7 Şubat 2012’de Gülen Hareketi mensubu İstanbul Özel Yetkili Savcısı Sadrettin Sarıkaya’nın MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı KCK soruşturması kapsamında ifadeye çağırdı. Bu durum, AK Parti iktidarı döneminin yaklaşık 10 yılını içeren yönetici elit ittifakındaki çatlağın en mühim işaretlerinden biri ve Gülen Hareketi’nin o döneme kadarki en cüretkâr çıkışıdır. Dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan bu hamleyi kendisinin tutuklanmasına yönelik bir girişim olarak görmüştü. Bu gelişme, Türkiye’deki müesses “askeri vesayet rejimi”ni tasfiye için işbirliği yapan en önemli sosyal aktör ile siyasî aktör arasındaki güç birliği ve dayanışmanın sona erdiğinin güçlü bir göstergesiydi.
Ayrıca dershanelerin kapatılmasına dair
iktidarla Gülenistler arasında yaşanan müteakkip çatışma iki ortak arasındaki
ayrışmayı net bir biçimde ortaya koydu. Aslında her iki taraf arasında askıya
alınan gerilimin varlığı Fidan olayının da öncesine gidiyordu.
Türkiye’de 1946’da çok partili siyasete
geçilmesinden bu zamana, Gülen Hareketi gibi dinî oluşumların, bir sağ kitle
parti çatısı altında birleşen büyük iktidar koalisyonunun bir parçası olması
alışılmış bir durumdur. Ancak Fethullahçılarla birlikte ilk olan şuydu: Bir
dinî hareket, ekonomik kaynakların ve bürokratik kadroların dağılımında hak
ettiğini düşündüğü payı fütursuzca talep etme cüreti gösterdi. İlaveten,
hükümet politikalarını şekillendirme hususunda da kendinde hak gördü ve bu
konuda gücünü sergileme teşebbüsünde bulundu.
AK Parti’yle Gülenistler arasındaki
çatışmayı o dönemde ele alan hem uluslararası medya hem de AK Parti karşıtı
Türk medyasının bazı unsurları, bu çatışmada genellikle iç faktörlerin önemi
üzerinde durdular. Ayrıca, Gülenistlerin hükümete yönelik çatışmacı tutumuyla
dış faktörler arasında herhangi bir bağ kurmaya çalışan her türlü analizi
komploculuk olarak nitelendirme eğiliminde oldular. Şunu açıkça belirtmek
gerekir ki, analize dış dinamikleri dahil etmek, Gülen Hareketi’nin Türkiye’de
güçlenmesinde iç dinamiklerin inkar edildiği manasına gelmez. Ayrıca hareketin
davranışıyla uluslararası bağlamın dikte ettiği koşullar arasında bir bağ
bulmak, hareketi sadece bir piyon olarak hareket eden bir oluşum konumuna da
indirgemez.
Aslında, Sünni geleneğin “40 yıllık zâlim
bir yönetim bir gecelik kaostan iyidir” anlayışına bağlı bir kişi olarak, Gülen
her zaman devlete karşı çıkmamayı savundu. Kendi hareketini kültürel İslam
dairesi içinde konumlayan Gülen alternatif siyasî-sosyal düzen arayışı içinde
olan İslamcı hareketleri kısa ömürlü saman alevine benzetmiştir. Ona göre kendi
hareketini yeryüzünü ısıtan ve aydınlatan güneştir. Peki o halde neydi Gülen’i
mevcut iktidara karşı başkaldırmaya iten? Gülen’i iktidara karşı koymaya
yönelten etken, artık hareketinin devletin gerçek sahibi olduğuna inanmış
olması ve kendisine destek veren dış aktörlerden de cesaret ve hatta destek
almış olmasıdır. Kısacası, dış dinamiklerin rolünü dışlayarak Gülen Hareketi
ile Erdoğan hükümeti arasındaki çatışmayı anlamaya yönelik her türlü çaba
yetersiz kalacaktır.
