16 Temmuz 2022 Cumartesi

Fethullahçı hareketin iç ve dış destekçileri (1) Levent Baştürk-15/07/2022

7 Şubat 2012’de Gülen Hareketi mensubu İstanbul Özel Yetkili Savcısı Sadrettin Sarıkaya’nın MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı KCK soruşturması kapsamında ifadeye çağırdı. Bu durum, AK Parti iktidarı döneminin yaklaşık 10 yılını içeren yönetici elit ittifakındaki çatlağın en mühim işaretlerinden biri ve Gülen Hareketi’nin o döneme kadarki en cüretkâr çıkışıdır. Dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan bu hamleyi kendisinin tutuklanmasına yönelik bir girişim olarak görmüştü. Bu gelişme, Türkiye’deki müesses “askeri vesayet rejimi”ni tasfiye için işbirliği yapan en önemli sosyal aktör ile siyasî aktör arasındaki güç birliği ve dayanışmanın sona erdiğinin güçlü bir göstergesiydi.

Ayrıca dershanelerin kapatılmasına dair iktidarla Gülenistler arasında yaşanan müteakkip çatışma iki ortak arasındaki ayrışmayı net bir biçimde ortaya koydu. Aslında her iki taraf arasında askıya alınan gerilimin varlığı Fidan olayının da öncesine gidiyordu.

Türkiye’de 1946’da çok partili siyasete geçilmesinden bu zamana, Gülen Hareketi gibi dinî oluşumların, bir sağ kitle parti çatısı altında birleşen büyük iktidar koalisyonunun bir parçası olması alışılmış bir durumdur. Ancak Fethullahçılarla birlikte ilk olan şuydu: Bir dinî hareket, ekonomik kaynakların ve bürokratik kadroların dağılımında hak ettiğini düşündüğü payı fütursuzca talep etme cüreti gösterdi. İlaveten, hükümet politikalarını şekillendirme hususunda da kendinde hak gördü ve bu konuda gücünü sergileme teşebbüsünde bulundu.

AK Parti’yle Gülenistler arasındaki çatışmayı o dönemde ele alan hem uluslararası medya hem de AK Parti karşıtı Türk medyasının bazı unsurları, bu çatışmada genellikle iç faktörlerin önemi üzerinde durdular. Ayrıca, Gülenistlerin hükümete yönelik çatışmacı tutumuyla dış faktörler arasında herhangi bir bağ kurmaya çalışan her türlü analizi komploculuk olarak nitelendirme eğiliminde oldular. Şunu açıkça belirtmek gerekir ki, analize dış dinamikleri dahil etmek, Gülen Hareketi’nin Türkiye’de güçlenmesinde iç dinamiklerin inkar edildiği manasına gelmez. Ayrıca hareketin davranışıyla uluslararası bağlamın dikte ettiği koşullar arasında bir bağ bulmak, hareketi sadece bir piyon olarak hareket eden bir oluşum konumuna da indirgemez.

Aslında, Sünni geleneğin “40 yıllık zâlim bir yönetim bir gecelik kaostan iyidir” anlayışına bağlı bir kişi olarak, Gülen her zaman devlete karşı çıkmamayı savundu. Kendi hareketini kültürel İslam dairesi içinde konumlayan Gülen alternatif siyasî-sosyal düzen arayışı içinde olan İslamcı hareketleri kısa ömürlü saman alevine benzetmiştir. Ona göre kendi hareketini yeryüzünü ısıtan ve aydınlatan güneştir. Peki o halde neydi Gülen’i mevcut iktidara karşı başkaldırmaya iten? Gülen’i iktidara karşı koymaya yönelten etken, artık hareketinin devletin gerçek sahibi olduğuna inanmış olması ve kendisine destek veren dış aktörlerden de cesaret ve hatta destek almış olmasıdır. Kısacası, dış dinamiklerin rolünü dışlayarak Gülen Hareketi ile Erdoğan hükümeti arasındaki çatışmayı anlamaya yönelik her türlü çaba yetersiz kalacaktır.

İLK EVRE: YEREL HAREKET, DEVLETÇİ VE STATÜKO YANLISI YÖNELİM

Gülen Hareketi’nin başarısında elbette üyelerinin fedakarlığının ve gayretlerinin bir etkisi vardır. Ancak belirli tarihsel konjonktürlerde iktidar(lar)la yakın ilişkiler içinde olması ve belli bir işlev içinde hareket ediyor olması ona muazzam bir güce ulaşmasının kapılarını açtı.

1960’lar Türkiye’de üniversite gençlik hareketlerinde Marksist ve sol fikirlerin popülerlik kazanmaya başladığı yıllardı. 1950’lerden beri sürdürülen bir çizginin devamı olarak o dönemde dini cemaatler ve tarikatlar “Sovyet tehditi” ve artan “ateist komünist tehlike”ye karşı devlet yanlısı duruşlarını sürdürüyorlardı. Henüz belli bir dini örgütlenme içinde sivrilmemiş olan Fethullah Gülen de kendisine taşralı ve muhafazakar kökenden gelen biri olarak tarikatlar ve cemaatler çizgisinde bir pozisyon belirlemişti. 1960’lı yıllarda onursal başkanlığını emekli bir kara kuvvetleri generali olan Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in yaptığı Komünizme Karşı Mücadele Derneği’nin faaliyetlerine katıldı.

1970’ler Gülen Hareketi’nin oluşum yıllarıydı. O yıllarda merkez sağ Adalet Partisi’ni destekleyen Nurcu oluşumdan ayrılmış ve Necmettin Erbakan’ın liderliğindeki Milli Görüş Hareketi’ne (MGH) yakın durur bir görüntü sunmuştu. Ancak MGH gençleri arasında İran Devrimi’ne ve bölgedeki diğer İslamî siyasî hareketlere karşı artan sempatiden rahatsız olan Gülen, Erbakan ve hareketine karşı da mesafeli bir tavrı benimsedi. 1970’lerin sonlarında ve 1980 askeri darbesinden önceki aylarda aşırı sağ ve sol silahlı gruplar arasında artan şiddet sonucu can kaybı her geçen gün artarken, Gülen gençleri siyasî gösterilerden ve okul boykotlarından uzak durmaya ve anarşi ve kaosa karşı polis ve orduyla birlikte hareket etmeye çağırıyordu.

Gülen, Türkiye’nin demokratik gelişmesi üzerine olumsuz etkilerinin bugün hâlâ hissedildiği 1980 askeri darbesini desteklemişti. Askeri rejimin “arananlar” listesiydi ama hareketi askeri yetkililerle irtibat halindeydi. 1983 yılında çok partili siyasete geçişin ardından 1983-1991 yılları arasında ülkeyi yöneten Turgut Özal’ın Anavatan Partisi’ni destekledi. Gülen Hareketi’ne tamamen devletin icadı bir oluşum olarak bakmak kimileri için komplocu bir bakış olarak görülebilir. Ancak hareketinin müesses nizam tarafından İran Devrimi sonrası dönemde yükselen İslamcı siyasî gençlik aktivizmine karşı bir panzehir olarak görüldüğüne şüphe yoktur.

Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve Sovyetler Birliği’nin dağılması, Gülen Hareketi için yeni fırsatlar sundu. Dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal, Türkiye’nin Sovyet sonrası dönemdeki rolünü, Selefilik ve İran Devrimi’nden ilham alan radikalizme karşı Orta Asya’da bir set/mani oluşturma olarak tanımladı. 1980’lerin sonu ve 1990’ların başında yaşanan jeopolitik değişimler bölgede dinî alan da dahil olmak üzere birçok açıdan bir boşluk bırakmıştır. Türkiye, dini alandaki boşluğu doldurmak için devlet olarak sadece kendi kaynaklarını (Diyanet İşleri Başkanlığı) seferber etmekle kalmamış, aynı zamanda Gülen Hareketi’nin Orta Asya’da etkisini göstermesinin önünü açmıştır. Bu çabalar aynı zamanda terörü “radikal” İslamî siyasî aktivizmin bir sonucu olarak gören NATO’nun Soğuk Savaş sonrası dönem tehdit değerlendirmesiyle de uyumluydu.

Gülen Hareketi ile Türk devleti arasındaki ilişkiler Özal sonrası döneme de yayılmıştır. Bu ilişkide hareketi sadece devletin elinde bir araç olarak görmek kısır bir değerlendirme olacaktır. Daha ziyade her iki tarafın da karşılıklı çıkarlarına hizmet eden bir durumdan mümkündür. Gülen’in devletçi ve milliyetçi görüşleri dikkate alındığında, bir dinî hareketin çabalarını devletin politikalarıyla uyumlu hale getirdiğini görmek garip olmasa gerek. Ayrıca devletle olan bu yakın ilişkiler, hareketin bürokratik kadrolara erişimini sağlamıştır.

28 ŞUBAT 1997 MÜDAHALE VE SONRASI

Postmodern darbe olarak da adlandırılan 28 Şubat 1997 askeri müdahalesi, Başbakan Necmettin Erbakan’ın koalisyon hükümetini istifaya zorlamış ve tüm dinî kesimlere yönelik bir baskı dönemi başlatmıştır. Bu müdahalenin ilk evrelerinde diğer dinî oluşumların zulmüne kayıtsız kalan Gülen, kendi hareketini bir baskıdan korumak umuduyla darbeyi meşrulaştırıcı bır duruş benimsedi. Darbeyi destekleyen medya, Gülen’in bu duruşunu özellikle Refah Partisi’ne (RP) karşı manipüle etti. Ancak Gülen, darbecilerin listesinde sıranın kendisinin olduğunu anlayınca ABD’ye gitmek için Türkiye’den ayrılmak zorunda kaldı.

Türkiye’den ayrılan Gülen’in yerleşmek için ABD’yi tercih etmesi bir rastlantı değil, rasyonel bir tercihtir. 1990’ların ortalarından itibaren Gülen, kendisini ve hareketini “ilerici” İslam’ın “aydınlanmış ve Batı yanlısı yüzü” olarak sunan yeni bir “İslamî”söylem geliştirmeye başladı. Ayrıca hareket, eğitim ve ticarî faaliyetlerde bulunmak suretiyle her kıtada at oynatan bir konuma geldi. Daha önce de belirttiğimiz gibi ABD, Soğuk Savaş sonrası tehdit söylemini “radikal İslamî terörizm” üzerine inşa etmişti. “Radikal İslami teröre karşı panzehir” söylemine sahip bir küreselleşmiş Müslüman oluşumu olarak Gülen Hareketi, ABD’de kendini “evinde” hissedecekti.

Geçmişte MGH ile yakın temastan kaçınan Gülen’in 2002 seçimleri ve sonrasında AK Parti’ye verdiği desteği bu bağlamda anlamak gerekir. AK Parti liderliği, MGH’den ayrılan grubun temsilcileri olarak siyasette ayakta kalabilmek için ulusal ve uluslararası güç merkezleri nezdinde meşruiyet kazanma zarureti hissettiler. Erbakan liderliğindeki hükümetin devrilmesi ve RP’nin yasaklanması esnasında iç ve dış güç merkezleri arasında kayda değer bir görüş farklılığı yaşanmadı. Avrupa ve ABD, RP liderliğindeki hükümete karşı aleni bir askeri darbeye yeşil ışık yakmasa da, ordunun siyasete müdahale etmesine de itiraz etmedi.

Lakin AK Parti’nin kurucuları, ABD’li politikacılarla kurdukları iletişim kanalları aracılığıyla, İslamcı gelenekten gelen ve ABD’nin İslam ile demokrasi arasında uzlaşma arayan bir siyasî partiye olumlu baktığı kanaatindeydiler. Bu izlenimi o dönemde Amerikan akademik çevrelerinde sürdürülen tartışmalar da destekler mahiyetteydi. Yaptığı konuşma nedeniyle 10 ay hapis cezasına çarptırılmasının ardından Erdoğan’a ABD’nin İstanbul Başkonsolosu tarafından tam destek vermesi, Amerikalıların yeni siyasî oluşuma yönelik olumlu bakış açısının erken bir göstergesiydi.

