27 Haziran 2023 Salı

Tenkit yoksa böyle olur A. Yağmur TUNALI/27 Haziran 2023

Toplumu, kurguladığınız bir tehlikeye göre korkutarak inandırır ve yönlendirebilirsiniz. İstediğiniz şekilde hareket etmeleri bu korkudan dolayıdır. Bu, yarattığınız algıyla korkuya inanmadır; size inandıklarını göstermez.

Seçim döneminde gördüğümüzü ve sonucu bir de bu açıdan değerlendirmek lazım. Güvensizliği körükleyen bir korku pompalama ve kamplaştırma süreci yaşadık, yaşıyoruz. Bozucu etkisi gerginlikle beraber katlanarak devam edecek bir işti. Düşünmeden yaptık. Yaptığımız başka şeyler de buna paralel yürüyor. Bilgilendirmeyi, şeffaflığı unuttuğumuzdan beri güven krizi derinleşiyor. Olanı olduğu anda duyuyor, ne olduğunu anlamadan geçiyoruz. Öncesini zaten bilmiyoruz. Kararlar da öyle. Neden ve nasıl verildiği açıklanmıyor. Tartışmayı bırak, konuşmak bile mümkün olmuyor. Kararlar karar değil, talimat gibi bir kesin kabulün duyurulması. Bunlar içinde “Faiz sebep, enflasyon sonuç” gibi bize milyar dolarlara mal olanlar var. Konuşamıyor, tartışamıyoruz. Olacak iş değil!

Bu karartma çarkının içinde her söz ve fiilin dondurulmuş bir slogan karakteri kazanmasına da şaşmaz olduk. Âdetâ kanunlaşmış bu keyfîliğin faturasının ne kadar yüklü geldiğini anlayacak dikkati gösteremiyoruz. Sıra sıra değersizlikler üreten bir çark bu. İnsan değerinin düşürülmesi ve düşüklüğü en ağır sonuçtur. Hepsi bir yana işte bu faturanın altından kalkılması zordur.

İman imansızlık doğurdu

İşin garibi, iyi bildiğimiz hemen her kavramın manası dağıldı. Giderek bambaşka bir şekle büründü. Ne deniyorsa tersi geçerli bir tersliğe düştük. Yürütülemez bir döngü böyle başladı ve işler iyice karıştı. Artık bizim için hemen her mesele -sözüm ona- iman meselesidir. Hâlbuki bu iman iman değil. İnanç değil, inançsızlık deseniz de doğru. Çünkü güveni kemirdi. İmanda emniyet var bu imanda emniyetsizlik. Kime ve neye inanılacağı karışmakla kalmadı, asıl manasında İnanmak değişti. Ne olduğu, neye yol açtığı bilinmez, gezici gölgelerle lüzûcetli(uzayarak yapışkanlığı rahatsız edici) bir duyguya dönüştü. Daha fena sonuçları buradan hareketle düşünebiliriz.

Ne olup bittiğini halkın anlaması beklenmez; biz aydınlar düşüneceğiz. Birçoğumuz bu tepki benzerliğinin farkında değiliz. Herkes kendi adacığında yaşıyor. İçimizde, kendi bildiğimizi, gördüğümüzü, sevdiğimizi herkes için değişmez ölçü sanan düdüğü ağzında bir bekçi bekliyor. Sahibi de, muhatapları da o düdüğün terörüne mahkûm. Bu hale nasıl geldiğimizi düşünen varsa da yazan-konuşan görmüyoruz.

Kuru fasulye sever misin?

Bir gazete yazısı için fazla derine dalmaya çalıştığımın, iyi bilmediğim bir deryada kulaç atmaya çalıştığımın farkındayım. Erbâbını alana davet etmek arzusundayım. Bu dert başka türlü çözülmez. Sade bir örnek vereyim: "Kuru fasulye sevmem" diyecek oluyorsunuz, "Sen nasıl Türksün?!" diye başlayanlar çıkıyor. Kolay kolay "Ben de böyle bir Türküm" diyemiyorsunuz. (Ne olur ne olmaz ben kuru'ya bayıldığımı söyleyeyim.) Diyeceğim o ki farklılıkları ve düşünceyi boğan bu cendereye nasıl düştüğümüzü anlamaya çalışmadan bir yere gidemeyeceğiz.

Bizimki, böyle bir darlık yüzünden kutuplaştırmaya müsaid bir toplumdur. Bunu iyi anlayan muhatabımız ülkeler de tam buraya oynar ve her zaman netice alır. İçerde siyaset de buna oynarsa kazanır. Nitekim son seçimde de kutuplaştırma kazandı. Tencere her hükûmeti götürürdü. Bu hükûmet de 21 yıl önce tencereden dolayı seçim kazanmıştı. Şimdi ne değişti de böyle oldu anlamak lazım. Dibe çakılmaya ramak kalan bir ekonomiye, açlığa-sefilliğe rağmen kesin kabuller üzerinde tepinildi. O yalan yanlış sözlere-işlere inandırılanların sinir uçlarıyla oynayan kazandı. “Dünyada bunun örneği var mıdır, bilmiyorum.” demiştim. “Çok sürmez fakat bozacağı kadar da bozar.” demiştim. Demek ki o süreç tamamlanmamış.

Batırana alkış

Objektif bakarsanız, batıranın alkışlandığı bir sonuç görürsünüz. Dehşet bir iştir. Anlaşılması gereken temel arıza haline geldiğini göreceğimiz bir durumdur. Sosyal yapıyı da batağa götüren bu inanış katılığını yaşadık. Türk aydını bu acayip işin şaşırtıcılığını analiz edecek bir dikkati göstermedi. Hatta şaşkın ördek sendromuna düşenler oldu. Atasözü malumdur, “Şaşkın ördek başını bırakır, kıçından dalar”. Bu şekilde algı bombardımanına yenilen halk kitlelerine küsenler oldu. Yanlış ötesi yanlışlardan birine daha düştük.

