Aşağıda İhsan Fazlıoğlu’na ait cümleleri –demokrasi önermeleri diyebiliriz- Dünyabizim sitesinden aldım. Şöyle sunuluyor: “Twitter’da ufkumuzu açan, düşündüren, hüzünlendiren ve dahası içinde bulunduğumuz ahvalle ilgili paylaşımlarıyla rahatsız eden bir hesap @ihsanfazlioglu. İhsan Hoca yazdığı birkaç cümleyle bizi, gündemin hayhuyundan uzaklaşarak dinginleşmeye davet ediyor ve gerçekten ilgilenmemiz gereken meselelerle yüzleştiriyor.”1 Ufuk açan, düşündüren, hüzünlendiren ve muhtemelen verili konformizme eleştirel olduğundan, rahatsız edenin, “rahatsız ediciliğiyle” ilgili kimi sorular oluştu zihnimde.
Bazı hususların hâlâ düşünülebilir
olduğunu görmek menfi surette de olsa bir miktar ufkumu açtı lakin muhtevanın
niteliğinden ötürü de hüzünlendiğimi belirteyim. Okumayı deneyelim:
“Allah adına hayvan kesmek ilkelliktir;
ama demokrasi adına milyonlarca insanı boğazlayabilirsiniz; hatta bu çağdaş
insan olmanın koşuludur.
Demokrasi ve adalet efendiler içindir,
köleler için değil. Daha nasıl söylemelerini bekliyorsunuz? Öldürmenin ötesinde
başka hangi dil var?
Demokrasi, -meritokrasiye nisbetle-, bir
insanlık suçudur.
Demokrasi, milletlerin yürüyüşlerini
yavaşlatmak için yolu, yığınlarla tozutmaktır.
Demokrasi, mütehakkimlerin, yerel güçleri,
işgal güçlerine dönüştürme becerisidir.
Demokrasi, halkın dikkatini ‘iktidâr’
yerine ‘hükümet’ kavgasıyla meşgul etmektir.
Demokrasi, ‘oy-ile’ halkı oy-alamaktır.
Demokrasi, daha kötüsü icât edilemediği
için, kullanılmak zorunda kalınan bir yön-etim sistemidir; ancak yön-vermez;
dolaştırır.
Demokrasi, milyonlarca insanın aynı anda
nasıl yanılabileceğini gösteren, keşfedilmiş en önemli, toplu beşerî deneyim
tarzıdır.
Demokrasi, kazananların halkın ferâseti
tartışılmaz, kaybedenlerin halk câhil demelerine fırsat vermek için icât
edilmiş bir oyalamacadır.
Demokrasi, zamanın ruhunun (zeitgeist)
travmasıdır. Bu nedenle, ‘deli’ denmemek için herkesin anlar ve onaylar
gözüktüğü bir tiyatrodur.
Demokrasi, Batılı toplumlar için hak;
‘öteki’ toplumlar için iç-savaştır.
Demokrasi, bir toplumun sorunlarını,
karmaşık hâle getirerek çözmeye çalışma yöntemidir.
Demokrasi, toplumsal meşrûiyette
belirsizlik yaratarak, insanlarda sahte bir rahatlatma hâli yaratma
becerisidir.
Demokrasi, herkesin katıldığı ama hiç
kimsenin ne aldığını bilmediği bir paylaşımdır.
Demokrasi, halkı karar alma merkezlerinden
topyekûn uzaklaştırmak için, bir kere (seçimde) karar verici olduğuna ikna
etmektir.
Demokrasi, adâletin olmadığı yerde, kalabalıklara
“var-mış gibi” hissettirme aracıdır.
Demokrasi, güçlü ülkelerin zayıf
ülkelerdeki operasyonlarının manipülatif aracıdır.
Demokrasi, güçlü ülkelerde, güç
merkezlerinin halkı yönlendirme sanatıdır.
