27 Kasım 2023 Pazartesi

Modernleşmenin gecikmiş ikmali Hüseyin Alkan-26/11/2023

Bugün bizim en büyük sıkıntımız, maalesef dünün mağdurlarının, bugün mağrur olmasıdır. Dünün fakirlerinin bugün zenginlikten gözlerinin kamaşmasıdır. Dünün mücahitlerinin daha sonra müteahhit daha sonra müşahit olduğu bir noktadayız.” (7 Şubat 2021-Gazeteler). Arapça kelimelerin sağladığı imkanlar kullanılarak vecize halinde ifade edilmiş ve revaç bulmuş bu cümleler hayatını ‘davaya’ adamış önemli bir siyasetçiye aittir. “Müslümanlar piyasayla içli dışlı oldukları ölçüde dinlerine olan inançlarını yitirdi.” (1) Bu yargı ise, ‘solcu’ olarak sıfatlanabilecek bir gazete yazarının köşe yazısında yer almaktadır. 2021 yılında serbestiyet.com’da yapılan bir mülakattaki soru zihinlerdekini özetlemektedir: “28 Şubat öncesi ve sonrasında İslamcıların, güç, makam, mevki gibi iktidar alanlarıyla -dualarında yer alacak kadar- sınanma korkusu vardı: Zalimleşmektense mağdur olmayı tercih ediyorlardı. Fakat sınandılar, peki İslamcı camia sınavı geçti mi?” (2)

Son yıllarda çok kolay bulaşan ve hemen her kesimden neredeyse herkesin sorgusuz sahiplendiği, benimsediği ya da açıkça karşı çıkmadığı kanaatler, dahası yargılar bu şekildedir. Bu meyandaki yargı ve kanaat beyanlarının çoğu kesinlik ve genelleme üslubundadır.

Müslümanın müslümana tân etmesi örfümüze ve geleneğimize uygundur da, diğerlerinin hassasiyeti nereden kaynaklanıyor? Onlar kendilerine, yapıp ettiklerine ve gelecek planlarına zerre miktarı eleştirel gözle bir baksalar, olan biteni hemen anlayacaklar ama…

Müslümanların da dünya nimetlerine düşmesine diğerlerinin eleştirisi bir sevinç eşliğindedir. “Bakın Müslümanlar da dünya zevklerine aldanırmış, onlar da kirlenirmiş” şeklinde özetlenebilir söyledikleri. “Biraz meşakkatli olacak olsa da din siyasallaştıkça uhreviyetini, gizemini, cazibesini yitirecektir. ... Öteki dünya için bu dünyanın zevklerinden vazgeçmeyi göze alıp kendini Tanrı’nın ahlaki testine hazırlayan mütedeyyin müslüman görmek imkansız gibi bir şey artık.” (1) Önceden etrafta hologramları, kendileri başka evrende olan Müslümanların bazılarının sahnede ete kemiğe bürünmesini, dünya nimetlerine ortak olmasını, akademide, ekonomide, medyada, yönetimde yer almasını genelleştirerek ve bunu dine mugayir göstererek tekrar sahne dışına dönmelerini telmih etmektedirler. Diğer yandan, mezkur Müslümanlara dinin mümessilliğini atfederek onlar dolayımıyla dinin gözden düştüğü hükmünü vermektedirler. Dine, dolayısıyla o dine mensupluğu bilinenlere iyi gözle bakmayanların – samimiyseler- bu durumda, müslümanlar dünyevileştikleri ve çağdaşlaştıkları için sevinmeleri daha doğru değil mi?

Safdilce, bu dünyevileşme ve ortak olma nedeniyle, geçen yüzyılda iyi bir toplum, iyi bir dünya tasarımı vaat eden düşünce ve inanç sistemlerinden geriye hala umutları canlı tutan islamın da kaybedilmesinin üzüntülerinde pay sahibi olduğu (!) düşünülebilir. Benim kanaatim, bunların çoğunun üzüntülerinin nedeni eldeki güç, imkan ve nimetlere ortakların çıkmış olmasıdır. Çünkü beşer paylaşmayı sevmez ve istemez.

İçerden ve dışardan beyan edilen bu minvaldeki yargı ve kanaatlerde irdelenmesi gereken bazı kabuller, müphem noktalar ve yargılar var. Kabullerden birisi, İslamcıların ‘topyekün’ yoldan çıktıkları, dinlerinin buyruk ve tavsiyelerinin dışına uzandıklarıdır. Diğeri, artık İslamcıların, dolayısıyla dinleri islâmın topluma adil, güzel, ahlaklı bir dünya vaatlerinin etkisizleşmiş; inandırıcılığının kalmamış olduğudur. Yorum ve yargılarda peşinen, Müslümanların ahlak timsali olmaları gerektiği, onlara yakıştırılmayan davranış ve tavırların diğerlerinde doğal ve mazur görüldüğü aşikârdır.

Müphem taraflardan birisi yoldan çıkmış İslamcılarla kimlerin kast edildiğidir. Geçen yüzyılda bir asr-ı saadet’ hayalini düşüncelerinde, tasavvurlarında yaşatmış ve mümkün olduğuna iman etmiş (şuurlu müslüman, islamî toplum ve dünya tasarımına inanmış, davası olan müslüman, İslamcı, ideolojik müslüman, ümmetçi) müslümanlar mı kast ediliyor? Yoksa, dine kayıtsız olmayan bütün Müslümanlar mı kazanın içine atılıyor.

Bu pervasız toptancı yaklaşıma yönetsel ve/veya ekonomik güce kavuşmuş bazı kişiler ve olgularla ilgili daha çok işitilenler yol açmakta ve kanıt olarak örnek verilmektedir. Beyanlarda örnek olgularla alâkalı kişilerin tamamen kirlendiği yargısı bazen gizli, bazen aşikârdır. Bu yargı, ifade edilirken bütün müslümanlara teşmil edilmektedir. Bu tespitlere karşı, ifadeler ağyarını men etmediği halde, en azından mecliste bulunanların ve yakın tanıdıkların istisna edildiği/edileceği muhakkaktır.

İslama veya Müslümanlara dışardan bakanların şahit oldukları veya işittikleri olgular üzerinden dinin ve dinin dünyaya ait teklif ve vaatlerinin de mahkum edilmesi bilimsel de değildir, haklı da değildir.

DÜNYEVİLEŞMEK YA DA PAYINI İSTEMEK

Bu yargılara kolayca varılmasını sağlayan etmenler, müslümanların dünya nimetlerinden pay almaları, bu nimetlenmekten rahatsız olmamaları, hatta hoşlanmaları ve bu yolda işledikleri, dinî ilke ve söylemlerle bağdaşmayan eylemlerini makul bulmalarıdır. Sosyal ve fiziksel çevreye adaptasyonları, uyum sağlamalarıdır. Bir çeşit modernleşme sürecidir. Eksik bir modernleşmenin geç kalmış kendine özgü ikmalidir. Yıllarca akademiden, ekonomiden, sivil ve askerî bürokrasiden önceleri sakınan, sakınmasalar da uzak tutulan ve bir de uzak tutanlarca yüzsüzce modernleşmedikleri için eleştirilen Müslümanların geç de olsa oyuna katılmasıdır.

İsmail Kara da bu tespiti yapıyor: “Siyasi merkezin İslamcıları yahut muhalif olanları sistemin içine çekme ve kendine tabi kılma istikametindeki kuvvetli arayışları kadar mütedeyyin zümrelerin, İslamcıların, sağdan, soldan diğer muhaliflerin de sisteme katılma arzuları ve talepleri var.” (2)

Sistemdeki rüçhan hakkına sahip çıkan, dünyevileşmeye isteyerek istemeyerek değişen derecelerde direnç göstermeyen, doğal bir modernleşme seyrine kendini bırakanlar; bunlardan birine, ikisine veya üçüne birden yakıştıracağımız insanlar yanında, bir ihtimal hepsine ayak direyenlerin olduğunu değerlendiriyorum. (Bu değişimlerin doğru ve iyi olup olmadığı, nasıl bir hale evrileceği ayrı bir bahis. İnsanların inandığı veya inandığını sandığı dinin ilkelerini, kurallarını edindiği bilgiler ışığında felsefî, teolojik, nizam ve günlük hayat yönlerinden irdelemeleri de ayrı bir bahis).

ORTAK KÜLTÜR BENZER DAVRANIŞLAR ÜRETİR

Aslında, -kolay anlaşılması için- kabaca devrimci, ülkücü/sağcı, İslamcı ve diğerleri hepimiz bu coğrafyada hemen hemen aynı kültürde yetişmiş beşerleriz. Dolayısıyla beşerî hususiyetlerimiz ve zaaflarımız aynı veya benzerdir. Asabiyetimiz, tutkularımız, hırslarımız, kırılganlıklarımız, yöneldikleri değişse de öfkelerimiz de benzer olacaktır. Genel olarak Müslümanlar da diğerleri gibi beşerdir ve çağının çağdaşıdır.