ABD’de akademik çevrelerde epeydir tartışılmakta olan İslamcıların demokrasiyle uzlaşmasının bölgede demokratik rejimlerin oluşması ve oturmasına katkı sağlayacağı hususu 1990’ların sonunda ve 2000’lerin başında Amerikan karar vericilerinin de gündeminde olan bir mevzu haline gelmişti. Ortadoğu’daki diğer ülkelere göre nispeten oturmuş bir çok partili hayata sahip olan Türkiye’de böyle bir iktidara şans verilmiş olması özelde bölge açısından, genelde de tüm İslam dünyası açısından bir labaratuvar işlevi görebilirdi.

AK Parti kurulmadan önce, partinin kuruluşuna öncülük eden isimlerin ABD’li yetkililerle çeşitli temaslar içinde oldukları gözlerden kaçmadı. Sonuç olarak, her iki taraf da birbirleri hakkında karşılıklı bir ortak anlayışta buluştular. ABD, iki nedenle yeni siyasî oluşumda altın bir fırsat gördü: Birincisi, Amerikalılar için o anda ülkenin tek popüler figürü olan Erdoğan’ın başını çekeceği siyasî partiye kapıları kapalı tutmak, stratejik olarak çok önemli bir ülkede siyasi ve ekonomik istikrarsızlığın büyümesinin önüne geçecektir. İkincisi, yukarıda da belirttiğimiz gibi, ABD’li politika yapıcılar bakımından İslam ve demokrasi arasında bir uzlaşma (ılımlı İslam), Müslüman dünyasına siyasi istikrar getirebilecek ve Batılı ile Müslüman kültürler arasındaki gerilimleri azaltabilecek bir rol üstlenebilir.

İkinci husus açısından bakıldığında, ABD’liler açısından İslam ve demokrasi arasında böyle bir uzlaşmayı sağlamada Türkiye orijinli İslamî hareketler dünyanın diğer bölgelerine kıyasla daha fazla potansiyele sahipti. Bu tarihsel bağlamda ve konjonktürde, Gülen Hareketi ve AK Parti, tükenmiş Türk siyasi sistemini dönüştürmek için ilgili tüm taraflarca beklenen ortaklar haline geldi.

AK Parti-Gülen hareketi ilişkilerinin niteliği (2)

Levent Baştürk-16/07/2022

AK Parti ile Gülen Hareketi arasındaki ilişkiler, 2000’li yıllarda 2010 referandumuyla zirveye ulaşan bir ittifak olmasına rağmen, her zaman pürüzsüz olmadı. Ordu içindeki bir takım unsurların tekrar siyasete müdahil olma girişimlerine tanıklık eden 2007 sonrası dönem ikisi arasındaki dayanışmanın altın çağı oldu. Ancak hareket veya o günlerdeki popüler sıfatıyla cemaat, medya, iş dünyası ve finans sektöründeki ağırlığının yanı sıra temelde güvenlik güçleri, yargı ve diğer bürokratik kadrolardaki gücüne çok güvenmekteydi.

İktidarla yaşanan zıtlaşma öncesinde muhafazakar kesimde pek çok kişi hareketin ifade edilen sosyal ve kültürel hedeflerine sempati besliyordu. Lakin bu sempatinin hareketin kendi siyasi çıkarlarına yönelik bir desteğe dönüştürülmesi oldukça zordu. Bunun sebebi de benzer değerleri paylaşan ve önceki hükümetlere kıyasla ülkenin yönetiminde başarılı olduğuna inanılan güçlü bir siyasi parti olarak AK Parti’nin varlığıydı.

Güç mücadelesinde başat oyuncu olma bağlamında harekete/cemaata verilen kitlesel desteğin hacmi hakkındaki belirsizliğin, hareketin bürokrasi, medya ve ekonomideki güçlü varlığının ağırlığını otomatik olarak azaltıcı etkisi olmuştur. İktidarın güçlü popüler desteğe sahip olması, ona cemaattan gelecek saldırılara karşı gereken hamleyi yapabilecek bir meşruiyet alanı sağlamıştır.

“SİYASET DIŞI” BİR SİYASÎ AKTÖR OLARAK GÜLEN HAREKETİ

Gülen Hareketi sürekli siyaset dışı olduğunu iddia etmiştir. Gerçekteyse hareket sürekli siyaset dünyasıyla ve devletle derin ilişkiler geliştirmiştir. Gülenciler siyasetten uzak durma iddiasıyla siyasete derinden bulaşmış olma arasındaki çelişkiyi, hareketlerinin siyaset üstü faaliyet gösteren sivil toplum oluşumu olduğunu vurgulayarak açıklamışlardır. Ancak aslında olan şudur: Hareket politikaları etkilemek yerine bizzat şekillendirmek için siyasi bağlarını devreye sokmakta ve emniyet, istihbarat ve yargı bürokrasisindeki takipçilerini kullanmaktadır. İhtiyaç gördüğünde hukuk dışına çıkmaktan da çekinmemektedir.

Hakikatte, Gülen Hareketi özellikle AK Parti iktidarı döneminde Türkiye’deki en etkili siyasi aktörlerden biri olmuştur. Bir sivil toplum girişimi olma iddiası, hareketin sahip olduğu gerçek siyasî iktidar kaynaklarını gizlemek için bir kılıf işlevi görmüştür. Hareket, hayati çıkarları söz konusu olduğunda veya bu çıkarlar tehlikeye girdiğinde devlet hiyerarşisi içindeki uzantıları ve bağlantıları vasıtasıyla kararları şekillendirmeye ve belirlemeye çalışmaktan çekinmemiştir. Gerçekte, Gülen Hareketi siyasal sistemin kurallarına tabi olmadan, siyasi sistemde giderek gücünü artıran bir siyasî entite aktör olarak faaliyet göstermiştir.

Bir siyasi aktör olarak Gülen Hareketi, müttefiki iktidar partisinin itirazlarını ve ikazlarını ciddiye alan bir tutum takınmamıştır. Hareket devlet içindeki örgütlenmesi sayesinde bazı siyasi hesaplarını görmek için, siyasi gücünü hasımlarına karşı çeşitli darbe davalarında kullanmıştır. Hareketin siyaseti şekillendirme girişimlerinin ortaya koyduğu gerçek şudur: Hareket ile AK Parti iktidarı arasındaki çekişme, demokratik sivil bir hareket veya toplumsal güçle her gün daha otoriter olma eğiliminde olan bir iktidar arasındaki mücadele değildir. Kavga iki otoriterleşme eğilimindeki aktör arasında bir iktidar mücadelesidir.

DÜNYAYA ANAAKIM AMERİKAN PERSPEKTİFİYLE BAKAN KÜRESEL HAREKET

Gülen Hareketi üzerine yapılacak herhangi bir analiz, lideri ve merkezi ABD’de olan küresel bir hareketle karşı karşıya olduğumuz gerçeğini göz ardı edemez. Özellikle de 11 Eylül sonrası dönem bağlamında hareketin ABD merkezli olması tesadüfi bir gelişme değildir. Gülen’in ABD’de olması da sadece 1998’de Türkiye’deki baskıdan kaçmasıyla ilgili değildir. Araştırmacı gazeteci Jeremy Scahill’in resmini çizdiği “kirli savaşları” rutin hâle çeviren ve “dünyayı bir savaş alanı” haline getiren “küresel teröre karşı savaş” bağlamında Amerikan siyasetiyle Gülen Hareketi arasında göz ardı edilemeyecek bir çıkar örtüşmesi vardır.

11 Eylül sonrası konjonktürde Gülen’in İslam anlayışı ve meselelere yaklaşımı ABD’de kabul gören, takdir ve tasdik edilen bir bakış açısıdır. 11 Eylül sonrası dönemde George W. Bush’un dış politika ekibinin mühim bir üyesi olan Zalmay Halilzad’ın eşi Cheryl Benard tarafından yazılan Civil Demokratic Islam adlı bir RAND Cooperation raporunda Gülen, çalışmaları teşvik edilmesi gereken modernist bir fikir insanı ve hareket lideri olarak sunulmaktadır. Ayrıca raporda Gülen’in bakış açısı paralelindeki İslamî yaklaşım ve hareketlerin teşvik edilmesi önerilmektedir.

Gülen Hareketi, AK Parti iktidarıyla işbirliği yapması sebebiyle bir ara pro-İsrail sağcı muhafazakar çevrelerden tepki görmüş olmakla beraber genelde ABD’deki olumlu imajını büyük ölçüde korumuştur. ABD’deki bazı şahin muhafazakarların harekete karşı bir ara olumsuz tavır içine girmiş olmalarının etkisiyle, özellikle 2010’dan itibaren Erdoğan hükümetiyle bağlantılı olarak görülmenin hareketin imajını zedelediğini fikri Gülen’de hasıl olmuştur.

Küresel bir hareket olması Gülen Hareketi’nin yumuşak karnıdır. Dünya siyasetinin mevcut iartlarında bir Müslüman oluşum olarak 150’den fazla ülkede güçlü bir direnişle karşılaşmadan faaliyet göstermek, küresel statükoya maksimum düzeyde uyum gerektirmektedir. Hareket, “ılımlı” görünümü nedeniyle dünya çapında tolere edilmiş ve hatta teşvik görmüştür. Harekete yönelik bu onaylayıcı tutum ve onun “ılımlılık modeli” olarak görünmesi sadece “İslamî” mesajıyla ilgili değildir. Aynı zamanda dünya meselelerinde aldığı pozisyonla da ilgilidir. Dünya sisteminin mevcut güç ilişkisinde Gülen Hareketi kendisini Batı yanlısı olarak konumlandırmaktadır.

Hareketin medyasına dikkatlice bakan bir okuyucunun ilk farkedeceği hususlardan biri, İsrail hakkında yayınlanmış herhangi bir haberde veya köşe yazısında “işgal” kelimesinden neredeyse hiç kullanılmadığıdır. Genelde hareketin medyasında İsrail’e yönelik kınayıcı bir eleştirel tavır pek olmadı. Filistin’de barışın önündeki engelin kolonyalist yerleşmeci Apartheid rejimi olduğuna dair bir tespit görmek neredeyse imkansızdı. Ancak çatışmanın devam etmesinde Filistinlilerin direnişini yargılayan bir tavır yer yer görülmüştür.

Gülen Hareketi kesinlikle İsrail’in, ABD’de oldukça etkili olan İsrail lobisinin ve pro-İsrail evanjelist çevrelerin tepkisini çekmek ve İsrail karşıtı olarak algılanmak istememektedir. Dahası, Gülen Hareketi İsrail’i düşmanlaştırmamanın ABD ve Avrupa’nın gözündeki ılımlı imajını güçlendireceğine inanmıştır. Bu kabul, hareketin küresel ölçekte hayatta kalmasının ve genişlemesinin anahtarı olarak görülmüştür.

Hareket medyasında uzun yıllar yazmış ve Gülen’e yakın duruşuyla tanınmış ama şu an iktidar safındaki gazeteci Hüseyin Gülerce’nin de teyit ettiği gibi, Gülen Hareketiyle AK Parti arasındaki ilk ciddi çatlağa her iki yapının İsrail hakkındaki duruş farklılıkları neden oldu.

