Bugün bizim en büyük sıkıntımız, maalesef dünün mağdurlarının, bugün mağrur olmasıdır. Dünün fakirlerinin bugün zenginlikten gözlerinin kamaşmasıdır. Dünün mücahitlerinin daha sonra müteahhit daha sonra müşahit olduğu bir noktadayız.” (7 Şubat 2021-Gazeteler). Arapça kelimelerin sağladığı imkanlar kullanılarak vecize halinde ifade edilmiş ve revaç bulmuş bu cümleler hayatını ‘davaya’ adamış önemli bir siyasetçiye aittir. “Müslümanlar piyasayla içli dışlı oldukları ölçüde dinlerine olan inançlarını yitirdi.” (1) Bu yargı ise, ‘solcu’ olarak sıfatlanabilecek bir gazete yazarının köşe yazısında yer almaktadır. 2021 yılında serbestiyet.com’da yapılan bir mülakattaki soru zihinlerdekini özetlemektedir: “28 Şubat öncesi ve sonrasında İslamcıların, güç, makam, mevki gibi iktidar alanlarıyla -dualarında yer alacak kadar- sınanma korkusu vardı: Zalimleşmektense mağdur olmayı tercih ediyorlardı. Fakat sınandılar, peki İslamcı camia sınavı geçti mi?” (2)
Son yıllarda çok kolay bulaşan ve hemen
her kesimden neredeyse herkesin sorgusuz sahiplendiği, benimsediği ya da açıkça
karşı çıkmadığı kanaatler, dahası yargılar bu şekildedir. Bu meyandaki yargı ve
kanaat beyanlarının çoğu kesinlik ve genelleme üslubundadır.
Müslümanın müslümana tân etmesi örfümüze
ve geleneğimize uygundur da, diğerlerinin hassasiyeti nereden kaynaklanıyor?
Onlar kendilerine, yapıp ettiklerine ve gelecek planlarına zerre miktarı
eleştirel gözle bir baksalar, olan biteni hemen anlayacaklar ama…
Müslümanların da dünya nimetlerine
düşmesine diğerlerinin eleştirisi bir sevinç eşliğindedir. “Bakın Müslümanlar
da dünya zevklerine aldanırmış, onlar da kirlenirmiş” şeklinde özetlenebilir
söyledikleri. “Biraz meşakkatli olacak olsa da din siyasallaştıkça
uhreviyetini, gizemini, cazibesini yitirecektir. ... Öteki dünya için bu
dünyanın zevklerinden vazgeçmeyi göze alıp kendini Tanrı’nın ahlaki testine
hazırlayan mütedeyyin müslüman görmek imkansız gibi bir şey artık.” (1) Önceden
etrafta hologramları, kendileri başka evrende olan Müslümanların bazılarının
sahnede ete kemiğe bürünmesini, dünya nimetlerine ortak olmasını, akademide,
ekonomide, medyada, yönetimde yer almasını genelleştirerek ve bunu dine mugayir
göstererek tekrar sahne dışına dönmelerini telmih etmektedirler. Diğer yandan,
mezkur Müslümanlara dinin mümessilliğini atfederek onlar dolayımıyla dinin
gözden düştüğü hükmünü vermektedirler. Dine, dolayısıyla o dine mensupluğu
bilinenlere iyi gözle bakmayanların – samimiyseler- bu durumda, müslümanlar
dünyevileştikleri ve çağdaşlaştıkları için sevinmeleri daha doğru değil mi?
Safdilce, bu dünyevileşme ve ortak olma
nedeniyle, geçen yüzyılda iyi bir toplum, iyi bir dünya tasarımı vaat eden
düşünce ve inanç sistemlerinden geriye hala umutları canlı tutan islamın da
kaybedilmesinin üzüntülerinde pay sahibi olduğu (!) düşünülebilir. Benim
kanaatim, bunların çoğunun üzüntülerinin nedeni eldeki güç, imkan ve nimetlere
ortakların çıkmış olmasıdır. Çünkü beşer paylaşmayı sevmez ve istemez.
