6 Aralık 2021 Pazartesi

İktisatçı Erhan Usta Çin modelini anlattı: Türkiye tefeciye mahkum olur Taha Akyol-06/12/2021

İKTİSATÇI ERHAN USTA TAHA AKYOL’UN SORULARINI CEVAPLADI:

EN AZ 40 YIL SEFALETİ HEDEF OLARAK KOYUYORLAR Çin insanların yıllarca hangarlarda yaşayarak güvencesiz çalıştığı bir süreçten geliyor. Türkiye’nin önüne Çin’i model olarak koymak, en az 40 yıl emeği sömürmek, sefaleti hedef göstermek demek.

SUNDUKLARI MODEL DEĞİL ÇARESİZLİK SENARYOSU Yeni model iki ay önce akıllarında dahi yoktu. 'Çaresizlik senaryosu' bir model olarak takdim ediliyor. Kur artışlarının kontrol altında olduğu algısını oluşturmak için çaresizlikten ortaya atılmış bir şey.

128 MİLYARI HEBA EDEN ALBAYRAK EKİBİ İŞ BAŞINDA Berat Albayrak ekonomi yönetimine tamamen hâkim. Yönetimini getirmekle kalmadı, ekonomi politikalarını da kurgular durumda. 128 milyar doların heba edilmesi, Berat Albayrak ve ekibinin marifeti.

BU POLİTİKAYI 2023’E KADAR SÜRDÜRME İMKÂNI YOK Erdoğan’ın bu politikaları Haziran 2023’e kadar sürdürme imkânı yok. Ekonomi bu yükü kaldıramaz. Politikalar devam ederse enflasyon hızla yükselecek, işsizlik artacak ve yoksullaşma derinleşecek.

Cumhurbaşkanı’nın ekonomik büyüme konusunda Çin’i örnek göstermesinin anlamı nedir?

Çin, kalkınmak isteyen bir ülke için örnek olabilir. Ancak Çin’in gelişme hikayesi bugün başlamıyor. Bugün Çin’i model alalım diyorsanız 40 yıl öncesine gitmeniz gerekir. Yıllarca insanların büyük hangarlarda yaşayarak çalıştığı, hiçbir sağlık ve sosyal güvencesinin bulunmadığı, karın tokluğuna yaşamak için çalışmaktan başka çaresinin olmadığı bir süreçten geliyor Çin.

Çin, 1980-2020 döneminde, ortalama olarak, milli gelirinin yüzde 41.6’sını tasarruf etti. Bu tasarrufları da üretken yatırımlarda kullandı. ABD başta olmak üzere birçok gelişmiş ülkeden ciddi miktarda doğrudan yatırım çekti. Bu kaynaklarla konut, AVM veya gereksiz alt yapı yatırımları yapmadı. Bu paraları ülkesini bir üretim üssü yapmakta kullandı. Böylece, 1980-2020 döneminde Çin’de sabit sermaye yatırımlarının GSYH’ya oranı yüzde 39,4 olarak gerçekleşti.

Tabii tasarruf edip kaynaklarını da üretken yatırımlarda kullanınca sürdürülebilir yüksek bir büyüme elde etti. 1980-2020 döneminde Çin’in ortalama büyümesi yüzde 9,3 olarak gerçekleşti. Ayrıca Çin, büyümenin oluşturduğu imkanları gelişme/kalkınma için kullandı.

Biz Devlet Planlama Teşkilatını kapatırken, Çin bunları güçlü bir merkezi planlama ile yaptı. Devlet kapitalizmi ile özel sektör iş birliğini güçlü bir şekilde koordine etti. Sanayisini güçlendirdi, dönüştürdü. Teknolojiye yıllarca yatırım yaptı. Şu anda dünyada 500 büyük şirket sıralamasında ABD’yi geçerek ilk sıraya yükseldi.

Çin, hâlâ ciddi gelir adaletsizliğinin olduğu, kapalı bir ülke.

Şu anda Türkiye’nin önüne Çin’i bir model olarak koymak en az 40 yıl çalışanların emeğini sömürmek anlamına gelir. Bugün dahi zor geçinen işçilerimizi iyice süründürmek anlamına gelir. İyi-kötü var olan sendikal hakları yok etmek anlamına gelir.

Çin, bugüne kadar çevre kaygısı olmadan üretim yaptı. Şimdi bir yandan Türkiye’de iklim değişikliği bakanlığı kuracaksın, diğer yandan çevre duyarlılığı olmayan Çin’in 40 yıl önceki halini model alacaksın.

Bizim tasarruflarımızın milli gelire oranı Çin’in ancak yarısı kadar. Biz Çin’e göre aşırı borçlu bir ülkeyiz.

Özetle, Çin modeli demek Türk milletinin önüne en az 40 yıl sefaleti hedef olarak koymaktır.

NEYİ DEĞİŞTİRİYORLAR?

Cumhurbaşkanı Erdoğan, “bugüne kadar yüksek faiz düşük kur modelini denedik, netice alamadık, şimdi model değiştiriyoruz” diyor. Neyi değiştiriyorlar?

Türkiye 1980’den itibaren ihracat odaklı büyümeyi esas alan bir ekonomik model uygulamaktadır. Bunu başardığı zamanlar olmuştur, başaramadığı zamanlar olmuştur, ama bu hedeften hiç vazgeçmemiştir.

Ak Parti de kendisinden önceki hükümetlere benzer bir model uygulaya gelmiştir.

Ak Parti 2002 yılı sonunda iktidar olduğunda, reformları yapılmış ve siyasi bedeli başka siyasi partilerce ödenmiş tertemiz bir reform ortamı devraldı. Ayrıca küresel likiditenin oluk oluk bizim gibi gelişmekte olan ülkelere aktığı bir dönemdi. Ak Parti geldiğinde IMF ile bir program yürütülüyordu. Ak Parti bu programı aynen devam ettirdi, hatta süresini uzattı ve 5,5 yıl kesintisiz bir şekilde IMF ile program yürütmüş oldu.

Güçlü tek başına iktidar, AB’ye tam üyelik perspektifi, Türkiye’ye ciddi yabancı kaynak girmeye başladı. Burada iktidarın temel hatası bu kaynakların üretken alanlarda veya ticarete konu alanlarda kullanılmasına ilişkin tedbir almamasıydı. Hatta AVM, konut, ihtiyaç fazlası alt yapı yatırımları yapılmasını hükümet bizzat teşvik etti. Tabii bu esnada ciddi kentsel rantlar oluştu. Yasal olarak bu ranttan vergi almak mümkün olmadığı için bu rant müteahhit ve yerel/merkezi iktidar sahipleri arasında paylaşıldı. Yıllarca süren bu durum iktisadi olarak Türkiye’yi bitirdiği gibi kentleşme, yolsuzluk gibi ciddi sorunlara yol açtı.

19 yıllık Ak Parti hükümetleri döneminde Türkiye yaklaşık 600 milyar dolar cari açık verdi. Diğer bir ifadeyle bu miktarda net dış kaynak kullandı. Artı, kendi tasarruflarımızı da yatırımlarda kullandık ama ülkemizin üretim kapasitesi bu miktarın çok çok altında arttı. Bunun sebebi bu kaynakların önemli kısmının betona gitmesidir. Daha da vahimi bu esnada oluşan yolsuzluklardan elde edilen gelirlerin önemli kısmı yurt dışına çıkartıldı.

DIŞ KAYNAK?

Dış kaynak olarak dış borçlar?

Bu 600 milyar doların yaklaşık 320 milyar doları dış borç şeklinde geldi. Kalanı yabancılara gayrimenkul, banka, sigorta şirketleri, reel sektör şirketleri ve hisse senedi satılması şeklinde geldi. Türkiye şimdi dışarıdan kullandığı bu borçları geri ödeme sıkıntısı çekiyor. 10 yıldan fazla süredir ekonomide alınan kararlarda ciddi hata yapılması, verimlilik kaynaklı bir büyüme yapısı oluşturulamaması, hukuk dışı ve anti demokratik uygulamaların yaygınlaşması, kurumların aşırı yıpratılması/itibarsızlaştırılması, istişarenin yok olması, ehliyet ve liyakatin tamamen kaybolması, partili cumhurbaşkanlığı sistemiyle tek adam rejimine geçilmesi gibi nedenlerle dış kaynak girişinin giderek azalması ve sonunda durma noktasına gelmesi Türkiye’yi en kırılgan ülkelerden biri haline getirmiştir. Özellikle Mart 2021’den sonra işlerin hiçbir şekilde toparlanamaması ve bunun piyasalar tarafından algılanması sonucu Mart ayında 6,88’e kadar gerileyen dolar kurunun 14 liraya yaklaştığını görüyoruz.

SANAYİ PAYI KÜÇÜLDÜ

Yeni modelden bahsediyorlar, bu nedir?

Hükümetin kafasında yeni bir model yok, uyguladığı bir model de yok. Üst üste yapılan hatalar sonrasında işi toparlayamayacağını gören Erdoğan ve ekibi “çaresizlik senaryosunu” bir model olarak takdim etmektedir.

İddia ettikleri gibi bir modeli uygulayacak hangi alt yapıyı hazırlamışlardır? Sanayide hangi dönüşümü yapmışlardır? Teknolojiye yatırım yapılmış mıdır? Türkiye’nin hem mal hem de finansman açısından dışa bağımlılığı artmıştır. İmalat sanayinin GSYH içindeki payı hala yüzde 20’nin altındadır. Halbuki cari fazla veren ülkelerde bu oran uzun yıllar boyunca yüzde 35’in üzerinde seyretmiştir.

Eylül ayı içinde Cumhurbaşkanı imzasıyla yayınlanan Orta Vadeli Program’da yeni model yoktu. Yeni model nasıl bir modelse iki ay önce dahi akıllarında yoktu. Ortada yeni bir model yok. Ekonomideki bozulmanın, özellikle kur artışlarının kontrol altında olduğu algısını oluşturmak için çaresizlikten ortaya atılmış bir şeydir yeni model dedikleri…

Eski Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın her yıl açıklanan orta vadeli programı yeni bir model olarak sunması ayrı bir kepazelikti. Özellikle partili cumhurbaşkanlığı sistemine geçtikten sonra ekonomik sorunların çığ gibi büyümesi sürekli yeni model takdimlerini beraberinde getirmiştir.

TL’Yİ ERİTEREK İHRACAT?

TL’ye değer kaybettirerek, yani ucuza mal satarak döviz kazanarak yatırım yapıp büyümek mümkün mü?

Mümkün değil, hele makro ekonomik göstergeleri ve üretim yapısı bizim gibi olan bir ülkede hiç mümkün değil.

Türk lirasına değer kaybettirerek kısa süreli ihracatı cazip, ithalatı pahalı hale getirebilirsiniz ancak bu kalıcı olmaz. Bunun kalıcı olabilmesi için ücretleri reel olarak sürekli geriletmeniz gerekmektedir. Ancak o zaman emek yoğun sektörlerde belli bir rekabet gücü kazanabilirsiniz. Bu da başka milletlere ırgat olma anlamına gelmektedir. Ak parti Türkiye’yi ırgat ülke yapmaya çabalamaktadır.

 

Türkiye 2 aydır cari fazla veriyor diye sürekli cari fazla vereceğiz demek bu işi bilmemek demektir. Türkiye 1994, 1998-99 ve 2001 krizinde, 2002 ve 2019 yıllarında kesintisiz bir şekilde 8-9 ay süren cari fazlalar vermiş ama bu durumu sürdürememiştir. Bu dönemlerin ortak özelliği, Türk lirasının aşırı değer kaybetmesidir. Bugün de aynı durumu yaşıyoruz.

CARİ AÇIK SORUNU

Neden böyle, neden sürekli cari fazla veremiyoruz?

Madde madde anlatayım:

-Türkiye, ithalat yapmadan üretim yapamıyor. Özellikle ara malı ve sermaye malında dışa aşırı bağımlıyız. 20 yıllık Ak Parti hükümetleri bu bağımlılığı azaltacak tedbirler almadığı gibi artırdı.

-Finansman açısından dışa bağımlıyız. Hem mevcut borçlarımızı ödemek hem de üretimimizi finanse etmek için dış kaynak ihtiyacımız var. Yurt içi tasarruflarımız mevcut yatırımlarımızı dahi finanse etmeye yetmiyor. Kurun sürekli artması istikrarsızlık demektir. İstikrarsız bir ekonomiye de dış kaynak gelmez. Uzun vadeli veya doğrudan yatırım hiç gelmez.