İnsan davranışları günün çoğunda beşerîdir, yani doğaldır, fıtrîdir. Tüketmek, kazanmak, biriktirmek, öne çıkmak, malik olmak gibi üreme, beslenme, güvenlik kaynaklı güdüler her canlının hayatta kalması ve türün devamına yönelik olarak genetiğinde kodlanmıştır. Davranışlar evrensel, türe ve soya özgü genetik kodlar ve çevre şartlarının inşa ettiği tepki ve alışkanlıklar olarak ortaya çıkar. Dolayısıyla, davranışların ahlakî niteliğini ve düzeyini genetik ve kültürel kalıtımla birlikte içinde yaşadığımız ve geliştiğimiz küçükten büyüğe (aile, okul, mahalle, şehir, ülke, küre) sosyal çevreler tayin eder.

Yirminci yüzyılın idealist Müslümanlarını (İslamcı?) karamsarlığa gark eden samimi olarak yaşamayı az çok başardıkları ve yaygınlaşacağına inandıkları temiz, dürüst, kanaatkâr, paylaşımcı hayatın kısa sürede ve kolayca parçalanabilmesidir.

Yirminci yüzyılın gençleri ve genç yetişkinleri ülkesinin ve giderek dünyanın benimsediği düşüncelerle ve bu düşünceler zemininde büyütülen umutlarla güzelleşeceğine, adil, hakça, insanî bir düzen oluşacağına samimi olarak inanıyorlardı. Ender de olsa onlara “önce okulunuzu bitirin, mesleğinizi en iyi şekilde yapacak bilgi ve beceriyle donanın. Sonra dünyayı kurtarırsınız” diye nasihat eden yetişkinler de olmadı değil.

Sovyetler Birliğinin ve diğer demir perde ülkelerindeki sosyalist yönetimlerin yıkılması bu ülkelerin, yönetim anlayış ve biçimlerinin daha soğukkanlı değerlendirilmesini sağladı. Bu tarihî değişimler bu yolda oluşmuş toplulukların üyelerinin dünya hayatının kısalığı, nimetlerinin kıymeti ve doğal seleksiyonun gerektirdiği hayat mücadelesinin doğal kaçınılmazlığını fark etmelerini sağladı. En erken onlar fark etti. Ancak bu fark ediş ve bireyleşme elbette yoksuldan yana, eşitlikçi, özgürlükçü söylemlerini değiştirmelerini gerektirmedi.

Masum Anadolu’nun saf çocuğunun ise, heyecanı, inancı, umutları dünyadaki gelişmeler ve ülkemizdeki baskılar nedeniyle canlı kaldı. Bir gün adalet, eşitlik, özgürlük, huzur ve refah gelecekti. İnsanlar adaleti, huzuru, refahı yaşayınca bu yolun hayırlı, iyi bir yol olduğunu kabulleneceklerdi. İnancı, ideali, davası için gerçekten çok fedakârlık yaptı her biri. Her işleri, her katkıları meccaniydi. Evlerini paylaşırlardı, elbiselerini, yemeklerini ceplerindekini paralarını paylaşırlardı. Kitaplarını, düşüncelerini, hayallerini, yazdıklarını … Kendi istikballeri planlarında çok silik ve müphemdi. Kişisel dünyevî hedefleri, keyifleri, hobileri ve refahlarına düşüncelerinde, hayallerinde yer yoktu. Kutsal bir görevi yüklenmişlerdi.

Bazen gönüllü, çoğu zaman zorunlu mahrumiyetler Müslümanların yirmi birinci yüzyıla kadar masum kalmalarını kolaylaştırdı, hatta zorunlu kıldı. Dünyevîliğin en cazibeli renklerle sunumu olan küresel kültürün her mahale nüfuz ettiği bu yüzyılda ülkemizde fırsatların ortaya çıkması mecburî mahrumiyetlerin ortadan kalkmasını kolaylaştırdı. Bu yeni durum dava iddiasındaki Müslümanların direncinin derecesinin ifşasına yol açtı. (Dava iddiasındaki Müslüman tabirini herkes kendince islamcı, ideolojik Müslüman, şuurlu Müslüman, siyasî Müslüman şeklinde değiştirebilir). Jung modern hayatın içinde bu direnci diri tutmanın güç olduğuna işaret etmektedir: “Günümüz insanı ilkel veya antik çağ insanından daha fazla kötülük yapma kapasitesine sahip değildir. Sadece, kötülüğe eğilimini harekete geçirmek için eskisiyle kıyaslanamayacak kadar güçlü araçlara sahiptir.”‘ (3)

Elbette, müslümanlar da beşer, dolayısıyla şaşma kabiliyetine sahiptirler. Merak ettiğim bir Müslümanın Müslümanları dünyevileştiği babında eleştirmesi onların kayıpta oldukları nedeniyle onlar için üzüldüklerinden mi, kendileri benzer nimetlerden mahrum olduğundan bilinçaltı bir hasetle mi, yoksa şimdi bir ütopya haline gelen, geçen yüzyıla ait soylu bir masal gibi anılan, anlatılan içinde yaşadığımız masum Anadolu’nun saf topluluğunun çözülmesinden mi kaynaklanmaktadır? Gerçekte, bu toplumun üyeleri arasında güzel ve doğru şeyler söyleyip aksine davranılması sıradışı değildir. Önlerine kolaylaştırıcı maddî ve manevî koşulların çıkması bazı Müslümanların da söylemleriyle eylemlerinin paralel olmamasına yol açmıştır.

İnsanın tabiatı gereği, bugün sözleriyle uygulamalarının uyumsuz olmasıyla suçladığımız her bir kişi de büyük olasılıkla kendinden başkalarını aynı noksanlıkla itham etmektedirler. Bir diğerini ayıplarken diğerlerince yanlış olarak nitelenen kendi davranışını ise, sinik bir mahcubiyet duysa da, haklılaştırma, olmazsa makulleştirme ile temize çıkardığı büyük ihtimaldir. Nasiplenen birisi de liyakatın gözetilmediğini söyleyebilir ama kendisi istisnadır.

Eğer, derdimiz kişiler, olgular değil de, herkesin yakındığı eylem ve tavırları ortaya çıkaran ve çoğaltan toplumun ahlakî düzeyi ve niteliğiyle ilgili ciddi bir kaygıysa… Olguların sıklığı ve büyüklüğündeki dikkat çekici artışsa meselemiz... O zaman, -mutlaka meclisin dışında- birilerini günah keçisi tayin etmeyi bir süreliğine bir kenara bırakıp bu coğrafyada yüzyıllardır biçimlenegelen kültürün düşüncelerde ve söylemlerde var olan ahlaklı toplumu niye inşa edemediğini sorgulayalım. Bir beşerin adil, hak gözetir, merhametli, kanaatkâr, paylaşımcı, dürüst veya haset, kaynak yapan, hak yiyen, saldırgan, yalancı olup olmamasında en etkili belirleyici içinde doğup geliştiği kültürdür. O zaman her şeyden önce kültürün ve kültürü biçimlendiren önemli unsurlardan birisi olan yaşayan dinin bireyin ve toplumun ahlak düzeyi ve niteliği üzerindeki olumlu etkisinin zayıflığını, yetersizliğini veya varsa olumsuz etkisini irdelemek gerekmez mi? Kişileri, olguları veya olguların sıklığıyla büyüklüğünü değil.

22 Kasım 2023 Çarşamba

İnsanda türiçi öldürmenin felsefesi Prof. Dr. Niyazi kahveci-22/11/2023

Soru şudur: İnsan, neden insan öldürür? İnsan; başkasıyla insani bağ kuran demektir. İnsan öldürmek, bağı koparmaktır. Biyolojik varlığı sürdürebilmek için başkasını öldürme yetisi insan dahil bütün canlıların beyinlerindeki amigdala ve hipokampüs bölümlerinde doğal içkin vardır. Yani doğal sistemde var olmak, öldürmekle mümkün oluyor. Canlılar, canlılarla beslenen çokhücreliler olduklarından birbirlerinin “avı ve avcısı” olmaları üzerinde “türiçi (homotipik)” ve “türdışı (heterotipik)” şeklinde sınıflanırlar. Canlılar, türdışı canlıları, avları olarak gördüklerinden öldürürler. Öldürerek bağlarını koparırlar, ama onları yiyerek yeni bağ kurarlar. Genelde türiçi canlılar, vücutlarını av olarak görmediklerinden birbirlerini öldürmezler, yani bağlarını koparmazlar. Avı olmadığı halde kendi türünü öldüren memeli grubu, insan vücudunun mensup olduğu primatlar sınıfıdır. İşte insan, bu vahşi animal primat öldürme içgüdüsünü insan öldürmede kullanıyor. Demek ki, insan öldüren kişi, istediği kadar olmadığını söylesin, fenomenolojik ve numenolojik olarak primat olduğunu ispat etmektedir. İnsan, insanı öldürmekle sadece bağını koparıyor, vücudunu yemediği için onunla yeni bağ kurmuyor. Peki o halde neden öldürüyor?