EKSEN DEĞİŞİMİ TARTIŞMASINA YOL AÇAN OLAYLAR VE GÜLENİST DURUŞ

Türkiye’yi Batı’ya dönük görme arzusu, Filistin Meselesi ve İsrail dışındaki konularda da Gülen’in Erdoğan’ın dış politikasını eleştirmesine neden oldu. Bunlardan birisi de 2010’da Türkiye ile ABD arasında İran’ın nükleer enerji programı konusundaki anlaşmazlık oldu. ABD’nin İran’a yönelik yaptırımlara başvurmasına karşılık Türkiye, İran’ın barışçıl amaçlarla nükleer teknoloji geliştirme programını destekledi ve Brezilya’yla birlikte İran’a ek yaptırımlar uygulayan BM Güvenlik Konseyi’nin 1929 sayılı Kararına karşı oy kullandı.

Türkiye’nin yaptırımlar konusundaki istenmeyen tavrına ilaveten 31 Mayıs 2010’daki Mavi Marmara Vakası, Washington’daki siyasi çevreleri hayli rahatsız etti. Ayrıca, Türkiye-İsrail arasındaki siyasi ilişkiler de bozuldu. Mayıs 2010’daki bu iki gelişme, Washington’da Türkiye’nin dış politika yönelimlerine ilişkin tartışmaları alevlendirdi. Amerikan medyası ve siyasetçiler Türkiye’yi “eksen kayması”yla, yani “İslamcı” yönelimli AK Parti yönetimi altında Batı’dan kopup pan-İslamist bir dış politikaya yönelmekle suçladı.

Bu kritik konjonktürde Gülen, Wall Street Journal’a Türk hükümetinin olayı ele alış biçiminden hoşnutsuzluğunu gösteren bir röportaj verdi. Gülen bu röportajda, bir Türk insanî yardım kuruluşu olan İHH’nın sahibi olduğu Mavi Marmara gemisinin de içinde bulunduğu filonun, İsrail makamlarından izin istememesinin bir hata olduğunu belirtti. Oysa böyle bir izni istemek tüm Gazzelileri temel ihtiyaçlarını karşılamaktan mahrum bırakan bir işgalci güç tarafından uygulanan bir yasadışı ablukayı kırma amacına tamamen aykırıydı.

GÜLENİSTLERİN ARAP BAHARI SONRASI ELEŞTİREL TAVRI

Tunus’ta başlayan ve 2010 yılı sonunda Kuzey Afrika bölgesine yayılan Arap ayaklanmaları tüm Ortadoğu için hem umutları ve beklentileri hem de endişeleri artıran bir gelişme oldu. Ayrıca Türkiye açısından, ülke dış politikası hakkındaki “eksen değişimi” tartışmasının Ortadoğu’daki yeni rejimler için “Türk modeli”ne dönüşmesine vesile oldu. “Yeni Ortadoğu”da, İslam ile laik liberal demokrasi arasında bir sentez oluşturmuş bir ülke olarak Türkiye’nin bir model olup olamayacağı Batı’da siyasi ve akademik çevrelerde ve medyada tartışılmaya başlandı.

“Arap Baharı” demokratik kurallara göre siyasi iktidar için rekabet etmeye istekli İslamcı oluşumları ön plana çıkardı. İslamcı oluşumların, kökleri İslamcı harekete dayanan ve laik Batı merkezli Türkiye›yi yöneten siyasi bir parti olan AK Parti’ye yakınlıkları, AK Parti’nin Batı’da yeniden ilgi odağı haline gelmesini beraberinde getirdi.

“Arap Baharı”nın kısa sürede kışa dönmeye başlamasıyla birlikte, AK Parti’nin bölgesel ve genel dış politikası yeniden eleştiri odağı oldu. 2011’de bölgenin yükselen yıldızı, 2013’ün yalnız kurdu olarak görülmeye başlandı. Batı’da AK Parti yönetimine yönelik iyimserlikten sert kritik tavıra doğru bu gidişatta başlıca üç faktör rol oynadı: Suriye çıkmazı, Mısır’daki Cumhurbaşkanı Mursi hükümetini deviren askeri darbe ve Haziran 2013’te İran Cumhurbaşkanı seçilen Hasan Ruhani’nin Batı’ya açılımı.

Gülencilerin Arap Baharı sürecinde AK Parti’nin dış politikasına bakışı, Batı’nın Erdoğan hükümetine yönelik tutumları doğrultusunda gelişti. 2011 ve 2012’de, bu kritik yıllarda hükümetin bölgesel politikası hakkında koşullu bir iyimserlik sürdürdüler. Bazı durumlarda da hükümetin attığı adımları eleştirmeye devam ettiler.

Libya ayaklanması başladığında, hükümetin Kaddafi’ye karşı müdahale kampına katılma konusundaki isteksizliği nedeniyle Gülenciler hükümeti eleştirenlere katıldı. Suriye ayaklanmasının ilk aylarındaysa krizi bölgesel düzeyde mezhepçi bir perspektiften sunmaya çalıştılar. Hükümeti sadece Esad rejimiyle ilişkileri derhal kesmeye zorlamaya çalışmakla kalmadılar, aynı zamanda Suriye’nin bölgedeki en önemli müttefiki olan İran’a karşı çatışmacı bir politikayı da kışkırttılar.

Gülenciler, iktidarın Arap Baharı ülkelerindeki yeni siyasi aktörlerle geliştirmekte olduğu bağlarla da ilgilendiler. İktidarın İslamcı siyasi partilerle güçlü ilişkiler kurma politikasını sakıncalı buldular. Bu arada İsrail’le siyasi ilişkilerin geliştirilmesinin gerekliliği konusunu sürekli gündeme getirdiler. Cumhurbaşkanı Mursi’nin Temmuz 2013’te Mısır’da bir darbeyle devrilmesinin ardından Gülenciler, sözde pan-İslamist dış politikası nedeniyle Erdoğan’ı eleştirme eğilimi içinde oldular.

SONUÇ

AK Parti ile Gülen Hareketi arasındaki çatışmayı sadece iktidarı oluşturan büyük koalisyondaki bir çatlağın yansıması olarak okumak yanıltıcı olacaktır. Gülen Hareketi sadece Türkiye kökenli bir oluşum değildir. İhtiyaçlarını ve çıkarlarını küresel ölçekte tanımlayan küresel bir harekettir. Onu popüler bir takipçi kitlesine sahip bir diğer yerli grupla kıyaslamak yanıltıcı olur. Gülen, Türkiye’de yerel aktör olarak hareket etmiş gibi görünmekle birlikte küresel ölçekte yapılan hesaplara göre adım atmıştır.

Gülen Hareketi’ni herhangi bir sivil toplum yapılanması gibi karar alma sürecini etkilemeye çalışan bir çıkar veye baskı grubu olarak ele almak da yetersiz kalır. Hareket aslında iktidar üzerinde büyük bir etkiye sahipti ve bir çok hükümet kadrosunu takipçileriyle doldurmuştu. İki müttefik arasındaki çatışma, otoriter bir hükümetin, siyasi sistemin demokratikleşmesini isteyen bir sivil toplum oluşumunun önerilerini reddetmesinden kaynaklanmadı. Gülen Hareketi’nin yapmaya çalıştığı şey, politikalar için girdi sağlama mücadelesinin çok ötesine gitmiştir. Aksine gerçekte, küresel çıkarları doğrultusunda belirlediği kendi politikalarını hükümete dayatmaya çalışmıştır.

2 Temmuz 2022 Cumartesi

Bir Prof.'un Topal Osman hezeyanı Ahmet GÜRSOY/18 Haziran

Değerli okurlarım, geçtiğimiz hafta 11 Haziran'da 'Osman Ağa'nın itibarı' başlıklı bir yazı kaleme almıştım. Bu yazımda Giresunlu, Topal lakaplı Osman Ağa'nın meziyetlerinden bahsetmiş ve MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin Osman Ağa'nın itibarının geri verilmesine yönelik Meclis'e verdiği teklifi aktarmıştım. İki gün sonra Türkiye Gazetesi'ndeki köşesinde konuyla ilgili bir yazı yayımlayan Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci adlı bir kişi, yalan üzerinden okuyucularına adeta bir canavar anlatarak tartışmanın bir yanına konumlanmış. Bu yazıya cevap vermek elzem oldu.

***

Hürriyet İtilaf Partisi'nin ruhu yaşıyor. Sonu da gelmiyor. Vatanseverler, milliyetçiler Türkiye'yi kurtarıp bir Cumhuriyet kurulsa da bunların nefreti bitmiyor. Aradan yüz yıl geçmesine rağmen hâlâ bulundukları aynı noktadalar.

Geçtiğimiz hafta, Atatürk'ün muhafızı Osman Ağa'nın itibarı meselesi üzerine yapılan tartışmalarla geçti. 13 Haziran 2022 günkü Türkiye Gazetesi'ndeki köşesinde konuyla ilgili bir yazı yayımlayan Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci adlı bir kişi, yalan üzerinden okuyucularına adeta bir canavar anlatarak tartışmanın bir yanına konumlanmış.

Daha ilk satırında yalan ve iftira başlıyor.

1-Satır bir cümle bir. Diyor ki:  "Topal Osman Ağa (1884-1923) kayıkçılıktan keresteciliğe terfi etmiş bir Giresunludur."

Osman Ağa hiç kayıkçı olmadı. Ailesi zengin bir adamdı. 1900'ün başlarından itibaren fındık ihracatı ile uğraşmaktaydı. Osman Ağa, 1920'de Kaptan Kara Bilal ile ta Varna limanına kadar fındık götürmüş, elde edilen parayla silah ve cephane alarak vatanı savunmuştur. Dedesi de gemiciydi. Ayrıca kayıkçılıktan keresteciliğe terfi edilmez. Osman Ağa'nın kayınpederi keresteciydi. Kendisi de bu iş yerinde kolcu başı olmuş, garibanlara yaptığı yardımseverliği sebebiyle ünlenerek "Ağa" lakabı almıştı. Yoksa Karadeniz'de aşiret ve ağalık yoktur.

2- Yazının devamına bakalım: "Aynı zamanda bir asker, maceracı ve adeta bir mafya lideridir" diyor Profesör.

Bunlar nasıl hoca olmuş anlamadım.

Evet, Osman Ağa, milis (alaylı) ve gönüllü bir askerdir. Okullu bir asker değildir. Hangi mafyanın lideriydi beyefendi onu da söylese de bilsek. Bu cümle sahibine yakışır. Osman Ağa'ya değil.

3- "Balkan Harbi'ne gönüllü iştirak edip dizkapağından hafifçe yaralandı" demiş. Belki diken sıyrığı gibidir ha? Güya küçümsüyor. Onun söylediği gibi hafifçe yaralanmadı Şişli Etfal Hastanesi'nde neredeyse bacağını keseceklerdi. Kendisini Operatör Doktor Cemil (Topuzlu) tedavi etti. Ağa, sert tartışmalardan sonra bacağının kesilmesine müsaade etmedi.

4-"İttihatçı idi. Teşkilat-ı Mahsusa'ya katıldı. 1914 sonunda teşkilatın emriyle 100 çapulcu topladı."

Aman Allah'ım! Prof, yazara bakar mısınız? Birinci Dünya Savaşı'na katılan gönüllü askerlere "Çapulcu" diyor.

Çapulcu öyle mi?

Vatan, millet ülke ve devlet için çarpışan insanlara çapulcu diyen bu adama, söylediği bu sözü, bütün Giresunlular (ben de Giresunluyum), şehitler, gaziler adına milyon kere misliyle iade ediyoruz. Kötü söz sahibine yakışır. İnsanlar cepheye ölüme gidiyor, hayatını ortaya koyuyor, bu hadsiz onlara çapulcu diyor.

Bitmedi.

5- Söylediği lafa bak: "Trabzon hapishanesini basarak, ipten kazıktan kurtulmuş 150 kişiyi salıp bir çete kurdu."

Nereden kurtulmuş, nereden?

"İpten kazıktan."

