi
arzularınıza uymayın.” (4/135).
2-SİYASETİN RAHMANİLİĞİ VE
ŞEYTANİLİĞİ
Siyaset, bir yerde-bir arada yaşamak
zorunda olan (ülke/vatan/yurt/sınır/devlet) aynı dili konuşan, aynı dine inanan
veya farklı dilleri konuşan, farklı dinlere inanan insanların (60/7-9),
huzurunu ve güvenliğini sağlama çabasıdır. Bu faaliyet, “kimsenin burnunu
kanatmadan” yapılabiliyorsa, Rahmanidir. Tersi zulüm, baskı, kibir, güç
istenci, kin, ihtiras, fitne, kandırma, kumpas, pusu, takiyye, ikiyüzlülük…
olarak şeytanlıktır. Siyasette alınan kararlar, o coğrafyada yaşayan herkesi
etkilediği için, doğası gereği “Büyük Sevap” veya “Büyük Günah”lardır. Siyaset,
İslami açıdan “Makasidu’ş-Şeria” olarak yani can güvenliği, mal güvenliği,
kişilerin haysiyet/onur (namus) güvenliği, akıl sağlığı ve din ve düşünce
özgürlüğünü koruma olarak dinin icrası ve uygulamasıdır. Bu faaliyet, üretme,
ticaret yapma kabiliyetleri olmayan, mesleksiz muhterislerin, devlet dolayımı
ile itibar; kamu malı/nüfuz hırsızlığı yaparak da zengin olacakları bir makam
değildir; “Honourial Duty= Onursal Vazife” olarak icra edilecek bir ahlaki
sorumluluktur. Finansmanının hukuki, icraatlarının şeffaf olması asıldır.
Maalesef, Türkiye’de günlük dilde “Siyasi olma” veya “Siyasi davranma”
ifadeleri ikiyüzlülük, hile yapma, kandırma, yalan, takiyye yapma… anlamlarına
kaymıştır.
Batının, birbirini yiyen iç savaşlar,
Kilise tahakkümü, Tek kişi (Kral) ve Tek Parti diktatörlüklerinden sonra
geliştirmiş olduğu Hukuk Devleti, Demokrasi, Laiklik, Kuvvetler Ayrılığı,
Anayasa, Toplum Sözleşmesi, İnsan Hakları.., atılan ve yenilen kazıkların
bileşkesi olarak tecrübe ürünü kurum ve kavramlardır. Batılı toplumlar, bu
kurumları, kendi evlerini (ülkelerini) ıslah etmek için geliştirmişlerdir.
Yöneticileri Dış politikalarında alenen veya gizli (istihbarat örgütleri)
şeytanlığa devam etmektedirler. Doğu Despotizmleri (Çin-Rus) ve Ortadoğu
rejimleri (Kral, Kaid, Ayetullah…) bu tecrübeden fersah fersah uzaktadır.
3- TÜRKİYE’NİN DURUMU VE SONUÇ
Türk Devrimi, Doğu ve Ortadoğu’dan koparak
Batıya bir öykünme teşebbüsüdür. Kurucu Tecrübe, Tek-Adam (Atatürk) ve Tek
Parti (CHP) olarak gerçekleşti. Fransız Devrimine bir öykünmeydi. Ancak özünde,
Batı tarzı kurumsal yapılar kurmayı hedeflemiş olduğu da inkâr olunamaz.
İngiliz Muhafazakârlığının başını çektiği Kuzey Avrupa’nın, Krallıklardan,
Kilise yönetiminden, Feodalite (Derebeylik)den Demokrasiye-Laikliğe dönüşümü,
Kilise ile “Partnership” lik yaparak parça-parça ıslah ile gerçekleşti. Zor,
şiddet, savaş, devrim, baskı içermedi.
Türk Devriminin içerdiği zorlama
(şeriat-hilafet ve tarikatların ilgası), mütedeyyin halk yığınlarında bir
içerleme ve uçuklama yarattı. 1950’li yıllardan itibaren Demokrasiye geçişle
birlikte iktidara gelen Demokratik Partinin iktidardan askeri darbe ile
indirilmesi ve üç önderinin asılması, muhafazakâr halk yığınlarında ikinci bir
içerleme ve uçuklama yaratmıştır. İki binlere gelinceye kadar, sağ-muhafazakâr
iktidarlara karşı askeri darbeler devam etmiştir. İki binlerden itibaren de
Demokrasi korunmuş; sek laiklik uygulamaları yumuşatılarak Kuzey Avrupa
ülkelerine benzemeye çalışılmıştır. Dinsel bir cemaatin palazlanması sonucu
giriştiği bir askeri darbe girişimi (Muhafazakârlığın günahı), halkın direnişi
ile püskürtülmüştür (15-Temmuz). Sonrasında “Başkanlık Sistemi”ne geçilmiş,
giderek de İktidar partisi, liderinin beden organlarına dönüşmüştür.
“Demokratik Parti” hüvviyeti zayıflamış; -kör-topal yürüyen- mevcut devlet
“kurum”larının içi hayli boşaltılmıştır.
Türkiye toplumunun kuruluştan gelen
ideolojik “doğum lekesi” (Laik-Dindar), Osmanlı bakiyesi bir devlet olarak
doğmuş olması hasebi ile, demografisinin dinsel olarak Sünni-Alevi; etnik
olarak Anadolu’nun Türk, Kürt, Laz, Arap yerliler; Kafkaslardan ve Balkanlardan
göç eden Çerkez, Gürcü, Arnavut, Boşnak…lardan oluşması, din/sünnîlik ortak
paydasında ve tarihsel kader birlikteliğinden dolayı, bütünleşmeyi-birliği
kolaylaştırırken; bazen de kırılganlıkların oluşmasına sebebiyet vermektedir.
Bu ülkeyi güven ve huzur içinde birlik,
bütünlük ve dirlik içinde tutmanın ve yönetmenin yolu, Rahmani bir saik,
akli-ahlaki kurum ve kavramlar ile yönetmektir. Aksi teşebbüsler,
Ortadoğululaşmadır; yani kişi kültünün doğurduğu despotizm ve mafyalaşma, yani
ortaçağ Avrupa’sına yani cehenneme dönüştür. Mütedeyyin olup siyaset yapmak
isteyenlerin davası “dinsel” olabilir; ancak politik dilleri dinsel (Allah,
Kur’an, İslam, Şeriat, Ayet, Hadis…) olamaz. Dinsel politik dilin bütün dinleri
ve tarihlerini ortak olarak kesen ve bugün de hâlâ devam eden üç tehlikeli
sonucu olmuştur: İç-savaş/şiddet, despotizm-dogmatizm/totalitarizm ve din
istismarı. Gerekçeli, maslahata uygun, makul ve ahlaki bir dil, -ayetlerin ve
hadislerin zemini olarak-özünde dinî bir dilin ta kendisidir
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.