Doğada “insan” adında bir canlı türü mevcut değildir. Zaten “insan” “doğal-somut canlı” değil, insanlığın ürettiği “yapay-soyut cansız” bir varlıktır. İnsani yapı, doğal beynin “prefrontal korteks”ine insan tarafından dışarıdan monte edilen yapıdır. İnsan, doğalın tam zıddı fizik ötesi (meta-physis), insanlığın ürettiği insani değerleri içeren “beşeri epistemolojik antimadde idesel” yapıdır. Bir insan öldürüldüğünde vücudu değil, asıl insan olan bu yapı öldürülmüş oluyor. İnsani yapıda değil insan öldürmek, şiddetin hiçbir türlüsüne yer yoktur. İnsan; “hayvani (de animalis)” ve “insani (de hominis)” şeklinde iki doğa (naturale)dan oluşur. Hangisi egemen ise onu olur. Ama insanlığın, “insan” üretebilmesi için insandaki bu animal doğayı tümden yok etmesi gerekiyor. Elbette bu çok zor bir işlemdir. Çünkü “insan” denilen antimadde varlık, vücut denilen animal maddede meskundur. İnsanın, insan öldürüyor olması, hayvandan insana geçiş “araform insan” aşamasını yaşıyor olmasındandır. Felsefe “araform insanı”; “insangörünümlü (antropomorf)” ve “insanlaşmakta olan (antropofor)” insan terimleriyle ifade eder. Hayvanlık ve insanlık arasında iki arada bir derede kalmış “insan-hayvan” veya “hayvan-insan” olan “homo-animalus”tur. Animal “id kişiliği”, “hümünal “ego” ve “süperego” kişiliklerine galip geliyor. Bu animal-insan için önemli olan tek şey; yeme, dışkılama ve üremeden ibaret doğal “organik hayat (nuda vita)”tır. Bu animal avcı-toplayıcı hazırcı kişi, vücudunu yemediği halde, doğal ve yapay malı ve mülkü için insan öldürür. Güncel animal-araform insanın en bariz göstergesi, egzozu susturucusuz bağırtmaktır.

Hayvan-insan, sadece kendisini türiçi, diğer bütün insanları türdışı olarak görür. Onun nazarında insan değersizdir. O, insan vücudunun yemek için değil, mülkü için avcısıdır. Bu mülk, akraba dahil bütün insanların olabiliyor. Türdışılık; birbirinin canını, malını ve arazisini almayı meşru yapıyor. Din, mezhep, etnisite gibi yapay ve sanal bahanelerle türdışı yaparak insan öldüren kişi, hayvanlığına içlenmiş ve ona tutuklu kalmıştır. İnsan tam insanlaştığı zaman, insanı kendi türünden görecek ve türiçi öldürme sona erebilecektir. Araformda kalıp insanlaşamazsa hayvandan daha tehlikeli olmaktadır. Ayet: “Biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik,” (Tin, 4-5) ayeti, bu durumu ifade ediyordur. Psikiyatrinin “amok sendromu” dediği vahşilik durumuna felsefe, “homo ferus (vahşi insan) adını verir. “Homo ferus” kişi ve devlet, doğal durum (kata physin)da kalmış, insanlığın baş belası ve insanlaşmanın önündeki en büyük engeldir. İnsanlaşabilmek için 20 yaşına kadar eğitim kademelerinin hepsinde herkese insanlaştırılma eğitimi verilmelidir.

İnsanlık, aklı erdiğinden itibaren “tam insan (human)” üretmek amacıyla insanlara “insanlaştırma (hominizasyon)” işlemi uygulamaktadır. Antik çağda bunu, icat ettiği önce tanrı ve din, sonra “varlık (ontoloji) felsefesi”, ahlak ve hukuk gibi disiplinlerle yapmaya çalıştı. Bu alanda günümüze kadar her geçen gün yol almakta, fakat henüz onu üretememiştir.

İnsanlık, ancak milattan önceki son bin yılda felsefi düşünme yapabilmeye başlayarak o zamana kadar insanlıkta egemen olan “doğal karakter”den “insani karaktere” doğru zihinsel olarak “karakter sapması” doğurmuştur. Bu evreden itibaren bütün filozofların çabası, hayvandan insan üretmek olmasına rağmen henüz başarılamadı. Başarılamamasının temel nedeni, insanları, insanlığın düşünürleri olan kafa katmanının değil de, insanlaşamamış el-kol, ağız ve ayak katmanının yönetmesidir. İnsanların çoğunluğunun da, kendi düzeylerinin ilerisinde muamele beklemelerine rağmen ilerideki kafa katmanının değil, kendi düzeylerindeki yöneticilerin peşinden gitmeleridir. Bir diğer sebep, filozofların, “kardeş katlini” iman esası yapan dinlere ve bunu insaniliğe tercih eden “homo ferus” halk yığınlarına karşı olmalarıdır.

İnsanlık, filozofların üç bin yıllık mücadelesinin sonunda ancak MS. 1945 yılından itibaren savaşı yasaklaması ile dinlerin dahil geçmiş insanlığın meşru gördüğü başkasının ülkesini “fethetmeyi” ve “ganimet” adı altında malını yağmalamayı yasaklamış ve suç yapmıştır. İnsanlık, ancak 1948 yılında, Birleşmiş Milletler’in “Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi” ile henüz tam olmasa da, çağımızın ve şimdiye kadarın en gelişmiş “insan tanımı”nı yapabilmiştir. Artık sadece “insan” vardır. Geçmiş insanlık düşünmesinin ürünü; ırk, millet, etnisite, dış görünüş, sosyal tabaka, din, dil ve cinsiyet gibi herhangi bir dış ve yapay özelliğe dayalı “insan tanımına” son verilmiştir. Hiçbir insana, bu tanımlanan “insanlık” dışı muamele uygulanamaz. Kutsal kitapların meşru cezaları olan; el kesme gibi vücut bütünlüğünü bozmak, vücuda değnek vurmak gibi vücut dokunulmazlığını ihlal, idam cezası ile yaşam hakkını almak gibi “fiziksel cezalandırma (corporeal punishment)” çağımız insan tanımına aykırı görülerek yasaklandılar, hukuken suç yapıldılar.

Kutsal Kitapların “insan” tanımları, insan tanımının gelişimine paralel olarak renorme edilmelidirler. Onlar, geldikleri devirlerdeki insan tanımına indirgeyerek hukuki ve ahlaki düzenlemeler yapmışlardır. Geçmiş her norm, çağının düşünüş düzeyinin ürünüdür. Mesela; Semitik kutsal kitapların temeli Tevrat, o devirdeki insan tanımı normunu esas alarak, Adem’in çocukları Kabil’in, kardeşi Habil’i tanrı aşkına türiçi öldürmesi olan kardeş katli ile başlar. Aslında Sümer mitolojisindeki insan ürünü “Lahar-Aşnan” hikâyesinden alındığı tespit edilen bu tür İbraniyat hikayelerini yöneticiler, kendi halklarını sömürmede iman esası yaptılar. Tanrı kullanılarak teşvik edilen bu türiçi kardeş cinayetine inananlar şimdi dahi birbirlerini öldürüyorlar. Bu kişiler, haksız kazanç için aynı dine ve aileye mensup kişileri de öldürürler.

Renormasyon yapmadaki zihinsel iktidarsızlık nedeniyle; “içtihat kapısı kapandı”, “Tanrının Kelamı değişmez” gibi bahaneler kullanmak, Kutsal Kitaplara yapılan en büyük kötülüktür. Mesela; Kuran’ın Hz. Peygamber tarafından kitap yapılmaması, kitap yapılmasını emreden bir tane ayet ve Hadisin olmaması boşuna olmamalıdır. Bunun nedeninin ipuçları şu ayetlerde vardır: “Her dönemin bir kitabı vardır.” (Ra’d, 38) “Anlaşılsın diye Kuran’ı kolaylaştırdık.” (Kamer, 17) Yani Kuran, muhatap kitlenin dönemsel algı düzeyine indirgenmiştir. Bu işleme Felsefe, “indirgemecilik (reductionizm)” adını verir. Değil bir kaç bin yıl önceki, milyonlarca yıl sonraki insan akıl çapının ulaşacağı düzey dahi Allah’ın son düzeyine göre indirgemede kalacaktır. Kuran’ın: “Biz bir ayetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya onu unutturursak, mutlaka daha iyisini veya benzerini getiririz.” (Bakara, 106) şeklindeki “nesih” kurumunu iyi anlamak gerekir. Kuran, her şeyin daha iyisine doğru güncellenmeyi kapsayabilir (accomodation)dir. Güncel renormasyonu yapacak kişinin önce kendi beyin kondansatörünün bitini güncelleştirmesi şarttır. Düşük bite sahip algı kalıpları ile Kuran ve Allah adına konuşma cüretine soyunulmamalıdır. Kilobit kapasite, daha üst bit programları ve dosyaları okuyamaz.

