Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Hayri Kırbaşoğlu, Türkiye’nin İslamcı(1) 28 Şubat dönemi yaşadığını ifade etti. Kırbaşoğlu; “28 Şubat” denilen süreçte, egemenlerin o gün statükoya biat etmeyen, boyun eğmeyen kesimlere uyguladığı baskıcı yöntemleri bugün bu siyasi iktidar aynen ve daha fazlasıyla kendisine biat etmeyen, muhalefet eden partilere, kişilere, kurumlara karşı tahammülsüz ve hırçın bir biçimde dozunu her gün arttırarak uyguluyor.” dedi.
AK Parti sadece muhafazakârlar için değil, farklı toplumsal kesimler için de bir umuttu. 20 yıllık iktidar deneyimine baktığımızda bu iktidar deneyimi muhafazakârlık açısından baktığımızda nasıl tanımlarsınız?
Üzüntü, hayal kırıklığı ve fiyasko. Bu
fiyaskonun getirdiği siyasi, ekonomik, sosyal hemen hemen bütün kategorilerde
maalesef tam bir yıkım ve çöküş. Bunu dışardan objektif bir bakışla herkesin
görmesi mümkün, ülkenin içine düştüğü durumu rakamlar açısından baktığımızda
bile kolayca görmek mümkün.
Bugün karşı karşıya olduğumuz tablonun,
kendini kendisini dindar, muhafazakâr hatta sağcı milliyetçi olarak tanımlayan
kesimler açısından çok daha vahim anlamı var.
Ne gibi?
Çözümün adresi ve kaynağı olması beklenen
veya böyle olacağı iddia edilen, bu iddia ile yola çıkan bir dünya görüşü,
maalesef problemin kaynağı haline ge(tiri)ldi ve bu memlekette, sol, sağ,
liberal, Atatürkçü, milliyetçi vb. hiçbir ideolojinin yol açmadığı kadar büyük
bir tahribata ve yıkıma yol açtı. Bu 20 yılın özeti budur; din dahil her alanda
“tam ve kusursuz yıkım”.
Asıl vahim olan AK Parti’nin bir proje
partisi olduğunun ortaya çıkmasıdır. Ki bu konuda partiye yakın Abdurrahman
Dilipak ve başka isimlerin açıklamalarına açık istihbarat olarak herkesin
ulaşması mümkün. AK parti bir proje partisi idi ve iflas etti. Ama ülkeyi de
şimdiye kadar olmadığı kadar siyasi, ekonomik, sosyal bütün alanlarda çok büyük
bir yıkımla, çok ciddi bir tehlike ile karşı karşıya bıraktı.
TÜRKİYE VARLIK-YOKLUK NOKTASINA
GELDİ
Nedir o tehlike?
Geçmiş dönem iktidarları zamanında da
ekonomik krizler, hayat pahalılığı vs. oldu. Özgürlükler, düşünce ve ifade
özgürlüğü problemi yaşandı. Ama bugün Türkiye bu sorunlardan daha ağırını, bir
var olma-yok olma sorununu yaşıyor. Ülke var olma ya da yok olma noktasına
geldi. Türkiye şu anda siyasi, ekonomik, sosyal, iç ve dış politikada adeta
ikinci bir kurtuluş mücadelesi verecek duruma geldi. Türkiye, Türkiye karşıtı
ülkelerin değil, bu siyasi iktidarın siyasi tercihleri ve ölümcül siyasi
hataları nedeniyle kusursuz bir çöküş, kusursuz bir yıkım döneminin eşiğine
geldi. Bunu söylemek için kehanette bulunmaya, kâhin ya da müneccim olmaya da
gerek yok.
Siz bu muhafazakâr dünyanın ne
kadar içindeydiniz?