-Kur istediği yere gitsin diyemeyiz, dış borçlarımız çok yüksek. Yıl başında dış borç stokumuzun TL karşılığı 3,2 trilyon lira idi. Bugün 6,2 trilyon liraya çıktı. 11 ayda dış borçlarımızdaki artışın ne anlama geldiği, 2021 yılı vergi gelirlerimizin 1 trilyon lira olduğu düşünülürse daha iyi anlaşılacaktır.

-Dış talepteki artışı karşılayacak üretim kapasitemiz yok. Kurun sürekli arttığı, belirsizliğin hat safhada olduğu bir ekonomide kimse üretim kapasitesini artıracak yatırım yapmaz.

-Üretim ve ihracatımızın teknoloji seviyesi çok düşük.

-İhraç ettiğimiz ürünler yoğun olarak yurt içinde kullandığımız ürünler. Bu ürünlerde dış talebin artması içeride alım gücünü düşürecektir.

-Ülkemizde kur-enflasyon geçişkenliği çok yüksek. Kurun artması doğrudan enflasyon ve yoksullaşma demek. Gelir dağılımının son yıllarda aşırı ölçüde bozulduğu ülkemizde bu politika daha fazla sürdürülemez.

-Son olarak, Türk milleti, başka milletlere ırgatlığı kabul etmez.

BERAT ALBAYRAK ÇİZGİSİ?

Berat Albayrak’ın çizgisine mi dönüldü?

Berat Albayrak’ın bir çizgisi var mıydı bilmiyorum ama şu anda Berat Albayrak ekonomi yönetimine tamamen hâkim. Kendisinin bakanlıktan ayrıldığı sıkıntılı dönemde ona sahip çıkan sadece iki isim vardı, bugün ikisini de en kritik bakanlıklara getirildi: Mehmet Muş ve Nureddin Nebati. Merkez Bankası Başkanı operasyonunu da Berat bey yaptı. Enerji Bakanı, SPK ve BDDK başkanları zaten onun daha önce getirdiği kişilerdi.

Berat Albayrak’ın Türkiye ekonomisine verdiği zararın boyutu tahminlerin ötesinde yüksektir. 128 milyar doların heba edilmesi, Berat Albayrak ve ekibinin marifetidir. Albayrak Hazine bakanı olduktan sonra sadece bütçe borçlanmasında yanlış bir strateji takip etmesinden kaynaklanan ilave maliyet 1,3 trilyon liradır. Borçlanma stratejisindeki büyük yanlışlığın Bütçeye şu ana kadar olan maliyeti bir yıllık vergi gelirimizden daha yüksektir.

Berat Albayrak ekonomi yönetiminin her tarafına sadece kendi yönetimini getirmekle kalmadı, ekonomi politikalarını da kurgular duruma geldi. Kendisinin bizzat bakan olduğu dönemdeki başarısızlıkları ortadadır. Berat Albayrak kafasıyla ekonomide başarı mümkün değildir.

MİLLİ PARA SÜREKLİ ERİYOR

TL’ye değer kaybettirmenin faturası ne? Yeni politikalar, “ucuza kapatma” iştahıyla dış yatırım çekebilir mi?

Türk lirasına değer kaybettirmenin faturası, az önce ifade ettiğim gibi dış borçlarımızın TL karşılığının artması demektir. Aynı zamanda bütçenin borçları da olağanüstü artacaktır. Çünkü özellikle Berat Albayrak döneminde yurt içinde altın ve döviz cinsinden olağanüstü borçlanmalara gidilmiştir. Bütçe borç stokunun yüzde 81’i dövize, altına ve enflasyona endekslidir. Bu üç değişkenin de kurla birlikte hareket ettiği düşünülürse kurdaki her artış devletin borcunu artıracaktır.

Kur artışı artan enflasyonla birlikte fakirleşme demektir. Özellikle dar ve sabit gelirliler ile çiftçi ve esnaf enflasyondan en fazla olumsuz yönde etkilenen kesimlerdir.

Kurun yükselmesi ülkemizin kendi vatandaşlarına pahalı, yabancılara ucuz hale gelmesidir. Üretim faktörlerimizin ucuz bir şekilde yabancılara kullandırılması anlamına gelecektir.

 

Kurun hızlı yükselmesi servetin el değiştirmesine de yol açacaktır. Ayakta durmakta zorlanan firmalar ya iflas edecek ya da üretim tesislerini kelepir fiyata yabancılara satacaktır. Hisse senetlerimiz sudan ucuz fiyata yabancıların eline geçecektir.

Biz yabancı sermayeye karşı değiliz ancak varlıklarımızın yok pahasına yabancılaşmasına rıza gösteremeyiz.

Milli paranın sürekli ve aşırı değer kaybetmesi istikrarsızlık demektir. Bunun sonucu da ülkeyi uluslararası tefecilerin eline düşürmek demektir. Nasıl ki, bilançosu düzgün olmayan bir işletme bankadan kredi alamaz, tefeciden çok yüksek faizlerle kredi alır, bu politikalar Türkiye’yi bu hale getirir.

ÖNÜMÜZDEKİ İKİ YIL?

Bir iktisatçı olarak önümüzdeki iki yılı iktisaden nasıl görüyorsunuz?

Bu soruya cevap verebilmek için Cumhurbaşkanının bu süre içinde değişip değişmeyeceği konusunda bir varsayım yapmak gerekiyor. Sayın Erdoğan’ın bu politikaları Haziran 2023’e kadar sürdürme imkânı yok. Ekonomi bu yükü kaldıramaz. Ya Erdoğan kısa süre içinde bu politikasını değiştirecek ya da yapılacak bir erken seçimle kendisi değişecek.

Bu politikanın devam etmesi durumunda, önümüzdeki aylarda enflasyon çok hızlı bir şekilde yükselecek, mal kıtlığı yaşanacak, işsizlik artacak, iflaslar artacak, el değiştirmeler hızlanacak, yoksullaşma iyice derinleşecektir.

Bu politikaların devam etmesi durumunda, bir sonraki safhada da Türkiye şu anda yaşadığı ekonomik krizin yanı sıra ödemeler dengesi ve finansal sistem krizini birlikte yaşayacaktır.

Ben bunların tamamının yaşanmadan ya bir yönetim değişikliği ya da politika değişikliği olacağını düşünüyorum. Çok yüksek faiz artırımıyla başlayacak politika değişikliği, ülkenin komple çökmesini önleyecek ama sorunların çözülmesini sağlamayacaktır.

ÇIKIŞ YOLU?

Nasıl düzlüğe çıkarız?

Erdoğan yönetimiyle düzlüğe çıkmak mümkün değildir. Çünkü Erdoğan, güvenilirliğini tamamen yitirmiştir, iş yapacak bir ekibe ve enerjiye sahip değildir, kirlilik çok artmıştır.

Güveni tesis edecek, belirsizlikleri yok edecek, öngörülebilirliği artıracak; yönetim sistemini değiştirecek, hukukun üstünlüğünü hâkim kılacak, ehliyet ve liyakate önem verecek, kurumlarımızın itibarını ve kapasitesini yükseltecek; üretimi ve ihracatı esas alan bir ekonomi programı uygulayacak; sorunlarının çözümünü bekleyen geniş halk kitlelerinin refahını artıracak yepyeni, tertemiz, dinamik bir yönetimle düzlüğe çıkarız.

"Türkiye’nin önüne Çin’i bir model olarak koymak en az 40 yıl çalışanların emeğini sömürmek, bugün dahi zor geçinen işçilerimizi iyice süründürmek anlamına gelir. İyi-kötü var olan sendikal hakları yok etmek ve Türk milletinin önüne en az 40 yıl sefaleti hedef olarak koymak anlamına gelir."

"Kur istediği yere gitsin diyemeyiz. Yıl başında dış borç stokumuzun TL karşılığı 3,2 trilyon lira idi. Bugün 6,2 trilyon liraya çıktı. 11 ayda dış borçlarımızdaki artışın ne anlama geldiği, 2021 yılı vergi gelirlerimizin 1 trilyon lira olduğu düşünülürse daha iyi anlaşılacaktır."

"Milli paranın sürekli ve aşırı değer kaybetmesi istikrarsızlık ve ülkeyi uluslararası tefecilerin eline düşürmek demektir. Nasıl ki, bilançosu düzgün olmayan bir işletme bankadan kredi alamaz, tefeciden çok yüksek faizlerle kredi alır, bu politikalar Türkiye’yi bu hale getirir."

ERHAN USTA KİMDİR?

Ankara Üniversitesi SBF Maliye Bölümü mezunu. ABD Northeastern Üniversitesi’nde İktisat Politikası ve Planlama dalında bölüm birincisi olarak master derecesi aldı. Devlet Planlama Teşkilatı ve Kalkınma Bakanlığı’nda Uzman, Daire Başkanı, Genel Müdür, Müsteşar Yardımcısı olarak görev yaptı. Samsun milletvekili. İYİ Parti Grup Başkan vekili.

1 Aralık 2021 Çarşamba

Türkiye’de siyasal partiler neden ‘cemaat’leşiyor? İlhami Güler-01/12/2021

BATI İCADI OLARAK CUMHURİYET VE DEMOKRASİ

Siyasal parti, Demokrasinin en temel unsurlarından biridir. Toplumun kültürel kimliği, ekonomik gelişmesi ve devletin yönetilmesi hususunda fikri, ideolojisi ve programı olan insanların bir araya gelerek oluşturdukları bir örgüttür. Seçimler sonucu iktidara gelir, ortak olur veya muhalefette kalarak programı doğrultusunda topluma, ülkeye, devlete hizmet eder. Demokrasi, doğası gereği “Tek Parti” değil; çok partili bir rejimdir. Parti, doğası gereği ortak akıl, istişare (şura) yolu ile fikir-çözüm üreten bir yapıdır. Demokrasi ve Parti, geleneksel Kilise ve Feodal bağlılıkların çözüldüğü, şehirleşmiş, mesleki olarak uzmanlaşmış ve bireyleşmiş toplumsal yapılarda ortaya çıkmış bir olgudur. Parti başkanı, kendine partinin iç tüzüğü gereği bazı yetkiler verilmiş bir temsilci ve sözcüdür. Başbakanlık yapacak bazı özel yeteneklerinin bulunması gerekir. Ancak Parti başkanı, karizmatik “Lider” niteliklerine sahip olsa da, düşüncelerini, partinin organlarından özgür tartışma ve oydaşma ile geçirir. Bir “Çoban” değildir. Cumhuriyet ve Demokrasi, bireysel ahlaki sorumluluklarını müdrik insanların oluşturdukları katılımcı rejimlerdir. Diğerleri, bireysel güç istenci veya toplumsal cehalet-sürü niteliklerinin ürünleridir. Cumhuriyet ve Demokrasi, Avrupa’da uzun süren Aristokrasi-Krallık, Feodalite ve Kilise egemenliğinin Fransız İhtilali ile sona erdirilmesinin akabinde Burjuva sınıfı tarafından geliştirilmiştir. Doğu toplumlarında ise, istisnasız, genellikle “Çoban-Sürü İlişkisi” siyasetin egemen kodudur.

TÜRKİYE'NİN SOSYOLOJİK GEÇMİŞİ-GENETİĞİ

Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlıdan gelen ve Aile-Kişi kültüne (Osmanoğulları) dayanan “Saltanat” rejiminin ilga edilmesi ile kurulmuştur. İlk otuz yılı, bu genetiğe yaslanan “Tek-Adam/Tek-Parti” rejimi ile idare edilmiştir. Türklerin tarihsel-toplumsal yaşam formasyonları “Asker”lik (Garnizon), Akraba-Kabile (Yedi sülale) ve Mezhep-Tarikattır. Cumhuriyet döneminde bunlara “Cemaat” ve göçten doğan “Hemşehricilik/Getto”lar eklenmiştir.

Türkler, asker bir millettir. Yani “emir-komuta” zincirine bağlı olarak hareket eder. Hakan, Han, Kağan, Başbuğ, siyasi ve aynı zamanda askeri bir otoritedir. Toplumun tümü de “Er” veya “Ordu”dur: “Bütün Türkler bir ordu/Katılmayan, “kaçak”tır/Töremizde yazılı/Harpten kaçan, alçaktır.” (Z.Gökalp). Kadınlar, evlendikleri zaman, buna: “Er’e gitmek” denir. Hoca, efendi, cenaze namazını kıldırırken, ölen kişi, eğer erkek ise, “Er-kişi niyetine” diye cemaate hatırlatma yapar.