“Dinsel toplumları ancak çağdaş düşünmeye ulaşmış ilahiyatçılar çağdaşlaştırabilirler.”

“En zor iş, çağdışı insan malzemesiyle çağdaş işler yapmaktır.”

 

İnsan öldürmeyi önlemek, amigdala ve hipokampüsü, beşeri düşünme işlemini yapan prefrontal korteksin yönetmesi ile mümkündür. İnsanlık, “insan türünü” ürettiği zaman, insanın tam insan olması sağlanacak ve insan öldürmesi son bulacaktır. İnsanlık doğa bilimlerini, doğal sistemi tanıyarak doğaya ve doğal malzemeye egemen olmak ve kendisinin üretmek istediği doğada bulunmayan insanı üretebilmek için yapıyor. İnsanlık hukuk, din, tanrı ve ahlak gibi faktörlerle üretemediği Felsefenin “üstinsan”, dinlerin “insan-ı kamil”, bilimin “ süperego” dediği “tam insan (human)” üretme hedefine, doğa bilimi yapmakla öğrendiği “GDO” bilimini, insanın amigdalasına uygulayarak ulaşacaktır.

İnsanlar; “anakronik” ve “diyakronik” olmak üzere iki sınıfa ayrılırlar. Anakronik; içinde yaşadığı değil, geçmiş zamanda kalandır. Diyakronik; içinde yaşadığı zamanda olandır.

Var olmak isteyen kişi ve toplumlar, zihinleri (motorları)ni sürekli çağdaş yapmaları şarttır.

Dindarlık ve çağdaşlık, kaportada değil, motordadır. “Kerpiç malzeme ile plaza yapılamaz.”

20 Kasım 2023 Pazartesi

‘Tevhit’in politik alandaki tehlikeleri üzerine İlhami Güler-18/11/2023

İlahi din(ler)de Tanrı’nın tekliği ve tarih boyunca insanlığa seçtiği peygamberler aracılığı ile söyledikleri (vahiy), o andaki insanlık durumlarında ahlaki en doğru olan hakikatlerdir. İnsanlığın ahlaki gelişmesine, tekâmülüne, evrimine göre, önceki durumlar için söylediği ahlaki hükümlerin bir kısmını “nesh (uygulamayı iptal etme)” etmiş, değiştirmiş, yenilemiş ve update etmiştir (2/106, 16/101, 13/38). Kendi tavsiyelerini oluştururken de, insanların üzerinde konsensüs sağladıkları ahlaki hakikatleri almakta bir mahsur görmemiştir (Örf-maruf). Yani insanda yaratmış olduğu vicdan kapasitesinin ürünlerini hesaba katmıştır. İnsanı dışlamamıştır. İnsanlığın ıslah çabası, Tanrı ile vicdanlı insanların işbirliğiyle, el ele, kol kola yürümüştür.

Ancak vahiy kesildikten sonra, müminler, ya Tanrı’nın sözlerini işlerine geldiği gibi “tahrif” etmişler veya oluşturdukları dogmatik teolojiler ile yaşamın devingen dinamizminin doğurduğu ahlaki sorunları çözme kapasitesinden yoksun kaldıkları için Tanrı’nın “mutlak”lığını devreye sokup, onun sözlerini de mutlaklaştırmışlar; bundan da öte, kendi görüşlerini tartışmaya-itiraza kapatarak mutlaklaştırmışlar, Tanrılık taslamışlar, totaliter/otoriter ve karizmatik bir eda ile insanlığa şiddet, zor ve terör uygulamışlardır. Din-iman, soru/sual sormak ve “düşünceli (ahlaklı-mesuliyet) olmaktır. Tersi kör inanç, taklit, çaresiz teslimiyet ve dogmatizm olarak ahlaksızlıktır.
Bu durum, en tehlikeli sonuçlarını, devlet aygıtını elinde tutan ve kendini dogmatik olarak din ile dolayımlayan siyaset alanında görülür. Hristiyanlıkta “Kilise”nin kendini Tanrı (Hz. İsa) nın bedenlenmiş hali olarak görüp; devlete hükmettiği zamanlarda yaşanmıştır. Örneğin: Fransız kıralı 14. Louis: “Devlet, benim (L’ Etat cest moi); Tek kral, Tek yas ve Tek inanç” demişti. İslam tarihinde de durum yaklaşık olarak benzerdir. Abbasi Halifeleri, kendilerini Tanrı’nın Gölgesi (Zıllullah); Şii imamlar da kendilerini Allah’ın Delili (Huccetullah), Yol Göstereni (Mehdi) veya Allah’ın İşareti/izi (Ayetullah) yani onun “temsilcisi” olarak görmüşlerdir. “Halife” kavramı da, dinsel olarak, Hz. Muhammed’in “temsilcisi” olarak görülmüştür.
Tevhit, Vahdet, Ehadiyet (teklik, birlik, bütünlük) gibi vurgular ancak, Allah’ın şahsiyeti söz konusu olduğunda anlamlıdır. Siyaset alanında son derece tehlikelidir. Toplumsal adalet ve eşitlik, hukukla siyasal erk tarafından sağlanır; ancak “birlik”, “bütünlük”, kendiliğinden “oluşması” istenir, umulur, arzu ve tavsiye edilebilir; yapılmaz, sağlanmaz, zorlanmaz. O takdirde şiddet ve totalitarizm ortaya çıkar.
İslam’ın uygulaması da, tarihte sivil (Tarikat) veya siyasal (Hilafet) örgütlü bürokratik bir yapıya dönüşmüştür. Böylesi örgütlü dinsel/bürokratik yapıların sosyal psikolojisini Erich Fromm şöyle tasvir eder: “İster ilkel kabilesel, ister ulusal, isterse de dinsel yapıda olsunlar, örgütsel/cemaatsel yapıların çoğu, kendi varlıklarını sürdürmek ve önderlerinin gücünü yüceltmek isterler. Müntesiplerini, kendi örgüt/cemaatlerinin dışında yer alan ve kendileri ile çatışan başkalarına karşı ayağa kaldırmak için, müntesiplerinin doğasında var olan ahlak duygusunu sömürürler. Ama bir yandan da müntesiplerinin ahlak duygusunu ve yargılama yeteneğini boğmak için kendi grubunun ahlaksal tutsağı durumuna getiren ensest türü bağlardan yararlanırlar. Böylece kişiler, ahlak ilkeleri başkalarınca çiğnenince, şiddetle karşı çıkarken; aynı ilkelerin, kendi gruplarınca çiğnenmesine ses çıkarmaz hale gelirler. Bütün büyük dinlerin, bir din bürokrasisince yönetilen kitlesel kurumlar haline gelir gelmez, özgürlük ilkelerini çiğnemeleri ve saptırmaları, bu dinlerin bir trajedisidir.” (Erich Fromm, Psikanaliz ve Din, зev: Ş. Alpagut, İst, 1990, s 82).
Oysa bilindiği gibi, Kur’an, politik hayatta sorunları “emanet” olarak görmek, emaneti ehline vermek, adalet ve şura ilkeleri doğrultusunda çözülmesini istemiştir. Yani provakatif bir ifade ile siyasi alanda esas olan şirktir, iştiraktir, ortaklıktır. Şura ilkesi, bunu gerektirir. Ortak akıl ve oydaşma ile kurum kurmak, kural (hukuk) geliştirmektir. Demokrasi kavramı da, bunu ifade eder. Kuvvetler ayrılığı yani yasama, yürütme ve yargı kurumlarının birbirinden ayrılması ve aralarında bir denetleme ve dengenin kurulması, insanlığın geliştirdiği hayırhah bir düşünsel, ahlaki ve siyasi kurumdur.
Günlük (Real) politikada dini değer, sembol ve kavramlara (Örneğin: Allah/Tevhit, İslam, Şeriat, Hz. Muhammed/Hadis-Sünnet…) aleni atıf yapmanın doğurduğu kaçınılmaz bazı problemler mevcuttur. Bunları şöyle sıralayabiliriz: 1- Dogmatizm: Tanrının mutlaklığına inanan müminler, onun söylemlerinin (vahiy) de mutlak olduğuna inanmakta ve kendi “yorum”larını, yüzde yüz olarak Tanrı’nın görüşü olarak görebilmektedirler. Hristiyanlıkta Kilise, İslam’da Hariciler, günümüzde İŞİD ve Tarikatlar (“Gavs’ın sözü, Allah’ın sözü gibidir.”) bunun tipik örnekleridir. 2- Din İstismarı: Dinin değerlerine sözde/görünüşte değer verdiğini söyleyen bazıları, bunları kullanarak kendine çıkar, güç, prestij temin edebilmektedir. Muaviye’nin, Hz. Ali ile olan savaşında “Aramızda Kur’an hakem olsun” diyerek, askerlerinin mızrakları ucuna Kur’an yaprakları taktırması gibi. 3- Şiddet ve İç savaş: Mutlak hakikatin kendinde olduğuna inana mümin, Tanrı rızası için, kendi gibi düşünmeyenleri “tekfir” ederek onlara karşı rahatça şiddet ve zor kullanabilmektedir. İslam’ın erken dönemindeki “ Büyük Fitne (İç-savaş)” ve Kilisenin orta çağda yarattığı “Din Savaşları”nda olduğu gibi.
Bu tehlikelerden kaçınabilmek için, benim teklifim, günlük siyasal dilin kamu maslahatı, ahlak, adalet, akıl ile temellendirilmesidir. Bu, hem İslam’a uygundur; Hem de Kamu maslahatına.
Çağdaş İslam dünyasında Demokrasi, -eğer kabul edilebilirse- en fazla, seçim/sandık (%50+1) ile Tek-adama/lidere/karizmaya tam yetki vermek olarak işliyor. 19. Yüzyılın başında Batıdaki bu tip demokrasilere, siyaset bilimci Maurice Duverger. “Seçilmiş Krallar” demişti. Demokrasi, ikinci Dünya savaşından sonra Batıda hayli gelişti. Bizim gibi kurum-kural, ortak akıl, istişare, ortak karar alma yeteneklerin gelişmediği toplumlarda; bilgisinden kuşku duymayan, bilmeyen (cahil), bilmediğini bilmeyen (cehl-i mürekkeb) cesur siyasetçiler türetiyor. Oysa 2500 yıl önce Sokrates, onca bilgeliğine rağmen: “Bilmediğimi biliyorum.” diyebilmişti.
Siyaset kendini Din, Tanrı, Hakikat ile dolayımladığında, başta hukuk olmak üzere, din, bilim, iktisat, sanat… alanlarını kendi kontrolüne almaya çalışır. Çünkü dolayımlandığı kavramlar, doğaları gereği total, mutlak, tümel, tekçi ve kesin karakterlidir (“Nas var; Nas”).
Dinsel motivasyonlu veya değil, totaliter/otoriter yönetimlerde -parti içi veya değil-, lidere/karizmaya/otoritere karşı muhalefet veya fikir beyanı, en hafifinden: “Başkalarına şirin gözükmek”, “Çatlak ses”; ağırından ise “Fitne-Fesat çıkarmak”, “İhanet etmek” olarak algılanır. “Teklik” ve “Birlik” vurguları yoğunlaşır. Örneğin: Sayın Erdoğan’ın: “Tek Millet, Tek Bayrak, Tek Devlet, Tek Vatan” vurgularının, Türkiye’ye has haklı olan “Bölücülük” korkusundan kaynaklanan bir politik bağlamı olsa da; bizzat kendinden kaynaklanan bir “Güç İstenci” şuuraltı da mevcut olsa gerek. Yine onun: “Bir olacağız; iri olacağız; diri olacağız; hep birlikte “Türkiye” olacağız” sloganı da, ciddi düzeyde şuuraltından kendi “Güç İstenci”ni ve “Kesin Hakikat”i haiz olduğu algısını yansıtmaktadır. Ayrıca, son yirmi yılda Türkiye’de devasa kamu binaları (Şehir Hastahaneleri, Adliye Binaları, Bakanlık, Valilik, en uzun bayrak direkleri, en büyük bayraklar...) veya özel sektör AVM ler, Rezidanslar, İş Merkezleri, Kuleler yapılması, “teklik, büyüklük, güçlülük” psikolojisinin görsel-mimari yansımalarıdır. Bu “Büyüklük” kompleksinin şuuraltında –bana göre yersiz- bir “Batıya kafa tutma” psikolojisi de olabilir. Ben ise, kurumlarda-nesnelerde devasalık-hantallık yerine; etkinlik, estetiklik, nitelik ve işlevselliğin daha doğru olduğu kanaatindeyim.
Sonuç olarak, siyasetin “din” olarak değil, “dil” olarak; “iman” olarak değil, dogmatik “itikad” olarak laikleştirilmesi (din diline başvurulmaması), çoğullaştırılması/ortak-akıllaştırılması ve kurumsallaştırılması gerekir.