Ben aileden dindar kökenden geldiğimi
söyleyemem. Ege’nin ortalama bir ailesinden geliyorum. Benim ilahiyatçı olmamın
sebeplerinin başında 70’li yılların İslami hareketleri geliyor. O bakımdan ben,
bu hareketin her safhasında içerisinde oldum ve hala da içerisindeyim. Diğer
yandan ben kendimi diğer ilahiyat camiasından veya İslami kesimden farklı
kılmaya gayret ettim. Bunu da her daim eleştirel olmak ve iktidar olana sürekli
muhalefet yaparak sağlamaya çalıştım. Mesela Erbakan hocamızla çalışırken de
muhaliftim, eleştiri yapardım. Akademisyen olarak da, yazdıklarım çizdiklerimle
de eleştirel yaklaşıyorum. Erbakan dışında, Turgut Özal, Hasan Celal Güzel,
Aydın Menderes, Muhsin Yazıcıoğlu, Aykut Edibali dahil sağdaki hemen bütün
liderlerle çeşitli şekillerde ve zeminlerde çalıştım, temas halinde oldum, ama
en yoğun olarak Erbakan hocamızla çalıştığımı söyleyebilirim.
AKP dönemine gelince, Erdoğan’la da hem
belediye başkanlığı döneminde hem de başbakan olduğu dönemde daha sonraki
dönemlerde irtibatlarım oldu, yine meclis başkanları, yardımcıları, genel
başkan yardımcıları, danışmanları, bakanlar veya milletvekilleri aracılığıyla
bilgi notlarını AK Parti’ye sundum. Ancak bunların tamamı eleştireldi. Yani o
zaman da eleştirel ve muhaliftim. Özetle AKP raydan çıkıncaya kadar YÖK,
Diyanet, Dış politika başta olmak üzere, aklımın erdiği her konuda iktidarın
hemen bütün çalışmalarına katkıda bulunmaya çalıştım. Ne onlara ne de diğer
partilere kapımı hiç kapatmadım, kapatan AKP olmuştur ben değil.
Dolayısıyla ben, baştan beri eğriye eğri
doğruya doğru demeye gayret ettim. Bu yüzden hep dışarıda muhalefette durdum.
ÖZEL SOHBETLERDE HEPSİ ŞİKAYETÇİ
Birlikte çalıştığınız insanlar bu
dönemde yaşananlardan hiç mi şikâyet etmediler?
Sadece çalıştıklarım değil, parti
çevresinden pek çok insan da özel sohbetlerde veya uygun ortamlarda olan
bitenlerin yanlışlığını ifade ediyor ve partiyi eleştiriyorlardı. Ancak onlar
bunu kamusal alanda söylemiyorlar ama bana “hocam sen bunları söylemeye devam
et” diyorlardı. Ben onlar istediği için değil, kendim inandığım için doğruları
söylemeye devam ettim, etmeye de devam edeceğim.
İnanan biri olarak beni bir nebze
rahatlatan, şudur ki, bu zulümler, bu haksızlıklar, bu dejenerasyon, bu
yolsuzluk, bu kokuşmuşluk, bu çürümüşlük ve bu statükocu konformizm gerçeğini
hiç kabullenmedim. Yazılarımda, konuşmalarımda bunları sürekli eleştirdim.
MAZLUMDER’in bir sloganı vardı; “Kim
olursa olsun mazlumdan yana, kim olursa olsun zalime karşı.” 28 Şubat’ta bütün ilahiyat ve diyanet dünyası
süt dökmüş kediye döndüğü bir dönemde biz birkaç ilahiyatçı olarak paşalara da
albaylara da karşı resmen kamu önünde baskılara karşı mücadele ettik. Ben o
süreçlerde bilhassa başörtüsü yasağına karşı olduğum için üç defa soruşturma
geçirdim, disiplin cezaları yedim ve üniversiteden atılma noktasına geldim.
Şunu açıkça itiraf edeyim; 28 Şubat’ı
yaşamış, onunla mücadele etmiş, hukuken mağduru olmuş biri olarak bugün
yaşadığımız “dindar, muhafazakâr İslamcı(!) 28 Şubat!” tır. Bu açıdan 28 Şubat
üzerine din ve milliyetçilik sosu dökülmüş bir biçimde bugün de devam ediyor.
İSLAMC(!) 28 ŞUBAT’I YAŞIYORUZ
Bunu açar mısınız?
Bunu açmadan önce şunu ifade edeyim;
bugünden geriye baktığımızda 28 Şubat’ın zaten AK Parti’nin önünü açmak için
atılan adım olduğunu anlıyoruz görüyoruz.