Son yılların siyasî havasına bakınız bunu en net şekilde görürsünüz. Biraz geriye gidersek, bizde kesin inançlıların en keskini solcularımızdı. Sağ kesimlerde CHP deyince bunun için ürkülürdü.

Onların baskınlığı ve bürokrasiye hâkimiyeti gidince, bu sefer başka ve beter bir yobazlığın pençesine düştük.

Böyle gitmez

Bu alandakilerin belki bir bölümü -Hak saklasın!- her şeyin farkında ve bile isteye böyle yapıyor. Önemli bir bölümü de yapılanların dine taban tabana zıtlığının farkında değil. Çünkü bu alanda düşünme, sorgulama ve anlamaya izin yok. Ben ne dedimse o. İyi de kardeşim ben başka türlü bakıyorum, başka türlü bakış da mümkün! Üstelik din öyle demiyor, Kur'an "Düşün!" diyor; Peygamber, büyüklüğü ve zenginliği olağanüstü bir muhakemeyle bu dini yerleştirdi. Hayır, bunu da diyemezsiniz, dedirtmezler. Belki, gelecek hafta yine buradan devam ederim.

Yarın Kurban Bayramı. Siz etrafınıza bakın, bu bayramın bayrama benzer hali kalmış mı onu konuşalım. Örneklerden bir örnektir. Yine utandıracak örnekler yaşayacağız. Borçlanarak hacca gidenler gibi borçlanarak kurban kesenler göreceğiz. Borca batarak evlenenler, dostlar alışverişte görsün ve “El ne der?” faslından kendini ve toplumu öyle batağa çekenler göreceğiz. Bu toplumda hakikat nasıl yeşersin? Bayramlarda bile türlü mutsuzluk tohumları ekilen yerde iyilik köşe bucak saklanır. Çünkü iyilik şiir gibidir, her şeyden önce samimiyet ister.

24 Haziran 2023 Cumartesi

Muhafazakârlık-milliyetçilik ve çağdaşçı sekülerlik kapanında Türkiye İlhami Güler-24/06/2023

1912’lerde Hamdullah Suphi ve Yusuf Akçura önderliğinde kurulan “Türk Ocakları”nın amacı, dağılmakta olan imparatorluğu kurtarma çabası olarak tezahür eden “Üç Tarz-ı Siyaset”ten İmparatorluğun “Asli-unsuru” olan Türkleri öne çıkarmak, ona dayanmak, ona bir kimlik kazandırmak (milliyetçilik) ve kurucu unsur haline getirmekti. İttihat ve Terakki partisi, üç tarzı siyaseti sentezleme çabası olarak çaba gösterdi. Kurulan yeni devlette bu sentez, bir nevi mevcuttu.

1- ÇAĞDAŞÇI-SEKÜLERLER

Osmanlı toplumu, her alanda skolastik (tedrisatçı, tahsil-atçı, taklitçi/tekrarcı (“Bizim oğlan, “Bina” okur; döner döner yine okur”) kendini yenilemeyi başaramadığı için, bir organizma/beden olarak çöktü. “Hasta Adam”, ölümünden önce birtakım gayretlerde bulunduysa da (Tanzimat-Islahat Fermanı, Meşrutiyet, Mecelle…), çöküşü engelleyemedi. İttihat ve Terakkinin pragmatik/gerçekçi kanadının öncülüğünde Anadolu coğrafyasını kurtarmayı başardık. Kurtuluş savaşının önderlerinden olan bu pragmatik kanat (M. Kemal ve arkadaşları) bir kültür devrimi ile Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdu. Tarihsel kimliğin/kültürün mevcut hali ve her alanda yükselen Batı, bu öncüleri ciddi düzeyde etkiledi. Ne Batıyı hakkı ile tanıma; ne de kendi kimliklerini öz-eleştiriye tabi tutacak entelektüel vüsatları ve zamanları/fırsatları olmadığı için; -“to be or nat to be” saiki ile- yeni kadro ve yapı, bir “Mutasyon” olarak doğdu: Ne bu-ne o/hem bu-hem o. Bu arada, “Mutasyon” olgusunun, sadece Türkiye’nin kaderi değil; Batı karşısında bütün Asya toplumlarının kaderi olduğunu belirtelim (Daryuş Şâyegân, Batı Karşısında Asya. Çev: Doç. Dr. Derya Örs. İst. 2008. S. 87 vd). Aktif düşünme geleneğinin, öz-eleştiri cesaretinin olmaması, M. Kemal’in ölümünden sonra bu yapıyı dondurdu-dogmatikleştirdi. Şahsını da fani-mümtaz bir “kişi” olmaktan çıkarıp “kült”e dönüştürdü. Bu yeni kadroların, Batıda olup bitenleri aktif-özne olarak takip etme kapasitesi olmadığı gibi; kadim kimlik kodlarını da baskılayarak halının altına süpürdü. Mütedeyyin halkın sembolik kapitallerine dokunulmuş olması, onlarda bir içerleme ve uçuklama yaratmıştı. Yeni toplum, şizofren olarak doğdu.

2- MUHAFAZAKARLAR

1950’lerden itibaren demokrasiye geçişe paralel olarak –Amerikan etkisi altında- kadim kimlik kodları, Tarikat-Cemaat ve Siyaset olarak geri döndü. Kadim devlet-toplum-insan yapısını çökerten kavram ve kurumlarında hiçbir yenilik, tecdit, ıslah, bakım yapılmadan, anakronik olarak ortalıkta arz-ı endam etmeye başladılar. Amerika’nın “Yeşil Kuşak” projesi, Türk muhafazakârlığı-mukaddesatçılığını hamasi bir “sağcılık” olarak şekillendirdi.