İLK EVRE: YEREL HAREKET, DEVLETÇİ
VE STATÜKO YANLISI YÖNELİM
Gülen Hareketi’nin başarısında elbette
üyelerinin fedakarlığının ve gayretlerinin bir etkisi vardır. Ancak belirli
tarihsel konjonktürlerde iktidar(lar)la yakın ilişkiler içinde olması ve belli
bir işlev içinde hareket ediyor olması ona muazzam bir güce ulaşmasının
kapılarını açtı.
1960’lar Türkiye’de üniversite gençlik
hareketlerinde Marksist ve sol fikirlerin popülerlik kazanmaya başladığı
yıllardı. 1950’lerden beri sürdürülen bir çizginin devamı olarak o dönemde dini
cemaatler ve tarikatlar “Sovyet tehditi” ve artan “ateist komünist tehlike”ye
karşı devlet yanlısı duruşlarını sürdürüyorlardı. Henüz belli bir dini
örgütlenme içinde sivrilmemiş olan Fethullah Gülen de kendisine taşralı ve
muhafazakar kökenden gelen biri olarak tarikatlar ve cemaatler çizgisinde bir
pozisyon belirlemişti. 1960’lı yıllarda onursal başkanlığını emekli bir kara
kuvvetleri generali olan Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in yaptığı Komünizme Karşı
Mücadele Derneği’nin faaliyetlerine katıldı.
1970’ler Gülen Hareketi’nin oluşum
yıllarıydı. O yıllarda merkez sağ Adalet Partisi’ni destekleyen Nurcu oluşumdan
ayrılmış ve Necmettin Erbakan’ın liderliğindeki Milli Görüş Hareketi’ne (MGH)
yakın durur bir görüntü sunmuştu. Ancak MGH gençleri arasında İran Devrimi’ne
ve bölgedeki diğer İslamî siyasî hareketlere karşı artan sempatiden rahatsız
olan Gülen, Erbakan ve hareketine karşı da mesafeli bir tavrı benimsedi.
1970’lerin sonlarında ve 1980 askeri darbesinden önceki aylarda aşırı sağ ve
sol silahlı gruplar arasında artan şiddet sonucu can kaybı her geçen gün
artarken, Gülen gençleri siyasî gösterilerden ve okul boykotlarından uzak durmaya
ve anarşi ve kaosa karşı polis ve orduyla birlikte hareket etmeye çağırıyordu.
Gülen, Türkiye’nin demokratik gelişmesi
üzerine olumsuz etkilerinin bugün hâlâ hissedildiği 1980 askeri darbesini
desteklemişti. Askeri rejimin “arananlar” listesiydi ama hareketi askeri
yetkililerle irtibat halindeydi. 1983 yılında çok partili siyasete geçişin
ardından 1983-1991 yılları arasında ülkeyi yöneten Turgut Özal’ın Anavatan
Partisi’ni destekledi. Gülen Hareketi’ne tamamen devletin icadı bir oluşum
olarak bakmak kimileri için komplocu bir bakış olarak görülebilir. Ancak
hareketinin müesses nizam tarafından İran Devrimi sonrası dönemde yükselen
İslamcı siyasî gençlik aktivizmine karşı bir panzehir olarak görüldüğüne şüphe
yoktur.
Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve Sovyetler
Birliği’nin dağılması, Gülen Hareketi için yeni fırsatlar sundu. Dönemin
Cumhurbaşkanı Turgut Özal, Türkiye’nin Sovyet sonrası dönemdeki rolünü,
Selefilik ve İran Devrimi’nden ilham alan radikalizme karşı Orta Asya’da bir
set/mani oluşturma olarak tanımladı. 1980’lerin sonu ve 1990’ların başında
yaşanan jeopolitik değişimler bölgede dinî alan da dahil olmak üzere birçok
açıdan bir boşluk bırakmıştır. Türkiye, dini alandaki boşluğu doldurmak için
devlet olarak sadece kendi kaynaklarını (Diyanet İşleri Başkanlığı) seferber
etmekle kalmamış, aynı zamanda Gülen Hareketi’nin Orta Asya’da etkisini
göstermesinin önünü açmıştır. Bu çabalar aynı zamanda terörü “radikal” İslamî
siyasî aktivizmin bir sonucu olarak gören NATO’nun Soğuk Savaş sonrası dönem
tehdit değerlendirmesiyle de uyumluydu.