“Dindar, muhafazakâr İslamcı(!) 28 Şubat!”
derken kast ettiğim, “Laik, Kemalist (!) 28 Şubat” denilen süreçte, egemenlerin
o gün statükoya biat etmeyen, boyun eğmeyen kesimlere uyguladığı baskıcı
yöntemleri bugün bu siyasi iktidar aynen ve daha fazlasıyla kendisine biat
etmeyen, muhalefet eden partilere, kişilere, kurumlara karşı tahammülsüz ve hırçın
bir biçimde dozunu her gün arttırarak uyguluyor.
Aynı baskıcılık, aynı tek tipçilik aynı
dayatmacılık bugün de hâkim. Egemen statükonun bakışı ve mantığı aynı. Sadece
uygulayan iktidarlar farklı. Bugün yaşadıklarımızın 28 Şubat’taki süreçlerden
hiçbir fark yok. O gün 28 Şubat’a biat edenlerle, etmeyenler ayrımı vardı.
Bugün de mevut iktidara biat edenler ve etmeyenler ayrımı var.
Üstelik bugün iktidara biat etmeyenlere
yapılanlar, 28 Şubat’ta yapılanlardan çok daha acımasızca çok daha zalimce.
Mesela bana o dönem fakülte yönetimini ve fakültenin gidişatını ve seviye
kaybını tamamen akademik perspektiften eleştirdiğim için -bunu hakaret olarak
kabul edip- üçüncü ceza olarak disiplin cezası verdiler. Fakülteye/Üniversiteye
karşı dava açtım ve 28 Şubat döneminde bu davayı kazandım. Şu anda benzer bir
dava olsa kazanmam mümkün olabilir mi sizce?
AK PARTİ İSLAMCI BİR PARTİDİR
Peki AK Parti İslamcı mı,
muhafazakâr mı, devletçi mi?
AK Parti kendisini İslamcı olarak
nitelemeyebilir ama İslamcılığın bütün söylemlerini tepe tepe kullanıyor.
Dolayısıyla bunları kullanan bir partinin; “Ben muhafazakârım” demesi onu
İslamcı nitelemesinden kurtarmaz.
Maalesef AKP, İslam’ın itibarını da İslami
değerleri de ayaklar altına aldığı icraat ve uygulamalarıyla çok yıprattı,
korkunç derecede zedeledi. Bu anlamda İslamcılık, AK Parti için politik rant
olarak devşirme aracı. Bunu söylerken bizim dürüst, ahlaklı, dindar insanlara
hiçbir sözümüz olmadığını belirtmeye de gerek yok, olamaz da zaten.
Şunu ifade edeyim…
Buyurun…
İslami öğretiyi, değerleri 1’den 100’e
kadar sıralayalım. AK Parti bu 100 başlığın istisnasız hepsini ayaklar altına
aldı, almadığı, dejenere etmediği tek madde kalmadı. Dolayısıyla İslam’ın hem
de gayri İslami hedef ve idealler için çirkin biçimde kullanılmasına karşı;
bunlar İslamcı değil diyerek aklamaya çalıştığınız zaman bu partinin yaptığı
gayri ahlaki, politik amaçlı din istismarını ve dini politik amaçla
araçsallaştırma eylemini meşrulaştırmış, kamufle etmiş, üstünü örtmüş
olursunuz.
Sonuç itibarıyla hiçbir parti, politik
rant devşirme amacıyla dini istismar etme, dini araçsallaştırma konusunda AK
Parti ile boy ölçüşemez. O yüzden İslamcı ya da Siyasal İslamcı’dır yani İslami
tepe tepe kullanan ve ayaklar altına alan bir siyasi hareket anlamında
İslamcıdır. Nitekim “AKP’nin elinden dini alın geriye hiçbir şey kalmaz”
mealinde bilhassa sosyal medyada dolanımda olan değerlendirmeler gerçeği çok
büyük ölçüde yansıtmaktadır.