1 Kasım 2023 Çarşamba

Vicdanı Dumura Uğratan Din ve Tanrı Tasavvurları İlhami Güler-20/09/2023

1- TANRI TASAVVURU

Tanrıya imandan sonra, dinin en temel sorunu, Tanrının ahlaki karakterini ve insani ilişkilerde doğru olanın ne olduğunu doğru takdir etmektir. Müşrikler, Tanrı’yı doğru takdir edemedikleri gibi (6/91, 77/23); Yahudiler (2/93) ve Hristiyanlar da (5/73) doğru takdir edememişlerdir. Bu tehlike, Müslümanların da başının üstünde Demokles’in kılıcı gibi sallanmaktadır. Örneğin, Cebriyenin ve Eş’ârîlerin, istisnasız her şeyi belirleyenin Allah olduğu şeklindeki (Kadir-i mutlak, Alim-i mutlak ve Mürid-i mutlak) “Kadercilik” teorileri, -cahilce tazim görünümünde veya kurnazlıkla- Allah’ın üstüne atılmış en zalimce bir iftiradır (29/68, 61/7). Yani Müslümanlar da,22/74) Allah’ı “gereği gibi takdir edememişlerdir.”(

Ateist, Agnostik veya Pagan-Müşrik olmaktan çıkıp, kafasına/keyfine göre -ve samimiyetle- tek bir Tanrı kavramı/imgesi/resmi/tasavvuru yaratmak, “müstakim” bir dindarlık için yeterli değildir. Cahil halk başta olmak üzere, sûfîlerin, teologların ve filozofların temel sorunu budur. Bundan dolayı, peygamberlerin, vahiyle tanıttıkları tasavvura (Esmau’l-Hüsna-Sünnetullah) şiddetle ihtiyaç olduğu gibi; bunlara yaslanarak çizilen resimlerin sürekli gözden geçirilmesine ve eleştirisine de şiddetle ihtiyaç vardır. Tanrı, ortalıkta olmayıp, “Ğayb/Aşkın” olduğu için, Xenephones’in dediği gibi: O’nun hakkındaki her türlü “Kanı, herkesi gafil avlar.” Süpekülatif Felsefe, Tanrı tasavvuru konusunda “Diri/Hayy” ve “Kişi/Huve” olmaktan öte, kavramsal bir put yaratırken; Teolojik Fideizm(İmancılık), yani Rousseau, Pascal(Kalp), Kant(Pratik Akıl) ve Kiergegard(Öznellik), sıfatlarını/kim olduğunu bilmediğimiz bir Tanrı’ya körü körüne “İman” etmeyi savundular. Oysa, Allah, tenezzül buyurarak kendini bize “Esmau’l-Hüsna” ile tanıtmıştır. Ona iman etmek ise, ne flozofların savunduğu gibi merdivenleri mantıkla(zorunlu) çıkılan/ispat edilen bir zirve; ne de Fideistlerin iddia ettikleri gibi risk alarak uçurumdan atlamadır. Kur’an’da iman, sırıkla(akıl-ahlak) ve cüretle bir yüksek atlama/zıplama/sıçramadır.

Oluşturulan “Tanrı” tasavvurları, insanların vicdan kapasitelerini, özgürlüğünü, iradesini ve yaratıcılığını geliştirdiği, serpilmelerine yardımcı olduğu gibi; bütün bu kapasitelerin dumura uğramasına, insanın kendine yabancılaşmasına sebebiyet verebilir. Örneğin: “Hristiyan tanrı kavramı –hasta tanrısı olarak tanrı, örümcek olarak tanrı, tin olarak tanrı- yeryüzünde ulaşılmış en yoz kavramlardan biridir. Belki de tanrı tipinin batış sürecindeki en düşük seviye işaretini temsil eder. Tanrının, yaşamın aydınlanması ve bengi/ebedi “Evet”i olmak yerine; yaşamı çelecek kadar yozlaşması! Tanrı’da yaşamın, doğanın, yaşama isteminin düşman ilan edilmesi! Tanrının, “Dünyevi”liğin her türlü yalanlanması için, her türlü “öte dünya”lık yalanı için, formül haline gelmesi! Tanrı’da hiç’in tanrısallaştırılması, hiçlik isteminin tanrısallaştırılması.” (F. Nietzsche, Deccal (Hristiyanlığa Lanet). Çev: Oruç Aruoba. İst. 1995. s 29-30). Yahudilik ve Müslümanlıkta da benzer “Tanrı” tasavvurları mevcuttur.