Gülen Hareketi ile Türk devleti arasındaki
ilişkiler Özal sonrası döneme de yayılmıştır. Bu ilişkide hareketi sadece
devletin elinde bir araç olarak görmek kısır bir değerlendirme olacaktır. Daha
ziyade her iki tarafın da karşılıklı çıkarlarına hizmet eden bir durumdan
mümkündür. Gülen’in devletçi ve milliyetçi görüşleri dikkate alındığında, bir
dinî hareketin çabalarını devletin politikalarıyla uyumlu hale getirdiğini
görmek garip olmasa gerek. Ayrıca devletle olan bu yakın ilişkiler, hareketin
bürokratik kadrolara erişimini sağlamıştır.
28 ŞUBAT 1997 MÜDAHALE VE SONRASI
Postmodern darbe olarak da adlandırılan 28
Şubat 1997 askeri müdahalesi, Başbakan Necmettin Erbakan’ın koalisyon
hükümetini istifaya zorlamış ve tüm dinî kesimlere yönelik bir baskı dönemi
başlatmıştır. Bu müdahalenin ilk evrelerinde diğer dinî oluşumların zulmüne
kayıtsız kalan Gülen, kendi hareketini bir baskıdan korumak umuduyla darbeyi
meşrulaştırıcı bır duruş benimsedi. Darbeyi destekleyen medya, Gülen’in bu
duruşunu özellikle Refah Partisi’ne (RP) karşı manipüle etti. Ancak Gülen,
darbecilerin listesinde sıranın kendisinin olduğunu anlayınca ABD’ye gitmek
için Türkiye’den ayrılmak zorunda kaldı.
Türkiye’den ayrılan Gülen’in yerleşmek
için ABD’yi tercih etmesi bir rastlantı değil, rasyonel bir tercihtir.
1990’ların ortalarından itibaren Gülen, kendisini ve hareketini “ilerici”
İslam’ın “aydınlanmış ve Batı yanlısı yüzü” olarak sunan yeni bir
“İslamî”söylem geliştirmeye başladı. Ayrıca hareket, eğitim ve ticarî
faaliyetlerde bulunmak suretiyle her kıtada at oynatan bir konuma geldi. Daha
önce de belirttiğimiz gibi ABD, Soğuk Savaş sonrası tehdit söylemini “radikal
İslamî terörizm” üzerine inşa etmişti. “Radikal İslami teröre karşı panzehir”
söylemine sahip bir küreselleşmiş Müslüman oluşumu olarak Gülen Hareketi,
ABD’de kendini “evinde” hissedecekti.
Geçmişte MGH ile yakın temastan kaçınan
Gülen’in 2002 seçimleri ve sonrasında AK Parti’ye verdiği desteği bu bağlamda
anlamak gerekir. AK Parti liderliği, MGH’den ayrılan grubun temsilcileri olarak
siyasette ayakta kalabilmek için ulusal ve uluslararası güç merkezleri nezdinde
meşruiyet kazanma zarureti hissettiler. Erbakan liderliğindeki hükümetin
devrilmesi ve RP’nin yasaklanması esnasında iç ve dış güç merkezleri arasında
kayda değer bir görüş farklılığı yaşanmadı. Avrupa ve ABD, RP liderliğindeki
hükümete karşı aleni bir askeri darbeye yeşil ışık yakmasa da, ordunun siyasete
müdahale etmesine de itiraz etmedi.