Boylar-Soylar-Obalar halinde göçebelikten yerleşik hayata geçeli uzun bir süre geçmiş olmasına rağmen; tarım ve hayvancılık sürdüğü, endüstri ve şehirleşme gelişmediği için, akrabalık ve sülale/kabile-aşiret yapıları kolayca çözülmemiştir. Küfrederken “Yedi Sülale”nin işin içine karıştırılması, bunun ifadesidir. Evliliklerde akraba içi evlilikler korunmuştur. “Bizim kepeğimizi, bizim köpekler yesin” deyimi, bunu ifade eder.

“Dayanışma” anlamında “Mezhepçilik”, Türklerde daha ziyade Türkmen kökenli “Alevilik” olarak tezahür eder. Bunun sebebi ise, Alevilerin, Osmanlıda takibata uğratılmaları ve dini bağlamda aşağılanmalarıdır. Sünni iktidardan uzak tutulmalarıdır. Sünnilerin bu tavrı da, tersten “Mezhepçilik”tir. Bu sosyoloji, Cumhuriyet döneminde de çeşitli şekillerde devam etmektedir. Diyanet kurumu, “Sünniliği” esas alarak kurulmuştur. Sayın Erdoğan, Muhalefet partisinin başkanının “Alevi” kökenli oluşunu, aşağılama iması ile kendi seçmenlerine ilan etmiştir.

“Tarikat”, Türklerin en yaygın dini örgütlenme tarzıdır. Bir şeyhin etrafında örgütlenmiş müritler topluluğu, sıkı bir şekilde –sorgusuz-sualsiz- birbirine ve şeyhe bağlıdır. Bu bağlılık, siyasal otoriteye olan bağlılıktan daha sıcak ve güçlüdür. Bu örgütlenme tarzı, “dini” olduğu kadar, aynı zamanda “iktisadi”dir. Yoksul kitlelerin hayata tutunma vesilesi olmuştur: “Tekkeyi bekleyen, çorbayı içer.”

“Cemaat” yapıları, Cumhuriyet döneminde Şeriatın-Tarikatın ve Hilafetin ilga edilmesine ve seküler yaşam tarzı telkinlerine-baskılarına karşı ortaya çıkmış, “Tarikat” örgütlenmesine benzer, sosyolojik yapılardır. Reislerini “Hoca”, “Efendi”, “Hoca Efendi”, “Ağabeyi” diye çağırırlar. Dini ve –gizli olarak da siyasi- olan otoriteye ve kendi aralarında birbirlerine bağlılığı, tarikatlardakinin aynıdır.

Hemşehricilik, 1950 sonrası büyük şehirlere doğru oluşan göçün ürettiği dayanışma yapılarıdır. Önceleri, şehirlerin kıyılarında “Gecekondu” şeklinde gettolaşırken; daha sonraları “kentsel dönüşüm”den sonra apartmanlara (TOKİ) taşınsalar da, dernekler-vakıflar şeklinde varlıklarını sürdürmektedirler. İktisadi ve siyasi alanlarda birbirleri ile dayanışmakta ve yer yer “mafyöz” ilişkiler geliştirmektedirler.

SOSYOLOJİNİN SİYASAL TEZAHÜRLERİ

Bütün bu sosyolojik genetik, Türkiye’de demokratik kurumların geliştirilmesinin önündeki tarihsel-toplumsal, kültürel ve politik bagajdır. Tek-adam ve Tek Parti dönemini, “Devrim”den doğan, anlaşılabilir bir kırılma momenti olarak yorumlayabiliriz. 1950’den sonra resmen demokrasiye geçilmiş, muhafazakâr kitleler, Egeli bir çiftlik ağasının oğlu, seküler bir şahsın (Adnan Menderes) önderliğine bir “cemaat” şuuru ile bağlanmış ve onun haksız yere idam edilmesinden sonra, onu “Veli” mertebesine çıkarmıştır. Altmış ihtilalini yapan ordu kurmayları, kendi aralarında ideolojik bir “cemaat” gibi davranmış; ancak nispeten demokratik bir Anayasa yapmışlardır. 1970-80 arasındaki “sol-sağ” ideolojik örgütleme tarzları, demokratik olmaktan çok, “para-militer-militan”, hiyerarşik yapılardı. 1960-2000 arasında “Askeri Vesayet” otoritesi altında sağ-muhafazakâr kitleler, Demirel-Erbakan-Özal ve Türkeş önderliğinde demokrasi oyununu meşru yollardan sahici olarak oynamaya çalışmışlardır. Ancak, Demirel, parti “başkan”ı olduğu kadar “Baba”; Erbakan, “Hoca”; Türkeş ise, “Başbuğ”idi.

M. Kemal’in kurup iktidar yaptığı CHP, 1950 sonrasında “Kemalist” bir ideolojik cemaate dönüşmüş, parti içi demokrasiyi “Kurultay” lar ile sürdürmesine rağmen; muhafazakâr kitleler ile sağlıklı bir köprü kuramamıştır. “Karaoğlan” B. Ecevit’in karizmatik (dürüst-nazik) önderliği, CHP’ye kısa bir dönem iktidar olma şansı vermiş; D. Baykal’ın parti başkanlığı döneminde parti “Katır Kuyruğu”na dönüşmüştür. K. Kılıçdaroğlu’nun başkanlığında Aleviler, kendilerine sığınılacak siyasal bir liman elde etmiş; ancak parti, muhafazakâr kitleler ile sağlıklı bir bağı yine kuramamıştır. Kılıçdaroğlu’ nun bu yönde bir gayret gösterdiği gözlenmektedir. “Hata yaptık” ve “Muhafazakârlarla helalleşmemiz gerekir” ifadeleri, bunun göstergesidir.

1970’lerden itibaren Fethullah Gülen “Hoca Efendi”nin “Mehdilik” misyonu ile yaratmış olduğu “Paralel Yapı (The Cemaat)” hiyerarşik örgütlenmesi, devlet kurumlarına sızarak devleti içerden ele geçirmeye çalıştı ve sonunda Partneri Ak Partiye darbe yapma teşebbüsü ile sona erdi. (15-Temmuz-FETÖ). Ahlaki açıdan kendi içine kapalı ensest benzeri bir ilişki ağı oluşturan bu yapı, soru çalmada ve askeri bürokrasiye “kumpas”lar hazırlamada bir beis (kötülük) görmemiştir.

İki binli yılların başlarında kurulan ve merkez sağın dağılması ile bu boşluğu doldurarak iktidara gelen Ak Partisi, yirmi yıllık iktidarının ilk yarısında demokrasiyi daha da geliştirmiş ve politik partneri The Cemaat ile birlikte askeri vesayeti tasfiye etmiştir. Ancak, Ak Partisinin ikinci on yılında yukarıda saydığımız sosyolojik genetik tekrar nüksetmiş; parti, Sayın R. T. Erdoğan’ın karizmatik önderliğinde cemaatleşmeye-tarikatlaşmaya başlamıştır. Demokrasi, sadece seçim ve sandık olarak onaylanıp; sonrasında Sayın Erdoğan, kendi deyimi ile “çoban”lık rolüne soyunmuştur. Politik kültür olarak çobanlığın arkasında 1400 yıllık “Halife” ve “Sultan”, “Biat (koşulsuz itaat)” kodları bulunmaktadır. Son on yıldan itibaren parti içinde bir de “Bizim Uşaklar” olarak nitelenen Karadeniz bölgeciliği hâkim hale gelmiştir (“Bize her yer Trabzon”). Ayrıca bürokraside “partizanlık” ve “Akrabacılık” had safhaya ulaşmış durumdadır. Objektif sınavlarda alınan puanlara itibar etmeden, “Mülakat” ile partililerin, cemaat ve tarikatların akrabaları işe alınmaktadır. Erzurum’da KPSS sınavlarında birinci sırada olduğu halde mülakatlarda elenip işe giremeyen genç, bir tür “Nurcu” cemaati olan “Kırkıncı Hoca”ya intisap ederek iş bulduktan sonra: “Birinci olduğumda iş bulamıyordum; “Kırkıncı” olunca buldum” demiştir. Bu ifade, bugünkü Türkiye’yi özetler niteliktedir. Bu gidişattan rahatsız olan A. Davutoğlu ve Ali Babacan, ayrılarak yeni partiler kurdular.

SONUÇ

Seçim ve sandık, demokrasinin “Elif-Ba”sıdır. Ahlaki bir fazilet olarak demokrasi yani ortak akıl, şura, kurumsal yapılar, emaneti ehline tevdi etmek, kuvvetler ayrılığı, yasama ve yürütmede uzlaşma/konsensüs/icma arayışı, muhalefetin denetleme sorumluluğu, bütçe hakkı (vergilerin nerelere harcandığını vatandaşın sorgulaması) çoğulculuk…tur. Batı, bu kurumları, uzun bir tecrübe sürecinde yaşadığı iç çatışmalardan damıtarak geliştirmiştir. Bizim demokrasiyi içselleştirmemiz için daha bir fırın ekmek yememiz gerekiyor. Demokrasi, her iklimde yetişen bir bitki değildir. İradi-ahlaki bir çaba ve kültürel iklim/atmosfer, eğitim gerektiriyor. Türkiye’nin, Osmanlı bakiyesi, çok etnisiteli, Müslüman toplulukların sığındığı bir ülke olması, demokrasiyi, vatandaşlığı, uzlaşıyı kurmanın bir dinamosu/avantajı olması gerekirken; yukarıda bahsi geçen sosyolojik genetikten dolayı, demokrasiye köstek olmaya devam etmektedir. Kürt sorununun bir türlü çözülemeyişi, bunun göstergesidir.


8 Kasım 2021 Pazartesi

Ankara boşalttı Atina doldurdu Taha Akyol-08/11/2021

Büyükelçiler krizinden daha büyük kriz Türk dış politikasının genel durumu ve birçok ülkeyle krizler yaşanmasıdır diye yazdınız. Niçin?

Son yıllarda, gerek komşu bölgelerimizde gerek daha uzaklarda, ABD’den Mısır’a, Bangladeş’den Bahreyn’e, Hindistan’dan Hollanda’ya birçok ülkeyle sorunlar yaşadık ve yaşıyoruz.

Siyasetimizdeki yeni anlayış ve uygulamalarla birlikte, yaklaşım ve yöntemden kaynaklanan sorunlar da dış politikamızda olumsuzluklara yol açmıştır.

Büyükelçiler krizi de, tek başına bir kriz konusu değildir. Genel sorunlar bütününün sadece bir parçası olarak ortaya çıkmıştır Adalet mekanizmasının işleyişinden uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan yükümlülüklerin yerine getirilmesine, ülkemizin imajından ikili siyasi ilişkilere pek çok konuyla da bağlantılıdır.

YUNAN TÜRKİYE’Yİ KUŞATIYOR

‘Yunanistan anlaşmalarla Türkiye’yi kuşatıyor’ diye yazdınız. Açar mısınız?

Yunanistan ezelden beri Türkiye’yle yatar, Türkiye’yle kalkar. Türkiye haseti, korkusu, ne derseniz deyin, Yunanistan’ın onanmaz yarasıdır.

Son dönemde Yunanistan, gayet planlı ve bilinçli bir stratejiyle, Türkiye’nin birçok ülkeyle yaşadığı gerginlikleri ve yarattığı boşlukları doldurma temelinde bir politika oluşturmuştur. Dağınık Yunanlılar bu defa planlı programlı bir iş yapıyorlar.

Yunanistan, ilişkilerimizin gerildiği İsrail, BAE, Suudi Arabistan, Mısır gibi ülkelerle yakınlaşarak işbirliği mekanizmaları tesis etti. Askeri alanda, enerji alanında ve diğer alanlarda anlaşmalar imzaladılar. Doğu Akdeniz Gaz Forumunu oluşturdular. Fransa ve ABD’yle de savunma anlaşmaları imzaladılar. En son geçen gün Doğu Akdeniz’de 8 ülke ortak tatbikat yaptılar.

Bütün bu girişimlerde, faaliyetlerde ve oluşumlarda ortak payda Türkiye’dir. Daha önce başka vesilelerle ifade ettiğim gibi bunlar ekseriyetle Türkiye’nin, bu kapsamda olumsuz anlamda, “birleştirici gücünün eseridir”.