Demokrasi, hâkim gücün, toplumdaki farklı
güç merkezlerinin biriken gazını parti denilen enstrümanla boşaltma sisteminin
adıdır.
Demokrasi, toplu psikolojik bir
rehabilitasyondur.
Atanmışların liyakatini seçilmişler;
seçilmişlerin liyakatini de kalabalıkların oylarının miktarı belirler.
Tekil cehâlet tehlikelidir; ancak
kalabalık cehâlet ‘güç’tür; yanlış uygulamalara hak verir.”
Demokrasi adına milyonlarca insan nerede
nasıl boğazlanmış-yahut kurban edilmiş, bir bilgim yok. Böyle bir boğazlamanın,
“çağdaş insan olmanın koşuluna” yükseltilmesi nasıl gerçekleşmiş, o konuda da
bir bilgim yok. Daha çok sanırım Batılı kolonyalizm ve emperyalizm lânetleniyor
ama orada, yönlendiren ilke, demokrasi değil, belki bir tür medenileştirme ve
aydınlatma misyonundan söz edilebilir. Mamafih orada da, güdü kendisini gizliyemiyecek
kadar ortadadır.
Sonraki önerme, herhalde demokrasinin bir
burjuva demokrasisi olmaktan kitleselliğe evrimine temas ediyor, ancak bu
haliyle evrimin bir aşamasını öne çıkarıyor, bütünü bir kenara bırakma
pahasına. Kaldı ki, burjuva demokrasisi bile, toplumun çoğu için özgürleşimin
somutlaştığı bir dönemi temsil eder; hatta oradaki liberal öge, demokrasinin
kitleselleşmesi sürecinde sık sık askıya alındığından bu dönemin göreli
demokratik havasının sonraları bir nostaljiye konu olmuşluğu da vardır. Bu
askıya almanın, ‘öldürmek’le özdeşleştirilmesinde tarihsel bir kasıt yoksa
bile, yanlışlık var. Demokrasi böyle salınarak ilerlemiyor tarihte; bir üretim
biçiminin, bir sosyal formasyonun içerisinde ve dolayımıyla şekilleniyor. Böyle
bakıldığında, demokrasinin, milletlerin yürüyüşünü engellemediği, tam tersine,
işlerini demokratik minimumla bile idare etmeyi başaran toplumların
milletleşebildikleri söylenilebilir; tabiatıyla yığınlardan soyutlanmış bir
millet tasarısının tinselliğine angaje olunmuşsa, bu milletin ‘demostan’
boşaltılmasını gerektiren bir işlem ve bu işlem, bu ülkede yıllarca dindarlar
tarafından kınandı oysa ve eleştirildi haklı olarak, imdi yapılacak bir şey
yok.
Meritokrasiyle ilgili tartışmaların
epeydir dindarların gündeminde yer işgâl etmesini anlayışla karşılamak gerekir:
Konumları, iktisadî ve siyasal güçleri, televizyonları, gazeteleri var,
devletin bütün imkânları ellerinde. Paylaşım yerine, yahut diyelim, liyakât
yerine “fazileti ve meziyeti” kendinden menkul bir topluluğun bütün sosyal
sermayeye el koymasını meşrulaştırmanın bir yolunu bulmak gerekiyordu artık.
Sanılmasın ki, meritokrasi kavramı, bir değer yüceltimini ihtiva edecektir; tam
tersine, kavramın kendisi, bu kavrama sığınanların düzeyine çekilmek
bahtsızlığını yaşayacaktır; biraz, biraz daha, az daha aşağıya.
“Meritokrasiye nisbetle suç olan” zavallı
demokrasinin yücelttiği ‘Onlar’ bu suçun Heideggeryan belgesi sıfatıyla
varolan, meziyetsiz, marifetsiz, hünersiz, otantik varoluşa açılamayan,
gündelikliğin sefaletine gömülmüş varlıklar olarak cürümleri, bir “insanlık
suçu”na eşitlenmiştir. Bunlar acıkır, ağlar, geçim sıkıntısı çeker, ayakkabısı
vurur, saftirik demokrasi de bunları adam yerine koyup ‘sayarak’ ödüllendirir.