İçerden ve dışardan beyan edilen bu
minvaldeki yargı ve kanaatlerde irdelenmesi gereken bazı kabuller, müphem
noktalar ve yargılar var. Kabullerden birisi, İslamcıların ‘topyekün’ yoldan
çıktıkları, dinlerinin buyruk ve tavsiyelerinin dışına uzandıklarıdır. Diğeri,
artık İslamcıların, dolayısıyla dinleri islâmın topluma adil, güzel, ahlaklı
bir dünya vaatlerinin etkisizleşmiş; inandırıcılığının kalmamış olduğudur.
Yorum ve yargılarda peşinen, Müslümanların ahlak timsali olmaları gerektiği,
onlara yakıştırılmayan davranış ve tavırların diğerlerinde doğal ve mazur
görüldüğü aşikârdır.
Müphem taraflardan birisi yoldan çıkmış
İslamcılarla kimlerin kast edildiğidir. Geçen yüzyılda bir asr-ı saadet’
hayalini düşüncelerinde, tasavvurlarında yaşatmış ve mümkün olduğuna iman etmiş
(şuurlu müslüman, islamî toplum ve dünya tasarımına inanmış, davası olan
müslüman, İslamcı, ideolojik müslüman, ümmetçi) müslümanlar mı kast ediliyor?
Yoksa, dine kayıtsız olmayan bütün Müslümanlar mı kazanın içine atılıyor.
Bu pervasız toptancı yaklaşıma yönetsel
ve/veya ekonomik güce kavuşmuş bazı kişiler ve olgularla ilgili daha çok
işitilenler yol açmakta ve kanıt olarak örnek verilmektedir. Beyanlarda örnek
olgularla alâkalı kişilerin tamamen kirlendiği yargısı bazen gizli, bazen
aşikârdır. Bu yargı, ifade edilirken bütün müslümanlara teşmil edilmektedir. Bu
tespitlere karşı, ifadeler ağyarını men etmediği halde, en azından mecliste
bulunanların ve yakın tanıdıkların istisna edildiği/edileceği muhakkaktır.
İslama veya Müslümanlara dışardan
bakanların şahit oldukları veya işittikleri olgular üzerinden dinin ve dinin
dünyaya ait teklif ve vaatlerinin de mahkum edilmesi bilimsel de değildir,
haklı da değildir.
DÜNYEVİLEŞMEK YA DA PAYINI İSTEMEK
Bu yargılara kolayca varılmasını sağlayan
etmenler, müslümanların dünya nimetlerinden pay almaları, bu nimetlenmekten
rahatsız olmamaları, hatta hoşlanmaları ve bu yolda işledikleri, dinî ilke ve
söylemlerle bağdaşmayan eylemlerini makul bulmalarıdır. Sosyal ve fiziksel
çevreye adaptasyonları, uyum sağlamalarıdır. Bir çeşit modernleşme sürecidir.
Eksik bir modernleşmenin geç kalmış kendine özgü ikmalidir. Yıllarca
akademiden, ekonomiden, sivil ve askerî bürokrasiden önceleri sakınan,
sakınmasalar da uzak tutulan ve bir de uzak tutanlarca yüzsüzce
modernleşmedikleri için eleştirilen Müslümanların geç de olsa oyuna
katılmasıdır.
İsmail Kara da bu tespiti yapıyor: “Siyasi
merkezin İslamcıları yahut muhalif olanları sistemin içine çekme ve kendine
tabi kılma istikametindeki kuvvetli arayışları kadar mütedeyyin zümrelerin,
İslamcıların, sağdan, soldan diğer muhaliflerin de sisteme katılma arzuları ve
talepleri var.” (2)
Sistemdeki rüçhan hakkına sahip çıkan,
dünyevileşmeye isteyerek istemeyerek değişen derecelerde direnç göstermeyen,
doğal bir modernleşme seyrine kendini bırakanlar; bunlardan birine, ikisine
veya üçüne birden yakıştıracağımız insanlar yanında, bir ihtimal hepsine ayak
direyenlerin olduğunu değerlendiriyorum. (Bu değişimlerin doğru ve iyi olup
olmadığı, nasıl bir hale evrileceği ayrı bir bahis. İnsanların inandığı veya
inandığını sandığı dinin ilkelerini, kurallarını edindiği bilgiler ışığında
felsefî, teolojik, nizam ve günlük hayat yönlerinden irdelemeleri de ayrı bir
bahis).