Öte yandan, Yunanistan ve GKRY, Türkiye’yle ikili meselelerini AB-Türkiye meselesi haline getirmeyi başarmışlardır. Avrupa Birliği Komisyonu 2021 Genişleme Paketi raporuna bakarsanız, Yunanistan’ın ve GKRY’nin Doğu Akdeniz, Ege ve Kıbrıs konularındaki görüşlerini göreceksiniz. Bu konular, Türkiye-AB ilişkilerinin ilerlemesinin ön şartı haline getirilmiştir.

Amaç, ülkemizi yalnızlaştırmak ve sıkıştırmak, Kıbrıs’da, Ege’de, Akdeniz’de ve Trakya’da Yunan/Rum politikalarını ülkemize empoze etmektir.

Ama ne kadar hormon takviyesi yapılırsa yapılsın, Yunanistan’ın çapı, imkan ve kabiliyetleri bellidir. Ne kadar yalnızlaşmış olursa olsun Türkiye’nin imkanları ve gücü de bellidir. Dolayısıyla, nihai kertede Yunanistan Türkiye’den zorla bir şey alamaz. Ama yıpratır ve zarar verir. Şu anda yaptığı da budur.

TÜRKİYE’NİN DOSTLARI?

Batı’da sizin de yazdığınız gibi Türkiye’nin yeminli karşıtları var. Ama dostları da vardı. ABD ve Avrupa’daki Türkiye dostları nerede? Niye kaybettik?

Türkiye karşıtı gruplar, özellikle Rum ve Ermeni lobileri, başta ABD olmak üzere dünyanın her yerinde karşımıza çıkarlar ve çıkmaya devam edeceklerdir.

Bunların karşısında her zaman, Türkiye’nin stratejik öneminin, gücünün, potansiyelinin farkında olan, dostluğunun ve müttefikliğinin önemini idrak eden ve ülkemizin yanında yer alan kurumlar, gruplar, şahsiyetler, yazarlar çizerler bulunmaktaydı.

Son dönemlerde, Türkiye ile muhtelif ülkeler arasında ortaya çıkan gerginlikler, Türkiye’nin kimi konulardaki tutumu, ülkemiz hakkında ortaya çıkan algı ve imaj bu gruplara da olumsuz olarak yansımıştır. Bunlar şimdi ya saf değiştirmişlerdir ya da sessiz kalmaktadırlar.

İHVAN UĞRUNA…

Muhafazakâr iktidarın İslam dünyasıyla da ilişkileri gergin. Neden? İhvan faktörünün etkisi var mı?

Müslüman Kardeşler Örgütü/İhvan-ı Müslimin geçen yüzyıl Mısır’da kurulduğundan beri Orta Doğu, Arap dünyası ve İslam dünyası siyasetinin şu veya bu şekilde önemli bir parçası olmuştur.

 

2011’de başlayan Arap Baharı İhvan’a alan açtı. Tunus ve Mısır başta olmak üzere çeşitli bölge ülkelerinde ya yönetime geçtiler ya ortak oldular.

Körfez ülkeleri başta olmak üzere muhtelif Arap ülkeleri İhvan’ı terör örgütü olarak tanımlarlar ve varoluşsal tehdit olarak değerlendirirler.

İhvan’ın 2011’de Mısır’da yönetime gelmesi bilhassa büyük kaygı yaratmış ve İhvan karşıtlarını harekete geçirmiştir. 2013’te Mısır’da Mursi yönetimine askeri darbeyle son verildi. Sonraki dönemde, İhvan’la öyle veya böyle irtibatlı olan Katar, Sudan, Tunus’ta da muhtelif gelişmeler yaşandı.

İhvan karşıtı ülkeler Türkiye’yi de İhvan’dan taraf gördüler, İhvan üzerinden Orta Doğu’da etki ve hakimiyet alanı yaratmak peşinde olduğunu değerlendirdiler. Ayrıca, Türkiye’nin Arapların iç işlerine müdahale ettiğini ileri sürdüler.

Bu unsurların Arap dünyasında karşılaştığımız sorunların başlıca nedenlerinden olduğunu düşünüyorum.

S-400 NEYE YARADI?

Türkiye’nin S-400’ler alması, on yıllık Suriye krizinin bir parçası. S-400’lere gerçekten ihtiyacımız var mıydı? S-400’ler bizi kime karşı korur?

Suriye, İran gibi komşularının hava savunma alanındaki yeteneklerine mukabil, Türkiye’nin hava savunma sistemine (HSS) sahip olmaması uzun yıllardır tartışma konusu olmuştur.

Bu ihtiyacın giderilmesi için çeşitli zamanlarda adımlar atılmış ancak sonuçlandırılamamıştır. İhtiyaç listesindeki başka silahlara öncelik verilmiş, HSS ihtiyacının da NATO imkanlarıyla karşılanması yoluna gidilmiştir.

Ancak, HSS sahibi Batılı ülkelerle ikili ilişkilerde yaşanan gerilimler ve sistemi NATO’dan da karşılamakta sıkıntıyla karşılaşabileceğimize dair emareler nedeniyle Türkiye kendi HSS’ne sahip olma kararı almıştır.

Önce Çin sistemine yöneldik, ama iptal ettik. ABD’den Patriot almaya yöneldik, o da olamadı. Olmama nedeni için biz hem şartlarımızın karşılanmadığını hem Kongre engelini neden gösteriyoruz. ABD tarafı ise, almak isteseydik alabilirdik görüşünde ısrarlı.

Doğrusu her ne ise, sonuçta Türkiye Rusya’nın S-400 sisteminde karar kıldı. Bu alımı, Rus uçağının düşürülmesinden sonra barışma paketinin bir unsuru olarak da tanımlayanlar da var.

Normalde böyle kritik bir karar öncesinde devletin uzmanları teklifler, değerlendirmeler hazırlarlar, yetkililer zararlarıyla, yararlarıyla, olası tüm yansımalarıyla konuyu enine boyuna tartışırlar, bu sürecin sonunda da devlet aklıyla, ortak akılla ve siyasi iradenin uygun görmesiyle bir karar alınır ve uygulanır. S-400 alımında bu süreç ne ölçüde uygulandı acaba?

Herhalükarda, S-400 alımıyla birlikte, ABD’yle ilişkilerimiz gerildi, CAATSA yaptırımları devreye girdi, F-35 programından çıkartıldık, F-16 modernizasyonu konusunda ilave pürüzler doğdu, paramız ve parası ödenen uçaklarımız içerde kaldı.

Askeri bakımdan değer miydi hususunun değerlendirmesini en doğru askerler ve konunun uzmanları yaparlar. Ama genel siyasi güvenlik penceresinden bakınca, benim gördüğüm, S-400 alımının Türkiye açısından her anlamda ciddi maliyeti olduğu ve kazandığımızdan çok kaybettiğimiz yolundadır.

KOBANİ DÖNÜM NOKTASI

Kitabınızda, 2014’te PYD’nin elinde bulunan Kobani’ye DEAŞ’ın saldırmasının dönüm noktalarından biri olduğunu yazıyorsunuz. DEAŞ’a karşı ABD neden Türkiye ile değil de PYD ile işbirliğini seçti?

ABD, Suriye’nin hemen yanıbaşında ikinci en büyük orduya sahip NATO üyesi ve stratejik ortağı Türkiye dururken DEAŞ’la savaşmak için müttefik veya ortak olarak YPG’yi tercih etti.

Niye derseniz, Türkiye ile ABD arasında son yıllarda oluşan güven eksikliğinden ABD’nin YPG’yi kolay yönetebileceği düşüncesine kadar bir dizi neden aklıma geliyor.

ABD’nin, Türkiye’nin yelpazenin her noktasındaki İslami referanslı gruplarla fazla yakın olduğuna dair endişeler taşıdığını ve Türkiye’ye belli konularda şüpheyle yaklaştıklarını da Amerikalı yetkililerin çeşitli zamanlarda basına yansımış olan değerlendirmelerinden görüyoruz.

YPG DOĞAL KAYNAKLARA HAKİM

Kitabınızda PYD/YPG’nin Kuzey-Doğu Suriye’de doğal kaynakların çok büyük kısmına el koyduğunu, asker ve memur 235 bin kişiye maaş verdiğini yazıyorsunuz. ABD’nin bu konudaki rolü nedir? YPG ne planlamaktadır.

Şu anda Suriye’de Amerikan silahlarıyla donatılmış, ABD tarafından eğitilmiş ve ABD’nin koruma şemsiyesi altında bulunan YPG/SDG yapılanması var.

Türkiye’nin rahatsızlığını bildirmesine ve uyarılarına mukabil ABD bu yapılanmayı destekleme politikasından vazgeçmiyor. Özellikle Afganistan rezaletinden sonra YPG’ye desteğini kesmesi, Suriye’den çıkıp YPG’yi yalnız bırakması da kolay değil çünkü Biden için maliyeti çok yüksek olur.

YPG de DEAŞ’la mücadele, Suriye’de demokratik yönetim kurulması gibi perdelemelerle kendi gündemini yürütüyor.

Nedir bu gündem? İlk aşamada, Suriye’de tesis etmiş olduğu otonom yapılanmayı daimi hale getirmektir. Sonrasının nasıl gelişeceği şartlara göre şekillenecektir.

SURİYE’NİN BÜTÜNLÜĞÜ

Suriye’de Türkiye’nin güvenlik endişesini giderecek bir çözüm nasıl olabilir?

Türkiye’nin güvenliği için, 911 kilometre ortak sınır paylaştığımız Suriye’nin istikrara kavuşması çok önemlidir.

Şu hususu özellikle kaydedeyim, Suriye krizinin çözümü meselenin kaynağında yani Suriye’dedir. Uluslararası camia buna katkıda bulunmalı, destek vermelidir.

YPG ve İŞİD ülkemiz için doğrudan tehditlerdir. Rusya ve İran’ın bu ülkedeki mevcudiyetleri de Türkiye açısından iyi değildir.

Kaygılarımızı giderecek çözüm, Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunması ve istikrarın sağlanabilmesinden geçer. Bunun için Şam’da hangi taraftan, hangi mezhepten, etnik kökenden olursa olsun, ülkenin birliğini sağlayacak ve muhalifler dahil tüm Suriyelileri kucaklayabilecek bir lider olmalıdır.

Bu liderin serbest ve adil seçimlerle seçilmesi, ülkedeki milis gruplarının lağvedilmesi, silahların toplanması, yurtdışındaki sığınmacıların güven içinde geri dönüşlerinin sağlanması, zaman içinde ülkedeki tüm yabancı güçlerin çekilmesi gerekir.

Bunların nasıl yapılabileceği BMGK 2254 sayılı kararda mevcuttur. Eksik olan, Esad rejimi başta olmak üzere değişik aktörlerin bu kararı uygulama iradesidir.

DIŞ POLİTİKANIN KREDİ NOTU?

Türk dış politikasında “restorasyon” gerektiğini söylediniz. Açar mısınız?

Her ülkenin dış politikasının temelinde, doğal olarak, ulusal çıkarlar bulunmaktadır.

İş, çıkarların, çıkarların haleldar edilmesine yol açmayacak şekilde savunulmasıdır.

Türkiye geçmişte de sorunlarla karşılaştı, uğraştı. O zamanlar milli çıkarlarımız, haklarımız korunmuyor muydu? Gayet iyi korunuyordu.

Diplomasinin türlü yöntemleri, ilişkiler kullanılıyordu. Krizler devlet aklıyla, tecrübesiyle, refleksiyle ele alınıyordu. 1998’de Suriye ve 1990’larda Ege örneklerinde olduğu gibi askeri güç kullanımı olabileceğine dair nihai uyarıların yapıldığı ve kararlılığın muhtelif yöntemlerle sergilendiği zamanlar da olmuştur. Kıbrıs çıkarması ve Irak’a yönelik sınır ötesi operasyonlarda olduğu gibi, gerektiği takdirde askeri güç kullanılmasından da kaçınılmamıştır.

İçinde bulunduğumuz dönemde, dış politikamız hem ilişkiler bakımından hem yapısal/kurumsal anlamda sorunlar yaşamaktadır.

Dış politikamızda uzun süredir popülizm, ideolojik yaklaşım ve tepkisel ataklar belirleyici olmuştur.

Birçok ülkede, ülkemizle ilgili olumsuz yönde bir algı ve imaj oluşmuştur.

Diplomasinin esnekliklerinin yerini keskin dönüşler almıştır. “O zaman niye öyle yaptık, şimdi ne değişti de böyle yapıyoruz” sorularını sıkça soruyoruz.

“Bu konunun mesele haline gelmesi gerekiyor muydu” veya “bu mesele nasıl oldu da bu boyutlara taşındı” dedirten de sayısız örnek bulunmaktadır.