1980-2000 arasında muhafazakârların biraz “düşünce” ile tanışma fırsatı oldu. Dergiler, yayın evleri, paneller, sempozyumlar, konferanslar ile düşünce hayatında bir canlılık vardı. 2000’lerden itibaren Takiyye/Siyaset, “Gömlek Değiştirme” ve “Paralel Yapı” olarak iktidara geldikten sonra, ilk on yılda ayağına bir yer edinip, sonra da “Cemaat” ve Tarikat-Siyaset (AK Parti) kanatları arasında bir iç-çatışmadan (15-Temmuz Darbe Girişimi) sonra; Cemaat kanadı püskürtülüp, Tarikat-Siyaset kanadı/koalisyonu mutlak iktidar oldu. N. Fazıl Kısakürek’in şiirlerinde dile getirdiği (“Öz vatanında garipsin, öz vatanında parya”) hınç-kin ve rövanş tutkusu, politik faaliyetin temel motivasyonu haline geldi. “Halife-Sultan” kişi kültü ve politik hafızası, “Dik Duran” bir “Lider” bulduktan sonra, yirmi yıldan fazladır peşinden ayrılmıyor. Kabaca yüzde elli olan bu seçmen kitlesinin önemli bir kesiminin desteğinin üç farklı motivasyonunu birbirinden ayırmak mümkündür: 1- Çağdaşçı elitler, siyasiler ve askerler tarafından geçmişte aşağılanmışların ve onların çocuklarının rövanş duygusu. 2- Partinin, oy beklentisi ile kamu bütçesinden yaptığı sosyal yardımlarından nemalananlar (yaklaşık yirmi milyon olduğu söyleniyor) veya partili yakınları ile iş bulanlar (İş bulma kurumu): “Al gülüm-ver gülüm”. “Win-Win”. 3- Devletten “Vakıf-Dernek” aracılığı ile mülk ve imkân devşiren Tarikat ve Cemaatler. “Dava”, iaşedir; İslam ise, cilası: “Tekkeyi bekleyen, çorbayı içer.” Bu arada, son bir yılda Meksika sınırından Amerika’ya kaçak yollarla girip yakalanan işsiz Türklerin sayısının 20 bin olduğunu hatırlatalım. Normal demokrasilerde on defa hükümet değişmesine sebebiyet verecek politik-iktisadi hatalar yapılmış olmasına rağmen (Fetö, Açılım, Suriye, Enflasyon,…) muhafazakâr seçmenin memnuniyetinin arkasında –muhalefetin çapsızlığı kadar- yukardaki “temelli” saikler mevcuttur. İki binlerin başında Liberal-Demokrat olarak siyaset yapmaya başlayan Ak Partisi, orta dönemlerinde İslamcılık-Ümmetçilik/Yeni Osmanlıcılık evresinden geçerek (bu politikanın duvara toslaması ile), sonunda popülist milliyetçiliğe demirledi.

3- MİLLİYETÇİLER

Türk Milliyetçiliği, seküler “Ulusçuluk” olarak CHP de kristalleşirken; “Sağcılık” olarak DP-AP-ANAP da “Mukaddesatçılık” olarak da MHP de kristalleşti. MHP ve “Ülkü Ocakları”, 1980 öncesi Komünist-Sosyalist sola karşı para-militer bir direnç olarak işlev görürken; 1980 sonrasında ise PKK ve Kürt Milliyetçiliğine karşı bir direnç noktası oluşturdu. Bir dönemler memleketi ve milleti karşılıksız seven “Ülkücü”ler (“Vatanım, ha ekmeğini yemişim; ha da uğruna bir kurşun”), Pandemi ve ekonomik kriz sonrasında bıçkın olanlar “mafyatik” ilişkilere terfi ederken; mesleksiz/masum olanlar, polis-bekçi ve uzman çavuş olarak iş bulabildiler.

Kürt sorununun şiddete/teröre dönüşmesi, politik düşünceyi/konuşmayı zaten bitirmişti. İki binli yıllardan sonra başvurulan “Açılım “projesinin akamete uğraması, konuşmayı toptan bitirdi.

4- SÖZÜN-DİNLEMENİN BİTME SÜRECİ

İki binli yılların başında Muhafazakârlar ile çağdaşçı laik-liberaller arasında fikir alış-verişi mevcuttu. Muhafazakârların muktedir olmasına/ayağının yer etmesine paralel olarak, konuşma zorlaştı. The Cemaat ile Ak Partisi arasında da –vaktiyle- bir konuşma mevcuttu. Cemaatin güçlenmesine paralel olarak bu konuşma da zorlaştı ve sonun da şiddet kullanımına vardı. Cemaat, tasfiye edildikten; Ak Parti de sayın R. T. Erdoğan’ın kontrolüne tamamen geçtikten sonra, muhalefete karşı kullanılan dil sertleşti. Bu da karşı tepkiyi doğurdu (“Erdoğan Karşıtlığı”). Politik iktidar zamanla kendi medyasını oluşturdu (Yandaş Medya). Muhalefet de kendine göre bir medya oluşturmaya çalıştı. Böylece “karşılıklı konuşma” bitti. İktidar ve muhalefet, kendi içinde konuşmaya başladı: Tartışma programları “Körler, sağırlar; birbirini ağırlar” a dönüştü. Televizyon kanallarının “Demirbaş” dibek döğücü (konuşmacı) ekipmanları türedi. Eskiden, herkesin dinlediği, düşüncesine itibar ettiği aydınlar, entelektüeller, sanatçılar, siyasiler vardı. Zıt görüşlerin birbiri ile tartıştığı kültürel, teolojik, politik programlar olurdu (“Siyaset Meydanı”, “Ateş Hattı”, “Aykırı Görüş”, “Teke Tek”, “32. Gün”…). Şimdilerde böylesi bir ortam neredeyse kalmadı. Sanat, kültür, düşünce ve üniversite çevreleri de buna göre vaziyet aldı. Muhalefetin kendi içinde Muhafazakâr (SP-GP-DEVA), Milliyetçi (İYİ Parti) ve Çağdaşçı-laik (CHP-HDP) olması, kendi aralarında zayıf da olsa, bir konuşma ve düşünce alış-verişi yapmalarına imkân verse de iktidar ile muhalefet arasındaki konuşma imkânı neredeyse tümden tükenmiş durumda. İktidar-muhalefet arasındaki son seçim yarışı dil olarak: “Vatansever-Vatan haini”, “Yerli-İşbirlikçi”, “Dinli-Dinsiz” …yaftalarına dönüştü.

