BATI İCADI OLARAK CUMHURİYET VE DEMOKRASİ
Siyasal parti, Demokrasinin en temel
unsurlarından biridir. Toplumun kültürel kimliği, ekonomik gelişmesi ve
devletin yönetilmesi hususunda fikri, ideolojisi ve programı olan insanların
bir araya gelerek oluşturdukları bir örgüttür. Seçimler sonucu iktidara gelir,
ortak olur veya muhalefette kalarak programı doğrultusunda topluma, ülkeye,
devlete hizmet eder. Demokrasi, doğası gereği “Tek Parti” değil; çok partili
bir rejimdir. Parti, doğası gereği ortak akıl, istişare (şura) yolu ile
fikir-çözüm üreten bir yapıdır. Demokrasi ve Parti, geleneksel Kilise ve Feodal
bağlılıkların çözüldüğü, şehirleşmiş, mesleki olarak uzmanlaşmış ve bireyleşmiş
toplumsal yapılarda ortaya çıkmış bir olgudur. Parti başkanı, kendine partinin
iç tüzüğü gereği bazı yetkiler verilmiş bir temsilci ve sözcüdür. Başbakanlık
yapacak bazı özel yeteneklerinin bulunması gerekir. Ancak Parti başkanı,
karizmatik “Lider” niteliklerine sahip olsa da, düşüncelerini, partinin
organlarından özgür tartışma ve oydaşma ile geçirir. Bir “Çoban” değildir.
Cumhuriyet ve Demokrasi, bireysel ahlaki sorumluluklarını müdrik insanların
oluşturdukları katılımcı rejimlerdir. Diğerleri, bireysel güç istenci veya
toplumsal cehalet-sürü niteliklerinin ürünleridir. Cumhuriyet ve Demokrasi,
Avrupa’da uzun süren Aristokrasi-Krallık, Feodalite ve Kilise egemenliğinin
Fransız İhtilali ile sona erdirilmesinin akabinde Burjuva sınıfı tarafından
geliştirilmiştir. Doğu toplumlarında ise, istisnasız, genellikle “Çoban-Sürü
İlişkisi” siyasetin egemen kodudur.
TÜRKİYE'NİN SOSYOLOJİK
GEÇMİŞİ-GENETİĞİ
Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlıdan gelen ve
Aile-Kişi kültüne (Osmanoğulları) dayanan “Saltanat” rejiminin ilga edilmesi
ile kurulmuştur. İlk otuz yılı, bu genetiğe yaslanan “Tek-Adam/Tek-Parti”
rejimi ile idare edilmiştir. Türklerin tarihsel-toplumsal yaşam formasyonları
“Asker”lik (Garnizon), Akraba-Kabile (Yedi sülale) ve Mezhep-Tarikattır.
Cumhuriyet döneminde bunlara “Cemaat” ve göçten doğan “Hemşehricilik/Getto”lar
eklenmiştir.
Türkler, asker bir millettir. Yani
“emir-komuta” zincirine bağlı olarak hareket eder. Hakan, Han, Kağan, Başbuğ,
siyasi ve aynı zamanda askeri bir otoritedir. Toplumun tümü de “Er” veya
“Ordu”dur: “Bütün Türkler bir ordu/Katılmayan, “kaçak”tır/Töremizde
yazılı/Harpten kaçan, alçaktır.” (Z.Gökalp). Kadınlar, evlendikleri zaman,
buna: “Er’e gitmek” denir. Hoca, efendi, cenaze namazını kıldırırken, ölen
kişi, eğer erkek ise, “Er-kişi niyetine” diye cemaate hatırlatma yapar.
Boylar-Soylar-Obalar halinde göçebelikten
yerleşik hayata geçeli uzun bir süre geçmiş olmasına rağmen; tarım ve
hayvancılık sürdüğü, endüstri ve şehirleşme gelişmediği için, akrabalık ve
sülale/kabile-aşiret yapıları kolayca çözülmemiştir. Küfrederken “Yedi
Sülale”nin işin içine karıştırılması, bunun ifadesidir. Evliliklerde akraba içi
evlilikler korunmuştur. “Bizim kepeğimizi, bizim köpekler yesin” deyimi, bunu
ifade eder.