Yani hayvanlar öyle mi?

Cepheye hayvanları götürmüş Osman Ağa demek ki.

Yazıklar olsun!

Keşke vatanı kurtarırken bazıları hariç denilebilse.

Bir de yetmiyor "Hapishaneyi basmak"tan söz ediyor. Kolaysa sen hapishane bas da görelim. Osman Ağa, hapishane yetkilileriyle konuşup tartışarak, cepheye götürmek üzere mahkûmları serbest bıraktırıyor. Olan biten bundan ibaret.  Onları kendi adamlarına katıyor ve Batum cephesinde Ruslara karşı savaşıyor.

Bu profesör ve benzerleri de hâlâ nefret kusuyor. Bir asır sonra düşmanlıktan vaz geçmeyip onlara laf çarpıyor. "Mafya" diyor. Onları "hayvan" seviyesinde tarif ediyor.

Yetmiyor, "çapulcu" diyor.

Hangi birini düzelteceğiz?

6- Şimdi de şöyle üfürmüş: "1916'da Ruslara karşı muharebe eden orduya katıldı. Ancak firar edince Divan-ı Harb tarafından 50 sopa ile cezalandırıldı. Çürük raporu alıp memleketine döndü. (Arif Cemil, Teşkilat-ı Mahsusa)."

Bir söylediği ötekini tutmuyor.

Hem hapishane basıp mahkûmları çetesine katıp gönüllü olarak cepheye gitti diyor, hem de firar etti diyor. Çünkü kılavuzu karga. Arif Cemil, Osman Ağa ile kavgalı. Hatıralarında onu küçük düşürmek için, iftira atıyor. "Kaçtı, çürük raporu aldı" vs.. diyor. Bir de Genelkurmay raporlarına bak bakalım öyle mi yazıyor. Genelkurmay Harp Tarihi Enstitüsü Başkanlığı'nın 3301-9-67 sayı ve numaradan başla bakalım. Öyle mi diyor.  "Osman Ağa tifoya yakalandı ve bir müddet izinli olarak Giresun'a döndü" diyor. Tarih bilimi açısından birinci derece belge Genelkurmay belgeleridir. Hatıralar ikinci hatta üçüncü derece belge niteliğinde kalır. Bazen belge olma özelliği bile olmaz Arif Cemil'in yazdıkları gibi. Öyle değil mi sayın profesör? Her halde bunu biliyorsunuz.

7- Köşe yazısının devamında de şöyle yumurtlamış: "Giresun'a dönünce belediye reisliğine ilaveten (CHP'nin nüvesini teşkil eden) Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti reisliğine el koydu."

Allah'ım sen aklımızı koru yarabbi.

Kardeşim, Giresun o tarihte Trabzon Sancağına bağlı bir ilçe.

12 Şubat 1919'da Trabzon'da Müdafa-i Hukuk Derneği kuruldu. Sonra aynı derneğin bir şubesi de Giresun'da kuruldu. Öncüsü Osman Ağa. Millî Mücadelenin önde gelenlerinden eski belediye başkanı, Işık Gazetesi yazarı Dizdarzade Eşref. Mühendis İbrahim, hukuk öğrencisi Ethem Nazif. Kim neye el koyuyor? Bu ekip bir bütün. Aralarında Dr. Ali Naci Duyduk da var. İleride aralarına Giresun Müftüsü Hasan Efendi, yine müftü Ahmet Efendi gibi isimler de katılıyor. Osman Ağa istese ekip onu başkan yapardı zaten. Ancak O İstanbul'un işgalinden sonra yeniden örgütlenen Müdafa-i Hukuk derneğinin başkanlığını yapıyor.

8- Köşe yazısında hızını alamamış Profesör üfürdükçe üfürüyor. "Ankara, Pontus belasından kurtulmayı 'Siz hiç merak etmeyin. Rumlara öyle bir tütsü vereceğim ki, hepsi mağaralarda eşek arısı gibi boğulacak' diyen Ağa'nın tecrübeli ellerine bıraktı. Böylece mıntıka Rumlardan temizlendi. Aslında bu, İttihatçıların ulus-devlet hülyasıyla 1913'te başlattığı temizliğin tamamlanmasından ibaretti" diyerek o günün PKK'sı olan isyancı, katliamcı Pontusçuları savunuyor.

Mıntıka, işinde gücünde sade Osmanlı vatandaşı olan Rumlardan değil, mağaralarda Türk'e pusu kuran Pontus'çu eşkıyadan temizlendi. Zaten Osman Ağa da "Mağaralarında boğulacak" diyor. Sokaklar köyler temizlenecek demiyor. Eğer Osman Ağa etnik temizlik yapsaydı Giresun'da Rum kalmazdı. Hâlbuki kurduğu 47. Giresun Gönüllü alayının bando-mızıka takımı tamamen Rumlardan oluşuyordu.

Bir de o tarihlerde Fener Patrikhanesi ile Yunan Başbakanı Venizelos'un Etniki Etarya, Kordos, Filiki Etarya, Kızıl Haç örgütleri ve Yunan istihbaratıyla silahlandırdığı Pontusçular var. İşte onlar temizleniyor. Tıpkı bugünkü PKK'nın dağlardan temizlenmesi gibi.

Profesör yazar anlaşılan bundan pek hoşlanmamış.

Bu sebeple Osman Ağa aleyhine ne bulursa havada kapıp yazıyor. İlk değilsin son da değilsin. Bugün PKK'ya yapılan operasyonları, "Kürt halkını yok ediyorlar" diye açıklayan HDP de aynı mantıktan yürüyor.

9- Bu sefer kılavuzu Rum. "Trabzon, Kastamonu ve Sivas vilayetinde 450 bin Rum yaşıyordu. Bunlardan 86 bini Rusya'ya hicret etti. 322 bini1924'te mübadele ile Yunanistan'a gitti. Geri kalan 40-50 bin Rum bu hengâmede öldürüldü (Stefanos Yerasimos, Pontus Meselesi)."

Bu ifadeler ve sayılar Yunan tezi. Osmanlı'ya güvenmemişsiniz Profesör. Salnamelere baksaydın. Yerasimos daha çok işine geliyor olmalı. Hâlbuki durum öyle değil. Tam tersine Fener Patrikhanesi, Yunanistan ile iş birliği içinde, Trabzon Metropoliti Hirasantos, Giresun Metropoliti Lavrandiyos ve Samsun Metropoliti Eftimosla birlikte, Yunan Kordos (göç) Komitesi aracılığı ile Wilson Prensipleri doğrultusunda Karadeniz bölgesinde Rum nüfusunu fazla göstermek için Rusya'dan Rum taşımaktaydı. Bu sebeple Yerasimos, "Giresun operasyon alanıydı" diyor.

Nitekim Hirasantos Paris'te nüfus tezini savunarak Pontus devletinin kurulmasını istedi.

Hoca efendi! Senin söylediğin kadar Rum'u kim nereye gömmüş, Yerasimos söyleseymiş. Biliyorsanız kendiniz yazın da biz de öğrenelim.  Şu anda Yunanistan tarafından kurulmuş 200'e yakın Pontus Derneği var. Ve 1919'u Rum soykırımı olarak anarak, Pontusçuluk davasını canlandırmağa çalışıyor. Sen de Rum tarihçileri kaynak gösterip değirmenlerine su taşıyorsun. Düşmana lüzum yok diyorsun yani.

Türk kadınlarının ırzına geçen, karınlarını deşen, köyleri yakıp yıkan Pontusçuların yaptıklarından bir tek cümle yazan çizen Yunanlı yok. Hatırasını paylaşan Rum da yok. Hâlbuki göç mübadelesinden sonra Yunanistan, Türkiye'den gelen herkesten hatıraları topladı. Ellerindeki fotoğrafları, haritaları aldı. Çünkü Anadolu'da hak iddia edecekti. Hazırlık yaptı. Şimdi de Pontusçuluk yapıyor.

Peki, bizde neden "Keşke Yunan kazansaydı" diyen, "Osman Ağa Rumları katletti" diye bir belge bulsam da yayınlasam derdinde olan sizin gibi kimseler çok çıkıyor?             Devam edelim.

10- "Rumları toplayıp vapur kazanlarına attırdığı veya sandallara doldurarak, denizde batırdığı; bunu yaparken de hatırı sayılır bir servet edindiği, kurbanlarının eline kazmayı verip 'Burada bir çukur kaz!' diye emrettiği, derinlik kıvamını bulunca, 'Gir içine!' diyerek kendi eliyle kazdığı mezara gömdüğü meşhurdur."

Beyefendi, Osman Ağa değil cani anlatıyorsunuz. Falih Rıfkı'yı kaynak gösteriyorsunuz ama Falih Rıfkı, başkalarından duyduğu abartılı hikâyeleri anlatıyor. Osman Ağa'nın yanında hiçbir zaman bulunmadı. Osman Ağa, Pontus çeteleri, baskıncıları, köy basıp halkın canını, malını, ırzını kirletenleri ve onlara istihbarat yardımı sağlayanları, parasal olarak destekleyenlerin dışında kimseyle kanlı bıçaklı olmadı.  Pontusçuları da kendisinin de söylediği gibi darmadağın etti. Yakaladığı liderlerini cezalandırdı.

Mesela Giresun'da katliam yapmak isteyen ve Mavridi Köşkü'nde toplananları haber aldı bastı ve çatışmada yok etti.

Mesela, Haziran ayında kendisi Şebinkarahisar'da olduğu sırada Giresun'da Rum mektebine 10 metre boyunda Yunan bayrağı ile üstünde Pontus arması olan paçavra asılınca, sizin İstanbul'daki hükümetiniz, korkudan Giresun'daki kaymakamını, jandarmasını gönderip o paçavraları indiremeyince, şehrin vatansever insanları ona haber verdi ve 5 Haziran 1919 günü gelip orayı bastı, çatıştı, başlarındaki Rum Balabani dâhil hepsinin işini bitirdi.

Kimseyi çukur kazıp gömmedi.

Valla sizi üzdüyse üzmüştür.

Bizi üzmedi.

Osman Ağa'nın düşmanı çok. Hakkında yüzlerce asılsız ihbar var. Bunu yapanların çoğu Yunan gizli servisleriyle çalışan Pontusçulardı. Bir kısmı, Padişaha çalışan gizli ajanlardı. Bir kısmı da Enver Paşacılardı. Osman Ağa, Rum halkından hiç kimsenin burnunu kanatmadı.

11- Diyorsunuz ki: "1919'da Divan-ı Harb'de tehcir suçlusu olarak muhakeme edilmek üzere İstanbul'a getirilmesi istenince, Karahisar'da dağa çıktı. Sivas, Tokat ve Karahisar metropolitlerini tehdit ederek, kendisinden şikâyetleri olmadığına dair İstanbul'a mektuplar yazdırdı."

Doğrudur.

Çünkü Osman Ağa'yı şikâyet eden, ettiren zaten o Fener Patrikhanesi uzantılı kiliselerdi. Başta İngiltere, Fransa olmak üzere Yunanistan'a Osman Ağa'yı çeşitli iftiralarla şikâyet edip, suçlu gösterip meydanı boşaltarak, Pontusçu faaliyetlerin önünü açmak istemekteydiler. Trabzon Metropoliti Hirasantos'un Paris'te işini kolaylaştıracaklardı. Haliyle Osman Ağa kim kendisiyle ilgili iftira mektubu yazarak Divan-ı harpte yargılatmak istiyorsa onlara gereğini yaptırmış ve affını sağlamıştır.

Ne yapsaydı?

Boğazlayan kaymakamı Kemal Bey gibi haksız yere asılsa mıydı?