Lakin AK Parti’nin kurucuları, ABD’li
politikacılarla kurdukları iletişim kanalları aracılığıyla, İslamcı gelenekten
gelen ve ABD’nin İslam ile demokrasi arasında uzlaşma arayan bir siyasî partiye
olumlu baktığı kanaatindeydiler. Bu izlenimi o dönemde Amerikan akademik
çevrelerinde sürdürülen tartışmalar da destekler mahiyetteydi. Yaptığı konuşma
nedeniyle 10 ay hapis cezasına çarptırılmasının ardından Erdoğan’a ABD’nin
İstanbul Başkonsolosu tarafından tam destek vermesi, Amerikalıların yeni siyasî
oluşuma yönelik olumlu bakış açısının erken bir göstergesiydi.
ABD’de akademik çevrelerde epeydir
tartışılmakta olan İslamcıların demokrasiyle uzlaşmasının bölgede demokratik
rejimlerin oluşması ve oturmasına katkı sağlayacağı hususu 1990’ların sonunda
ve 2000’lerin başında Amerikan karar vericilerinin de gündeminde olan bir mevzu
haline gelmişti. Ortadoğu’daki diğer ülkelere göre nispeten oturmuş bir çok
partili hayata sahip olan Türkiye’de böyle bir iktidara şans verilmiş olması
özelde bölge açısından, genelde de tüm İslam dünyası açısından bir labaratuvar
işlevi görebilirdi.
AK Parti kurulmadan önce, partinin
kuruluşuna öncülük eden isimlerin ABD’li yetkililerle çeşitli temaslar içinde
oldukları gözlerden kaçmadı. Sonuç olarak, her iki taraf da birbirleri hakkında
karşılıklı bir ortak anlayışta buluştular. ABD, iki nedenle yeni siyasî oluşumda
altın bir fırsat gördü: Birincisi, Amerikalılar için o anda ülkenin tek popüler
figürü olan Erdoğan’ın başını çekeceği siyasî partiye kapıları kapalı tutmak,
stratejik olarak çok önemli bir ülkede siyasi ve ekonomik istikrarsızlığın
büyümesinin önüne geçecektir. İkincisi, yukarıda da belirttiğimiz gibi, ABD’li
politika yapıcılar bakımından İslam ve demokrasi arasında bir uzlaşma (ılımlı
İslam), Müslüman dünyasına siyasi istikrar getirebilecek ve Batılı ile Müslüman
kültürler arasındaki gerilimleri azaltabilecek bir rol üstlenebilir.
İkinci husus açısından bakıldığında,
ABD’liler açısından İslam ve demokrasi arasında böyle bir uzlaşmayı sağlamada
Türkiye orijinli İslamî hareketler dünyanın diğer bölgelerine kıyasla daha
fazla potansiyele sahipti. Bu tarihsel bağlamda ve konjonktürde, Gülen Hareketi
ve AK Parti, tükenmiş Türk siyasi sistemini dönüştürmek için ilgili tüm
taraflarca beklenen ortaklar haline geldi.
AK Parti-Gülen hareketi
ilişkilerinin niteliği (2)
Levent Baştürk-16/07/2022
AK Parti ile Gülen Hareketi arasındaki
ilişkiler, 2000’li yıllarda 2010 referandumuyla zirveye ulaşan bir ittifak olmasına
rağmen, her zaman pürüzsüz olmadı. Ordu içindeki bir takım unsurların tekrar
siyasete müdahil olma girişimlerine tanıklık eden 2007 sonrası dönem ikisi
arasındaki dayanışmanın altın çağı oldu. Ancak hareket veya o günlerdeki
popüler sıfatıyla cemaat, medya, iş dünyası ve finans sektöründeki ağırlığının
yanı sıra temelde güvenlik güçleri, yargı ve diğer bürokratik kadrolardaki
gücüne çok güvenmekteydi.
İktidarla yaşanan zıtlaşma öncesinde
muhafazakar kesimde pek çok kişi hareketin ifade edilen sosyal ve kültürel
hedeflerine sempati besliyordu. Lakin bu sempatinin hareketin kendi siyasi
çıkarlarına yönelik bir desteğe dönüştürülmesi oldukça zordu. Bunun sebebi de
benzer değerleri paylaşan ve önceki hükümetlere kıyasla ülkenin yönetiminde
başarılı olduğuna inanılan güçlü bir siyasi parti olarak AK Parti’nin
varlığıydı.