Dışişleri Bakanlığı’nın ve profesyonel diplomasi kadrolarının dış politikadaki rolü ve katkıları önemli ölçüde sınırlandırılmıştır.

Dış politikada da tanıtma çok önemlidir. Ama tanıtma, başarısızlığı başarı gibi gösterecek şekilde veya bir başarıyı 10 gösterecek biçimde paketleyip kamuoyunuza pazarlamak değildir.

Türkiye gibi bir ülkenin uluslararası camia nezdindeki güvenilirlik ve iş yapılabilirlik konularındaki “kredi notunun”, kredibilitesinin yüksek olması ve bu düzeyin korunması olmazsa olmazdır.

İmkanlar bakımından bugün düne nazaran daha ileri bir yerdeyiz ve dünyanın daha fazla noktasında mevcudiyetimiz bulunmaktadır.

Ama başarılı diplomasi ve dış politika birçok vasfın toplamı ve bunun doğru yönetilebilmesidir.

Mevcut durumda, o noktada olmadığımızı düşünüyorum.

7 Kasım 2021 Pazar

Postmodern fetvalar Abdurrahman Dilipak/07 Kasım 2021

Bize “yeni ilmihal” gerek. Madem yeni normal bir döneme giriyoruz, eski dönem fıkıh kalıpları içinde yeni döneme ilişkin sorunları anlamamız ve çözmemiz mümkün.

4 işlem kafası ile Kuantum problemlerini çözemezsiniz. Çözeyim derken “sentetik et”e fetva verirsiniz.

Biz 100 yıldır, “Kaime” üzerinden “faiz” tanımı ile “Riba”yı anlamaya çalışıyoruz. “Kaime”yi anlamadan “Libor”u ve enflasyonu anlamadan, “Kur”u tanımlamadan “Faiz” üzerinden hüküm veremezsiniz.

Bir dost yazmış: 5 vakit namazını 5 vakit abdest alarak namaz kılan kişinin suyu kaçaksa abdestinin hükmü nedir? Abdesti batılsa, namazı nedir?

Tabi ki, “Vay o kaçak suyla abdest alıp namaz kıldıklarını zannedenlerin haline ki!” diye bir ayet yok. Ama mesela “Vay o namaz kılanların haline ki, onlar yetimin hakkını yerler” diye bir ayet var.

Gelenekte kamu malı yetim malı gibidir. Yani, rüşvet alan da veren de, yetim hakkını gasbetmişse bütün namazlarını Ayasofya’da, Mescid-i Aksa’da, Medine-i Münevvere’de, Kabe-i Muazzama’da kılsa ne yazar! Hüküm değişmez.

Her gece Kur’an-ı Kerim okusa, ama elektriği kaç kullanıyorsa, okuduğu Kur’an’ın kendisine hayrı dokunur mu hocam! Yoksa bu iş Allah’ın gazabını mı celbeder.

Haram para ile alınan Acme hurmasını besmele ile yanında zemzemle yiyip içmek caiz midir hocam!

O lokma ona yiyene lanet eder. Onun günahını azaltmaz, şifa da olmaz. Allah’ın gazabını artırır.

Hani çocuğunun kocasından değil komşusundan olduğunu öğrenince Allah’a şükreden kadının haline benzer bunların halleri. Ya da “Kurban keserek genelev açan adamın hali gibidirbunların hali.

Rakıyı zemzemle seyreltip, besmele çekerek üç yudumda içerseniz, günahı azalır mı hocam, bu işin.

Yanına da tuzlu leblebi yersek ne olur hocam!

Necasetten tahareti” biliyoruz da, şu “Hades’ten taharet” konusunu anlamadık gitti. Her şeyi metalaştırdığımız için, “görünmeyen kir”den haberimiz yok.

Niyet aklın abdestidir. Sonra kalbimiz temiz olmalı.

Ve tabi bedenimiz, elbisemiz, ibadet ettiğimiz mekân temiz olmalı. Aklında fitne fesat, kalbinde bin türlü şüphe, cüzdanında haram para varsa abdestiniz batıldır.

Namaza dururken giydiğin elbiseyi haram para ile aldı iseniz, çaldı iseniz, zemzemle yıkasanız, gül suyuna batırsanız taharetten söz edemezsiniz.

Siyasiler, bürokratlar, yerel yöneticiler kamu yararı için zorunlu, zaruri olmayan bir iş için kamu kaynaklarını kullanıyorsa Allah yaptıkları işin bereketini yok eder.

Bizim Ömer” devlet işi görürken, hazinenin mumu yanarken, “kendini özel olarak ziyarete gelen arkadaşının selamını almak için kamu mumunu söndürüp kendi mumunu yakardı”.

Mesela soru çalıp makam kapanlar, ya da torpille bir yerlere gelenler, o makamlarında günde 5 vakit namaz kılsalar ne yazar.

İhaleye fesat karıştırıp, 3 kuruşluk işi 10 kuruşa yapanlar, ihaleyi kendi adamlarına peşkeş çekenler cami yaptırsalar, mektep yaptırsalar ne yazar. Haram para ile saadet olmuyor. Kem alatla kemalat da olmuyor. Haram para ile yapılan okullardan, yurtlardan gelenler yattıkları yerden cin çarpmış gibi uyanıyorlar.

Laikçilere karşı direnen ailelerin çocukları seküler oluyorlar. Anneleri başörtüsü direnişinde sokaklarda gözyaşı dökenlerin çocukları şimdi başka vadilere savruldular sanki. Servet ve iktidarın dönüştürücü gücü, önce ona sahip olanları dönüştürüyor. Bu bizimkiler ya da ötekiler için fark etmiyor. Haram para, haram makam, haram ilişkiler sonunda aynı kapıya çıkıyor. Şarap nasıl şişede durduğu gibi durmazsa, haram para da cüzdanda, kasada durduğu gibi durmaz. Şeytanınız haramlarınız kadar çoktur ve azılıdır.

O şeytanlar size, sizin hoşunuza gidecek fetvalar verecek, Belam karakterli hocalar da bulurlar. Eskilerden misaller de getirirler, tarihten önekler verirler, kitabı te’vil ederler. Size Allah’ın merhametinden, affedici olduğundan söz ederler. Sakın dikkat edin, Şeytan sizi Allah’la aldatmasın.

Haram mal, haram söz, haram para, haram iş, haram makam ve harama batmış kişilerden uzak durmalı.

İş işten geçmeden tevbe edetmeli. Sırtdaki haram yükden kurtulunmalı. Yoksa bütün o edinimler, kendi sırtınızda, kendi cehenneminize taşıdığınız oduna dönüşecektir.

Haksızlıklar karşısında susanlardan olmayın, dilsiz Şeytan olursunuz. Babalar oğullarının, oğullar babalarının ellerini tutsunlar. Haksızlıklar karşısında susanlardan olursanız siz de içinizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden zarar görenlerden olursunuz. Ateş size de dokunur.

Şu şöyle olursa böyle olur, bu böyle olmazsa şöyle olur. Şunlar kazanırsa, biz kaybederiz gibi akıl yürütmeler, kaderi görmezden gelmektir. Sonunda adil olmayan bir işlemle kazandığınızı zannettiğiniz şey aslında manevi alanda kaybettiğiniz şeydir.

Hiç düşündünüz mü, “Babanız kız olsaydı, siz kim olurdunuz?” Kaderde geriye ya da ileri dönük ihtimal hesapları bizi her zaman selamete ulaştırmaz. Meşruiyet zemininde arayışımızı sürdürürken, sonuçta Allah’ın rızasına razı olmayı nefsimize kabul ettirmemiz gerekir. Mutmain bir mümin aklı ve yüreği böyle düşünür. Değilse onun işleri Şeytanın oyuncağıdır.

Kazandıklarını zannettikleri kaybettikleridir aslında. Onlara o kazançları iki cihanda da saadet vesilesi olmayacaktır. Onlar kaçtıklarını zannettikleri şeye doğru koşanlardır ve yakın bir gelecekte nasıl bir yıkılışla yıkılacaklarını da göreceklerdir. Yıkımları ne kadar gecikir ve ertelenirse helakları o kadar şedit olacaktır.

İnşallah Haydar Dümen mantığı ile üretilen bir takım sorulara, reality show haberciliği ile yorum getirmeye hazır medyanın Güzin ablalarına gündem oluşturması söz konusu olan sorulara itibar edilmez, onlara cevap verelim derken Diyanet anlamsız bir gündemin merkezine oturtulmaz. Yoksa yakında Klonoid, Humanoid üzerinden siber açılımları olan cinsellikle ilişkilendirilmiş yeni tartışmaların da günden oluşturması çok uzak değil.

Zaten daha önce kadınken erkek olan annenin, sperm bankasından döllenerek peydahladığı çocuğu doğuran taşıyıcı annesi yanında resmi babasının da cinsiyet değiştirip ailede (!?) yeni rolünü üstlenmesine çare aramaya kalkarsak işimiz zor. Kaynağı, yöntemi, hedefi batıl olan bir iş yorumla meşrulaştırılamaz.

Din, siyaset ve tarih giderek magazinleştiriliyor.

Bu fitneden uzak durmak hepimizin görevi.

Daha MetaVerse fetvalarına sıra gelmedi. MetaVerse’de kaç evlilik caiz ya da sanal evliliğin fetvası mı olur, artırılmış gerçeklikle desteklense de.

Sanal çocuğunuza miras düşer mi, mesela.!?

Selam ve dua ile.

6 Kasım 2021 Cumartesi

Eski MİT yöneticisi Eymür: Başka türlü konuşma imkânı yoksa işkence olabilir, çünkü çok inatçı tipler var! Gökçer Tahincioğlu/05 Kasım 2021

"Genelkurmay istedi, biz yaptık"

- ‘Babalar operasyonu' halen konuşuluyor. Genelkurmay'dan izin istemiştiniz yapabilmek için.

Hayır, Genelkurmay istedi o zaman Dündar Kılıç'ın alınmasını. Özellikle istemişlerdi. Bilmiyorum nedenini ama biz o yüzden yaptık. Bazı paşalarla da ilişkisi vardı, ondan tahmin ediyorum.

- Dündar Kılıç'ın size yönelik ağır suçlamaları var. İşkence yaptınız mı?

İşkence sayılmaz. Zaten oraya düşmek işkence sayılır. Gözleri kapalı devamlı, küçük bir hücrede kalıyor. Oraya düşmek yeterli.

- Hep bahsediliyor ama kaba dayak, elektrik vs. gibi yöntemlerden. O yöntemler yok muydu?

Vardı.

- Siz yaptınız mı?

Yapmışımdır.

- Pişmanlık duyuyor musunuz?

Duymam, çünkü aşırı bir şey yapmadık. Daha çok taktikleri kullanmak istedim. Bizim hanım arkadaşları bağırtırdık. "Kızını aldık" derdik sonra suçluya. Bağıran bizim arkadaşımız. "Konuşacaksan konuş sıkıntıya girecekler yoksa" derdik mesela. Tiyatro yapardık biraz.

- Bu işkence değil mi, teşkilatta bunun eğitimi var mı?

Bizim meslekler akıl mesleği. Aklın varsa formüller buluyorsun. İlla işkence yapmak şart değil. Mühim olan konuşturabilmek.

- Hanefi Avcı mesela, işkence yaptığını ama pişmanlık duyduğunu söylemişti.

Ben kendisini pek sevmem. Pişmanlıktan yararlanan bir sürü Kürdü çok kullandı. Onların kirli işleri vardı. Elinde bir sürü polis memuru varken başka adamları kullanması, boyundan büyük işler. Yurtdışında polisin öyle bir görevi yok. Örgütlenmeler kurmaya kalktı. PKK'ya karşı. Örgütleri kuranları falan öldürmek amaçlı. Ekip yolladı Öcalan için. Bir şey yapamadan döndüler.

- Siz de operasyon yaptınız Öcalan için, sizinki neden planladığınız gibi gitmedi?