12- Bir başka saçmalama ifadesi de şu: "1921 ilkbaharında Samsun'a geçti. Burada padişah gibi mızıka eşliğinde Cuma selamlığına çıkardı. Adamları, eşkıya kovalayacak yerde, şehirde zevk ve sefaya dalıp eşraftan kişileri fidye için dağa kaldırmaya başladı. Şikâyetler üzerine Ankara'ya gelmesi emredildi. Ama 'Mustafa Kemal değil, Allah emretse işim bitmeden gitmem' dedi."

Gördük gördük de böyle palavra görmedik. İnsan biraz akla yatkın saçmalar.

Osman Ağa, mektepli değil, gönüllü milis bir askerdir. Ve ordunun emrinde emir komuta zinciri içinde hareket etmektedir. Samsun Türk Ordusu'nun önemli bir merkezidir. Orada 115 tümen vardır.

Onu da bırak, Osman Ağa Atatürk'ün koruma muhafızıdır."Mustafa Kemal değil, Allah emretse işim bitmeden gitmem" diyecek kişi değildir. O dünya yansa dünyayı bırakır Atatürk'e koşar.

Başta Nebyan olmak üzere Bafra, Samsun, Alaçam, Vezirköprü, Havza, Çarşamba, Terme, Ladik, Kavak bölgelerinde köyleri yaktılar, kadınların ırzına geçtiler, insanımızı katlettiler. Osman Ağa, Samsun'a varınca insanların çoğu onu kurtarıcı gibi görüp Cuma namazı sonrası elini öpmek istemiş, kendisine yoğun ilgi ve sevgi göstermiştir. Lakin şer gruplar hemen harekete geçerek, "padişah gibi Cuma selamlığı yaptı" diyerek, karalamışlardır.

13- "Emirler sıklaşınca, yaz başında Ankara'ya hareket etti. Yol boyunca köyleri yakarak Ankara'ya vardı" diyor arkadaş.

Bu iftirasına cevabı bizzat Osman Ağa'dan dinleyelim.

Osman Ağa durumu 1922 yılında Vakit Gazetesi'ndeki mülakatta şöyle anlatıyor: "Sakarya Muharebesi'nden evvel, ordunun gerisinde emniyetsizlik tevlit etmek ve kuvvetlerimizi dağıtmak için Yunan zabitlerinin idaresi altında çeteler teşkil etmişlerdi. Samsun'da rüesadan Sürmeneli Mehmet ile Ahmet Pehlivanı öldürmüşler, köyleri yakmışlar, İslam ahaliyi katliama teşebbüs etmişlerdi. Bir ay zarfında bu çetelerden birçoklarını tenkil ettim. Maktullerden bir alay teşkiline kifayet edecek kadar bol Yunan silahı topladım.

Samsun harekâtı esnasında Garp Cephesi tarafından verilen emir üzerine Temmuz nihayetinde Sakarya Muharebesi'ne iştirak ettim. Bu iştiraki men için bazı Rum ve Ermeniler yolda bize tecavüz ettiler. Havza ve Merzifon havalisinde dağdan kaçan bazı efrat evlere sığınmışlar ve bu tecavüzlere karışmışlardır. Cepheye giderken arkadan kahpece tecavüze uğrayan kıt'a-i askeriye dünyanın her yerinde ne yaparsa biz de onu yaptık. Hükümetten emir beklemeye lüzum görmedik. Hemen mütecavizlere karşı harekete gelerek eşkıyayı imha ettik."

Şimdi sen Osman Ağa'nın "Eşkıyayı imha ettik" lafını "köyleri yakıp yıkmış" diye anlatıyorsun. Devam et.

Kaldı ki Samsun bölgesinde Pontusçulara karşı asıl tenkil harekâtını Giresun 42. Gönüllü Alayı ve kumandanı Bnb. Hüseyin Avni Bey yapmıştır. Ağa, o sırada Koçgiri isyanının bastırılmasında görevlidir. Ancak Merzifon Amerikan kolejini Ağa basmış, Pontus evraklarını ele geçirmiştir. Harekâtın sorumlusu da Merkez Ordusu Kumandanı Sakallı Nurettin Paşa'dır.

13- "Trabzon 3. Fırka kumandanı Rüştü Bey ve Lazistan Milletvekili Osman Bey, Ankara'ya şikâyet telgrafları gönderdi: "Bu cahil adamın şimdiye kadar Giresun'da yapmadığı rezalet kalmadı. Ahaliden aldığı yüz binlerce liranın hesabını kimse soramıyor. Şimdi eşkıyalığını Trabzon limanı içinde yapmaya başlıyor. Bu hâlin devamı pek çok çirkin hadiseye sebebiyet verecektir."

Osman Ağa'nın Mustafa Kemal'e bağlılığı ve Karadeniz'de tek güç olması, birçok grubun kendisine muhalefet etmesine neden oldu. Mustafa  Kemal'in etrafını boşaltmak ve siyasal süreçleri yönetmek isteyen güçler (Padişahçılar, kimi ittihatçılar ve bizzat kendisi öne çıkmak isteyenler) hep şikâyet ettiler. Bunların tamamı boşa çıkarıldı.

Yazarın "Gazi, Giresun reji müdürü Nakiyüddin Efendi'den gizlice bir rapor istedi. 15/I/1922 tarihli bu rapor şöyledir: "Osman Ağa cahil bir adam olup, mazide bir hiç idi. İlk Balkan Harbi'nde bir ayağının sakat kalması neticesi gördüğü iltifat ve yardımlardan başlayarak kahvecilik, balıkçılık yaparken, göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir zamanda gasp vesilesiyle milyonerliğe çıktı. Memleketi terk eden Rumların Müslüman halktan alacaklarını kendisi tahsil etti. Ödeyemeyenlerin bağ ve bahçelerini zapt etti." diye anlattığı Nakiyüddin'in yalanı daha birinci cümlesinden belli. "Osman ağa cahil adam" değil, rüştiyeli, Belediye Başkanı, Müdafai Hukuk yöneticisi, birçok cephede savaş yönetmiş biri. Yazımızın başında söyledik Osman Ağa zengin bir adamdı, istese bedelini öder askerlik yapmaz, yan gelip yatardı. O tersini yaptı. Neyle yaptı, bedel için ödenen 54 altını askerlik şubesinden gerip alıp Balkan Savaşı'na 63 arkadaşıyla gönüllü giderek.

Belge?

Genelkurmay Harp Tarihi Enstitüsü Başkanlığı'nın yayını.

Kaldı ki bu Nakiyüddin denen adam, Osman Ağa Sakarya Savaşı'nda ölüm kalım mücadelesi verirken, (O gece taarruz sırasında birçok Giresunlu şehit oldu), Atatürk istediği için değil, kendisi düşmanlığından dolayı Atatürk'e böyle bir yazı yazmıştır. Duyulunca da Giresun'u terk etmiştir. Çünkü Atatürk de Sakarya Savaşı'nda Osman Ağa ile birliktedir ve Ağa'nın birliğine saldırma emrini bizzat kendisi vermiştir.

Vallahi bunları okuyunca kendi kendime diyorum ki, Atatürk ve bir avuç vatansever bu vatanı bu şer cephesine rağmen iyi kurtarabilmişler.

Osman Ağa, Giresun Müdafai Hukuk Derneği makbuzuyla Gönüllü Alayların iaşesi için para topladı. Gönüllü askerlerin iaşesi için yardım etmek istemeyen, kendisine yardım etmediği için sitem edilen; bir kısmı İstanbul hükümeti yanlısı, bir kısmı cimri, bir kısmı da Enver Paşa taraftarlarıyla iş birliği içinde olanlar, yana yakıla Osman Ağa'dan dert yanmıştır. Onu bela olarak niteleyerek gözden düşürmek istemişlerdir.

Söylendiği gibi milletin malına el konulsaydı, Ağa öldürülünce alacaklılar kapıya dayanırdı.

14- Yaz yaz bitmiyor. "Şehre banka kurmasını engelledi" diyor. Sanki Türkiye'de bankalardan geçilmiyormuş gibi.  Giresun'da Osmanlı Bankası 1906 yılında zaten kurulmuştu. "Koçgiri'den hayvan getirip sattı" diyor. İki gönüllü alayın iaşesi yok mu? Sürekli kendi parasını mı harcamalıydı? O alaylardan biri 42. Alay Kumandanı Binbaşı Hüseyin Avni dâhil Mangal Dağı savaşlarının 8. gününde şehit oldu. Geriye 80 kişi kadar ancak kaldı. Bunları suçmuş gibi savunan yazara da isyancıların inek danasının parasının ne olduğu merakı kalmış.

"Rumlardan zorla aldığı arazileri kardeşlerine ve adamlarına dağıttı" diyor.

Evet, Giresun Hacı Mikdat Cami'nin önünde savaş sonrası adamlarına arazi dağıttı. Demek ki hep benim olsun dememiş. İşte ona bu sebeple "Ağa" diyorlar. Dağıtan, fakiri koruyan, gözeten bir tarafı var. Böyle adamlar cani olmaz. Merhamet yönü olanlar adamlarını korur gözetir. Bu da Türklerin liderlik, yiğitlik alplik yanının Osman Ağa'da yaşadığını gösteriyor.

Bir de Türklerde her zaman savaş ganimeti alma hakkı vardır.

Yoksa hak etmediler mi?

Helali hoş olsun…

15- Ali Şükrü Bey'in öldürülmesi olayının detaylarına lüzum yok. Çünkü bütün iddiaların cevabını aşağıdaki belge vermektedir.

"BABAMIN ÖLDÜRÜLMESİNDEN SONRA GEREK GAZETELERİN, GEREKSE KİTAP ŞEKLİNDEKİ NEŞRİYATLARIN HEPSİ HAKİKATTAN UZAKTIR".

Ali Şükrü Bey'in oğlu Nuha Doruker: "Babamı Osman Ağa öldürmedi, Babama ait not defterlerinden ve şifreli mektuplardan biz işin aslına vakıfız". Karadeniz gazetesinin 26 Ekim 1959 tarihli nüshasına aittir. Nuha Doruker, "Babamı Osman Ağa öldürmedi, Babama ait not defterlerinden ve şifreli mektuplardan biz işin aslına vakıfız demiştir." "Merhum Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey'in oğlu Nuha Doruker süvarisi bulunduğu Yalçın vapuru ile Cuma şehrimize gelmiş, İsmail Feridun ile beraberce kaleye çıkıp, Osman Ağa'nın kabrini ziyaret etmiş ve geminin çarkçıbaşı Hacı Eşref'le ile birlikte Osman Ağa'nın ruhuna dua etmiş kabrin başında resim çektirmiştir. Hafız bir talebesi de müsaade isteyerek dua okumuştur. Kendisi ile konuştuğumuz Ali Şükrü Bey'in oğlu tarihi bir sırrı ifşa ederek şunları söylemiştir: Giresun'a geldim, İsmail Feridun Bey'i arayıp buldum. Kucaklaştık. Benim Ali Şükrü Bey'in oğlu olduğumu duyanlar bu vaziyete hayret ettiler. Hâlbuki bunda hayret edilecek hiçbir cihet yoktur. Çünkü babamı Osman Ağa'nın öldürtmediğini ben çok iyi biliyorum. Hatta bu iki aile arasında öteden beri hiçbir husumet yoktur. Babalarımız İstiklâl Mücadelesinde bir kardeş gibi biri Meclis'te, biri cephede canla başla çalışarak kendilerine düşen vatani vazifelerini yaptılar. Babamın öldürülmesinden sonra, gerek gazetelerin gerekse kitap şeklindeki neşriyatların hepsi hakikatten uzaktır. Babamı Osman Ağa öldürmedi. Bizden yaşlılar, Osman Ağa ile Ali Şükrü Bey arasındaki eski dostluğu bilirler. Onun için gerek Trabzonlular, gerek Giresunluların meselenin iç yüzüne vakıf oldukları için, kanaatimce bu hareketimizin gayet tabii ve hoşnutlukla karşılayacaklarını tahmin ediyorum. Bütün Giresunlulara selam ve sevgiler."