Güç mücadelesinde başat oyuncu olma
bağlamında harekete/cemaata verilen kitlesel desteğin hacmi hakkındaki
belirsizliğin, hareketin bürokrasi, medya ve ekonomideki güçlü varlığının ağırlığını
otomatik olarak azaltıcı etkisi olmuştur. İktidarın güçlü popüler desteğe sahip
olması, ona cemaattan gelecek saldırılara karşı gereken hamleyi yapabilecek bir
meşruiyet alanı sağlamıştır.
“SİYASET DIŞI” BİR SİYASÎ AKTÖR
OLARAK GÜLEN HAREKETİ
Gülen Hareketi sürekli siyaset dışı
olduğunu iddia etmiştir. Gerçekteyse hareket sürekli siyaset dünyasıyla ve
devletle derin ilişkiler geliştirmiştir. Gülenciler siyasetten uzak durma
iddiasıyla siyasete derinden bulaşmış olma arasındaki çelişkiyi, hareketlerinin
siyaset üstü faaliyet gösteren sivil toplum oluşumu olduğunu vurgulayarak
açıklamışlardır. Ancak aslında olan şudur: Hareket politikaları etkilemek
yerine bizzat şekillendirmek için siyasi bağlarını devreye sokmakta ve emniyet,
istihbarat ve yargı bürokrasisindeki takipçilerini kullanmaktadır. İhtiyaç
gördüğünde hukuk dışına çıkmaktan da çekinmemektedir.
Hakikatte, Gülen Hareketi özellikle AK
Parti iktidarı döneminde Türkiye’deki en etkili siyasi aktörlerden biri
olmuştur. Bir sivil toplum girişimi olma iddiası, hareketin sahip olduğu gerçek
siyasî iktidar kaynaklarını gizlemek için bir kılıf işlevi görmüştür. Hareket,
hayati çıkarları söz konusu olduğunda veya bu çıkarlar tehlikeye girdiğinde
devlet hiyerarşisi içindeki uzantıları ve bağlantıları vasıtasıyla kararları
şekillendirmeye ve belirlemeye çalışmaktan çekinmemiştir. Gerçekte, Gülen
Hareketi siyasal sistemin kurallarına tabi olmadan, siyasi sistemde giderek
gücünü artıran bir siyasî entite aktör olarak faaliyet göstermiştir.
Bir siyasi aktör olarak Gülen Hareketi,
müttefiki iktidar partisinin itirazlarını ve ikazlarını ciddiye alan bir tutum
takınmamıştır. Hareket devlet içindeki örgütlenmesi sayesinde bazı siyasi
hesaplarını görmek için, siyasi gücünü hasımlarına karşı çeşitli darbe
davalarında kullanmıştır. Hareketin siyaseti şekillendirme girişimlerinin
ortaya koyduğu gerçek şudur: Hareket ile AK Parti iktidarı arasındaki çekişme,
demokratik sivil bir hareket veya toplumsal güçle her gün daha otoriter olma
eğiliminde olan bir iktidar arasındaki mücadele değildir. Kavga iki
otoriterleşme eğilimindeki aktör arasında bir iktidar mücadelesidir.
DÜNYAYA ANAAKIM AMERİKAN
PERSPEKTİFİYLE BAKAN KÜRESEL HAREKET
Gülen Hareketi üzerine yapılacak herhangi
bir analiz, lideri ve merkezi ABD’de olan küresel bir hareketle karşı karşıya
olduğumuz gerçeğini göz ardı edemez. Özellikle de 11 Eylül sonrası dönem
bağlamında hareketin ABD merkezli olması tesadüfi bir gelişme değildir.