5- ÇIKIŞ YOLU

Siyasetin entegrist/fundamantalist/dogmatik –ideolojik-düşünsel olmayan- “Ölümcül Kimlikler” (A. Maalouf) üzerinden yapılması, demokrasiyi tahrip eden temel husustur. Demokrasilerde siyaset ortak güvenlik, ortak maslahat, ortak gönenç üzerinden uzlaşı ile yapılır. “Vatandaşlık”, ülkede yaşayanların eşitliğini ifade eder. Bu eşitlik Anayasa, Hukuk ve Bürokratik Kurumlarla garanti altına alınır. “Parti”ler, birbirine kin/hınç/nefret duyan birer “Klan/Kabile” değil; ülkeye hizmet etmek isteyen yurttaşların üzerinde konsensüs sağladıkları programlar etrafındaki örgütlenmeler; siyaset ise, birbirleri ile yarışmalarıdır. Siyasetin etik özü Batılı anlamda “Honorial Duty”; İslami anlamda ise, “Halka hizmet, Hakka hizmettir.” Batılılar ve Müslümanlar, bütünü ile böyle siyaset yapıyorlar demiyorum; ancak, demokrasi, “Açık Toplum” oluşturmanın medeni bir aparatı/prosedürü olarak Batılılar tarafından geliştirilmiştir. Haklarını yemeyelim: Dinin yarısı insaftır.

Yurttaşlık, etnisite/dil gibi “verili” kimlik bileşenleri ötesinde şahsiyet/benlik/karakter/kişilik; ötekine açık olmaklık, müzakere, dinleme, konuşma, eğitim ve düşünme ile sürekli gelişmesi, genişlemesi ve büyümesi gereken bir süreçtir. “Yedisinde ne ise, yetmişinde de o olma” matah bir şey değildir.

İslam, katı-muhafazakâr/gelenekçi/sünnetçi/taklitçi” Cahiliyye” toplumunu, binlerce kez düşünmeye-dinlemeye, görmeye (Rey) tartışmaya/müzakereye, diyaloğa çağırarak, karşıtı olan medeni bir “Müslüman/Mü’min” toplumu oluşturdu. Allah’ın kendisi de toplumdaki herkesi “dinleyerek (3/181, 58/1) onlara makul-mantıklı cevaplar verdi. Ezber/hafıza yerine; aktif-diri vicdanı önerdi. “Sözleri dinleyip en güzeline uymak” (39/18) İslam’ın kimlik oluşturma “teknolojisi”dir. Siyasette aynı tutumu, “Şura” kavramı/edimi ile başta peygamber olmak üzere müminlere tavsiye etti (3/159, 42/38).

Bugün Türkiye’de siyaset ve kültür alanları adeta “Yer, demir; gök, bakır”, kasvetli/karanlık, müstağni/mütekebbir (Narsist), az anlayan-bol yargılayan, “Gönül Coğrafyası”ndan bahsederken; burnunun dibindekini görmeyen, cepheleşmiş (ittifaklar), sürekli iç-düşman/terör örgütleri yaratan, ötekini duvar/tehdit olarak gören, şizofren bir ortam mevcuttur. Siyasi kamplaşma, toplumu esir alarak kültürü-sanatı, teolojiyi-tartışmayı, konuşmayı-dinlemeyi, anlamayı, öz-eleştiriyi bitirerek sosyal medyada (“Bataklık”) ve medyada dırdırı-gevezeliği, kakafoniyi, küfürbazlığı tavan yaptırdı.

Medeni olmanın bir ölçütü, insanların aralarındaki ortak paydalar alabildiğine az olmasına rağmen; ortak hareket edebilme kabiliyetleridir. İlkel olmanın bir ölçütü de, insanların aralarındaki ortak paydalar, alabildiğine fazla olmasına rağmen; ayrı ayrı hareket etmeleridir. Medeni miyiz yoksa ilkel miyiz?

14 Haziran 2023 Çarşamba

Dini-Ulusal kimliğin özgüven sorunu ve seçimler Nimet Demir-14/06/2023

Ne zaman insanların ihtiyaçları gündeme gelse hemen Maslow ismi hatırlanır. Bilindiği üzere bir ruh bilimci olan Abraham Maslow insan yaşamıyla ilgili ihtiyaçları önemine göre piramit şeklinde sıralar. Onun oluşturduğu bu piramitte; fiziksel ihtiyaçlar, yani yemek-içmek ilk sıraya yerleşir. Maslow, ikinci basamağı güvenliğe verir; bu basamakta barınma ve aile yer alır. Üçüncü basamak sevgi ve aidiyetindir; arkadaşlık, aile ve mahremiyet bu basamakta dururlar. Saygı içinde mütalaa edilen özgüven, başarı ve başkalarından saygı görme dördüncü basamağa yerleşirken; ahlak, doğallık ve yaratıcılık Maslow’un piramidinde kendilerine ancak beşinci basamakta yer bulmuştur.

Benzer bir yaklaşım 650 yıl önce yaşamış Endülüs’lü hukukçu Şatıbi’nin El Muvafakat isimli kitabında da yer alır. Şatıbi, ilk sıraya zaruriyattan sayılan yeme-içme ve barınmayı; ikinci sıraya haciyat dediğimiz uygar yaşamı sağlayacak ihtiyaçları; üçüncü sıraya ahlak ve estetiği yerleştirir. Görüldüğü gibi her hâlükârda yeme-içme ilk sırada ve olmazsa olmazlardandır. Bu olgunun siyasette ki etkisini deneyimleyen usta politikacı Demirel, söz konusu gerçekliği bilahare motto haline gelen ‘’boş tencerenin yıkamayacağı iktidar yoktur’’ ifadesiyle ortaya koymuştur. Ancak 14 ve 28 Mayıs 2023 seçim sonuçları, politikalarında ihtiyaç hiyerarşisini, yani Demirel’in ‘’boş tencerenin yıkamayacağı iktidar yoktur’’ ifadesini esas alan politikacıları neredeyse ters köşe yaptı. Seçimin sonuçlarını belirleyen kuşkusuz dini ve ulusal kimlik oldu. Oysa gerçekten halkın büyük bir bölümü mutfaklarında boş kalan tencereyle seçimleri karşıladı.