Maalesef bilhassa iktidar çevrelerinde
Müslümanlık gibi güya en iddialı oldukları konuda inanılmaz bir bilgisizlik,
cehalet ve bilgi kirliliği söz konusu. Mesela benim niçin -önceki dönemlerde de
yaptığım üzere – bu iktidar ve yozlaşmışlıklarını eleştirip muhalefet ettiğimi
anlamak için kimsenin umurunda olmayan şu ilkeye bir bakalım: Peygamberimiz
diyor ki, “zalim de olsa, mazlum da olsa kardeşine yardım et”. “Ya Resulallah”
diyorlar “mazlumu anladık da zalime yardım olur mu” diyorlar. “Olur” diyor,
“onun zulmünü engelleyerek” diyor. Yani ben iktidarın yaptıkları yanlışları
görmezden gelip, onlara karşı üç maymunu, hatta dört maymunu – dördüncüsü “ama
bizden” maymununu – oynadığım zaman,
onların uçuruma doğru gitmelerine engel olmak bir yana, bir tekme de ben vurmuş
olurum. Halbuki ben tam tersine bunların yaptıkları ölümcül hatalar ve yıkımlar
karşısında hem onları hem de ülkeyi kurtarmak için onları uyarmalı ve engel
olmalıyım. Benim kendime çizdiğimi misyon da bu.
CİHAT YAPTIKLARINA İNANIYORLAR
Bunu AK Parti’ye oy veren sıradan
muhafazakârlar, mütedeyyinler görmüyorlar mı?
Türkiye’de muhafazakâr kesimde 70’li
yılardan gelen bir dalga var. Bu dalgada komünizm öteki, öcü, düşman olarak
gösterildi. Komünizmle mücadele için yapılacak her şey, cihat olarak sunuldu ve
cihat yapmak için de her yol mubah gösterildi. Hatta tamamen askeri strateji
ile ilgili olan – harp hiledir rivayeti- bile bu kirli amaç için kullanıldı.
Ben 70’li yıllarda MTTB geleneğinden gelen
bir insanım. O yıllarda MTTB gibi şiddete çok fazla başvurmamış bir teşkilatta
bile mevcut düzen küfür rejimidir deyip kendi fakültemizin sıralarına, diğer eşyalarına zarar veren bir
zihniyet zayıf da olsa o zaman da vardı. Kendileri gibi düşünmeyenlerin
kadınlarını cariye, mallarını ganimet gibi gören bir zihniyet, o zaman da
çeşitli İslami guruplar içerisinde vardı. Bu zihniyet AK Parti döneminde en
gelişmiş hale erişti.
Şunda zerre şüpheniz olmasın; iktidarda
kendileri olmalarına rağmen sırf mağduriyet yaratmak için hala “bu ülkede küfür
düzeni var ve biz küfür düzenine karşı mücadele ediyoruz ve bu mücadelede her
şey mubahtır” diyen bir zihniyet hala egemen, hatta geçmişte olduğundan çok
daha güçlü bir halde.
Dolayısıyla bu insanlara, helaldi,
haramdı, ahlaktı, vicdandı, dindi, imandı gibi vaaz u nasihat söylemiyle hiçbir
şey anlatmak mümkün değil.
DİN ZEHİRLENMESİ YAŞIYORLAR
Neden, bu kadar zor mu bu?
Ben bunu uzun zamandır düşünüyorum. Bunu
kavramsallaştırmaya da çalışıyorum. Bu durumu ben; din yorgunluğu falan da
değil resmen “DİN ZEHİRLENMESİ” olarak tanımlıyor ve yorumluyorum. Bence
yaşadığımız yozlaşmışlık, çürümüşlük ve kokuşmuşluk artık dini çevrelerdeki bir
dejenerasyon değil resmen din zehirlenmesi.
Din ruhlara gönüllere zihinlere huzur
bahşeden bir şifa olması gereken– ya da İslami jargonla söyleyecek olursak,
insanların her iki dünyada mutlu olması için gönderilen – bir öğreti iken şu anda iktidar çevrelerini
zehirledi, en azından belli bir kesimi zehirlemiş durumda. Acı olan ise bunun
hazır bir panzehiri de yok. Şu anda bugünkü iktidara destek olanlar içerisinde,
IŞİD’den, Kaide’den, Taliban’dan, Şebab’tan hiçbir farkı olmayan şiddet yanlısı
ve nefret kusan bir zihniyet yaygın ve egemen, en azından dışa yansıyan
görüntüler bu şekilde, hatta İlahiyat akademyasında bile bu zihniyetin
örneklerine bol bol rastlamak mümkün.