Gülen’in ABD’de olması da sadece 1998’de Türkiye’deki baskıdan kaçmasıyla
ilgili değildir. Araştırmacı gazeteci Jeremy Scahill’in resmini çizdiği “kirli
savaşları” rutin hâle çeviren ve “dünyayı bir savaş alanı” haline getiren
“küresel teröre karşı savaş” bağlamında Amerikan siyasetiyle Gülen Hareketi
arasında göz ardı edilemeyecek bir çıkar örtüşmesi vardır.
11 Eylül sonrası konjonktürde Gülen’in
İslam anlayışı ve meselelere yaklaşımı ABD’de kabul gören, takdir ve tasdik
edilen bir bakış açısıdır. 11 Eylül sonrası dönemde George W. Bush’un dış
politika ekibinin mühim bir üyesi olan Zalmay Halilzad’ın eşi Cheryl Benard
tarafından yazılan Civil Demokratic Islam adlı bir RAND Cooperation raporunda
Gülen, çalışmaları teşvik edilmesi gereken modernist bir fikir insanı ve
hareket lideri olarak sunulmaktadır. Ayrıca raporda Gülen’in bakış açısı
paralelindeki İslamî yaklaşım ve hareketlerin teşvik edilmesi önerilmektedir.
Gülen Hareketi, AK Parti iktidarıyla
işbirliği yapması sebebiyle bir ara pro-İsrail sağcı muhafazakar çevrelerden
tepki görmüş olmakla beraber genelde ABD’deki olumlu imajını büyük ölçüde
korumuştur. ABD’deki bazı şahin muhafazakarların harekete karşı bir ara olumsuz
tavır içine girmiş olmalarının etkisiyle, özellikle 2010’dan itibaren Erdoğan
hükümetiyle bağlantılı olarak görülmenin hareketin imajını zedelediğini fikri
Gülen’de hasıl olmuştur.
Küresel bir hareket olması Gülen
Hareketi’nin yumuşak karnıdır. Dünya siyasetinin mevcut iartlarında bir
Müslüman oluşum olarak 150’den fazla ülkede güçlü bir direnişle karşılaşmadan
faaliyet göstermek, küresel statükoya maksimum düzeyde uyum gerektirmektedir.
Hareket, “ılımlı” görünümü nedeniyle dünya çapında tolere edilmiş ve hatta
teşvik görmüştür. Harekete yönelik bu onaylayıcı tutum ve onun “ılımlılık
modeli” olarak görünmesi sadece “İslamî” mesajıyla ilgili değildir. Aynı
zamanda dünya meselelerinde aldığı pozisyonla da ilgilidir. Dünya sisteminin
mevcut güç ilişkisinde Gülen Hareketi kendisini Batı yanlısı olarak
konumlandırmaktadır.
Hareketin medyasına dikkatlice bakan bir
okuyucunun ilk farkedeceği hususlardan biri, İsrail hakkında yayınlanmış
herhangi bir haberde veya köşe yazısında “işgal” kelimesinden neredeyse hiç
kullanılmadığıdır. Genelde hareketin medyasında İsrail’e yönelik kınayıcı bir
eleştirel tavır pek olmadı. Filistin’de barışın önündeki engelin kolonyalist
yerleşmeci Apartheid rejimi olduğuna dair bir tespit görmek neredeyse
imkansızdı. Ancak çatışmanın devam etmesinde Filistinlilerin direnişini
yargılayan bir tavır yer yer görülmüştür.
Gülen Hareketi kesinlikle İsrail’in,
ABD’de oldukça etkili olan İsrail lobisinin ve pro-İsrail evanjelist çevrelerin
tepkisini çekmek ve İsrail karşıtı olarak algılanmak istememektedir. Dahası,
Gülen Hareketi İsrail’i düşmanlaştırmamanın ABD ve Avrupa’nın gözündeki ılımlı
imajını güçlendireceğine inanmıştır. Bu kabul, hareketin küresel ölçekte
hayatta kalmasının ve genişlemesinin anahtarı olarak görülmüştür.