“Dayanışma” anlamında “Mezhepçilik”,
Türklerde daha ziyade Türkmen kökenli “Alevilik” olarak tezahür eder. Bunun
sebebi ise, Alevilerin, Osmanlıda takibata uğratılmaları ve dini bağlamda
aşağılanmalarıdır. Sünni iktidardan uzak tutulmalarıdır. Sünnilerin bu tavrı
da, tersten “Mezhepçilik”tir. Bu sosyoloji, Cumhuriyet döneminde de çeşitli
şekillerde devam etmektedir. Diyanet kurumu, “Sünniliği” esas alarak
kurulmuştur. Sayın Erdoğan, Muhalefet partisinin başkanının “Alevi” kökenli
oluşunu, aşağılama iması ile kendi seçmenlerine ilan etmiştir.
“Tarikat”, Türklerin en yaygın dini
örgütlenme tarzıdır. Bir şeyhin etrafında örgütlenmiş müritler topluluğu, sıkı
bir şekilde –sorgusuz-sualsiz- birbirine ve şeyhe bağlıdır. Bu bağlılık,
siyasal otoriteye olan bağlılıktan daha sıcak ve güçlüdür. Bu örgütlenme tarzı,
“dini” olduğu kadar, aynı zamanda “iktisadi”dir. Yoksul kitlelerin hayata
tutunma vesilesi olmuştur: “Tekkeyi bekleyen, çorbayı içer.”
“Cemaat” yapıları, Cumhuriyet döneminde
Şeriatın-Tarikatın ve Hilafetin ilga edilmesine ve seküler yaşam tarzı
telkinlerine-baskılarına karşı ortaya çıkmış, “Tarikat” örgütlenmesine benzer,
sosyolojik yapılardır. Reislerini “Hoca”, “Efendi”, “Hoca Efendi”, “Ağabeyi”
diye çağırırlar. Dini ve –gizli olarak da siyasi- olan otoriteye ve kendi
aralarında birbirlerine bağlılığı, tarikatlardakinin aynıdır.
Hemşehricilik, 1950 sonrası büyük
şehirlere doğru oluşan göçün ürettiği dayanışma yapılarıdır. Önceleri,
şehirlerin kıyılarında “Gecekondu” şeklinde gettolaşırken; daha sonraları
“kentsel dönüşüm”den sonra apartmanlara (TOKİ) taşınsalar da,
dernekler-vakıflar şeklinde varlıklarını sürdürmektedirler. İktisadi ve siyasi
alanlarda birbirleri ile dayanışmakta ve yer yer “mafyöz” ilişkiler
geliştirmektedirler.
SOSYOLOJİNİN SİYASAL TEZAHÜRLERİ
Bütün bu sosyolojik genetik, Türkiye’de
demokratik kurumların geliştirilmesinin önündeki tarihsel-toplumsal, kültürel
ve politik bagajdır. Tek-adam ve Tek Parti dönemini, “Devrim”den doğan,
anlaşılabilir bir kırılma momenti olarak yorumlayabiliriz. 1950’den sonra
resmen demokrasiye geçilmiş, muhafazakâr kitleler, Egeli bir çiftlik ağasının
oğlu, seküler bir şahsın (Adnan Menderes) önderliğine bir “cemaat” şuuru ile
bağlanmış ve onun haksız yere idam edilmesinden sonra, onu “Veli” mertebesine
çıkarmıştır. Altmış ihtilalini yapan ordu kurmayları, kendi aralarında
ideolojik bir “cemaat” gibi davranmış; ancak nispeten demokratik bir Anayasa
yapmışlardır. 1970-80 arasındaki “sol-sağ” ideolojik örgütleme tarzları,
demokratik olmaktan çok, “para-militer-militan”, hiyerarşik yapılardı. 1960-2000
arasında “Askeri Vesayet” otoritesi altında sağ-muhafazakâr kitleler,
Demirel-Erbakan-Özal ve Türkeş önderliğinde demokrasi oyununu meşru yollardan
sahici olarak oynamaya çalışmışlardır. Ancak, Demirel, parti “başkan”ı olduğu
kadar “Baba”; Erbakan, “Hoca”; Türkeş ise, “Başbuğ”idi.
M. Kemal’in kurup iktidar yaptığı CHP,
1950 sonrasında “Kemalist” bir ideolojik cemaate dönüşmüş, parti içi
demokrasiyi “Kurultay” lar ile sürdürmesine rağmen; muhafazakâr kitleler ile
sağlıklı bir köprü kuramamıştır. “Karaoğlan” B. Ecevit’in karizmatik
(dürüst-nazik) önderliği, CHP’ye kısa bir dönem iktidar olma şansı vermiş; D.
Baykal’ın parti başkanlığı döneminde parti “Katır Kuyruğu”na dönüşmüştür. K.