Barınma sorunu boyunlarını bükmüş bir haldeyken oy sandığının başına gittiler. Ancak bu çoğunluk, barınma imkânlarını ellerinden alan, tencerelerini boş bırakan iktidarı ne hikmetse yıkmadı/yıkamadı. Ellerini tutan, sokakta kalmalarına razı eden, midelerine taş bastıran neydi acaba? Cevap aşağıdaki olgu ve değerlendirmelerde. Yalnız önce ulusal özgüvenle ilgili Almanya tecrübesine değinmek isterim.

ALMANYA TECRÜBESİ

Fransız Devriminin bir örneğini felsefede gerçekleştiren Alman Halkının nasıl oldu da, ortaokul mezunu Hitler’i 1933 yılında iktidara getirdiği, Hitler’in 1934 yılında kendini tek ve mutlak lider, yani führer ilan etmesine, yaklaşık 12 yıl iktidarda kalmasına, bu süre içerisinde Polonya’ya saldırarak İkinci Dünya savaşını başlatmasına ses çıkarmadığı merak konusu olmuştur. Bu konuya kafa yoran erbap, tüm bu olumsuzlukları hazırlayan koşulların temelinde Alman ulusal kimliğinin aşağılanmasının yattığını söyler. Bilindiği gibi Almanya Birinci Dünya Savaşından mağlup çıktı. Galip devletler Almanya’ya Versay Antlaşmasını imzalattılar. Bu antlaşma ağır tazminatlar ödeme, Polonya ve Çek gibi aşağı uluslara toprak bırakma, orduyu yüz bin askerle sınırlama, bazı bölgelerde asker bulundurmama gibi çok ağır şartlar içeriyordu. Antlaşmanın bu ağır şartları gururlarına düşkün Almanları oldukça rahatsız etmişti. Hitler ulusal gururları kırılan Almanlara kaybedilen toprakları geri alma, askeri güç ve ekonomik refah vadediyordu. Başlangıçta ekonomik yönden iyileşme yaşanmış, ülkede otoyollar ve fabrikalar yapılmak suretiyle kalkınma gerçekleştirilmişti. Antlaşmanın maddeleri yavaş yavaş ihlal ediliyor, Almanların yaralanmış gururları iyileşiyordu. Sonrası malum; İkinci Dünya Savaşı ve soykırım felaketi. Alman Halkının Hitler’i iktidarına onay vermesinde ve akıl dışı tasarruflarına ses çıkarmamasında yaralanmış ulusal kimliğin etkisi belirleyici olmuştur.

OSMANLI MİRASI

Önce üç kıtaya hükmedilen parlak bir dönem… Akabinde, duraklama ve gerileme süreci… Batılıların son dönemde çektikleri hasta adam muamelesi, dayatılan kapitülasyonlar… Ziya Paşanın ‘’Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm/ Dolaştım mülk-ü İslam’ı bütün viraneler gördüm’’ şiirinde dile getirdiği son dönemdeki toplumsal geri kalmışlık… Ve ağır bir yenilgiyle birlikte yıkılış… Bütün bunlar Osmanlının 14. Yüzyıldan başlayıp, 20. Yüzyılın ilk çeyreğine kadar devam eden malum serüveni... Birinci Dünya Savaşından Almanya ile beraber Osmanlı İmparatorluğu da mağlup çıkınca İtilaf devletleri Osmanlıya çok ağır şartlar içeren Sevr Antlaşmasını imzalattılar. Bu Antlaşmaya göre Batı Anadolu ve Doğu Trakya ile Ege adaları Yunanistan’a bırakılıyor, Doğu Anadolu’da bir Ermeni devleti kuruluyor, Rodos ve 12 ada İtalya’ya veriliyordu.

YENİ CUMHURİYET

Mustafa Kemal ve arkadaşları Sevr’i tanımadılar. Yeni bir devlet kurduklarını belirtip, akabinde bu devlet adına Lozan Antlaşmasını imzaladılar. Dindar kesim Lozan’ın açıklanmayan gizli maddeleri olduğuna, bu maddelerin İslam dini aleyhine hükümler içerdiğine, bu hükümlerden birinin de Ayasofya’nın cami olmaktan çıkarılması olduğuna hep inandı/inandırıldı. Yeni kurulan cumhuriyet, yıkılan kozmopolit bir imparatorluğun bakiyesi üzerine modern ulus devlet formunda inşa edilmiştir. Bilindiği gibi ulus devlet, tanımı gereği tekil ve totaliterdir. Merkezi bir kimlik tanımlar ve toplumu bu kimlik ekseninde şekillendirilmeye çalışır. Yeni cumhuriyetin merkezi kimliği; Türk, Müslüman, Sünni ve Hanefi şeklinde kombine edilmiştir. Bu kombinede Türklük asli, Müslümanlık tali unsurdur. Geçmiş yüz yıllık süreç, devletin dışladığı etnik, dini ve kültürel gurupların kimlik mücadelesine sahne olmuştur. Bu itirazlar devlet tarafından kaale alınmamış, çoğunlukla zecri tedbirlerle susturulmuştur. Aradaki muhtıra ve diğer olayları geçelim, 1925 yılındaki Şeyh Sait İsyanı, 1937 yılındaki Dersim İsyanı, 1960 ve 1980 ihtilallerini hatırlayalım. 1997 yılında başlayan 28 Şubat süreci bu zecri tedbirlerin dönüm noktasıdır. Sonrasında dini kimliği önceleyen, yani Müslüman-Türk bileşkesi, merkezi kimliği oluşturan Türk-Müslüman gurupla giriştikleri mücadeleyi kazanarak asli kimlik haline gelmiş bulunmaktadırlar.