Hareket medyasında uzun yıllar yazmış ve
Gülen’e yakın duruşuyla tanınmış ama şu an iktidar safındaki gazeteci Hüseyin
Gülerce’nin de teyit ettiği gibi, Gülen Hareketiyle AK Parti arasındaki ilk
ciddi çatlağa her iki yapının İsrail hakkındaki duruş farklılıkları neden oldu.
EKSEN DEĞİŞİMİ TARTIŞMASINA YOL
AÇAN OLAYLAR VE GÜLENİST DURUŞ
Türkiye’yi Batı’ya dönük görme arzusu,
Filistin Meselesi ve İsrail dışındaki konularda da Gülen’in Erdoğan’ın dış
politikasını eleştirmesine neden oldu. Bunlardan birisi de 2010’da Türkiye ile
ABD arasında İran’ın nükleer enerji programı konusundaki anlaşmazlık oldu.
ABD’nin İran’a yönelik yaptırımlara başvurmasına karşılık Türkiye, İran’ın
barışçıl amaçlarla nükleer teknoloji geliştirme programını destekledi ve
Brezilya’yla birlikte İran’a ek yaptırımlar uygulayan BM Güvenlik Konseyi’nin
1929 sayılı Kararına karşı oy kullandı.
Türkiye’nin yaptırımlar konusundaki
istenmeyen tavrına ilaveten 31 Mayıs 2010’daki Mavi Marmara Vakası,
Washington’daki siyasi çevreleri hayli rahatsız etti. Ayrıca, Türkiye-İsrail
arasındaki siyasi ilişkiler de bozuldu. Mayıs 2010’daki bu iki gelişme,
Washington’da Türkiye’nin dış politika yönelimlerine ilişkin tartışmaları
alevlendirdi. Amerikan medyası ve siyasetçiler Türkiye’yi “eksen kayması”yla,
yani “İslamcı” yönelimli AK Parti yönetimi altında Batı’dan kopup pan-İslamist
bir dış politikaya yönelmekle suçladı.
Bu kritik konjonktürde Gülen, Wall Street
Journal’a Türk hükümetinin olayı ele alış biçiminden hoşnutsuzluğunu gösteren
bir röportaj verdi. Gülen bu röportajda, bir Türk insanî yardım kuruluşu olan
İHH’nın sahibi olduğu Mavi Marmara gemisinin de içinde bulunduğu filonun,
İsrail makamlarından izin istememesinin bir hata olduğunu belirtti. Oysa böyle
bir izni istemek tüm Gazzelileri temel ihtiyaçlarını karşılamaktan mahrum
bırakan bir işgalci güç tarafından uygulanan bir yasadışı ablukayı kırma
amacına tamamen aykırıydı.
GÜLENİSTLERİN ARAP BAHARI SONRASI
ELEŞTİREL TAVRI
Tunus’ta başlayan ve 2010 yılı sonunda
Kuzey Afrika bölgesine yayılan Arap ayaklanmaları tüm Ortadoğu için hem
umutları ve beklentileri hem de endişeleri artıran bir gelişme oldu. Ayrıca
Türkiye açısından, ülke dış politikası hakkındaki “eksen değişimi”
tartışmasının Ortadoğu’daki yeni rejimler için “Türk modeli”ne dönüşmesine
vesile oldu. “Yeni Ortadoğu”da, İslam ile laik liberal demokrasi arasında bir
sentez oluşturmuş bir ülke olarak Türkiye’nin bir model olup olamayacağı
Batı’da siyasi ve akademik çevrelerde ve medyada tartışılmaya başlandı.
“Arap Baharı” demokratik kurallara göre
siyasi iktidar için rekabet etmeye istekli İslamcı oluşumları ön plana çıkardı.
İslamcı oluşumların, kökleri İslamcı harekete dayanan ve laik Batı merkezli
Türkiye›yi yöneten siyasi bir parti olan AK Parti’ye yakınlıkları, AK Parti’nin
Batı’da yeniden ilgi odağı haline gelmesini beraberinde getirdi.