ORTAK KÜLTÜR BENZER DAVRANIŞLAR
ÜRETİR
Aslında, -kolay anlaşılması için- kabaca
devrimci, ülkücü/sağcı, İslamcı ve diğerleri hepimiz bu coğrafyada hemen hemen
aynı kültürde yetişmiş beşerleriz. Dolayısıyla beşerî hususiyetlerimiz ve
zaaflarımız aynı veya benzerdir. Asabiyetimiz, tutkularımız, hırslarımız,
kırılganlıklarımız, yöneldikleri değişse de öfkelerimiz de benzer olacaktır.
Genel olarak Müslümanlar da diğerleri gibi beşerdir ve çağının çağdaşıdır.
İnsan davranışları günün çoğunda
beşerîdir, yani doğaldır, fıtrîdir. Tüketmek, kazanmak, biriktirmek, öne
çıkmak, malik olmak gibi üreme, beslenme, güvenlik kaynaklı güdüler her
canlının hayatta kalması ve türün devamına yönelik olarak genetiğinde kodlanmıştır.
Davranışlar evrensel, türe ve soya özgü genetik kodlar ve çevre şartlarının
inşa ettiği tepki ve alışkanlıklar olarak ortaya çıkar. Dolayısıyla,
davranışların ahlakî niteliğini ve düzeyini genetik ve kültürel kalıtımla
birlikte içinde yaşadığımız ve geliştiğimiz küçükten büyüğe (aile, okul,
mahalle, şehir, ülke, küre) sosyal çevreler tayin eder.
Yirminci yüzyılın idealist Müslümanlarını
(İslamcı?) karamsarlığa gark eden samimi olarak yaşamayı az çok başardıkları ve
yaygınlaşacağına inandıkları temiz, dürüst, kanaatkâr, paylaşımcı hayatın kısa
sürede ve kolayca parçalanabilmesidir.
Yirminci yüzyılın gençleri ve genç
yetişkinleri ülkesinin ve giderek dünyanın benimsediği düşüncelerle ve bu
düşünceler zemininde büyütülen umutlarla güzelleşeceğine, adil, hakça, insanî
bir düzen oluşacağına samimi olarak inanıyorlardı. Ender de olsa onlara “önce
okulunuzu bitirin, mesleğinizi en iyi şekilde yapacak bilgi ve beceriyle
donanın. Sonra dünyayı kurtarırsınız” diye nasihat eden yetişkinler de olmadı
değil.
Sovyetler Birliğinin ve diğer demir perde
ülkelerindeki sosyalist yönetimlerin yıkılması bu ülkelerin, yönetim anlayış ve
biçimlerinin daha soğukkanlı değerlendirilmesini sağladı. Bu tarihî değişimler
bu yolda oluşmuş toplulukların üyelerinin dünya hayatının kısalığı,
nimetlerinin kıymeti ve doğal seleksiyonun gerektirdiği hayat mücadelesinin
doğal kaçınılmazlığını fark etmelerini sağladı. En erken onlar fark etti. Ancak
bu fark ediş ve bireyleşme elbette yoksuldan yana, eşitlikçi, özgürlükçü
söylemlerini değiştirmelerini gerektirmedi.
Masum Anadolu’nun saf çocuğunun ise,
heyecanı, inancı, umutları dünyadaki gelişmeler ve ülkemizdeki baskılar
nedeniyle canlı kaldı. Bir gün adalet, eşitlik, özgürlük, huzur ve refah
gelecekti. İnsanlar adaleti, huzuru, refahı yaşayınca bu yolun hayırlı, iyi bir
yol olduğunu kabulleneceklerdi. İnancı, ideali, davası için gerçekten çok
fedakârlık yaptı her biri. Her işleri, her katkıları meccaniydi. Evlerini
paylaşırlardı, elbiselerini, yemeklerini ceplerindekini paralarını
paylaşırlardı. Kitaplarını, düşüncelerini, hayallerini, yazdıklarını … Kendi
istikballeri planlarında çok silik ve müphemdi. Kişisel dünyevî hedefleri,
keyifleri, hobileri ve refahlarına düşüncelerinde, hayallerinde yer yoktu.