KÜRT SORUNU

Yeni kurulan Cumhuriyetin merkezi kimlik dışına attığı unsurlardan biride Kürt kimliğidir. Esasen Kürt kimliği ulus devletin en zayıf noktalarından biridir. Kürt olgusu sadece Türkiye’nin değil cıvar ülkelerinde neredeyse korkulu rüyalarıdır. Bilindiği gibi Kürtler İran, Irak, Suriye ve Türkiye coğrafyasında yerleşik, otuz milyona baliğ, kadim bir halktır. Endişe ve korkunun temelinde bu halkın birleşerek bulundukları coğrafyada bağımsız bir devlet kurma ihtimali yatmaktadır. Bu endişe son yıllara kadar ulus devletin Kürt olgusunu yokluğa mahkûm etmesine sebep olmuştur. 1980 Darbesi 1970’ler de başlayan Kürt kimliğinin varlık mücadelesinin üzerinden tabiri caiz ise silindir gibi geçmiş, büyük acılara neden olmuştur.

Diyarbakır Cezaevi olaylarını hatırlayalım. Kürt kimlik mücadelesi 1980 sonrası evrim geçirmiş, büyüyerek günümüze kadar gelmiştir. Yeri gelmişken Kürt Sorununa yaklaşımla ilgili kanaatimi belirtmek isterim. Çözüm süreci sonrasında dönülen eski güvenlikçi politikalar çerçevesinde sorunun çözülmediği ve çözülemeyeceği tekrar görülmüştür. Asıl tehlike çözüm üretmeyen ve her geçen gün duygusal karşıtlık doğuran bu güvenlikçi politikalarda ısrar edilmesidir. Demokrasinin özgürlük, insan hakları, açık rejim ve yönetime katılma ilkelerine güvenerek, ilkini akamete uğratan yanlışlardan ders çıkarılarak cesaretle yeni çözüm süreçleri başlatılmalı diye düşünüyorum.

ULUSAL KİMLİĞE ÖZGÜVEN POMPALAMA

Osmanlının son döneminde, yenilginin, neredeyse bir kader haline gelmesi, toprak kayıplarıyla gittikçe küçülerek Anadolu’ya sıkışılması, bilim ve teknolojide geri kalmışlık, sosyal ve ekonomik sıkıntılar ve bu sorunların yeni kurulan devlete miras kalması ulusal kimlikte özgüvensizlik yaratmıştır. Cumhur İttifakı seçime girilirken halkın bu sorununu görmüş ve propagandasını halka özgüven aşılama üzerine temellendirmiştir. İttifakın seçim sürecinde üretilen (Ukrayna-Rusya ve Azerbaycan-Ermenistan savaşlarında kullanan tarafa üstünlük sağladığı söylenen) İHA ve SİHA’ları gündeme getirmeleri, yeni üretilen otomobili nazara vermeleri, teknolojiyle ilgili fuarı bu sürece denk getirmeleri, yapılması planlanan uçakları ayrıntısıyla anlatmaları, yapılan uçak gemisini ziyarete açmaları hep bu cümledendir. Özgüven propagandasının zaruri ihtiyaçları ekarte ederek seçimlerin sonucunda belirleyici olduğu görülmektedir. Burada bir tehlikeye dikkat çekmek isterim.

Abartılmış gelişmelerle özgüven pompalamanın doğuracağı beklentiler dış politikada yanlış adımlara sebep olabilir. Bu gelişmeler henüz ortada yokken bile Şam’da namaz kılmaya kalkışan bir zihniyetin, bu gelişmelere güvenerek havaya soktuğu ulusal kimliğin beklentisine cevap olsun diye sabah namazını Şam’da, öğleni Kudüs’te, ikindiyi Mekke’de kılmaya kalkışması içten bile değildir. Yukarıda Almanya örneğini vermemin nedeni birazda bu tehlikeye dikkat çekmek içindir. Bilindiği üzere İkinci Dünya savaşı öncesi Almanya’nın kırılan özgüvenini onaracak bilimsel, kültürel, ekonomik ve teknolojik gerçek gelişmeleri mevcuttu. Ve Hitler bu alt yapıya güvenerek çevre ülkeleri işgale başladı, böylece İkinci Dünya Savaşını başlattı, üstün teknolojisine rağmen yenilerek ülkesini batırdı.

MUHAFAZAKARLARIN KAZANIMLARI KAYBETME KORKUSU

Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren yaklaşık 80 yıllık süre içerisinde merkezde Türk-Müslüman kimliği oturmuştur. Cumhuriyet sonrası aydınların yerel değerlere karşı herodian yaklaşımı, bu yerel değerlere sahip çıkanların bürokrasiden dışlanmaları, bir bakıma zenci muamelesi görmeleri, Muhafazakâr-Müslüman kimliğinde özgüvensizlik yaratmıştır. Ancak son 20 yıldır verilen mücadele sonucu merkez el değiştirmiş, muteber konuma muhafazakârlar geçmiştir. Bütün kurumlar bu yeni kimliğe tahsis edilmiş, bu kimlik mensuplarından yeni zenginler yaratılmış, Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi, başörtüsüne kamusal kurum ve alanlarda hak tanınması gibi sembolik adımlar atılmıştır.

İktidarın değişmesi halinde tüm bu kazanımların kaybedileceği korkusu pompalanmış, CHP’nin başörtüsüne yasal güvence verme girişimi dahi pompalanan korkuyu gidermemiş, korku propagandası muhafazakâr kesim üzerinde etkili olmuştur. Yine Kürt sorununu mesele edinen partilerin cumhurbaşkanının seçilmesinde neredeyse belirleyici olabilecek bir güce ulaşması, ekseriyeti teşkil eden Kürt solunun Millet İttifakını desteklemesi, Türk milliyetçi damarını teyakkuza sevk etmiş, yabancılarla ilgili politikalarına kızmalarına rağmen Cumhur İttifakının yanında konuşlanmalarını sağlamıştır.