Bugün yapılanların İslam’la, İslam
geleneğiyle, Kur’an’la, sünnetle uzaktan yakından alakası olmadığını
istediğiniz kadar söyleyin kulaklarını tamamen tıkamış vaziyetteler.
ELDE ETTİKLERİ RANTI KAYBETMEKTEN
KORKUYORLAR
Tek neden bu mu?
Değil elbet. Bunda, AK Parti’nin bu
kesimlere bilinçli olarak empoze ettiği; “Biz gidersek bütün bu kazanımlar
gidecek” söylemin de etkisi var. Burada kazanım ise öyle zannedildiği gibi
din-iman, adalet, fazilet, ahlak falan değil esas olarak rant, iktidar rantı.
İktidar yandaşlarının, “iktidarın mutlu
azınlığının” yaşantılarına bir bakın. Lafa gelince firavunvari diyerek
eleştirdiklerine benzer bir zenginleşme yaşıyorlar. Bugün artık şunu anladık;
bunların dertleri din, iman değilmiş. Bütün dertleri “şimdiye kadar laik,
Kemalist kesimler yedi, şimdi biz yiyelim” imiş. Elde ettikleri rantı korumak
için de “Biz gidersek, kazanımlarınız gider” propagandası yapıyorlar. Bu da
İslam’a aykırı olan uygulamaları İslam diye yutturarak bir beyin yıkama
yöntemiyle yapılıyor. Anlatılanların, yaptıklarının hiç birisinin İslam’la
alakası yok ama iktidar elinden gittiği zaman nimetlerinden mahrum kalma
korkusuyla insanları dinle ve rant kaybıyla korkutarak bir arada tutmaya
çalışıyorlar. Bunun da “din zehirlenmesi” denebilecek olgu ile doğrudan
bağlantısı var.
İÇİNE GİRDİKLERİ SARMAL
DEĞİŞMELERİNE İZİN VERMEZ
Değişme olasılığı yok mu AK
Parti’nin?
Bu imkân “devenin iğne deliğinden geçmesi”
ne kadar mümkünse o kadardır. Zira “Nasıl yaşarsanız, öyle inanmaya
başlarsınız” diye bir söz vardır. Artık AK Parti camiasında özellikle fanatik
yandaş iktidar rantından nemalanan kesim bütün boyut ve kesimleriyle geri
dönülemez bir noktaya gelmiş durumdalar. Yozlaşma, kokuşmuşluk, çürümüşlük,
dejenerasyon ve statükocu konformizm onları tamamen esir almış durumda. Bir
insanın 20 yıllık geçmişine baktığınız zaman artık onun ne yapacağını, ne
yapamayacağını, nerede geri adım atacağını veya atmayacağını bilirsiniz,
kestirirsiniz. Ben AK Parti’nin geldiği noktada geri dönmenin mümkün olmadığını
düşünüyorum, bunu zaten her geçen gün yaşayarak da görüyoruz.
Kategorik olarak AK Parti’ye karşı değilim
ama sosyolojik bir vakıa olarak görünen o ki artık isteseler de düzelmeleri,
doğru yola gelmeleri, ıslah olmaları mümkün değil. Kendileri faraza isteyebilir
fakat mevcut dejenere yapı, içine girdikleri sarmal buna asla müsaade etmeyecektir.
Zaten mümkün olmadığını da yaşayarak görüyoruz. Şu anda resmen bu topluma
siyasi, ekonomik ve sosyal açıdan maddi-manevi her tür zulüm ve işkence
yapılıyor. Yaptıkları ölümcül hataların, siyasi, ekonomik, sosyal ölümcül
faturasını millete ödetiyorlar.
İtiraf edelim ki, zor bir durum karşı
karşıya olduğumuz…
Hem de çok zor. Bu zehirlenmenin tedavisi
bayağı bir zaman alacak. Önümüzde her alanda olduğu gibi dini alanda da ciddi
bir restorasyona ihtiyaç var. Özellikle ilahiyat ve diyanet camiasında, dindar
kesimlerde sağduyulu olanlara çok ihtiyaç var.
MUHALEFET ELİNDEN GELENİ YAPIYOR
Peki bu propaganda nasıl etkisiz
kılınabilir?