“Arap Baharı”nın kısa sürede kışa dönmeye
başlamasıyla birlikte, AK Parti’nin bölgesel ve genel dış politikası yeniden
eleştiri odağı oldu. 2011’de bölgenin yükselen yıldızı, 2013’ün yalnız kurdu
olarak görülmeye başlandı. Batı’da AK Parti yönetimine yönelik iyimserlikten
sert kritik tavıra doğru bu gidişatta başlıca üç faktör rol oynadı: Suriye
çıkmazı, Mısır’daki Cumhurbaşkanı Mursi hükümetini deviren askeri darbe ve Haziran
2013’te İran Cumhurbaşkanı seçilen Hasan Ruhani’nin Batı’ya açılımı.
Gülencilerin Arap Baharı sürecinde AK
Parti’nin dış politikasına bakışı, Batı’nın Erdoğan hükümetine yönelik
tutumları doğrultusunda gelişti. 2011 ve 2012’de, bu kritik yıllarda hükümetin
bölgesel politikası hakkında koşullu bir iyimserlik sürdürdüler. Bazı
durumlarda da hükümetin attığı adımları eleştirmeye devam ettiler.
Libya ayaklanması başladığında, hükümetin
Kaddafi’ye karşı müdahale kampına katılma konusundaki isteksizliği nedeniyle
Gülenciler hükümeti eleştirenlere katıldı. Suriye ayaklanmasının ilk
aylarındaysa krizi bölgesel düzeyde mezhepçi bir perspektiften sunmaya
çalıştılar. Hükümeti sadece Esad rejimiyle ilişkileri derhal kesmeye zorlamaya
çalışmakla kalmadılar, aynı zamanda Suriye’nin bölgedeki en önemli müttefiki
olan İran’a karşı çatışmacı bir politikayı da kışkırttılar.
Gülenciler, iktidarın Arap Baharı
ülkelerindeki yeni siyasi aktörlerle geliştirmekte olduğu bağlarla da
ilgilendiler. İktidarın İslamcı siyasi partilerle güçlü ilişkiler kurma
politikasını sakıncalı buldular. Bu arada İsrail’le siyasi ilişkilerin
geliştirilmesinin gerekliliği konusunu sürekli gündeme getirdiler.
Cumhurbaşkanı Mursi’nin Temmuz 2013’te Mısır’da bir darbeyle devrilmesinin
ardından Gülenciler, sözde pan-İslamist dış politikası nedeniyle Erdoğan’ı
eleştirme eğilimi içinde oldular.
SONUÇ
AK Parti ile Gülen Hareketi arasındaki
çatışmayı sadece iktidarı oluşturan büyük koalisyondaki bir çatlağın yansıması
olarak okumak yanıltıcı olacaktır. Gülen Hareketi sadece Türkiye kökenli bir
oluşum değildir. İhtiyaçlarını ve çıkarlarını küresel ölçekte tanımlayan
küresel bir harekettir. Onu popüler bir takipçi kitlesine sahip bir diğer yerli
grupla kıyaslamak yanıltıcı olur. Gülen, Türkiye’de yerel aktör olarak hareket
etmiş gibi görünmekle birlikte küresel ölçekte yapılan hesaplara göre adım
atmıştır.
Gülen Hareketi’ni herhangi bir sivil toplum yapılanması gibi karar alma sürecini etkilemeye çalışan bir çıkar veye baskı grubu olarak ele almak da yetersiz kalır. Hareket aslında iktidar üzerinde büyük bir etkiye sahipti ve bir çok hükümet kadrosunu takipçileriyle doldurmuştu. İki müttefik arasındaki çatışma, otoriter bir hükümetin, siyasi sistemin demokratikleşmesini isteyen bir sivil toplum oluşumunun önerilerini reddetmesinden kaynaklanmadı. Gülen Hareketi’nin yapmaya çalıştığı şey, politikalar için girdi sağlama mücadelesinin çok ötesine gitmiştir. Aksine gerçekte, küresel çıkarları doğrultusunda belirlediği kendi politikalarını hükümete dayatmaya çalışmıştır.