NETİCE İTİBARIYLA...

14 ve 28 Mayıs 2023 seçimleri, Maslow ve Şatıbi’nin ilk sıraya koyduğu yeme, içme ve barınma sorunu had safhada iken yapıldığı bir gerçektir. Normalde bu sorunun politikada iktidar devirdiği tecrübeyle sabittir. Tüm bunlara rağmen Maslow’un piramidinde dördüncü basamakta yer alan özgüven ile üçüncü basamakta yer alan aidiyetin birinci basamağa gelip fiziksel ihtiyaçları itekledikleri ve onların yerine yerleştikleri, akabinde seçimin sonucunu belirledikleri görülmektedir. Özgüveni sağlamaya dayanak teknolojik gelişmelerin yüzeysel olmasına rağmen halkın bunlara itibar ederek, fiziksel ihtiyaçlarına tercih etmesinde birkaç yüzyıllık ezikliğin derin travması olsa gerek.

Korku ve endişe sorununa gelince, esasen gelinen aşama itibariyle Siyasal İslam’ın güçlenmesinde 28 Şubat ve öncesinde uygulanan Fransız tipi jakoben laikliğin payı büyüktür. Bu durumun marjinal bir gurup hariç sol siyaset tarafından idrak edilerek samimi bir şekilde telafi mekanizması devreye sokulmuştur. CHP’nin gerek olmamasına rağmen başörtüsüne yasal güvence verilmesi girişimi bu telafi mekanizması cümlesindendir. Ancak bu girişimlerin sabote edilerek korku pompalandığı ve bu korkunun seçimlerin sonucunda etkili olduğu da bir gerçektir. Mevcut hükümetin yabancılar politikasının Türk Milliyetçilerini aşırı derecede rahatsız ettiği malum. Dolayısı ile bu sorunu çıkaran iktidarın Ak Parti kanadına karşı mesafeli durmaları beklenirken, Kürt Solunun cumhurbaşkanlığı seçiminde Millet İttifakına destek vermesi bu kesimi Cumhur İttifakının adayını desteklemeye kanalize etmiştir

12 Haziran 2023 Pazartesi

Maarifin İçindeki Büyük Dürbünler Ali Barskanmay-12/06/2023

100 yıllık Cumhuriyet tarihimizde 65 Milli Eğitim Bakanı görevlendirilmiş. Bir bakan ortalama 18 buçuk ay görev yapmış.

23 Yıllık AK Parti iktidarında ise 9 Milli Eğitim Bakanı görev yapmış. Bir bakanın ortalama görev süresi 30 buçuk aya tekabül ediyor. Buradan nasıl bir mesaj çıktığını siz okurların takdir dünyasına bırakıyorum.

AK Parti’nin 23 yıllık iktidarında görev yapan bakanların birkaç cümle ile akılda bıraktıklarına bakalım.

Hüseyin Çelik, AK Parti’nin icraat yıllarıydı. Güçlü bir kadro kurup Milli Eğitimi hantallıktan arındırmaya, yeniden yapılanma adıyla bir taze kan kazandırdı eğitime. Merkezi sınavları 6. sınıftan başlatarak okullar dersaneye dönüştü. “Şüpheci nesil yetiştireceğiz.” mesajıyla Gazali’ye gönderme yapsa da öyle bir zaman zemin olmadı MEB’de.

Nimet Baş Çubukçu Hanım, emanetçi bakandı. Araf döneminde görev yaptı. Koltukta oturup durumu idare etmek dışında pek bir icraatı olmadı.

Fırtınalı dönemin bakanı Ömer Dinçer Bey oldu. Bu dönemde 28 Şubat’ın izlerini tamamen silmek adına 4+4+4 ve 12 yıllık zorunlu eğitime geçildi. Dinçer Bey; 66 aylık olup okul kaydını yaptırmayan velilere hesap sorcağını “Velilere idari para cezası uygulanacak.” emrivaki dilini öğretmenlere karşı da kullanmaktan geri kalmadı. Geriye dönüp baktığımızda üzerinde pek düşünülmeden alınmış bir karar olduğunu okumayacak öğrencileri mecburen okullara hapsetmekle okulları açık cezaevine dönüştürmekten anlıyoruz. İşveren çıraklıktan alıp yetiştirecek, çalıştıracak ara elamandan mahrum bırakıldı. Kaş yapalım derken o günden beri göz çıkarmaya devam ediyoruz.

Nabi Avcı Bey dönemi yeniden bir ara dönem. Ömer Dinçer’in üstenci diliyle kırdığı öğretmenelerin gönlünü almaya çalıştı. Entelektüel mizacıyla MEB bürokratlarına söz geçirmekte yetersiz kaldı. Sınıflara akıllı tahta projesiyle daha sonra hata yaptığını “Biz okullarda akıllı tahta taktırmakla öğretmenleri öğrencilerin gerisine düşürdük.” itirafıyla projeden kaderine terk edildi. Okullar akıllı tahta çöplüğüne dönüştü. Devletin milyarları da boşa harcanmış oldu.

İsmet Yılmaz Bey eğitime o kadar vakıftı ki (!) TEOG’un Cumhurbaşkanı tarafından kaldırıldığını haberlerden öğrendi. Kendisine verilen kağıttan okuyup rakamlar üzerinden icraatları anlatmaktan öte emanetçiliği dahi yetersiz görüldü.

Eğitimde AK Parti’nin sınıfta kaldığını Sayın Cumhurbaşkanımız itiraf ederek eğitime ehil bir insan olarak partinin dışından Ziya Selçuk Bey’i atadı. Ziya Bey ile hepimizin yüreğine su serpildi. Ayağa kalkıp sayın Cumhurbaşkanımızı ve Ziya Bey’i alkışladık. Bu sefer tamam dedik. Aranan kan bulundu. Ziya Bey Ankara’da büyüyüp eğitim görmüş, eğitim akademisinden yetişme, milli eğitimde müsteşarlık yapmış, bürokratik yapıyı bilen işinin ehli bir insandı bizim için.