Bu konuda muhalefet elinden geleni
yapıyor. Bu iktidar yandaşı kesime biraz daha güven aşılamalı. Eğer bu
başarılabilirse AK Parti tabanında çözülmenin çok daha hızlı olacağı
kanaatindeyim.
Muhalefet içinde AK Parti’den kopan
partiler de var. Onların varlığı bir güven vermez mi bu kesimlere?
Verir ama bunun bir ortak sesle güçlü bir
biçimde sürekli dillendirilmesi önemli. Bu kesimlere gelecek restorasyon
döneminde toplumda dinlerine, imanlarına, mezheplerine, ideolojilerine
bakılmaksızın herkesin eşit, özgür ve güven içerisinde olacağına dair güven
verilmesi yeterli olacaktır. Bu bağlamda rahmetli Aliya İzzetbegoviç’in “TEVHİD
sadece aynı dine inanan insanların bir arada barış ve adalet içinde yaşaması
değil farklı din ve ideolojilere mensup insanların bir arada barış ve adalet
içerisinde yaşaması demektir” şeklindeki bakış açısı, toplumsal uzlaşma ve
barış için bir çıkış noktası olacaktır.
İktidar muhalefetin bunu başaracağından
korktuğu için Lübnanlaşma, Suriyeleşme, Iraklaşma Yemenleşme gibi kaotik örnekler
üzerinden kendi çevrelerinde korku ve endişe yaratarak, ötekileştirme
söylemiyle bu endişeleri canlı tutmaya çalışıyor. Ancak benim güvencem bu
gidişatın gidişat olmadığını o kesimden bazı insanlar da görüyor ve artık daha
yüksek sesle bunu dile getirmeye başlıyorlar.
Umutlu musunuz?
Umutlu olmak istiyorum. Önümüzdeki süreci
kazasız, belasız, barışçıl ve demokratik yolarla hatta gerekirse bu iktidarı da
işin içine katarak atlatmak zorundayız. Bu iktidarın yaptığı gibi devri sabık
yaratma, rövanşizm ve intikam duygusuyla değil, demokratik özgürlükçü
eşitlikçi, kimlikler üstü bir Türkiye’yi birlikte kurma duygusuyla hareket
etmeliyiz.
Sosyal medyada sık sık Cemil Meriç’in bir
aforizmasını kullanıyorum; “Evladım bu memlekette ilerici-gerici yoktur, sağcı-solcu
yoktur. Bu memlekette namuslular ve namussuzlar ile bunların kavgası vardır.
Siz namuslulardan yana olun bakın ne kadar kalabalık olduğunuzu göreceksiniz”.
Bilhassa Millet ittifakı partilerinin temsil ettiği ve bugünlerde topluma ilan
edilecek bir “Ortak iyi” var. Ve bu ortak iyiye varmak için ortak akılı
kullanarak yeni bir dönem açılması lazım. Bu süreçte gerekirse AK Parti de
dahil edilmelidir. Dediğim gibi sırf bu güzel memlekete ve güzel memleketin
insanına olan saygım ve sevgimden dolayı, iktidarın bütün yaptıklarına rağmen
bunu söylüyorum.
DEĞİŞİMİ DERECE İLE ÖLÇMEK MÜMKÜN
DEĞİL
Erdoğan ile çalışma imkânı buldunuz
mu, bugünkü Erdoğan ile o günkü Erdoğan arasında nasıl bir değişim var?
Derecelendirilemeyecek kadar büyük bir
değişim dönüşüm var. AK Parti’nin ilk yıllarında sol, liberal kesimlerin
desteklediği gibi biz de destekledik. Bilhassa Mehmet Aydın Hoca Devlet Bakanı
olunca biz Türkiye’de dini düşüncede bir aydınlanma, rönesans yaşanabilir diye
düşündük. Hatta onun bakanlıktaki odasından çıkmaz olduk. Büyük hayallere evet
aynen büyük hayallere, umutlara kapıldık.
Fakat sonradan anladık ki hocamız bu
ülkenin müzmin bir sorununu çözmek için kendisini buna vakfetmek yerine
herhalde kendisini daha fazla önemsemiş olmalı ki, bu hayallerimizin hepsi de
suya düştü. Ülkenin yetiştirdiği en iyi ilahiyatçı unvanı verilen bu kişinin şu
anda nerede olduğunu bile bilmiyoruz. Adeta buharlaştı. Bu da bizim bir şok bir
hayal kırıklığı oldu.