2- İMANIN İTİKADA DÖNÜŞMESİ

Tek tanrıcı dinlerin ikinci önemli handikabı, canlı “iman”ın ölü itikada/inanca dönüşmesi ve insan ile Tanrı arasında diyalektik bir “ilişki” olmaktan çıkmasıdır. Bu durumda, her türlü ahlaksızlık kolayca işlenir veya meşrulaştırılır. Bir Kur’an ayeti, bu gerçeği, çok net bir şekilde ortaya koyar: “İman edenlerin Allah’ı zikretmekten ve ondan inen hakikatten dolayı kalplerinin ürperme zamanı hâlâ gelmedi mi? Onlar, daha önce kendilerine kitap verilip de, üzerinden uzun zaman geçince kalpleri katılaşan (Hristiyan ve Yahudiler) gibi olmasınlar. Onların çoğu, fâsık kimselerdir.” (57/16). Müslümanlar da, aradan çok uzun zaman geçmeden aynı vartaya düşmüşlerdir. Bugün ise, aradan 1400 sene geçmiştir. Oysa Allah: “İnsanlar, “İnandık” demekle, imtihan edilmeden bırakılacaklarını mı zannederler? And olsun, biz, onlardan öncekileri de imtihan etmiştik; Allah, doğru söyleyenleri de yalan söyleyenleri de bilir.” (29/2-3) diyerek işin peşini bırakmamaktadır. Zorunlu olarak amel/ahlak doğuran (“Ateş olmayan yerden duman çıkmaz.”, “Küpün içinde ne varsa, dışına o sızar.”) canlı iman ile ölü kesin inanç/tasdik arasındaki farkı, Kur’an, şöyle ortaya koyar: “Bedeviler, “İman ettik” dediler. De ki: “İman etmediniz; “Tasdik ettik” deyin. Çünkü, iman henüz kalplerinize yerleşmedi… İman edenler, ancak, Allah’a ve peygambere iman ettikten sonra şüpheye düşmeden, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihat edenlerdir. İşte onlar, imanlarını ispat etmiş olanlardır.” (49/14-15).

3- İLMİHAL DİNDARLIĞI

Dindarların sıkça başvurdukları kurnazlıklardan biri de yükte hafif, pahada ağır ibadetleri/ritüelleri abartarak Tanrı’yı kandırma girişiminde bulunmalarıdır. Şu ayet, bu gerçeği gözler önüne koyar: “Siz, Hacılara su dağıtmayı ve Mescid-i Haramın bakım ve onarımını, Allah’a ve Ahiret gününe iman edip Allah yolunda cihad eden kimselerin yaptıkları ile eşit mi tutuyorsunuz? Bunlar, Allah katında eşit değildirler; Allah, zalim topluluğunu hidayete erdirmez. İman edip cihad eden ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenlerin mertebeleri, Allah katında daha üstündür; işte onlar, nihâî kazananlardır.” (9/19-20).

Tanrı ile sürekli irtibatta olma, onu unutmama; bu vesile ile de vicdanını ve imanını koruma amaçlarından uzaklaştırılıp, alışkanlık ve borç ödeme moduna dönüştürülen “İlmihal/İbadet Müslümanlığı” hakkında rahmetli Nurettin Topçu şöyle diyor: “Zamanla yıprana yıprana birer otomatik hareket haline getirilen ve bu şekilde emrolunduğu anlatılan ibadetler ise, iyi hesaplayan ve dikkatle kaydeden meleklerin takip ettiği bedende bir takım şekil değişmeleri haline getirildi. El, ayak, baş, beden hareketlerinde maharet, dindarlığın şartı oldu; bunlar, dinin esasları oldu. Bütün ruh ve manasından sıyrılan dini hayatın bu şekilperestliğine “zühd-ü takva” adını verenler, bu vehimlerinin kas katı gurur içinde gömülüp kaldılar ve bu yolda yürürken, Allah’a götüren ahlak yolunun izlerine bile rastlamadılar.” (N. Topçu. İslam ve İnsan. İst. Tarihsiz. S. 33.)

4- SONUÇ

Sonuç olarak biraz düşünme (tefekkür, taakkul, tezekkür, tafakkuh, tedebbür, taabbur), biraz azim ve irade, biraz iyi niyet/samimiyet ve biraz teyakkuz (takva), iman ve ahlakı herkes için mümkün hale getirebilir. Oysa bugün Türkiye’de ve İslam dünyasında canlı vicdan ve diri imandan doğan amel, tutum, tarz ve davranışlar yerine; anakronik, ezber, alışkanlık ürünü taklit ve tekrarlar görüyoruz.

Rabbani-Melekî Hukuk ve Şeytanî-Rahmanî Siyaset İlhami Güler/26/10/2023

1- RABBANİ-MELEKÎ HUKUK

Hukuk, Hakk’ın çoğulu olarak pür ahlaki-doğru/pozitif bir kavramdır. Hakk, Allah’ın isim ve sıfatıdır. Kanun, hak olabileceği gibi; batıl da olabilir. Yasa/kanun, hakkaniyete-ahlaka, vicdana, adalete dayanıyorsa, bunları ihkak ediyorsa, Hukuktur; etmiyorsa zulümdür. Hukuk, Yeryüzündeki “Tanrılık”tır. Allah’ın “Rabb”lık sıfatının tecellisidir: “Peygamberler, halka: “Kitabı öğrenenler ve onu detaylıca çalışanlar olarak Rabbaniler olun” derler.” (3/79). Hukukun kategorik olarak “Melekî” olması da, meleklerin Allah’ın emrinde olup insanlar için hep hayırhah ve doğru-ahlaki işler yapmalarındandır. Hukukun vicdandan/ahlaktan ayrıldığı nokta, yasa/kanun halinde ifade edilmesi; ilgili herkesi bağlaması ve zorlayıcı olmasıdır. Hukukun arkasında zorlayıcı bir güç/şiddet kullanıcı olarak kendi de ahlak ve hukuk ile sınırlanmış “Devlet” vardır. Devletin meşruiyeti, herkesin güvenliğini ve maslahatını temin etmeye çalışan tüzel bir kişilik olmasıdır. Hakkaniyete dayanan kanun/yasa yapmaktan daha önemlisi, yasayı uygulayanların ve ona muhatap olanların hukuka uymaları, ona boyun eğmeleridir. Yasa/kanun, adil-hakkaniyetli olmayabilir veya zamanla bu işlevini yitirip değiştirilmesi gerekebilir. Ancak, meşru prosedürlerle o yasa değiştirilinceye kadar ona uymak, herkesin üzerinde konsensüs sağladığı bir hukuk/hakkaniyet ilkesidir. Bu yapılmadığı takdirde, o zaman anarşi, kaos ve mafyalaşma başlar.

Fransız hukuk düşünürü Frederic Bastiat’ın deyimi ile “Hayat/Kişilik/Onur, Özgürlük ve Mülkiyet, insanlar yasa yaptığı için değil; aksine, ezelden beri var olan bu unsurların kendisi, insanı hukuk yapmaya sevk etmiştir.” (F. Bastiat, Hukuk, çev: A. Yayla ve Y. Arsan, Ank, 2017, s. 13). “Ahmakça bir açgözlülük ve sahte bir hayırseverlik, hukukun bozulmasının sebebidir.” (s. 17). ”Tarihin açıkça kanıtladığı gibi, ne din ne de ahlak, tek başlarına bu bozulma eğilimini durdurabilmişlerdir.” (s. 18). “Hukukun temel amacı, kolektif gücün, soygunu çalışmaya tercih ettiren beşerî eğilimi (içgüdü) durdurmak için kullanılmasıdır. Bütün hukuki tedbirler, mülkiyeti korumalı; yağmayı ise cezalandırmalıdır. Ne var ki, kanunlar, bir insan veya insan gurubunun eseridir. Hukuk, müeyyidesiz ve güç kullanılmaksızın hayata geçirilemeyeceğinden dolayı; gerekli gücü temin etme görevi de kanunları yapan iradeye bırakılacaktır. İşte bu olgunun, insanoğlunun kalbinde ezelden beri var olan ihtiyaçlarını en az çaba (emek-çalışma) ile karşılama eğilimi ile bir araya gelmesi, hukukun evrensel bozulma sürecinin temel nedenidir.” (s. 18).