Ziya Bey göreve gelir gelmez kendi kadrosunu kurdu. Bürokratlarını atadı. Öğretmen eğitimleri ile kolları sıvadı. Eğitime nicelik olarak bakmıyor. Eğitimde niteliği ön olanda tutan formasyon referanslı ve rehberlik edici konuşmalarıyla salonlarda insanları ağzının içine baktırdı. Eğitim adına doğruları dile getirdikçe kendisine karşı beklentilerin çıtası yükseldi.

Salgın dönemi durağanlığı, öğrencilerin evde bekletilmesi ısrarı, konuşmalarının karşılıksız kalması parlayan yıldızını bir süre sonra sönükleştirdi. İddialı konuşmaların eyleme dönüşmemesi öğretmenlerde ve kendisine karşı beklenti içine girenlerde “ Dağ fare doğurdu.” cümlesini kurdurttu. Bize aksedilen kadarıyla salgın (pandemi) sonrası okulların açılması konusunda iktidar ile fikir ayrılığı yaşaması Ziya Bey’in görevden alınmasına neden oldu.

Tekniker kökenli Mahmut Özer Bey akademisyen kimliği ona bir güç verse de kendisi Ziya Bey’in düştüğü beklenti tuzağından kendini uzak tuttu. İddiasızlık iddiası ile görev yaptı. Profesör İrfan Erdoğan Bey ile bir konuşmamızda “Mahmut Özer Bey iddiasızlık iddiası ile eğitime daha fazla katkı sağlayacak.” demişti. Nihayetinde de öyle oldu. Ekonominin can damarı olan ve ülkeninde temel ihtiyacı olan meslek liselerine yatırım yaptı. İş dünyası, meslek grupları ile görüşüp kendilerinin ihtiyacı olan ara eleman, nitelikli insan gücü yetiştirmek için adrese teslim meslek okulları açtı. Bir yandan da eğitimin temel taşlarını yerinden oynatmadan eğitimi idare etti.

Ve geçtiğimiz hafta üç Milli Eğitim Bakanlığına müsteşarlık yapan Yusuf Tekin Bey maarifin bakanlık görevine getirildi. Ülkemizin ekonomiden sonra en temel sorunu eğitim. İkisi birbirlerini besledikleri için birlikte bitler kanlanıyor veya kan kaybediyorlar.

Yusuf Tekin Bey 2013 yılından beri eğitimin içinde. Eğitimin temel sorunlarına vakıf Bürokratik dili bilip bürokrasinin işleyişini yaşayarak gördü. Ekonomide olduğu gibi eğitimde de herkesin bir beklenti içnde olduğu kesin.

Eğitimde sil baştan, büyük reformlar, köklü değişimler, örnek alınacak eğitim modelleri gibi geçmişte yapılan hatalar, söylenen büyük laflar halihazırda ilerleyen maarifin fıtratına zehir aşılmak gibi olduğunu bize 100 yıllık Cumhuriyet tarihi öğretti. Kanıtladı. Kervan yolda dizilir misali her yıl ilk ve orta öğretimde 5 milyona yakın öğrencimiz Türkiye geneli yapılan merkezi sınavlara giriyor. Bu sınavların sonuçları Bakanlığa eğitimdeki aksamaları, yetersizlikleri, eğitimde bölge farkını, dezavantajlı öğrencileri, maarifimizin dünyadaki yerine dair birçok veriyi bakanlığa veriyor. Kısaca eğitimin temel sorunlarına bu verilerle bakanlığın elinde.

Salgın insanlığı kırıp dökmenin dışında rutin hayatımızı yeniden sorgulama imkanı sağladı. Hayatımızda birinci derece yer alan birçok kurumun, kavramın, insanın yeniden anlamlandırılmaya ihtiyaç duyulduğunu bize gösterdi.

Salgın sonrası; okul, öğretmen, öğrenci, ebeveyn, eğitim-öğretim kavramlarının yeniden anlamlandırılıp işlevinin güncellenmesi de bir ihtiyaç haline geldi.

Okulun yeni dönemedeki işlevi ne olmalı? Eğitim öğretimin amacı nedir? Öğrencinin eğitim almadaki amacı nedir? Okullarımız, müfredat, öğretmenlerimiz salgın sonrası yeniden şekillenen dizayn edilen dünyayanın neresinde duruyor? Dünya eğitimi salgın sonrası ne gibi düzenlemelere gitti?

Eskiden eğitimin lokomotifi Batı iken şimdi ne oldu da Kore, japonya, Singapur Çin ve Hindistan’ın bazı bölgeleri eğitimde liderliği ele geçirdi? Biz dünya eğitim kompartımanın neresinde yer alıyoruz? Mevcut halimizle ülkenin iş ihtiyacının yüzde kaçını karşılayabiliyoruz?

Öğrenciler okula adımını atar atmaz kendilerini ne kadar güvende, huzurlu hissediyor? Okulların öğrencileri hayata hazırlamadaki güçlü ve yönleri nelerdir? Öğretmenler öğretmenlik mesleğini ne kadar severek yapıyor? Öğretmenler kendilerini mesleğinde liyakatlı görüyor mu?

Devlet okullarında maaş ile eğitim kalitesi arasında doğru orantı yokken özel okullarda maaş ile okulun eğitim kalitesi arasında doğru orantıyı kuran motivasyon nedir? Teknoloji, dijital dünya, sosyal medya eğitim öğretim hayatımızın ne kadar içindedir ve eğitim öğretim hayatının neresinde yer almalılar? Dijital dünya karşısında öğretmede hantal kalan okul öğrenciye bilgi verme heyecanını kazanmak için nasıl bir dönüşüm kendinde yaşamalı? Sendika torpiliyle okul idarelerinde tekel kuran liyakatsız idarecilerden okullarımız nasıl arındırılmalı?

Soruların cevaplarını hepimiz düşüneduralım.