Maşallah her yerden engel aldık. Bugün cezaevinde olan Çevik Bir. O zaman istihbaratın başında. 1 ton patlayıcı aldık. Ertesi gün Cumhuriyet gazetesinde yazı çıktı, "MİT patlayıcıyı ne yapacak" diye. Cumhurbaşkanından, siyasilerden izin aldık. MİT Müsteşarı bile yapamaz izin almadan. İzin almadan nasıl yapacağız. Genelkurmay Başkanı ve Cumhurbaşkanı okeylemişti zaten. Takdim yapmıştık. Elimizdeki bilgileri bildirmiştik. Güzel bir takdimdi. Çalışmalardan bahsettik. Tamam dediler. Devam ettik. Yeşil vardı. Bir de asker şahıslar vardı. Oraya yolladığımız resmi görevliler vardı gizlice giren. Esasen başarısız da denilemez. Apo'yu öldüremedik ama öyle büyük bir patlama yaptık ki Suriye ürktü. O zamanki Kara Kuvvetleri Komutanı'nın bir beyanı oldu. O konuşmadan sonra Suriye'den çıkarttılar. Yani ön ayak oldu. Bir başarıdır. Korkuttu çünkü Suriye'yi. 17 metre çukur açılmış patlamanın olduğu yerde.

- Kızıldere'de ve Ulaş Bardakçı'nın öldürüldüğü operasyonda yargısız infaz yapılmadı mı?

Bu operasyonlarda vardım. Yargısız infaz yoktu, ben de ölebilirdim. Milim kaldı ölmeme… Bardakçı'nın kaldığı eve gittik. Kolejli bir kızın eviydi. Bina sahibi Mahmut Dikler'di. Siyasi şubenin başıydı Dikler. Evde girdik arama yaptık. Peruk buldum ben bir odada, yatak odasında. Aldım peruğu evin kiracısı olan Lale Arıkdal'a gittim, bu peruk kimin dedim. O arkadaşımın dedi. O arada bir kıyamet koptu. Benim girdiğim odaya giren polis memuru, fermuarlı dolabı açıyor. Ben de bakabilirdim orada, bakmadım. Kıza sormam beni kurtardı. Polis memuru yaralandı. Ağır yaralandı. Karnından yedi. O da ateş ediyor, dolap yıkılıyor. Ulaş Bardakçı böyle öldü. Dışarıdan da ateş açtılar bizimkiler. "Biz varız içeride" dedik. Hayatta kalmamız tesadüf. Kızıldere'de de yok yargısız infaz. Biz bir kere çok ikna etmeye çalıştık. Sonra keskin nişancı vuruyor Mahir Çayan'ı, öyle başlıyor. Damdayken vuruyor.

- Siz niye bu operasyonlardasınız?

Çayan'lar (Maltepe Cezaevi'nden) kaçtıktan sonra Memduh Ünlütürk paşa bu işle ilgilendi. Sonradan öldürdüler. Benle Süleyman Yenilmez albay, ikimizi ona yardımcı görevlendirdiler. Zırhlı birliğe gittik, teğmenler, üsteğmenler geliyor. Anlatıyorlar. Hiçbir şey yok. Nasıl kaçtıkları araştırılıyordu. O arada Fuzuli Yazıcı isimli teğmen, tutuklulardan Rüçhan Manas'la evlenmek istiyor. Dilekçe veriyor. Öğreniyoruz ki nöbetçi iken kız bunu etkilemiş. Bunu angaje etmişler. Her türlü yardımı yapmış. Bunu sorguya aldık, Yazıcı'yı. Ziverbey'de onun sorgusunu yaptım. Genç bir çocuktu. Ağlamaya başladı. Başta böbürleniyordu, "Gözlerimi kapatmayın, ben askerim" diyordu. "Yaparız" dedik. "Burada usul böyle" dedik. Neticede örgütün çökertilmesi onun konuşması ile başlamıştır. Halka halka büyüdü operasyon. Bu insanları terör örgütü olarak görüyordum elbette. Perinçek'in durumu daha değişikti. Entelijans faaliyeti onunki.

- Ziverbey Köşkü'nde başka kimleri sorguladınız?

Ziverbey zaten kısa süre kullanıldı. O dönemin sorgularında bir ay falan çalıştım. (Ziverbey'de sorgulanan ve Ziverbey Köşkü adlı kitabı yazan) İlhan Selçuk'ların döneminde yoktum.

- Ziverbey bir işkence merkezi miydi?

Herkese yapılıyor diye söylemek mümkün değil. Ama yapılan da vardı. Mesela bir kurye vardı. Bana dert yanardı. Bugün elektrik tedavisi yok mu, romatizmalarım azdı diye dalga geçiyordu. "Başka türlü konuşma imkânı yoksa işkence olabilir, çünkü çok inatçı tipler var!"

- Bu size normal mi geliyor. Sistematik işkence yöntemleri bunlar. Bunların suç olması gerekmez mi? Ama siz hâlâ devlet için gerekli, diyorsunuz.

Hayır, başka türlü konuşma imkânı yoksa olabilir. Hâlâ da öyle düşünüyorum. Çünkü çok inatçı tipler var. Başka türlü konuşturmak çok zor.

- Ama hep bu şekilde birisini konuşturmak suç, hem de bu yöntemle insanın üstüne suç da atılabilir…

Sorguculuk o hakikati öğrenebilme meselesi zaten. Bir tek işkence yapmak değil sorguculuk.

- Çok sayıda insan faili olmadığı eylemleri üstlenmek zorunda kalmadı mı?

Vardı, iyi sorgucu arkadaşlarımız vardı.

- Peki bitti mi, bu yöntemler uygulanıyor mu?

E daha ağırları var. Ölümler var. Kayıp MİT mensubu var sorguya alınan…

- Çok sayıda kişi ortadan kayboldu, bunlar istihbarat operasyonu mudur?

E tabii öyle. Ayrıca kimse işkence yapmayı muteber bir şey gibi görmez. Ancak sadist ruhlu insanlar böyle bakar. Ama çok büyük bir kavganın içerisine giriyorsunuz. O kavgada galip gelmeniz lazım. Yoksa ipin ucu kaçıyor.

- Karşıdakini hasım olarak mı görüyorsunuz?

Tabii.

- 90'larda yapılan operasyonların bazıları nedeniyle Türkiye, AİHM'de mahkûm oldu. Yargısız infaz mahkûmiyetleri var. Yakın mesafeden atış, işkence...

Onları tasvip etmiyorum. Bildiğim kadarıyla, çok bilmiyorum. Arşivlerde olmayan çok konular vardır…

- Yapılan ya da engellenen başkaca eylemler var mı, Murat Bozlak'a (eski HADEP Genel Başkanı) suikasti engellediğinizi söylemiştiniz.

Kaşif Kozinoğlu, bana bağlıydı ama o planlamış. Ben onun tahkikatını yaptım. Engelledik.

- Somut engellenen başka olay?

Yavuz Ataç (eski MİT mensubu) olayı var, Amerikalılarla çalışan. Yazılı bilgiler var hakkında. Çakıcı'ya pasaport verme olayı var kendisinin. Benim makamımı bastı. Silah koymuş beline geldi. Zorla içeri girdi. Yumruk yumruğa girdik. Bundan dolayı ikimiz de ceza aldık. Çakıcı'nın mesajını getiriyormuş. Tehdit etti beni resmen. Çakıcı yakalansın istiyordum ben Amerika'da. Çakıcı'yı yoksa biz sadece bir operasyonda kullandık. Almanya'daki bir operasyondu. PKK'ya karşı bir operasyon. Başarısız olundu bu operasyonda. Hatta sızma oldu… Ben başka bir görev vermedim. O tarihlerde Korkut Eken eğitimini veriyordu. Çakıcı'nın iki sağlam adamı vardı. Onlar bu işlerdeydi. Biri öldü. Eken, puanının düşük olduğunu söylüyordu.

- MİT alıp böyle yetiştiriyor muydu?

İşte alıp böyle eylemlerde kullanılacaksa olabilirdi, eğitim verilirdi.

- Maraş, Çorum, Sivas katliamları var, yöntem bu mudur? Gladio böyle mi oluşur?

Ordu yapıyordu bazı eğitimleri. Bu konularla ilgisini bilmem ama. Gladio dedikleri yapı böyledir.

- Ergenekon'da etkiniz var mı, savcılara bilgi verdiniz mi operasyonun başında?

Ben Ergenekon'un yine Perinçek'in başında olduğu yapıdan çıktığını sanıyorum. O belgeler onun masasından çıktı. Türkiye'ye çok zarar veren bir adam Perinçek. Ben televizyonlarda kaç kere "Hiram Abas'ı öldürten sensin" diye söyledim. Ama hiçbir savcı harekete geçmedi. Bilakis, hakaret etti diye tazminat istiyor. Veli Küçük de vardı bu işin içinde. Veli Küçük bu işlere çok meraklı. Perinçek de meraklı. Ben Zekeriya Öz'le görüştüm. Bildiğim şeyleri söyledim. O beni aldırdı önce. "Sanık olarak mı tanık olarak mı aldıralım" dedi. "Siz bilirsiniz" dedim. "Ama birkaç sene sonra size de aynı şeyleri soran olursa beni hatırlayın" dedim.

Ben Ergenekon operasyonunda doğru hareket edilmediğini düşünüyorum. Bir yapı var. Ama bu çizilen yapı mı başka şey mi bilmiyorum. Gladio dediğim yapı hâlâ olabilir. "Basında çok MİT'çi vardır"

- Ergenekon'da itirafçı olarak kullanılan Tuncay Güney size mi bağlıydı?

Hiç alakam yok. MİT elemanlığı yapmış. Nuri Gündeş'lerin zamanında yapmış. Ben onunla ilgili ‘çift meslekliler' diye yazdım. Veli Küçük'ün adamıydı.

- Basında bu kadar MİT'çi var mı?

Çok vardır.

- Geriye baktığınızda gerçekten hiç pişmanlık duymuyor musunuz?

Gençken daha serttik. Hatalarım muhakkak olmuştur. Ama hep bunu söylerim. Kitabımda da yazdım. Çok hatam oldu, hataları bıraka bıraka düzgün olmaya çalıştım. Hatalardan ders çıkarttım. Ama hâlâ bazen hiddetleniyorum. Şunu verseler de bir sorgulasalar, diyorum.

Mehmet Eymür kimdir?

1943 yılında İstanbul'da doğan ve Milli İstihbarat Teşkilatı MİT'te göreve başladığı günden itibaren alışılmadık bir istihbaratçı profili çizen Mehmet Eymür, 1970'lerde THKP-C'nin önde gelen isimlerinden Ulaş Bardakçı'nın İstanbul'da bir evde, Mahir Çayan ve arkadaşlarının da Kızıldere'de öldürüldükleri operasyonlara katıldı. Adı tarihe işkencelerle geçen MİT'in sorgu üssü Ziverbey Köşkü'ndeki sorguculardan biriydi.

1983'te kurulan MİT Kaçakçılık Şubesi'nin başına müdür olarak atandı. Bu görevdeyken Emniyet Kaçakçılık ve Harekât Dairesi Başkanı Atilla Aytek'le birlikte meşhur ‘Babalar Operasyonu'nu gerçekleştirdi. O dönemde aralarında Dündar Kılıç ve Behçet Cantürk'ün de bulunduğu yeraltı dünyasının ünlü isimlerini sorguladı. Silah kaçakçılığı konusunda çalıştı ve birçok yurtdışı operasyona katıldı. Bu operasyonlarda kimi zaman ilişkileri nedeniyle eleştirildi.

Suikast sonucu öldürülen MİT mensubu Hiram Abas'ın en yakın çalışma arkadaşı olarak tanınan Eymür; hazırladığı eski Genelkurmay Başkanı Necdet Üruğ, Ünal Erkan ve Mehmet Ağar'ı hedef alan ünlü MİT Raporu nedeniyle 10 Haziran 1988'de MİT'ten ayrıldı. Kısa süre sonra kuruma yeniden döndü ve 1995'te Kontrterör Daire Başkanı olarak çalışmaya başladı. Eymür 1997'de Washington'a gönderildi. Bir yıl sonra merkeze çekildi. MİT'ten uzaklaştırılıp Şeker Fabrikası'na atandı. Bir yandan bu atamaya karşı dava açtı, diğer yandan emekliliğini isteyerek ABD'ye döndü. Burada "atin.org" adlı internet sitesini açarak, kritik / tartışma yaratan bilgiler paylaştı. 2002'de Türkiye'ye döndükten sonra kumarhane/casino sektörünün önde gelen isimlerinden Sudi Özkan'ın danışmanlığını yaptığı, hakkındaki iddialar arasındaydı.

Ergenekon operasyonları sırasında hakkında gözaltı kararı çıkartılan Eymür'ün, savcılara ayrıntılı bilgiler veren isimlerden biri olduğu öne sürüldü.