Suçlu ayağa kalkmalı, bilemedin tek ayakla, üç yıl kenarda beklemelidir, fakat
sonsuza kadar beklemesi de gerekebilir. Demokratik idealin halktan alınmasını
sağlıyacak seçkin ve ari insanların gözükmesi, ortaya çıkması zaman alabilir.
Zira demokrasi zaten milyonlarca insanın yanılabildiği bir rejim olduğundan
beklemekte beis yoktur. Fazlıoğlu, rejim demiyor, sistem yahut yönetim biçimini
kastedmiyor, demokrasi deyince neredeyse ontolojik bir kavramdan söz ediyor bu
arada. Tabii böyle dediğinde somut bir şey söylemiş olacak, muhtemel
muhatabına, belki “demokrasiyi siyasal bir rejimle özdeşleştirdiği ya da bu
sıfatla tarif ettiğini” belirleme imkânı verecek ve fakat kül de
yutulmadığından bu imkân ivedilikle iptal edilecektir. Kavram somutlaştıkca,
mukayese imkânı doğacaktır çünkü; oysa, ontoloji, mukayeseinin üstündedir,
tıpkı Sezar’ın gramerin üstünde olması gibi. Binaenaleyh mantıksal olarak, en
kötü demokraside bile, hükmen yahut reel olarak taraflar, gruplar, topluluklar,
sınıflar vs. bulunacağından belki, belki ve muhtemelen milyonlarca insan da yanılmıyor
olabilecektir (sayıyı yüzbinlerle değiştirebilirdim fakat böyle Fazlıoğlu gibi
milyonlar deyince daha etkili oluyor galiba).
Fazlıoğlu’nun kurulu demokrasilere yönelik
eleştirileri, halkı oyla oyalamak gibi dilbazlıklar da dahil olmak üzere göz
yaşartıcı. Şu nedenle. 60’ların endüstriyel toplum eleştirilerinden,
karşı-kültür tartışmalarından, mesela Marcuse’nin Tek-Boyutlu Toplumu’ndan,
halkın kanaat hakkının medyatik tahakkümce elinden alındığı uzun süreci
yorumlarken belki, Habermas’ın kamusallık eleştirilerinden çok şey öğrenmiş
gözüküyor. Fazlıoğlu keşke bilgilenmeyi sürdürse, bu konudaki bıktırıcı
kavramsal, ideolojik tartışmaları filan kastetmiyorum, mesela Şiar Yalçın’ın
kıskanılası Türkçesiyle tercüme ettiği vasat bir kitap olan Antidemokratik
Düşünce Şekilleri’ne² baksa bu manifestatif önermelerin çok daha nitelikli bir
biçimde dile getirildiğini ve karşılandığını görebilecekti. Bu saygıdeğer
bilgilenim, belirtmek zorundayız, bu eleştirilerin Fazlıoğlu’nda olduğu gibi
bir “demokrasi nefreti”ne asla dönüşmediği ve demokratik momentin, tam aksine,
sürecin eleştirel dayanağı olarak savunulduğunu tesbit etmeye varamıyor bir
türlü. Demokrasiyi egemenlerin aracına indirgeyen tüm Leninist formülasyonlar,
halkın kolayca paranteze alındığı fenomenolojik edimlerin resmi geçitinde,
demokrasinin araçsallığı (sorunları da belki bir miktar çözebilecektir,
karmakarışık hâle getirerek üstelik) ihmâl edilmez. Üstelik toplumsal
meşruiyette belirsizlik yaratarak, bak şu işe, insanlarda bir rahatlama hissine
bile yol açacaktır. Zaten toplu psikolojik bir rehabilitasyondur- bu aralar
buna bile razı olacak çok insan tanıyorum ben. Böyledir demokrasi gibi ne idüğü
belirsiz şeyler, bir şeyin asla kendisini yaratamazlar, yarata yarata ancak
‘hissini’ yaratabilirler. O da zaten yanıltıcı olmak zorundadır;
yönledirilmiştir, payını alamamıştır, yoldan çıkarılmıştır. Mamafih demokratik
nefret, bu azalmayı ânında keşfedecek kadar kurnazlaşmıştır şimdi.