Kutsal bir görevi yüklenmişlerdi.
Bazen gönüllü, çoğu zaman zorunlu
mahrumiyetler Müslümanların yirmi birinci yüzyıla kadar masum kalmalarını
kolaylaştırdı, hatta zorunlu kıldı. Dünyevîliğin en cazibeli renklerle sunumu
olan küresel kültürün her mahale nüfuz ettiği bu yüzyılda ülkemizde fırsatların
ortaya çıkması mecburî mahrumiyetlerin ortadan kalkmasını kolaylaştırdı. Bu
yeni durum dava iddiasındaki Müslümanların direncinin derecesinin ifşasına yol
açtı. (Dava iddiasındaki Müslüman tabirini herkes kendince islamcı, ideolojik
Müslüman, şuurlu Müslüman, siyasî Müslüman şeklinde değiştirebilir). Jung
modern hayatın içinde bu direnci diri tutmanın güç olduğuna işaret etmektedir:
“Günümüz insanı ilkel veya antik çağ insanından daha fazla kötülük yapma
kapasitesine sahip değildir. Sadece, kötülüğe eğilimini harekete geçirmek için
eskisiyle kıyaslanamayacak kadar güçlü araçlara sahiptir.”‘ (3)
Elbette, müslümanlar da beşer, dolayısıyla
şaşma kabiliyetine sahiptirler. Merak ettiğim bir Müslümanın Müslümanları
dünyevileştiği babında eleştirmesi onların kayıpta oldukları nedeniyle onlar
için üzüldüklerinden mi, kendileri benzer nimetlerden mahrum olduğundan
bilinçaltı bir hasetle mi, yoksa şimdi bir ütopya haline gelen, geçen yüzyıla
ait soylu bir masal gibi anılan, anlatılan içinde yaşadığımız masum Anadolu’nun
saf topluluğunun çözülmesinden mi kaynaklanmaktadır? Gerçekte, bu toplumun
üyeleri arasında güzel ve doğru şeyler söyleyip aksine davranılması sıradışı
değildir. Önlerine kolaylaştırıcı maddî ve manevî koşulların çıkması bazı
Müslümanların da söylemleriyle eylemlerinin paralel olmamasına yol açmıştır.
İnsanın tabiatı gereği, bugün sözleriyle
uygulamalarının uyumsuz olmasıyla suçladığımız her bir kişi de büyük olasılıkla
kendinden başkalarını aynı noksanlıkla itham etmektedirler. Bir diğerini
ayıplarken diğerlerince yanlış olarak nitelenen kendi davranışını ise, sinik
bir mahcubiyet duysa da, haklılaştırma, olmazsa makulleştirme ile temize
çıkardığı büyük ihtimaldir. Nasiplenen birisi de liyakatın gözetilmediğini
söyleyebilir ama kendisi istisnadır.
Eğer, derdimiz kişiler, olgular değil de,
herkesin yakındığı eylem ve tavırları ortaya çıkaran ve çoğaltan toplumun
ahlakî düzeyi ve niteliğiyle ilgili ciddi bir kaygıysa… Olguların sıklığı ve
büyüklüğündeki dikkat çekici artışsa meselemiz... O zaman, -mutlaka meclisin
dışında- birilerini günah keçisi tayin etmeyi bir süreliğine bir kenara bırakıp
bu coğrafyada yüzyıllardır biçimlenegelen kültürün düşüncelerde ve söylemlerde
var olan ahlaklı toplumu niye inşa edemediğini sorgulayalım. Bir beşerin adil, hak
gözetir, merhametli, kanaatkâr, paylaşımcı, dürüst veya haset, kaynak yapan,
hak yiyen, saldırgan, yalancı olup olmamasında en etkili belirleyici içinde
doğup geliştiği kültürdür. O zaman her şeyden önce kültürün ve kültürü
biçimlendiren önemli unsurlardan birisi olan yaşayan dinin bireyin ve toplumun
ahlak düzeyi ve niteliği üzerindeki olumlu etkisinin zayıflığını,
yetersizliğini veya varsa olumsuz etkisini irdelemek gerekmez mi? Kişileri,
olguları veya olguların sıklığıyla büyüklüğünü değil.