2- RAHMANİ-ŞEYTANİ SİYASET

Siyaset, toplumun Anayasal/hukuki çerçevede yönetilmesi ve hukukun icra edilmesidir. Siyasetin amacı, toplumun iç ve dış güvenliğini sağlamaktır. Siyaset, “pratik ahlak” olarak dinamik bir süreçtir. Rahmani siyaset, toplumun varlığını, devamını ve güvenliğini ahlaki çerçevede korumaktır. Rahmani siyaset, kendini ahlaki kurallar ile sınırlayan (Esmau’l-Hüsna-Sünnetullah) Allah’ı yansılamaktır. Hz. Musa, Hz. Süleyman, Hz. Davut ve Hz. Muhammed, bunun örnekleridir. Toplum dinsel, dilsel ve ırksal olarak “türdeş” olmak zorunda değildir. Devletin dini/mezhebi olmaz (Laiklik); devletin/yönetimin dini adalettir. İdeolojik (seküler)-dinsel devlet- mutlak hakikatin kendi uhdesinde olduğu vehmi/zannı ile zulüm-şiddet yaratabilir.

Dış Siyaset alanında genellikle “Kurtlarla Dans (“İnsan İnsanın kurdudur”) veya “Kurt Kanunu (Düşeni Yerler)” geçerli olduğu için, bu duruma göre aşık atmak; yani “Avcı” olmamak (Hayvanlık-Zulüm); ancak, av-kurban da olmamak asıldır. Kurt kanunu siyaseti, şeytaniliktir. Kendini hukuk ve ahlak ile sınırlamayan; mutlak güç istenci olarak Tanrılık taslayan tüm siyasetler (Firavunlar, Neronlar, Hitler, Stalin, ABD…) şeytanlıktır.

İç-siyaset, toplumun iç güvenliğini/barışını sağlamak ve adaleti tesis etmektir. İç siyaseti kurnazlık, kumpas, yalan-dolan, takiyye… olarak yapmak şeytanlıktır. Siyaset, Demokratik toplumlarda halkın rızası/oyu/onayı alınarak yapılır. Siyasi kadro ve Bürokrasi, görevlerini Anayasal çerçevede icra ederler. Kuvvetler ayrılığı (Yasama-Yürütme-Yargı) esastır. Devlet, ortak akıl ve oydaşma ile oluşturulmuş kurum ve kurallar ile yönetilir. Devletin şeffaf ve denetlenebilir olması asıldır. Kimse, kendine kanun ile verilmiş yetkinin dışında bir güç vehmedemez; iş ve icrada bulunamaz. Kitabına uyduramaz, Hile-i şeriyye yapamaz. Olağan üstü dönemler için öngörülen Kanun/Hukuk hükmünde “Kararname” çıkarma yetkisi, su-i istimal edilemez.

3- SONUÇ

Bilim, hukuk ve din kurumları, siyasal erkin dışında ve devlete bağlı olarak faaliyet göstermelidir. Buraları, ancak vicdanı hür, irfanı hür insanlar deruhte etmelidir. Bu kurumların başı, göğe değmelidir; siyasal iktidarın eteklerine değil. Bu kurumlar özgür bir şekilde vazifelerini yaptıkları takdirde toplum gelişir ve medenileşir. Bu kurumlar, siyasal erkin emrine boyun eğerse; toplum çürür, paçozlaşır, bayağılaşır. Çünkü siyaset, doğası gereği ihtiras-istismar içerir. Siyasetin, fazla önemsenerek ve genişletilerek her şeye sirayet etmesi, toplumun dengesini bozar. Medeni bir toplumda siyaset, -kurumsal ve kültürel yapılar yerli yerine oturmuş olacağı için- sınırlı bir etki ve uğraş alanıdır. Herkes, her gün siyaset yapmaz, siyaset konuşmaz. Siyaset, en itibarlı ve kişisel-zümresel çıkar temin eden bir iş-uğraş değildir. Bu, bir tür hastalık semptomudur.

Sayın Cumhurbaşkanımız, mevcut anayasanın “Darbe anayasası” olduğu gerekçesi ile bunun değiştirilmesini ve yeni sivil bir anayasa yapılmasını öneriyor. Bu talep, -zamanlamasından bağımsız olarak- özünde doğru bir taleptir. Bunun kadar, hatta bundan daha önemli olan husus ise, mevcut Anayasaya ve yapılacak yeni Anayasaya hem yasa yapıcıların hem de herkesin, hakkı ile harfiyen uymasıdır. Yasa-Hukuk yapmak, keyfiliğe kıyasla bir erdemdir; -beğenilmiyorsa, yenisi yapılıncaya kadar-yasaya/hukuka uymak, boyun eğmek ise, ondan daha fazla bir erdemdir.

Ayrıca şu hususa da dikkat çekmek gerekiyor. Şimdiye kadar 1982 Anayasasının dokunulmadık yeri ve neredeyse değiştirilmedik maddesi kalmadı ve bu değişikliklerin büyük bölümü de son yirmi yılda yapıldı. O halde, yeni bir Anayasa yapmaktan asıl murat nedir? Mevcut Anayasanın “Dibace”si ile ilgili bir sorun mu var?

Modern dünyada dini yeniden konumlandırmak Şaban Ali Düzgün-31/10/2023

MODERNLİK DURUM

İnsanlık son dört yüz yıldır Aydınlanma, modernlik, sekülerlik gibi üst-anlatıların yönettiği bir süreçten geçmektedir. İnsanlık adına elde edilen kazanımların yanı sıra bu dönemde sömürgeleştirmeler, iç savaşlar, dünya savaşları kısaca insanı hayal edilebilecek bütün trajedilerin kucağına iten olaylar hiç eksik olmadı. Kant, Ebedi Barış Üstüne Felsefi Bir Deneme kitabını tam da bu katliamların yaşandığı bir dönemin ortasında yazdı. Rivayet odur ki Kant, bir han duvarına asılı mezarlık tablosundan esinlenerek eserini yazmış ve ebedi barışın ancak mezarda gerçekleşebileceği gibi ironik bir duyguya kapılmıştı. Aynı dönemleri Thomas Hobbes “Herkesin herkese karşı savaşı” (bellum omnium contra omnes) olarak tanımlamakta; Hegel bu dönemleri ‘tarihin mezbahası’ olarak anmaktadır. Avrupa topraklarının mezbahaya döndüğü bu dönemler şimdi başka coğrafyalara taşındı. Trajedinin sahne düzeni aynı; sadece sahnelendiği mekânlar değişti. Modernizmin ve sekülerizmin vadettikleri ile gerçekleşenler arasındaki büyük mesafe bugün postmodernizm, postsekülerizm, postkolonyalizm adları altında bu dönemin yarattığı hayal kırıklıklarına dikkatimizi çekmekte; bu tür ideolojik büyük-anlatı ve üst-temsillerin, hegemonya kurma arzusunu tetiklediği ve şiddeti var ettiği eleştirisini yapmaktadır.

MODERNİTENİN DİN ÖNGÖRÜSÜ

Modernizmin ve sekülerizmin öngörülerinden biri, dinin hem kişinin yaşamından hem de kamusal alandan elini eteğini çekeceği yönündeydi. Ama moderniteyle birlikte uzunca bir süre toplumun (kamusal alanın) çeperlerine itildiği düşünülen din, bugün siyasetin küresel çapta kendini gittikçe ırk, ulus, din gibi üst-yapılara dayandırmasıyla kurulan denklemlerde yeniden yerini aldı ve kurum ve kurallarıyla daha görünür hale geldi. Bu görünürlükle birlikte son derece modern ve seküler küreselleşme hareketinin ortasında insanlığın geleceğine dair projeksiyonlarda dinin tutacağı yer tartışılmaya, anlamı ve yaşama uygunluğu sorgulanmaya başlandı.

Dinin doğasına ve toplumsal-tarihsel işlevine dair bu dönemde birbiriyle çatışan farklı tezler söz konusu. Dini sosyal-ekonomik geri kalmışlık ve aydınlanamamanın önündeki engel, dindarlığı da bizzat ekonomik geri kalmışlığın yarattığı bir sığınma mahzeni olarak gören ve gelişmeyle birlikte bunların ortadan kaybolacağını savunan Holbach, Helvetius, Diderot gibi düşünürlerin tezlerine karşı, sosyo-ekonomik geri kalmışlıkla din arasında doğrudan bir ilişki kurmanın yanlışlığını savunan Alexis de Tocquevelli’yi hatırlamak gerekir. Bernard Lewis, What Went Wrong? The Clash between Islam and Modernity in the Middle East (Yanlış Giden Neydi? Orta Doğuda İslam ve Modernite Arasındaki Çatışma) adlı eserinde bir zamanlar özgürlük, ekonomik gelişme ve bilime öncülük eden İslam’ın neden geriye düştüğünü tartışırken, haklı olarak, aslında ilerleme ya da gerilemenin dinin yapısıyla doğrudan ilişkisi olmadığı, tarihsel-toplumsal koşulların daha belirleyici olduğu tezine dayanır. Bu farklı tezleri de dikkate alarak, bugünün siyasal ve sosyo-politik şartları içinde dinin nasıl konumlanacağını, aşağıdaki sorulara verilecek cevaplar belirleyecektir.