Peki muhalefetin performansını
nasıl buluyorsunuz?
AK Parti dönemi, bir tek parti /tek adam
rejimi olarak büyük bir yıkıma yol açtı buna hiç şüphe yok. Bu sürecin olumlu
tarafı AKP karşı ülkeyi yıkımdan kurtarmak için farklı dünya görüşlerine sahip
insanları bir araya getirmesi oldu. Bir araya gelemez dediğimiz kesimlerin bir
araya gelerek bir uzlaşma kültürü yaratmaya başladığını görüyoruz. Ülke için
büyük kazanım bu. Siyaseten AK Parti’nin iktidardan uzaklaşması ilk etapta
büyük kazanç olacak ama geleceği inşa için partilerin kimlikler üzerine çıkarak
ortak bir yol, ortak bir siyasi akıl üretmeleri çok daha önemli ve değerli hale
geliyor.
Ben bir biçimde muhalefetteki tüm
partilerle şu veya bu şekilde irtibat halinde olmaya ve dağarcığımdaki mütevazı
katkıları sunmaya çalışıyorum.ve bu yönde bir çaba olduğunu görmek beni mutlu
ediyor. Elbette bu süreçte her parti ve liderinin, kadrolarının özel bir yeri
var ama özellikle Sn. Kılıçdaroğlu, Meral Akşener ve Temel Karamollaoğlu’nun
hem partilerini yenileme, güncelleme ve dönüştürme iradesi hem de muhalefeti
bir arada tutma çabaları takdire şayan. Millet ittifakı Ali Babacan’ın
tabiriyle “Nasıl yaparız da uzlaşırız” modunda ve bu çok çok önemli bir
zihniyet değişimi demektir. Kaldı ki bu ittifakın temeli yerel seçimlerde
atıldı ve muazzam başarılı oldu. O başarı aslında iktidar olanaklarını
düşündüğünüzde kazanılanın 100 katı ile çarpılması gereken bir başarı
değerindedir.
Ama burada tekrar vurgulamak gerekirse
Millet ittifakının bu memlekete AKP iktidarına son vermek gibi tarihe geçecek
fevkalade büyük hizmeti dışında ve ondan da öte asıl büyük hizmeti, din,
mezhep, ideoloji, cinsiyet, sınıf ve hayat tarzı üzerinden bu ülkede fay
hatları yaratarak politika yapma dönemine son vererek kapatması; gerilim ve
çatışma değil uyum ve uzlaşma kültürü üzerinden ülkenin geleceğini “ORTAK AKIL
İLE ORTAK İYİYE DOĞRU” vizyonuna oturtmasıdır. Bu gerçekleştiği takdirde AKP
döneminin “yalancı baharına” mukabil, ülkemiz ve bölgemiz açısından bir “gerçek
bahar” yaşanması pekala mümkün ve gereklidir. Edindiğim bilgiler ve yaptığım
gözlemler ışığında Millet ittifakı hareketinin bu ulusal ve bölgesel ölçekli
kapsayıcı, kuşatıcı ve uzlaşmacı vizyonunu
-ki ileride demokratik sisteme geçildiğinde buna isterse AKP-MHP de
katılabilir – hayata geçirecek donanıma ve adanmışlığa sahip kadroların ve
birikimin bu ülkede fazlasıyla mevcut olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.
Bu ülke bu uzlaşma kültürünü inşa ettiği
anda, siyasi, ekonomik ve sosyal alanda gerçek anlamda bir şahlanma dönemine
girecektir. Barışarak, uzlaşarak, ortak akılla ortak iyiye ulaşmak amacıyla
girişilecek bu çabanın, bu -hamasi değil- gerçek anlamda yeniden dirilişin ve
ulus olarak – lafta değil fiili olarak- şahlanmanın Cumhuriyetin kuruluşunun
ikinci yüzyılı başı olan 2023’e denk gelmesi dilek, temenni, dua ve
niyazımızdır. Kendimizden ziyade geleceğimiz, gelecek nesillerimiz,
evlatlarımız ve torunlarımız için bu dilek, temenni ve duaların gerçekleşmesine
ihtiyacımız var, hem de çok.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.