Bu olayda sadece Ali Şükrü Bey öldürülmemiştir. Osman Ağa'da öldürülmüştür. İfade vermesine izin verilmemiştir.

Son söz: Tarih sanıldığı gibi çok kolay yazılmıyor. Kahramanlar bazen en yakınlarının bile iftirasına uğruyor. Türkiye, yerli-yabancı tüm şer cephesinin gizli açık iftiralarına rağmen kurtarıldı ama iftiracıların söylemleri üzerinden birileri halen daha öfke ve nefret yazmağa devam ediyor. Aynı durumu Yunanistan cephesinde göremiyorsunuz. Hiçbir Yunanlı, onca cinayete, saldırıya, katliama rağmen tek kelime etmiyor.

Deizm tartışmalarına ayrıntılı bakış: Prof. Dr. Mevlüt Uyanık /14.06.2018

Din yorgunluğu ve Deizm tartışmalarına dair bir Derkenar?

"Türkiyede Muhafazakâr Demokrasi söyleminin gereği olarak Dindar Nesil yetiştirmeyi önceleyen Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının ülkede İmam Hatip Liseleri ve İlahiyat Fakültelerinin çoğalması için maddi açıdan her türlü desteği vermesine rağmen son günlerde Deizm ve Din Yorgunluğu tartışmalarıyla karşılaşmamızın gerekçeleri neler olabilir ve bunların tutarlılığı nedir? Öncelikle tartışmanın fitilinin nasıl  ateşlendiğini hatırlayacak olursak, Batılı kavramların tasavvur ve tasdik süreçlerini bildiği halde bir İmam Hatip Liseleri (İHL) mezunu ve Felsefe profesörünün Türkiye fikir havzası açısından kavramları bu kadar rahat nasıl kullandığını anlamakta zorlandığını belirtmek isterim.

Bunu müzakereye geçmeden önce şunu söylemek gerekir: Dindar Nesil tasavvurunun Felsefesiz İlahiyat söylemiyle asla gerçekleşemeyeceği görüldü. Riyaset ve din tacirliği ile doğrudan irtibatlı bir şekilde yapılan tartışmalara bakıldığında teizm, ateizm ve deizm kavramsallaştırmalarının resmi/siyasi söylemlerle çözüme ulaştırılamayacağı ortadadır. Bu durumda öncelikle İlahiyat fakültelerinin kuruluş amaçlarına uygun olarak ürettiği felsefi tahlillerle çözüm önerilerine katkıda bulunması gereklidir. 

Bize göre Teizm-deizm/ateizm ve agnostizm kavramlarının Avrupada ortaya çıkışını ve gerekçelerini, mezheplerin din savaşı altında sürdükleri çatışmalardan insanların yorulduğunu, realizm-nominalizm ve convensionalism kavramsallaştırmalarıyla sorunu aşmaya çalıştığı göz ardı edilerek İHL gençler deizme yöneliyor! tartışmasının tahlilinin rasyonel bir şekilde yapılması tutarlı olmaz.

Deizm tartışmasını tetikleyen Çalıştay sonuçlarını rasyonel analize tabii tutmazsak; yani Evrenin matematiksel düzenini talimi/pozitif ilimlerle inceleyerek anlamaya çalışmazsak,Sebep/reason ile illet/cause arasındaki farkı fark edemezsek, ilk ve/ya Nedensiz İllet kavramıyla tabiatta sebep-sonuç ilişkisinde etkin olan birçok (fail) illet olabileceği hususunu göz ardı edersek, Özellikle günümüzde ortaya çıkan (beşeri/fiziki) kötülükleri açıklamaya çalışan Tanrı tasavvurlarının gençleri tatmin etmediğini görmezsek, kavram kargaşasının daha da artacağı ortadadır. Bu nedenle öncelikle gündemdeki soruna dair söylenenleri ve ardından terimler hakkında bilgilendirme yapmak gerek.

İHL öğrencileri Deizme mi yöneliyor?

Bu günlerde yeniden Dindar Nesil tartışmaları bağlamında ortaya çıkan sorunlar ve gençlerin Deizme kaydığı konuşuluyor. İkdam Eğitim Derneği ve Uluslararası Öncü Eğitimciler Derneğinin Konya İl Milli Eğitim müdürlüğü işbirliğiyle düzenlenen Gençlik ve İnanç konulu Çalıştay (4.3.2018) sonrası bir sonuç bildirisi yayımlandı.

Burada özellikle Allahın hayata müdahalesini reddetmek olarak tanımlanan deizm ile ilgili kaygılar paylaşılmış.  Elif Çakır, Karar gazetesindeki (4.4.2018) yazısıyla konuyu ulusal basına taşıdı. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve MHP lideri Bahçeli olmak üzere siyasiler tepki gösterdi bu rapora. Diyanet İşleri Başkanı ve Dinler Tarihi Uzmanı olan Ali Erbaş, Deizmin, 'Peygamberi inkar eden felsefi bir düşünce' olduğunu söyledi. Benim bu tanımımdan sonra hiçbir gencimizin ve insanımızın sapık ve batıl felsefi bir düşüncenin peşinden gidecek kadar buna itibar edeceğini zannetmiyorum diyerek resmi olarak tartışmaya son noktayı koyduğunu düşündü.

Ülkede din yorgunluğu mu yaşanıyor?

Bu kavramın ortaya çıkardığı sorunlar analiz edilirken tekrar gündemimize gelen Din Yorgunluğu tartışmaları yeniden alevlendi. Ayşe Böhürler, Ömer Miraç Yaman ve Necdet Subaşının Din Sosyolojisi tahlillerinde kullandığı kavramsallaştırmayı Din Yorgunu Gençler başlıklı yazısında güncelledi. Gençlerin takip edebileceği, onların dini sorularını hoca düzeyinde cevaplayabilecek bir temsilci yok ya da çok az.diyerek aslında DİB başkanı ve öncekilerin de bu konuda yeterli olmadığını vurgular gibiydi. Nitekim Eski Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez de gençlerin dünyalarına giremediklerini, onların sorularına cevap veremediklerini söylemesi sanki bu tespitin teyidi gibiydi.

 

Cemile Bayraktar ise Ayşe Hanım, meseleyi biraz gençlere hasrederek özetlemiş, ben genç yaşlı fark etmeden din yorgunluğu çektiğimizi düşünüyorum. diye konuya devam etti. Elif Çakır Dindar gençlik istiyoruz diyen dindar iktidar yetkililerimiz, imam hatip açacağına, her sokağa cami açacağına, toplumsal yozlaşmanın önüne geçebilseydi, dindar siyasetçilerin akaidi zorlayacak açıklamalarına kısıtlama getirseydi, televizyonlara reyting getiren ağlak hocalar yerine nitelikli din adamlarını çıkartmış olsaydı, din bu kadar siyasete alet edilmeseydi diyerek konuyu siyasi açıdan analiz etti.

M. Yaşar Soyalan bu bağlamda deizmin yolunu biz yetişkinlerin açtığını söyler.  Ümit Kıvanç ise dini değerleri önceleyen kesimde yapılan bu tartışmaların aslında din yorgunluğu değil başka bir şey olduğunu söyler. Gençlere -ve kendimize- yaptığımız esas kötülüğün akıl-mantıktan, herkes için geçerli hakikat duygusundan, kavramından uzaklaştırmak olduğunu söyler.

Şimdi bu bilgisel hazır bulunuşluktan sonra deizm kavramının analizini yaparsak tartışmaların tutarlılık derecesini inceleyelim.

Tanrı-Evren İlişkisinin Temellendirilmesi

Günümüz tartışmalarda anahtar kavram Deizm; ama bunun analizi için teizm, ateizm ve agnostizm terimlerinin de sözlük ve ıstilahi anlamlarına bakmak lazım. Bu terimlerin tahlili için öncelikle Aydınlanma Felsefesinin evrenselci bakış açısından harekete eden Avrupa merkezli ilerlemeci-pozitivist bilim anlayışının bilinmesi gerekir. Bu bağlamda Deizm, natüralist determinizm, nadiren de materyalizm gibi basit felsefi varsayımları tahlillerinde temel alındığını hatırlamak gerekir. Bu noktada Felsefe, varlık (Tanrı-evren) bilgi ve değer üzerine sistematik düşünceler üretmeyi, böylece insanın içinde bulunduğu sorunlara çözüm önerileri üretmeye, mevcut seçenekleri artırmaya çalışan bir üst disiplin olarak gördüğümüzü belirtelim.

İslam Felsefesi bağlamında söyleyecek olursak, Tanrı-Evren-İnsan irtibatının nasıl kurulduğunu inceleyen disiplinleri analiz eden ve Felsefeye Giriş mahiyetinde bir kitap olan İhsaul-ulumu yazan Farabi, öncelikle bir dil felsefesi yapmış, dil, düşünce mantık irtibatını kurgulamıştır. Ardından Evrenin mahiyetini inceleyen temel talimi/pozitif ilimlerin neler olduğunu gösterir. Evrenin yaratılması/oluşmasını matematiksel düzeninin kavradıktan sonra Tanrı ve sıfatları üzerine düşünmeyi İlahiyat ilmi bağlamında alır. Dünyada refah ve huzur (tahsilus-saade) ahirette ise mutlak kurtuluşu ve mutluluğu (saadetul-kusva) etmek için gönderilen temel ilkelerin evrende uygulanmasını ise medeni (fıkıh, kelam ve ahlak) disiplinleriyle olabileceğini söyler. Talimi/pozitif disiplinler ile ilahiyat bilgisini şahsında toplayan kişiye insan-ı kâmil denir. Bu ilahi ve kevni, külli ve cüzi bütün âlemleri kendinde toplamış insandır.  

Bu bağlamda akla gelen sorular şunlar:

Varlık terimini büyük harfle yazıp Tanrı, var olması için bir başka varlığa muhtaç olmayan (Vacibul-vucud) diye tanımlayıp, onun dışındaki her şeyin alem/evren olduğunu söyleyen, oradaki düzeni kavrayan fizik ve metafizik irtibatını kuran hekim ve hakim yani filozof olan kişilerce kurulan tasavvura teizm mi denir?Yahut bu tanımın bir totoloji olduğunu dolayısıyla Tanrı vardır önermesinin tutarlılığını kabul etmeyen kişiye a/theist yani Tanrı tanımaz mı denir?  Kendisini gerekli bir öteki olarak konumlandırılmasına müsaade etmeyen materyalist birine ısrarla aslında sen ateistsin demenin tutarlılığı nedir? Ateist ve materyalist terimlerinin rastgele kullanımının yaygınlaşması üzerine bu hususu biraz daha açacak olursak, Ben bu Tanrı terimine dair tasavvurunuzun tasdik etme tarzlarını tutarlı bulmuyorum ve/ya kabul etmiyorum diyen kişi Tanrı tanımaz mıdır? Diğer bir ifadeyle sizin fikirlerinizi temellendirmek için gerekli bir öteki konumuna girmem ve ilk nedene atom ve benzeri bir madde diyerek evren açıklamamı herhangi bir aşkın güç gereksinimi duymadan yaparım diyene deist mi diyeceğiz.Yahut Aristotelesin Nedensiz İlk Nedene İlk Muharrik diyerek evreni mekanik bir düzen ve amaç içinde (maddi, suri ve gaye sebeplerle) oluşturan bir veya birkaç fail/etken illetten bahsetmek deizm ise buradan ateizm nasıl çıkarılır diye sorulmaz mı? Veya bu kavramların İslam düşüncesindeki olası karşılıkları nelerdir ve benzer görüşleri savunanlar varsa kimlerdir diye araştırılması yerinde olmaz mı? Fizik ve metafizik irtibatını kurarken hocası Platonun ideasından hareket eden ve Tanrıyı en yüce iyi diye tanımlayan bir sisteme nasıl ateizm denilebilir ki? Evrenin fizik, matematik ve astronomi disiplinlerince ilgilenen ve sebep sonuç arasındaki irtibattaki düzenliliği inceleyen bir bilim tasavvurundan Tanrının evrene müdahale edip etmediği nasıl çıkartılabilir ki? Tanrı evrenin işleyişindeki temel kurallara sürekli müdahale mi ediyor, zaten var olan sebep/neden ve illet mi keşf ediliyor?