4 Kasım 2021 Perşembe

Eski MİT yöneticisi Eymür: Devlet görevlileri 18 kişiyi para için öldürdü; Gökçer Tahincioğlu/04 Kasım 2021

Eski MİT yöneticisi Eymür: Devlet görevlileri 18 kişiyi para için öldürdü; Çiller cinayetleri biliyordur, ama Ağar kim bilir nasıl takdim ediyordur!

"Abdullah Çatlı'yı Bebek’te bir restorana getirmişti biri. Dedim ki, uyuşturucu işi yapıyorsunuz. 'E biz mecbur kaldık, aç mı yaşayalım' dedi. Birileri tabii kullandı. Hiçbir şey de yapmadılar. ASALA’yı bitirdik hikâyeleri palavra, yalan..."

Mehmet Eymür, 1970'li yıllardan bu yana Türkiye'nin geçtiği kritik virajlarda bir biçimde yer alan, adından söz ettiren, bir istihbaratçı olarak yaşananlarla ilgili bilgi sahibi olan ya da bilgi sahibi olduğuna inanılan bir isim.

"Z kuşağı" olarak nitelendirilen genç kuşak, belki uzun yıllardır aktif görevde olmadığı için Eymür'ü gazetelerde, televizyonlarda fazla göremedi. Ancak yakın tarihe biraz ilgisi olanlar, Susurluk'tan Ergenekon'a, faili meçhul cinayetlerden silah kaçakçılığı operasyonlarına kadar uzanan, Türkiye siyasi tarihine damga vuran olaylar ve skandallarda Eymür'ün isminin de mutlaka ya özne ya tanık olarak yer aldığını biliyor.

Mehmet Eymür'ün tanıklıkları önemli. Meslek yaşamı boyunca, göz önünde bir istihbaratçı olan Eymür, kitapları, yazıları, açıklamaları ile hep gündemde oldu. Ancak uzun zamandır sessiz. Buna rağmen, Sedat Peker'in açıklamalarıyla birlikte, 80'li yıllardan bu yana Türkiye'nin ve kendisinin gündeminde olan isimlerle ilgili iddiaları yakından izliyor. Daha önce yaptığı, "cinayetlere" ilişkin tanıklıkların ciddiye alınmaması nedeniyle dertli.

Sedat Peker'le karşılaşma

- Bugünden başlayalım… Sedat Peker ile ilgili olarak, "Mehmet Ağar'ın tosunlarından biriydi" şeklinde ifadeniz vardı faili meçhul cinayetler davasında. Ne gibi bir bağı vardı ve bugün değişen ne oldu? Peker'in açıklamaları gerçekten sadece aile hassasiyetinden mi kaynaklanıyor? Sistemin dışına çıkartılmasının nedenleri ne size göre?

Böyle dedim ama "O senelerde yaşım şu kadardı" diye düzeltme yaptı Sedat Peker. Geçmişte bir kere karşılaştım kendisiyle. Bir akrabanın evinde karşılaştık tesadüfen. Benim yazılarım vardı o zaman. İsmi geçiyordu. "Ben artık iş adamı oldum" dedi. "İş adamı arkasında 30 kişiyle gezmez" dedim. "İş adamı olmanı temenni ederim ama bugünkü durumun benzemiyor" dedim. Öyle bir konuşmamız geçti. Tahminimden fazla okuyan bir adam. Diğerleri gibi değil pek. Hitabeti de iyi. Tabii kendi de zaten söylüyor. Pirüpak bir adam değil. 15 Temmuz'dan sonraki açıklamaları vs. Bunlara bakmak lazım. E kendisi de korku iklimi yaratmak için bunları yaptım, diye açıklıyor. Devlet böyle insanları neden kullanır… Normalde olmaması lazım…

- Mehmet Ağar'la olan ilişkisi… Ya da bilgi aldığı kaynaklar için ne dersiniz?

O piyasada herkesin çok çabuk birbirlerinden haberleri olur. Tabii birileri taşıyor bilgi. Birileriyle arası bozuldu belli ki. Ama müthiş dinleyici kitlesi var. Herhalde yabancı ülkelere de enteresan geliyor anlattıkları. Kolay kolay ulaşılacak bilgiler değil zira.

"Amerika şunu diyecek de cemaat yapmayacak, mümkün mü?"

- Ama açıklamaların bir nedeni ve bağlamı olmalı. İddiaları derin bir yapılanmaya işaret ediyor…

Çok konuşmak istemiyorum. İkimizi de sıkıntıya sokmak istemem. Geçenlerde "Ortalık karışacak" dediğimde de tartışıldı. Ben bunu 25 sene önce de söyledim. Mehmet Ağar'ların zamanında söylediğim şey. 25 sene olmuş. Kanunsuz güç varsa ortada her şeyi yapar. Her şey olur. Mehmet Ağar'ı "iki Mehmet kavgası" yapan millet, birçok şeyi görmezden geldi. Bugüne kadar geldiler. E geldik bugüne. Şimdi durumu sıkıntılı tabii. 18 cinayetten yargılanıyorlar.

- 15 Temmuz'dan itibaren yaşananlara ilişkin konuşuyor Peker. Ki kendisi de hem o günün hem sonrasının aktörlerinden biri… Siz 15 Temmuz'a ve sonrasında yaşananlara nasıl bakıyorsunuz? Cemaat MİT tarafından fark edilmemiş bir yapı mıydı? Bu mümkün mü?

Bence bundan çok başka yere bakılmalı. 15 Temmuz henüz çözülmedi tam olarak. Çok sual var. MİT'in ilgili bölümünde muhakkak bir rapor vardır geçmişte cemaatle ilgili elbette. Burada cemaati suçlamak bence esası bırakmak demek. Amerika'yı bırakmak demek. Arkasındaki güç önemli. Amerika, şunu diyecek de cemaat yapmayacak, mümkün mü? Cemaat istediği gibi davranabilir mi? Bu bağlamda bakmak lazım. Çok soru var. Mesela Adil Öksüz. Hâlâ yok ortada. Ben öldürülmüş olabileceğini de düşünüyorum. Normal değil.

"Ben yazdıkça Ağar güçlendi"

- 18 faili meçhul cinayetle ilgili davada verilen beraat kararı İstinaf Mahkemesi tarafından bozuldu. Ağar ile Susurluk skandalı döneminde Özel Harekât'ta yer alan polisler yeniden yargılanıyor ama yargılama çok da iç açıcı başlamadı. Siz bu cinayetleri anlattınız. Tarık Ümit cinayetini, öldürülmeden önce size verdiği sırları. Listeler verdiniz mahkemeye… O dönemde önemli bir görevdeydiniz. Sizin sözleriniz, delilleriniz etkili olmadı mı?

Sözüm para etmedi. Ben o dönemden itibaren yazdım. Raporladım. Anlattım. Herkes espriyle rica ediyordu. "Bizi de yaz da yükselelim" diye. Ben yazdıkça Mehmet Ağar güçlendi. Ben bunları yazdım, rapor ettim. O kadar enteresan bir şey ki bu… Menfaatler önemli. Şu an ise biraz sıkışık bir döneme girdi diye tahmin ediyorum.

- Sizin Ağar'la tanışıklığınız çok eskiye dayanıyor…

Mehmet'le (Ağar) benim aram tanıştığımız zaman iyiydi. O zaman bekârdım. Ankara'ya geldiğinde gelir benim evde kalırdı. Sonra hem ben hem Hiram Bey (Abas) rahmetli, kendisine çok nasihat ettik. Benden küçüktür. "Yanlış yapıyorsun, yanlış insanlarla geziyorsun" dedik. "Başbakan da geziyor" dedi. "O siyasi adam, sen polis müdürüsün" dedik.

- Abdullah Çatlı mı kast ettiğiniz?

Onlar da var. Bir sürü başka ilişkileri de vardı. Kaçakçılar, maçakçılar, bilmem neler. Yavaş yavaş uzaklaştık ondan sonra. Baktık ki yollarımız ayrı. Hiram Bey de çok uyardı. Hiram Bey de parayla ilişkisi olmayan biriydi. Kalmadı öyle adamlar artık.

"Yeşil'in arabasını bulduk, şoförü de kayıp"

- Siz Yeşil adıyla bilinen Mahmut Yıldırım'ı, JİTEM'den uzaklaştırılınca MİT'e aldınız. O da faili meçhul cinayetler davasının sanıklarından… Yaşıyor mu Yeşil?

Zannetmiyorum. Oğlu ile falan konuştum. Herhalde parayı bölüşenlerden biri temizledi onu. Ortadan kaybolduğu zaman. Bayağı aradık o zaman. Arabasını Bahçelievler'de bulduk. Şoförü vardı o da ortadan kayboldu.

- Oğlu yaşadığını söylüyor…

Yok, onu çok kullanan oldu. Yaşasa bizden kaçacak bir nedeni yoktu.

- Cem Ersever'i o mu öldürdü?

Zannedersem o öldürdü. Yok diyordu ama. "Ben yapmadım" dedi. Ama yaptığını da söylerdi genelde. Cem Ersever için yapmadığını söyledi. Ama sanıyorum o öldürdü.

"Bize düzgün adam lazım değil ki… Yeşil yürekli bir oğlandı"

- Siz niye Yeşil gibi biriyle çalıştınız?

Teşkilattaki bir arkadaş söyledi. "Bölgeden çıkartıldı" dedi. "Sizin yurtdışı faaliyetlerde kullanırsınız" dedi. Zaten ilk bizim elemanımız olmuş. Elazığ'ın elemanı. Askerlerle temas kurunca bizimkiler bırakmış.

- Gerçek bir katil oysa, siz nasıl görüyordunuz?

Yürekli bir oğlandı. Öyle adamlar çok. Mardin'de de Binno diye eski eşkıya elemanımız vardı. Millet korkar mağaralara girmeye, askerler falan, bunları sokardık hep.

- Yeşil gibi başka isimler var mı?

Tabii şimdi bize düzgün adam lazım değil ki. Düzgün adam neyin haberini getirecek. Bir faaliyetin içerisinde olan adam zaten kirli adamdır.

"JİTEM gerçek elbette, Veli Küçük beni çok hayal kırıklığına uğrattı"

- Bugünden 90'lara baktığınızda bir yandan siz (MİT) operasyon yapıyorsunuz, asker var, polis var. Ama bir de JİTEM var. Hâlâ tam olarak kabullenilmeyen… JİTEM gerçek değil mi?

Gerçek elbette. Evet. Veli Küçük'ü de iyi tanırım. Çok beni hayal kırıklığına uğratan bir insan. Bir kere Perinçek grubundan. O benim için büyük bir eksi. Yanlış işlere giriştiler. JİTEM, şu bu falan filan. Benim ona çok iyiliklerim vardır.

- JİTEM sizce yanlış mıydı?

Tabii yani… Meslek hayatımda şunu gördüm ben. En şikâyetçi olduğum kişiler asker kişiler oldu. Ben askerleri çok severim. Asker çocuğuyum. Bunlar köyden gelen, açılan genç kızlara benziyor. Birliklerinden çıkınca sivil hayatta birdenbire değişiyorlar. Bizdeki askerlerin hepsiyle problemim oldu. Benim yakınımda çalışan Yavuz Ataç, Kaşif Kozinoğlu, Korkut Eken vardı. En sevdiklerimden biri Korkut'tu. Üzüntü vericidir bugünkü durumu. Şimdi 18 kişinin cinayeti nedeniyle yargılanıyorlar. Ne kadar ağır bir şey?

"18 kişiyi devlet görevlileri, para için öldürdü"

- Bu 18 kişiyi devlet mi öldürdü?

Evet işte. Ayhan Çarkın'ın ifadesiyle yapıldı bu dava…

 - Çarkın öyle diyor ama siz de çok etkinsiniz o dönemde, görevlisiniz? Daha 90'larda bu çete tarafından bu cinayetlerin işlendiğini biliyordunuz anlatımlarınıza göre? Rapor ettiniz mi bunları?

E tabii. Tarık Ümit'ten aldığım listeleri falan verdim hep. Bizde çalışan Kaşif Kozinoğlu (Ergenekon operasyonu sırasında cezaevinde ölen eski MİT mensubu) bu grupla çalışanlardan biriydi mesela. O da içlerindeydi. Yavuz Ataç başkaydı. O Amerikalılarla gizli ilişkiler, Çakıcı'yla ilişkiler içindeydi. Tabii ben bu cinayetleri rapor ettim. O raporları usulüne uygun biçimde verdim.

"Benim gözümde devlet her şeyi yapabilir, meşrudur, ama menfaat varsa"

- Mahkemede, "Tarık Ümit cinayetleri anlattığında, kendisinin de cinayet işlediğini söylediğinde, devlet için yaptığını düşündüm" demiştiniz.