Irka dayalı siyasetin aşırı sağı, ırkçılığı, yabancı düşmanlığını körüklediği ülkelerde din nasıl bir işlev görmektedir? Siyasetin yapıp-ettiğini meşrulaştıran ve halkı buna ikna eden kullanışlı bir araç olarak mı iş görmektedir yoksa temel hak ve özgürlükleri insan onurunun ayrılmaz parçası dokunulmaz haklar olarak görüp, ırkçılığı ve yabancı düşmanlığını mahkûm eden çoğulcu bir dünya çağrısında mı bulunmaktadır?

İnsanların anlam, aşkınlık, kolektif dayanışma, mutluluk ve kişisel özerklik ve özgürlük özleminin bir ifadesi olarak dünya dinleri özelde de İslam, daha uzlaşmacı bir küresel toplum için teorik ve/veya pratik bir güç olabilir mi? Yoksa dine, modern toplumun mevcut dehşetini meşrulaştırmanın gerici, karşı-devrimci rolü mü yüklenmektedir?

Din, insana verdiği umut, hoşgörü ve çoğulculuk mesajıyla, toplumu tehdit eden “medeniyetler çatışması” tezini boşa düşürecek şekilde, hem kişisel özerkliğin hem de evrensel dayanışmanın hüküm sürdüğü daha uzlaşmacı, adil, insancıl, eşitlikçi ve barışçıl bir toplum vadini gerçekleştirebilecek kabiliyete sahip midir?

İnsan özerkliğinin altının kalın harflerle çizildiği, insan onurunun her platformda yüksek sesle dile getirildiği, toplumsal dayanışmanın yüceltildiği aydınlanmış toplumda insanlığın büyük bir kısmı neden, ‘savaş’, ‘hastalık’, ‘açlık’ gibi sürekli ‘acil durum’ veya ‘olağanüstü hal’ zamanlarının esareti altında yaşamaktadır? İnsanların büyük bir kısmının içinde yaşadığı bu trajediyi önümüze getire sürece etkisi bağlamında din nerede durmaktadır?

Yaşanan bu tarihsel-toplumsal gerçeklikler karşısında din ne önerebilir? Önerilerinin hayat bulabilmesi için siyaseti hangi idealler etrafında organize edebilir? Yoksulların, ezilenlerin, sömürülenlerin, haklarından mahrum bırakılanların, sesi duyulmayanların, acı çekenlerin inişine kaynaklık ettikleri vahiy, bugünün dünyasına hangi insani gerekçelere bağlı olarak yeniden inebilir/hitap edebilir?

Değişen tarihsel-toplumsal koşullarda dinin insanlara nasıl bir ufuk vadettiği, dinin ve dindarların tarihsel tecrübesinin, geleceğe ilişkin kurgularını olumlu ya da olumsuz yönde nasıl etkilediği, her yeniyi ihtiyatla karşılamayı alışkanlık haline getiren ve geleneğe bekçiliği yeniliğe öncülüğe tercih eden dini yapıların ve liderliklerin yeni olanla hesaplaşma konusunda nasıl bir strateji geliştirmesi gerektiği sorularını da buraya eklemek gerekir.

Bu sorular, demokratik kültürü var eden ilkelerle, dinin tarihe ve topluma tutunmasını mümkün kılan ilkelerin birbirleriyle ne kadar örtüştüklerinin ya da çeliştiklerinin muhasebesini açık yüreklilikle yapmayı gerektirmektedir. Hiç şüphesiz yaşadığımız dünyayı bireysellik, özgürlük, çoğulculuk, tolerans, farklı yaşam biçimlerine saygı ve rıza gibi değerlerin beslediği tartışmasızdır. Bu değerleri koruyarak insanın hak ve özgürlük alanını daha da genişleten, bireyi baskılayan otoritelere karşı onu koruyan mekanizmaları geliştiren bir yapıya her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var.

DİN VE KAMUSAL ALAN

Göç hareketliliğinin Batı’da yarattığı demografik tedirginliğin, yine Batı’da Hıristiyan Sağın sosyo-politik yükselişinde sık sık referansta bulunduğu çatışmacı evanjelik neo-con tezin Doğu ve Batı arasındaki mücadeleyi yeni bir evreye taşıdığı ortadadır. 1993’te Samuel Huntington, tüm toplumların demokratik kurumlar geliştirebileceğini varsaymakta yanıldığımızı, çünkü demokrasinin ilkelerinin pek çok kültürle bağdaşmadığını; bireycilik, liberalizm, anayasacılık, insan hakları, eşitlik, özgürlük, hukukun üstünlüğü, demokrasi, serbest piyasalar ve kilise ile devletin ayrılması gibi Batılı fikirlerin İslami, Konfüçyüsçü, Japon, Hindu, Budist veya Ortodoks kültürde karşılığının bulunmadığını iddia etmişti. Bu tezin, Batı’da çok sayıda alıcısı olduğunu kabul etmek gerekir. Bu tezi destekleyecek şekilde, bugün ulus-ötesi (trans-national) selefi hareketlerin esir aldığı bir İslam algısının da hâkim bir kanaate dönüştüğü de ortadadır.

Böyle bir ortamda dünyada dinin, hele İslam Dini’nin kamusal görünürlüğünden bahsetmek ne kadar mümkündür?

Dinin kamusallığı meselesinin ciddi bir muhasebesini yapan Jürgen Habermas’ı anmak gerekir. Kamusal alanda dinin konumlanmasıyla ilgili ilk eserlerinde dine hiç yer vermeyen, kayıtsız duran hatta din karşıtı varsayımlara sahip olan Habermas son yıllarında din meselesini ele almak durumunda kalmıştır.

Dinin modernleşmenin baskıları altında sönüp gitmediğinin bilincinde olan Habermas, “postseküler” bir tutum geliştirmenin önemine dikkatimizi çekmektedir. Postseküler tutumdan kastı da hem dinin küresel olarak gittikçe artan önemini görmek hem de dinin ahlaki kavramlarının postmetafiziksel denen dönemde felsefî perspektife dâhil edilmelerini sağlamaktır.

Habermas’a göre, kamusal alan her sese kulak verilen ama sadece tüm katılımcıların rızasını alan makul taleplerin kabul göreceği bir alandır. Devletin gücünden farklı olarak kamusal alanda herkesin kabulünü alan ilkenin ‘zorlayıcı olmayan bir gücü’ vardır. Rawls buna ‘birbiriyle örtüşen uzlaşı’ adını vermektedir.

Habermas Avrupa’nın Hıristiyan köklerine vurgu yapan söylemlere karşı Müslüman azınlıklarla karşılıklı etik-politik taahhütler için prosedürel temel sağlayacak yeni bir anayasa çağrısında bulunmakta ve sayıları gittikçe artan Müslümanların Avrupa’ya entegrasyonunun yollarını aramaktadır. Habermas, yeniden canlanan etnik kimlik projelerini Avrupa’nın kolektif öğrenme sürecine tehdit olarak görmekte ve Avrupalıları birlikte yaşama ve farklılıklara rağmen ortak kararlara varma için prosedürel normlara bağlılık temelinde birleştirecek “anayasal vatanseverliği” savunmaktadır.

SONUÇ

İnsan kararlarında her şart altında ‘maksimum fayda’dan hareket eder. Maddi-manevi, insan kendisi için daha iyi şartlar vadedeni seçer. Bugünün dünyasında kapitalizmin varlığını sağlayan da bu ‘fayda’dır. Din şu ya da bu şekilde sosyal bir kapitaldir/sermayedir; ve sağladığı faydaya göre değerlendirilmektedir. Daha iyiye, daha doğruya ve daha estet olana doğru akan ilerlemeci bir tarih vardır. İnsan onuru bu akışın belirleyenidir; akışın nihai hedefi ise insanın yetkinliği ve özgürlüğüdür. Din bu yetkinliğe ve özgürlüğe hizmet ettiği sürece kendi varlığının devamını da garanti altına alır. Aksi takdirde tarihin dışına itilmesi mukadder hâle gelir. Bu etkinliğin sağlanabilmesi için, “iyi”, “kötü” gibi metafizik kavramlar içkin metafizikle yeryüzüne indirilmeli ve ‘adalet’, ‘zulüm’ gibi failleri belli gerçek kavramlara dönüştürülmelidir. Böylece hak, hukuk, sorumluluk, hesap verebilirlik gibi kavramlara yaşam alanı açılmalı; zaman ötesi olan (spiritüel) ile zamanlıyı (seküler) mutlak kopukluktan kurtarıp irtibatlandıran yeni bir ruh hayat bulmalıdır.