Fazlıoğlu’nun bir Ramazan günü iftara
saatler kalmışken can sıkıntısıyla bu satırları karaladığını düşünerek
rahatlayabilirdim ama kazın ayağı öyle olmasa gerek. Fazlıoğlu, dindar tutumun
ve bilincin bir semptomu olarak yazıyor bunları. Epeydir, şu süreçte olup
bitenleri ‘demokratik’ bulmayan utanç sahibi insanlarla alenen alay edilen bir
vasat var. Bu süreci, tıpkı Fazlıoğlu’nun demokrasiye yaptığı gibi varoluşsal
bir tercihin, bütün belirsizliklerin ve şüphelerin dinsel bir ibadet aşkıyla
bir taraf için ‘kaydedildiği’ bir düzeye taşıyan ve bunu saklamakta bile beis
görmeyen saldırganlık (bildik cemaatçi tutum hiç olmazsa kamusal olarak
kendisini sınırlamak isterdi), İslâmcılığın 12 Eylül’den bu yana edindiği bütün
kültürel ve siyasal deneyimi bile sıfırlamak isteğindedir. Buradaki dil,
demokrasi nefretinin jargonu, boynuna “varoluş ipi” geçirilmiş tarih ve
siyasetin, sosyal gerçekliğin altındaki sandalyeyi tekmeleme yarışına
girenlerin dili hâline gelmiştir. Bu nedenle aralarında Fazlıoğlu’nun da
bulunduğu bir grup akademisyenin iyi niyetli ve ciddi teşebbüsü Teklif dergisinde
eşitlik, siyaset, adalet vb. konuların bu dilin, aşkınlaştırma,
varoluşsallaştırma ve dışarlama dilinin, hakimiyeti altında ele alınması
anlamlı gözüküyor.
Oysa İslâmcı hareket, en zayıf durumunda
bile bu dilin sınırlarını keşfetmiş, yetersizliklerini tesbit etmiş ve
Fazlıoğlu’nun kanaatinin aksine, memlekette demokrasinin inkişafıyla birlikte
başka bir istikâmete yönelmiş, ötekini, sınıfı, toplumu gözeten bir dikkat ve
duyarlığın inşaına gayret etmişti. Varoluşun kendisine ve özneleşmiş aşkınlığı
olarak Varlık’a varmak üzere sırtındaki bütün yükleri, demokrasi de dahil olmak
üzere atma ihtimâlinden ürkmüş, sadece başkalarının baskısından değil, kendi
gelişiminin sonuçlarından da korkulabileceğini tecrübe etmişti (15 Temmuz’u
hatırlayalım). Korkulan oldu. Şimdi bu sonuçları kutsamak üzere, demokrasinin
üzerinde tepinmeye davet ediliyoruz. Bu düzeyde bir regresyonu mümkün kılan
egemen tutumdan elde edilen kâr ne ve bu kârı kim teklif etmiş ola ki?
AHMET ÇİĞDEM KİMDİR?
Ahmet Çiğdem, 1964 doğumlu. Sosyoloji,
siyasal ve sosyal teori alanında muhtelif çalışmaları mevcut. Ağırlıkla
modernlik, dinsellik ve geç dönem Türkiye siyaseti üzerine yazıyor. Yayınlanan
son kitabı: Mucizenin Etik Uğrağı (Ankara: Felix, 2019).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.