Devlet benim gözümde her şeyi yapabilir. Meşrudur. Benim için böyle. Ama işin içinde menfaat varsa… "Bu kadar para ver yoksa seni öldüreceğim." Bu insanlar maalesef böyle öldürüldü.

- Sizin kuşkunuz yok anladığım kadarıyla…

Hiç kuşkum yok.

- Bu kadar açık kanıtlar var. Çetenin içinden olan Çarkın konuşuyor… Sizin gibi bir isim listeler sunuyor, rapor ettiğinizi söylüyorsunuz, niye dokunulamadı?

Evet, Çarkın, "Onlar yedi, biz aç kaldık" diyor zaten. Bu devlette olan bazı şeyler komedi… Çiller Özel Örgütü'nü biliyor musunuz. Mesela yok öyle bir şey.

- Ama dönemin başbakanı Tansu Çiller de isim listesi açıklamadı mı, o listedeki isimler öldürüldü.

O Mehmet Ağar'ın tesiridir. (Tansu) Çiller'in kendi bilgisiyle yaptığını sanmıyorum. Pirüpak olduğunu söylemek istemem, ama Çiller Özel Örgütü tamamen palavra… 700 kişilik grup varmış, bunların hepsi yanlış.

- Size Çillerler ulaştı mı, bize istihbarat gelmiyor diye, görüşüyor muydunuz?

 Ben Özer Çiller'le görüşüyordum. Sönmez Köksal'ın (dönemin MİT Müsteşarı) bilgisi dahilinde. Sönmez Bey yanına gittiğinde ayakta bekletmiş, Sönmez Bey bayağı bozulmuş. Gitmek istemiyordu. Teşkilatla ilgili bazı şeyler vardı. İmzalar, yazılar. Benden gitmemi istiyordu Sönmez Bey. Ben Özer Bey'le görüşüp onları söylüyordum. O da hanımına söylüyordu. Böyle yaptırıyordum. Benim ilişkim bu. Özel bir talepleri olmadı. Ama onların döneminde MİT'e geri döndüm. Hâlâ Çiller Özel Örgütü diye kitap satıyor Doğu Perinçek. O konuda Sönmez Bey'in de büyük hatası var. Bizim Mikdat Alpay'ın yazdığı bir rapor sanki bunu teyit eder gibi çıktı. Sönmez Bey'in de hatası var, imzalamış bu raporu. Mikdat Alpay, Perinçek'le işbirliği yaptı. Doğru düzgün okumamış Sönmez Bey. Çiller de tazminat kazandı 2 milyon lira o kitaptan. Ama hâlâ satışta… Benim bu Çiller Özel Örgütü'nün başında olduğumu söylediler. Düşünün. Metin Dalman isimli gazeteci Alman medyasına bunu verdi. Mikdat Alpay'ın adamı bir MİT elemanı Dalman. Böyle çalıştılar. Kesinlikle böyle bir yapılanma yok. Benim Çiller Örgütü diye bir örgüt başında olmam, Çatlı ile Ağar ile bu örgütü yönetmem mümkün olabilir mi?

"Çatlı, uyuşturucu işi için ‘Mecbur kaldık, aç mı yaşayalım' dedi"

- Abdullah Çatlı ile Mehmet Ağar ilişkisi neydi? Çiller bilmiyor muydu bu ilişkiyi, Çatlı'nın aranırken bu işlerde kullanıldığını?

Çiller biliyordu herhalde. Çatlı ile de münakaşam oldu. Bebek'te bir restorana getirmişti biri. Dedim ki uyuşturucu işi yapıyorsunuz. O zaman yurt dışında yaşıyorlardı. "E biz mecbur kaldık, aç mı yaşayalım" dedi. "Başka iş yapamayacak mısın" dedim. Münakaşamız oldu.

 - Çatlı kim o sırada, sıfatı neydi, sizinle de görüşebiliyor…

Kullanıyorlardı. Bahçelievler katliamı, devletin parmağının olduğu cinayet değil. Her türlü pisliğin içindeler zaten. Nuri Gündeş'ler (Eski MİT Bölge Başkanı) kullandı onları. Birileri tabii kullandı. Hiçbir şey de yapmadılar. ASALA'yı bitirdik hikâyeleri palavra, yalan. Fransa'da bir mezarlıktaki anıta bomba koydular. Başka yaptıkları bir şey de yok.

- Devlet niye buna ihtiyaç duyar?

Çatlı, kullanılabilir tabii ama kimin kimi kullandığı önemli. Buna dikkat etmeniz lazım. Yanlış adamları seçmişler bence.

- MİT'in işi bitince Ağar'a mı geçiyor bu ekip?

Evet, onlar aynı ekibin adamları oldular. "Çiller cinayetleri biliyordur, ama Ağar kim bilir nasıl takdim ediyor"

- Çiller bu cinayetlerden haberdar değil miydi?

Biliyordur. Ama Mehmet Ağar kim bilir nasıl takdim ediyor? Ağar bunlara pasaport veriyor, yetki veriyor.

- Siz bu ekipten sadece Tarık Ümit ve Yeşil'i mi tanıyordunuz?

Birçoğunu bilirdim. Ben iki önemli yerde çalıştım. Biri kaçakçılık. Bir de terör konusunda çalışmam var. Bilirim.

- Rapor ettim, diyorsunuz ama bir şey yapılmamış. Rapor ettiğiniz yer MİT Müsteşarlığı, hükümete bağlı. O raporda hükümetin bakanı bu işin içinde diyorsunuz…

Mehmet Ağar gibi bir İçişleri Bakanı, Emniyet Genel Müdürü olursa… Yine ayakta kalmamız bu kadar başarı. Açığım yok ondan. Açığım olsa duman etmişlerdi. Mehmet Ağar uğraştı benimle, uğraşmaz olur mu? Yeşil'i aldılar, işkence yaptılar. Orhan Taşanlar (eski Ankara Emniyet Müdürü) gece aradı, "Adamınızmış, alın bunu" dedi. Ben "Adamımız değil, suçu varsa cezasını verin" dedim.

- Ama Tarık Ümit ortadan kaybolunca Ağar'ı aradınız?

Amcası arıyor, kızı arıyor beni. Adam kayıp. MİT'in adamıydı. Sağlam ayakkabı değildi. Bizzat cinayet işlediğini de söyledi. Ben bunu da rapor ettim. Ağar'ı da aradım. "Bakayım" dedi.

- Siz bu raporları MİT Müsteşarı'na mı veriyordunuz, o işleme koymuyor muydu?

Tabii, müsteşarlığa. Dosyaya giriyor… Ne yapacaksınız devlet çarkı dönmüyorsa, adalet sistemi işlemiyorsa… Ben bunun rahatsızlığını hep duydum…

"Perinçek hedef gösterdi"

 - Hiram Abas'la çok yakındınız. Bugünden bakınca suikastı nasıl yorumluyorsunuz?

Bir kere orada Doğu Perinçek'e çok büyük tepkim var. Bugün MİT'çinin adını yazana hapis cezası veriyorlar. O tarihte her şeyini, plakasını, telefonunu, evini, adresini hepsini verdiler. Bir nevi "öldürün" denildi. Hiram Bey de hissetmişti zaten. Arkasından felaket oldu. Kontrol edildiğini biliyordu Hiram Bey. Enteresan olan ilk Amerikan casusunu yakalamamızdan sonra olmasıdır. (MİT Başkan Yardımcısı Sabahattin Savaşman'ın ABD casusu olduğunun aydınlatılması olayı) İlk Aydınlık'ta yayınlar başladı. Hiram Bey ve beni CIA ajanı yaptılar o haberlerde. Biz aksini çözmüşüz ama bizi suçluyorlar. Sonra tüm bilgileri verdiler…

"Perinçek İngiliz istihbaratıyla Amerikalıların adamıdır; ordu ve MİT'te adamları var"

- Doğu Perinçek etkili mi MİT içinde?

Perinçek'in hem ordu içinde yüzbaşılıktan başlayıp generalliğe kadar uzanan adamları var hem de MİT'te. Bana kalırsa Perinçek, tamamen, İngiliz istihbaratıyla Amerikalıların adamıdır. Kesinlikle öyledir.

- Bunu bilgiyle mi söylüyorsunuz?

Evet.

- 68 kuşağından, öğrenci hareketinden gelen bir isim, o tarihten bu yana böyle mi?

Evet, solun gelişmesini Türkiye'de engellemek için kurulan bir örgüt. Türkiye'de birçok yere girmiş durumda Amerika. Biz bu etkiyi maalesef çıkartamadık.

- Siz de hep alışılmadık bir istihbaratçı oldunuz. Zaten hep gündemdeydiniz. İstihbaratçılar çok bilinmez ama siz 70'lerden itibaren hep gündemdesiniz. Bu çelişki değil mi?

Yaptığımız işler öyle. Basın çok önemli. Basına bazı şeyler yansıyınca kapatılmaz. Bazı şeyler kapatılıyor yoksa. Basına intikal edince dönüşü zor olur.

 - Ünlü "MİT Raporu" basına yansıdığında kurumdan ayrıldınız, sonuç aldığınızı hissediyor musunuz mesela bu yöntemle…

Bugünkü şartlara göre çok daha iyiydi. MİT içinde de bir sürü yanlış adamlar var. Her yerde olduğu gibi. O dönem de vardı. Biraz denk geldi aslında bazı şeyler. Görevim bu. Görevim kaçakçılık, terörle uğraşmaktı. Görevimi yapıyordum.

- O kıdemde biri böyle raporlar hazırlar mı?

Ama doğruydu. Hep doneleri ortaya koyuyoruz. İddialıydım ama böyleydi. Basın da o açıdan faydalı oluyor. Basın bir nevi de koruma kalkanı oluyor. Koruyor elbette. Nokta gibi bir dergide yayın yapılması mesela korumuştur beni.

"Özal'ın kızı davulcuyla evlenmesin diye ‘babalar'a söyledik!"

- Siyasilerle yakın olmanız da eleştirildi, ayrı bir istihbarat örgütü kurmak, özel örgüt kurulması iddiaları bundan kaynaklanmıyor mu?

Hiç siyasilerle yakınlık kurmadım. Turgut Özal'ın kızıyla ilgili annesinin isteği üzerine bir şeyler yapmıştık. Yüzümüze gözümüze bulaştırdık.

- Özal'ın kızının evlenmesini engellemeye çalıştınız…

Evet. Davulcuyla (Zeynep Özal'ın eski eşi baterist Asım Ekren'i kastediyor) evlenmesin diye babalara söyledik. İskender Çolak'a. Onlar da Başbakan'ın emri diye mekânlarını basmışlar. İskender Çolak'a ben söylemiştim. Müsteşara da sormuştum, "Bildiğin gibi yap" dedi. Kadıköy Belediye Başkanı Osman Hızlan vardı, onlara yakın biriydi. Hatta evinde, iktidara gelmeden önce Özallarla tanışmıştım. Osman, "Semra Özal sizinle görüşmek istiyor" dedi. Kaçakçılığa bakıyordum o zaman. Babalar Operasyonu'nu yapmıştık. Babaları tanıyordum. Ne desek yapıyorlardı. Semra Özal, "Aman buna mani olalım" dedi. Zaten sonradan bir sürü şeyleri de çıktı ama neyse… ‘Korkunç yenge' vardı (eski konsolos) Bilge Erol. Sonradan Kızılcahamam vakaları çıktı vs… Ben İskender Çolak'la konuştum. "Mani ol evlenmelerine" dedim. Bunlar da mekânı basmışlar. Bunlar da kaçmışlar. Bir gemide nikâhı yapıp evlendiler. Arkasında benim olduğum da çıktı. Rezil olduk.

- Kenan Evren'in damadı, bir dönem MİT mensubu da olan, sonradan Cumhurbaşkanlığı'nda çalışan Erkan Gürvit'le yakındınız sanırım…

Sevmezdim onu. Hiram Bey'e şikâyet ederdim. "Oğlum" diye konuşuyor diye. Teşkilatta çok kapasiteli bilinmezdi. Evren'in kızıyla evlenince önemli adam haline geldi. Cumhurbaşkanlığı'nda MİT temsilcisiydi zaten. Bir iki kere görüştük. Hiram Bey'in hatrına görüştük. Onun arkadaşıydı. Karısı ise vasıflı bir MİT memuruydu.

 

SÜRECEK...

Eski MİT yönetici Eymür devlet görevlisi