Kılıçdaroğlu’nun başkanlığında Aleviler, kendilerine sığınılacak siyasal bir
liman elde etmiş; ancak parti, muhafazakâr kitleler ile sağlıklı bir bağı yine
kuramamıştır. Kılıçdaroğlu’ nun bu yönde bir gayret gösterdiği gözlenmektedir.
“Hata yaptık” ve “Muhafazakârlarla helalleşmemiz gerekir” ifadeleri, bunun
göstergesidir.
1970’lerden itibaren Fethullah Gülen “Hoca
Efendi”nin “Mehdilik” misyonu ile yaratmış olduğu “Paralel Yapı (The Cemaat)”
hiyerarşik örgütlenmesi, devlet kurumlarına sızarak devleti içerden ele
geçirmeye çalıştı ve sonunda Partneri Ak Partiye darbe yapma teşebbüsü ile sona
erdi. (15-Temmuz-FETÖ). Ahlaki açıdan kendi içine kapalı ensest benzeri bir
ilişki ağı oluşturan bu yapı, soru çalmada ve askeri bürokrasiye “kumpas”lar
hazırlamada bir beis (kötülük) görmemiştir.
İki binli yılların başlarında kurulan ve
merkez sağın dağılması ile bu boşluğu doldurarak iktidara gelen Ak Partisi,
yirmi yıllık iktidarının ilk yarısında demokrasiyi daha da geliştirmiş ve
politik partneri The Cemaat ile birlikte askeri vesayeti tasfiye etmiştir.
Ancak, Ak Partisinin ikinci on yılında yukarıda saydığımız sosyolojik genetik
tekrar nüksetmiş; parti, Sayın R. T. Erdoğan’ın karizmatik önderliğinde
cemaatleşmeye-tarikatlaşmaya başlamıştır. Demokrasi, sadece seçim ve sandık
olarak onaylanıp; sonrasında Sayın Erdoğan, kendi deyimi ile “çoban”lık rolüne
soyunmuştur. Politik kültür olarak çobanlığın arkasında 1400 yıllık “Halife” ve
“Sultan”, “Biat (koşulsuz itaat)” kodları bulunmaktadır. Son on yıldan itibaren
parti içinde bir de “Bizim Uşaklar” olarak nitelenen Karadeniz bölgeciliği
hâkim hale gelmiştir (“Bize her yer Trabzon”). Ayrıca bürokraside “partizanlık”
ve “Akrabacılık” had safhaya ulaşmış durumdadır. Objektif sınavlarda alınan
puanlara itibar etmeden, “Mülakat” ile partililerin, cemaat ve tarikatların
akrabaları işe alınmaktadır. Erzurum’da KPSS sınavlarında birinci sırada olduğu
halde mülakatlarda elenip işe giremeyen genç, bir tür “Nurcu” cemaati olan
“Kırkıncı Hoca”ya intisap ederek iş bulduktan sonra: “Birinci olduğumda iş
bulamıyordum; “Kırkıncı” olunca buldum” demiştir. Bu ifade, bugünkü Türkiye’yi
özetler niteliktedir. Bu gidişattan rahatsız olan A. Davutoğlu ve Ali Babacan,
ayrılarak yeni partiler kurdular.
SONUÇ
Seçim ve sandık, demokrasinin
“Elif-Ba”sıdır. Ahlaki bir fazilet olarak demokrasi yani ortak akıl, şura,
kurumsal yapılar, emaneti ehline tevdi etmek, kuvvetler ayrılığı, yasama ve
yürütmede uzlaşma/konsensüs/icma arayışı, muhalefetin denetleme sorumluluğu,
bütçe hakkı (vergilerin nerelere harcandığını vatandaşın sorgulaması)
çoğulculuk…tur. Batı, bu kurumları, uzun bir tecrübe sürecinde yaşadığı iç
çatışmalardan damıtarak geliştirmiştir. Bizim demokrasiyi içselleştirmemiz için
daha bir fırın ekmek yememiz gerekiyor. Demokrasi, her iklimde yetişen bir
bitki değildir. İradi-ahlaki bir çaba ve kültürel iklim/atmosfer, eğitim
gerektiriyor. Türkiye’nin, Osmanlı bakiyesi, çok etnisiteli, Müslüman
toplulukların sığındığı bir ülke olması, demokrasiyi, vatandaşlığı, uzlaşıyı
kurmanın bir dinamosu/avantajı olması gerekirken; yukarıda bahsi geçen
sosyolojik genetikten dolayı, demokrasiye köstek olmaya devam etmektedir. Kürt
sorununun bir türlü çözülemeyişi, bunun göstergesidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.