Velhasıl bu sorular bağlamında diyoruz ki, evrende yaratıldığı/oluştuğu andan itibaren hep aynı mekanik işleyiş vardır ve fizik ve matematik evrendeki düzenliliği anlama ve açıklamaya çalışırken farklı modeller üretilir. Bu nedenle evren ve işleyiş kurallarına dair Batlamyus, Kopernik, Newton ve Einstein?in açıklama modelleri farklıdır.

Şimdi bu modellerin farklılığı Tanrı?nın evrendeki düzenliliğe sürekli müdahale ettiği ve evrenin işleyişine yeni kurallar koyduğu anlamına mı gelir?

Görüldüğü üzere insanlık düşünce tarihinde Âlemin mahiyetine dair birçok fiziki mantıki-matematiksel ve felsefî varsayımlar üzerinde müzakereler devam etmektedir. Bununla birlikte kozmolojik bir sorunun bütün düşünürleri bağlayacak şekilde mutlak bir çözümün mümkün olmadığı da malum. Nitekim modern felsefede bu hususlar antinomi/çatışkı bağlamında ele alınmaktadır.

Kant ile birlikte evren sınırlıdır, sınırsızdır (nicelik çatışkısı),  Evrenin bir nedeni/yaratıcısı olan Zorunlu bir varlık vardır/yoktur (kiplik çatışkısı)  önermeleri eş zamanlı olarak kabul veya reddedilebilir. Taraflar kendi önermelerini tutarlılığına dair ispatlar getirir, aynı anda iki cevap da geçerliliğini sürdürebilir bir durumda olmasından dolayı antinomi/çatışkı denildiği de malum.

Deizm kavramı bağlamında Tanrı ve evren irtibatının kurulması Terim, Latince Deus (Tanrı) sözcüğünden türetilmiş ve ilk önceleri ateizm (tanrı tanımazcılık) karşıtı olarak kullanılmıştır. Daha sonra Yunanca Theisme diye başka bir kavram türetildiği için deizm kendine özgü bir anlam kazandı. Bu terim, Osmanlıca ilahiyye, günümüz Türkçesinde, Yaradımcılık veya Yaradancılık ve Nedentanrıcılık olarak çeşitli şekillerde karşılanmıştır.

Bu inanışta, Tanrı salt ilk neden olarak kabul edilir. Başka hiçbir güç ve nitelik ona tanınmaz. Doğanın yaratıcısıdır; ama önceden tespit ettiği akışa müdahale etmez, insa­ni işlerle ilgilenmez. Yönetici bir Tanrı anlayışı yoktur. Evren artık kendi kurallarına göre işlemektedir. Dolayısıyla Tanrı dışındaki vahiy, peygamber, kitap, kilise, papaz vb. hiçbir anlamı olmayan kavramlardır.

Görüldüğü üzere, deizmde, akıl ön plandadır, gizemli din anlayışına yer yoktur. Kilise­nin otoritesi reddedilmektedir. Aydınlanma hareketine yol açan deizm, temelde, yarı dini, yarı felsefi bir harekettir. Batı düşüncesi açısından söyleyecek olursak, 30 yıl savaşları da denilen ve mezhepler adına insanların katliama uğraması da bu arayışları tetiklemiştir.

İnsanların din/mezhep adına birbirlerini öldürmelerinin ve Tanrı adına konuşmalarının ortaya çıkardığı sorunları gidermeye yönelik olumlu etkilerine karşın olumsuz ve eleştiriye açık yönleri de vardır. Şöyle ki:

Aklın dini konuları incelemede yetersiz kalacağı göz ardı edilmiştir. Din salt aklı çerçeveye oturtulması, vahiy dâhil bir çok konunun dışlanmasını getirmiştir. Bu ise ateizm ve/ya materyalizm diye nitelendirilen Tanrı Tanımazlık öğretisinin güçlenmesine yol açmıştır. İnsani işlere karışmayan Tanrı anlayışı insandaki iman, ümit, bağlanma, tevbe gibi gündelik hayatında önemli olguları anlamsız kılmıştır. Âleme müdahale etmeyen bir Tanrı, gerçekten güçlü, iradeli ve bilgili bir yaratıcı mıdır? Bu özelliklere sahip olmayan gerçekten Tanrı niteliğini kazanabilir mi?

Kötülük/Theodicy sorunu da dair bu ve benzeri sorular, deizmin tutarsızlıklarını ortaya konulması açısından önem taşır.

Deizm ve Din Yorgunluğu Tartışmalarını Kötülük Sorunu Bağlamında Okumak Metnin başlangıcında Türkiyede yetiştirilmek istenilen Dindar Nesil projesi başarıya ulaşmamış, gençler bu süreçte din yorgunu oldu diyenlerin gerekçeleri sıralanmıştı. Bunların tutarlılığının ayrıntılı ve felsefi/akademik bir metinde müzakere edileceğini belirterek, sadece yaşanılan veya sunulan din tasavvurlarıyla ortaya çıkan çelişik durumları izah etmede zorlanan gençler, tabiri caizse Tanrıyı paranteze alarak yoldaşlığını devam ettirmeye çalıştıkları tespiti hatırlayalım. Nitekim gerçekten gençler, Batı düşüncesinde tarihsel temelleri belli olan deist düşünceye mi kaymaktadırlar Ve ateizm, deizmin önceki istasyonu ve özdeşi midir? sorularına yönelik açıklamalar yapıldı.

Yine Batı düşüncesinden devam edelim ve kötülük sorunu üzerinden bu kaçışın Tanrı ile yoldaşlığına halel gelmesin diye içeriğini bilmediği Deizm?e yönelmesi sorunlara çare mi olacaktır?

Sorunu böyle ortaya koymak yerine, ülkemizde önemli sayıda olan engelli/özürlü insanlarımızın, bunların ailelerinin karşılaştığı sorunlar veya sel, deprem vb sonucunda ortaya çıkan fizik ve metafiziksel felaketler karşısında insanlara çözüm önerisi diye sunulan dini söylemleri yeni nesil tutarsız buluyor olamaz mı? diyerek çuvaldızı biz İHL, İlahiyat ve DİB görevlileri kendimize batırsak daha tutarlı değil mi? Çünkü Arap Baharı ile tetiklenen bir süreç sonunda Şii-Selefi kavramlarıyla meşruitiyeti sağlanan bir medeniyet içi çatışmayla bölgede Müslümanlar birbirlerini öldürmektedir. Herkes birbirini tekfir ediyor, ötekileştiriyor. Ülkede dini ve siyasi açıdan kamplaşmalar artıyor; özellikle ağırlıklı olarak kadınlar üzerinden yapılan açıklamalar karşısında  gençler ne oluyor diye sorup, kendilerini ve Tanrı tasavvurlarını paranteze alıp korumaya çekiliyor olamazlar mı?

Bu çerçevede fiziksel ve metafiziksel kötülüklere karşı çözüm diye sunulan önermeleri kısaca analiz edelim:

Siz, İyilik, kötülük olmadan varolamaz, yahut iyiliğin değerinin bilinmesi ancak kötülüğün olmasıyla ve bilinmesiyle mümkün olur? derseniz genç niye diye sormaz mı?

Bu önerme aslında, Tanrının eş zamanlı olarak kötülüğü yaratmadan iyiliği yaratamayacağını öngördüğü için Tanrının yapacaklarına bir sınır getirmektedir. Gençler bunun farkında olmuş olamazlar mı?

Kötülük iyiliğe neden olan bir araç olarak zorunludur önermesi de tutarsızdır.Bu da Tanrının kendini belirli neden ve yasalarla sınırlandırdığını söylemek anlamını içinde barındırır. Kötülük, insanın özgür iradesinden kaynaklanmaktadır.önermesiyle özgür ve yaptıklarından sorumlu bir insanın ortaya koyduğu kötülüklerin Tanrı ile bir ilgisi olmadığını iddia edilir. Metafiziksel kötülüklerin sonuçlarının bile ahlaklı ve özgür iradeye sahip bir insanın eylemleriyle azaltılabileceği gerçeği, bu önermeyi tartışmayı daha önemli kılmaktadır.

Böylece kötülük sorunu özgür insana atfederek çözülmeye çalışılmaktadır, ama bunları söylemek, öte yandan sürekli vurgulanan Tanrının mutlak kudret ve irade sahibi olmasıyla çelişmez mi?  Burada ortaya çıkan paradokslar şunlardır:

Mutlak Kudret ve Egemenlik Paradoksları Bu bağlamda Mutlak Kudret Paradoksu diye müzakere edilen eğer insanlar gerçekten özgürlerse ve her şeyi yapabilecek güce sahiplerse, Tanrı kontrol edemediği bir varlığın ortaya çıkmasına müsaade ediyor anlamına gelmez mi? Ya da mutlak kudret sahibi Tanrı, sonuçta kontrol edemediği bir şeyi yaratır mı?

Yaratmaz denilirse, özgür irade önermesi yanlışlanır. Yaratır denilirse, bu Mutlak Kudret Sahibi Tanrının kendine aşan kurallar ortaya koyması demektir ki bu Tanrının kendini sınırlaması demektir.

Sınırlı bir Tanrının mutlak kudrete sahip olması ise mümkün değildir, zira bu, Tanrının yapamadığı şeylerin olduğunu söylemektir. Tanrıyı zamanın dışında tutmak şartıyla mutlak kudret paradoksundan kurtulmak mümkün olabilir. Ama kötülük sorununun özgür irade çözümünün, bu şekilde olamayacağı da açıktır. Çünkü mutlak kudret sahibi bir varlık, kendini bağlayacak nedensel veya maddi yasalar ortaya koymaz. Bir de Egemenlik Paradoksu ortaya çıkmasına izin vermez. Egemenlik paradoksundan kasıt, yasal bir krallığın gelecekte kendi yasal gücünü sınırlayan bir yasa yapıp yapmayacağıdır.

Şimdi bu tartışmalardan haberdar İHL gençleri var mı ve bunlar deizmi bilinçli olarak mı kullanıyorlar, ateist olduklarını mı söylüyorlar yani? Siyasiler ve onlara bilgilendirme yapanlar veya kamuoyuna bu hususla açıklama yapanlar bu sorunlardan ne derece haberdar acaba? Yapılan açıklamalara bakınca cevabın ortada olduğu görülmektedir. Kanaat önderi diye geçinenlerin söylemlerini hiç ciddiye almıyorum zaten çünkü.

Paradoksların İslam Düşüncesi Açısından Analizi

Mutlak Kudret paradoksunu aşmaya yönelik bu çaba, İslam düşüncesindeki tekvini ve teşrii irade ayrımıyla yapılmaktadır. Bütün yaratıkları kapsamına alan tekvini iradedir. Evrendeki her şey, bu irade çerçevesinde Tanrının mutlak kudret ve iradesine göre hemen olur. Teşrii İradeye dini irade de denilir. Allah'ın bir şeyi sevmesi ve hoşnut olması, rıza göstermesi demek olup, iyiliklere, güzel işlere yöneliktir. Kötülüklerin yapılmaması istenir.

Burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Teşrii irade de, adaleti gerçekleştirmek, insanların dilek ve isteklerine, iradelerine bağlı kılınmıştır. İnsanlar, cüzi iradeleriyle, seçer, yapar ve Allahta mutlak kudret ve külli iradesiyle bunları yaratır. Yaptıklarından sorumlu olan insan, kötülüklerden kaçar, iyiliklere yönelir. Böylelikle hem Tanrının bilgisine, mutlak gücüne ve iradesine, hem de insanın özgürlüğüne ve sorumluluğuna eksiklik gelmemesine çalışılmaktadır.

Sözün Özü; bunları teorik olarak öğrenen genç, ev, okul ve toplumdaki yaşanılanlara kendilerine din diye sunulan söylemleri görünce iyice örselenmiş bilincini korumak için kendini içe kapatıp Tanrı ile olan irtibatını korumaya çalışıyor olamaz mı?

Sonuç:

Dindar Nesil tasavvuru bağlamında İlahiyat ve İmam Hatip Orta okul ve Liselerinin sayılarının artırılması, Diyanet İşleri Başkanlığının daha işlevsel kılınması ve bütçesinin olağanüstü artırılması, Kuran Kurslarının yaygınlaştırılması, sivil toplum kuruluşu diye örgütlenen cemaatlere her türlü kolaylığın sağlanmasına rağmen gelinen nokta bana göre de gençlerin din yorgunu olduklarıdır. Özellikle İHL için söyleyecek olursak gençlerin deizme yönelmesinin özellikle siyasal hayatta olağanüstü bir tedirginlik yarattı. Nerede hata yapmış olabiliriz? diye sormak yerine sert siyasi söylemlerle sorun örtülmeye çalışıldı. Bürokratlar da artık böyle bir şey olmamalı diye açıklamalar pansuman niteliğindedir. Deizmin kendi içinde bile farkları bulunduğuna dikkat edilmeden konunun uzmanları bile bu fikri sapkınlık olarak nitelendirmesinin ise istedikleri olumlu etki yerine ters etki yapması daha muhtemeldir.

Bana göre bu tartışmalar nihayetinde hakikat kıvılcımlarının ortaya çıkmasına katkıda bulunabilir.  Gençler özellikle İHL okuyanlar deizm gündeminde olmadığı halde bile inceler, deizm dedikleri gibi mi; bu nasıl bir Tanrı ve din tasavvuru diye araştırabilir. Veyahut İHL mezunu ve Felsefe profesörü olması hasebiyle Batılı kavramların tasavvur ve tasdik süreçlerini bildiği halde Türkiye fikir havzası açısından bu kadar rahat nasıl kullandı diyerek akademisyenlerin veya bürokratların açıklamalarının tutarlılığını inceleyebilir.

Deizm ve ateizm analizlerinden hareketle kendilerine Teizm veya Dindarlık olarak sunulan söylemlerin niçin bu kadar çatışmacı bir dile sahip olduğunu araştırabilir. Her grubun/cemaatin hakikati tekelinde tutup, diğer bakış açılarını ötekileştirmesinin, tekfir etmesinin tutarlılığını sorgulayabilir

Velhasıl, bu yorgunluk ve bezginlik hali bir dinlenme vesilesi kılınıp yaralı bilinçlerin onarılmasıyla yeni bir dirilişin habercisi olabilir. İnşallah

Bu yazının serencamı:  Bu metin, İmam Hatip Lisesi Öğrencileri Deizme mi Yöneliyor? başlığıyla İlesam (yıl 3, sayı 11, Mayıs-Haziran 2018) sayısında yayımlandı.  Yazı  22 Nisan 2018 tarihinde dergiye gönderilmişti, basıldığı haberini 10 Haziran günü alabildim. Ülke gündemindeki müzakerelere katkı için Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde 14 Mayıs 2018 tarihinde konuyla ilgili çalışmaları bulunan Prof. Dr. Caner Taslaman hocamız Ateizm-Deizm ve Çıkmazları başlıklı bir konferans verecekti ama olmadı, konuşmaya dakikalar kala iptal edildi. Şehrimizde ve fakültede çeşitli vakıf ve dernekler adı altında gayr-i resmi (merdiven altı) din eğitimi veren insanların rahatlıkla konuşabildiği bir zamanda Deizm ve Ateizm hakkında çalışmaları olan bir felsefeci öğretim üyesinin konuşturulmaması üzerine bu yazıyı o zaman yayımlamak istedim. Ama İlesama söz verdiğimiz için bekledim, nasıl olsa bugün yarın çıkar ve atıf yaparak yayımlarım diye; ama dergi yeni çıkabildi. Dipnotlar için İlesamın ilgili sayısına bakılabilir.

Bayramımız esenlik ve barış getirmesine vesile olsun."

1 Temmuz 2022 Cuma

Türk Ocakları’nın 110. Kuruluş Yıldönümü dolayısıyla Türk Ocakları İstanbul Şubesi tarafından düzenlenen sempozyumumuz tamamlandı. İbrahim Maraş/29 Haziran 2022

Türk Ocakları’nın 110. Kuruluş Yıldönümü dolayısıyla Türk Ocakları İstanbul Şubesi tarafından İstanbul Büyükşehir Belediyesi sponsorluğunda düzenlenen sempozyumumuz üçüncü günün sonunda 29 Haziran 2022’de sonuç bildirgesinin okunmasıyla tamamlandı.

Prof. Dr. Sönmez Kutlu ve Türk Ocakları İstanbul Şubesi Başkanı Dr. Cezmi Bayram ile birlikte kararlaştırdığımız sempozyum, tamamı davetli konuşmacıdan oluşan, yarısı yurt dışından olmak üzere, elliyi aşkın uzmanın katılımıyla dolu dolu gerçekleştirildi.
Sempozyum, Ziya Gökalplerden, Hüseyinzade Ali’lerden ve Yusuf Akçuralardan gelen Türk Ocakları çizgisinin Türk ve İslam dünyasının bütününü kucaklama idealinin uzun yıllardır görmediğimiz en güzel örneklerinden oldu.
Türk ve İslam dünyasından birçok uzman, gerçek anlamıyla bir bilgi ziyafeti sundu. Söz konusu sempozyumun bir benzeri daha önce yapılmış ve çok ilgi görmüştü. Bu kez çok daha geniş çerçeveli olarak yapmaya gayret ettik. Ama yine de, eksiklerimiz oldu.
Sempozyumun amacı, asırlardır kendi hayali metaevreninde gizemli kahramanlarıyla yaşayan, asla zihniyetini yenilemeye yanaşmayan, adeta geçmişte yaşamayı, geçmişi yüceltmeyi bir iman meselesi yapmış olan Müslümanların sorunlarını mercek altına almaktı.
Çünkü Müslümanların din anlayışının, bir beka sorununa dönüştüğünün, Batının birkaç asır önce yaşadığı bunalımın aynısını yaşadığımızın, hatta kaybetmediğimizi zannettiğimiz milli, manevi, kültürel değerleri kaybettiğimizin, yeni nesillerin nasıl savrulduklarının farkındaydık.
Artık İslamofobinin sadece Batı’dan yönelen bir tehlike değil, bizatihi kendi içimizden ortaya çıkan bir tehlikeye dönüştüğüne de açıkça görüyorduk.
Osmanlı’nın ve diğer Müslüman dünyanın son üç asırdaki yenileşme, tecdid, ıslah ve ihya hareketlerinden kazanılan birikimin, bağnaz bir sözde dincilik/imancılık zihniyeti tarafından, siyaset erki üzerinden nasıl boğdurulduğunu acı bir şekilde yaşıyorduk.
Asırlardır içinde yaşadığımız kendi metaversimizde ürettiğimiz saçmalıklarla avunurken ve birileri buradan geçinirken bir taraftan da Batı’nın teknoloji üzerinden sunduğu metaversin Müslüman dünyanın aklını almaya devam ettiğini de görüyorduk.
Artık mezhepçilik, ideolojik yandaşlık, tekfircilik, temel insani hakların yanlış din adına yok sayılması, aklın, bilimin, hayatın gerçeklerinin dini alandan çıkarılması, hurafecilik, imancılık/fideizm, karşıdevrimci, darü’l-harpçi, hilafetçi anlayışlar her yerde hâkimdi.
İşte bu nedenlerle böyle bir sempozyumda temel meselelerimizi geniş katılımlı ilmi bir ortamda tartışmak istedik. Sempozyumdaki değerlendirmeler bize gösterdi ki, bilgi ötesi çağı, hayatın gerçeklerini yakalamadan bugünkü problemlerimizin çözümü mümkün değildir.
Bilhassa Tunuslu, Faslı konuşmacılar, İslam’ın siyasallaştırılmasının ve çağdaş insani ve ahlâkî evrensel değerlerden uzaklaştırılıp hayali bir ideolojiye dönüştürülmesinin hazin hikâyelerini bizzat yaşadıkları tecrübeyle anlattılar.
Sempozyum gösterdi ki, bugüne kadar yeryüzünde bulunan yegâne din ve fıtrat dini olarak, İslam’ın evrensel ve insan merkezli özünü, akla, insanın yaratılışına ve hayatın gerçeklerine uygun bir yorumunu yapmak zorundayız.
Çünkü din, hayatla beraber inşa olunan, insan aklı ile şekillenen bir olgudur. Dinin hakikatleri bizim dışımızdaki veya bizim asla ulaşamayacağımız hakikatler değildir. Dini düşüncemizin, din yorumumuzun baştan sona yenilenmesi ve güncellenmesinin gerekliliğine inanıyoruz.
Bugün bize düşen, hakikatin kimsenin tekelinde olmadığından hareketle, bütün insanlığın ulaşmış olduğu bilgi birikiminden de yararlanarak, İslam'ın evrensel ilkelerini merkeze almak, Müslüman zihnini yeniden yaratıcı bir hale döndürmektir.
Artık ahlâk ve adalete dayalı insanca bir hayat modeli kurmak zorundayız. Laiklik, demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi evrensel değerlerle çatışmayan, cinsiyet ayrımcılığına karşı duran yeni bir din dili üretmeliyiz.
Son olarak, açılıştaki protokol konuşmalarından hareketle sempozyuma ve İstanbul Türk Ocağı’na yönelik haksız tepkiler; ideolojik körlük, yandaşlık, kesin inançlılık, ötekileştirme ve kamplaştırmanın, insafa dayalı ilmi ve ahlâki bakışı yok ettiğini açıkça gösterdi.
Türkiye’nin ve İslam dünyasının en büyük sorunu, ideolojik yandaşlıktır. Türkiye’de sağ, sol, İslamcı veya başkaca ideolojik cepheleşmeye dayalı bütün yapılanmaların herhangi bir meseleye nesnel, ilmi ve ahlaki bakamamalarının altında bu hastalık vardır.
Hâlbuki insan, din için değil; din, insan içindir. İnsan, devlet, siyaset veya herhangi bir ideoloji için değil; devlet, siyaset veya herhangi bir ideoloji, insan içindir. Yüce Allah, insanı bu dünyada, cehennem kurmayı seçme imkânı olsa da, cennet kurması için yaratmıştır.
Bu cenneti devamlı olarak geçmişte aramak veya yaşadığımız hayatı zehir ederek gelecek hayata ötelemek yaratılış amacımıza da, din anlayışımıza da terstir. Siyasal İslam da siyasal milliyetçilik de insanı ve toplumu asla mutluluğa götürmeyecektir.
Bu dileklerle, tüm katılımcılara, emeği geçenlere, Türk Ocakları İstanbul Şubesine ve böylesi büyük bütçeli, geniş yurt dışı katılımlı bir sempozyumun gerçekleşmesinde desteklerini sınırsızca ortaya koyan İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanlığına teşekkürlerimi arz ediyorum