18. yüzyıl Avrupa’sında eğitim, bilim ve araştırma, daha önceki yıllardan başlayan yüzlerce bilim insanının gayretli çalışması ve azmi ile kilise egemenliğinin dışına çıkmayı başardı. Çoğu kilise temelli okullar değişerek ve dönüşerek gelişti. Oysa bizde ise değişim ve dönüşüm medreselerin dışında ayrı bir kulvarda devam etti.
Avrupa bu dönüşümü yaşarken, Osmanlı
toplumunda geleneksel eğitimi üstlenen kurumlar olarak medreseleri, enderunu ve
tekkeleri görürüz.
Kendini değiştirmesi mümkün görünmeyen bu
kurumlarla yol alınamayacağı, fazla bir ilerlemenin olamayacağı ve yeni
kurumlara ihtiyaç olduğu 18. Yüzyıl’ın ikinci çeyreğinden itibaren düşünüldü.
Darulfünun’un (fen bilimleri evi) açılması
fikri ilk kez Mustafa Reşit Paşa tarafından gündeme getirildi.
1867’de Darulfünun üç bölüm olarak eğitime
başlıyor. Hikmet ve Edebiyat, İlm-i Hukuk, Ulum-u Tabiiye ve Riyaziye olmak
üzere. Teoloji (ilahiyat) alanı medreseye bırakılıyor. 1871’den 1881’e kadar
öğrenci kabul eden Darulfünun eğitim faaliyetlerini sürdürüyor. Zaman zaman
duraklamalar geçirse de 1900 yılı başında bu kurum yeniden eğitim vermeye
başlıyor.
Açılan bu kurum, üniversite fonksiyonu
görmesine rağmen üniversite yerine Darulfünun denilmeye, fakülte yerine medrese
(hukuk medresesi gibi) denilmeye devam ediliyor.
Üniversite anlayışının alt yapısının
oluştuğu gelişmeler 1900 yılından itibaren yeniden hızlanıyor.
Bu arada klasik medreseler de ister
istemez gönülsüz de olsa bu dönemlerde bir miktar dönüşüm geçiriyor.
Medreselerde görev yapan bazı müderrislerin sayıları az da olsa batıdan
çevriler yaptıkları, hepsi olmasa bile, bazı medreselerin müfredatlarında bu
yeni bilgilerin verildiği biliniyor. Ancak bu dönüşüm istenilen seviyede
medrese eğitimine yansıtıldığını söyleyemeyiz (Cevat İzgi, Osmanlı Medreselerinde
İlim, Riyazi İlimler, İz Yayıncılık,1997).
Osmanlı medreselerinde hakim İslam
anlayışı, nakilci Eşari anlayış yerine, akılcı Maturidi anlayış olsaydı
Darulfünun’a gerek kalmadan bilimsel gelişmeler medreselerin bünyesinde
yürüyebilir miydi, bu kurumlar kendilerini yenileyebilir miydi? Çok zor
görünüyor. Medrese, Cumhuriyet döneminde kapatılmadan önce (Tevhid-i Tedrisat,
1924), varlığı ve yokluğu zaten tartışılır bir vaziyetteydi.
Sadece bu farklılaşma Osmanlıda değil
diğer İslam topluluklarında da oldu. Batı yanlıları, batı karşısında geleneğe
sarılanlar ve üçüncü bir grupta ise batıdan ilim alalım ancak irfanı bizim
değerlerimiz oluştursun diyenler olmak üzere. Bu yaşananlar daha sonra Türk
toplumunda hala karşılıklarını gördüğümüz aydın farklılaşmasının temellerinin
atıldığı dönemler olarak kabul edilmekte.
II. Meşrutiyetin ilanından sonra Darulfün
biraz daha canlandı. İlk kez Darulfünun’un yürüttüğü eğitim ve öğretim
işlerine, yönetici ve müdderris tayinlerine o günkü siyasi iktidarların
karışmasının doğru olmadığı açıkça dillendirildi. Ziya Gökalp, o günün siyasilerine
“Ele mülkün dizginini alınız, bırakınız ilmi yapsın muallim” diye şiir diliyle
seslenebildi. Kısa bir dönem de olsa, Darulfünun’da değişik kademede
müderrisler yöneticilerini kendileri seçti. Buna siyaset kurumu müdahil olmadı.
1914’de Darulfünun’un öğrenci sayısı üç
bin civarında öğretim üyesi sayısı ise yüze yaklaştı.
O günkü Osmanlı siyasetinin yakınlaştığı
Almanlar askeri alanda olduğu gibi bilim alanında da Darilfünun’a destek için
Almanya’nın saygın üniversitelerinden (Van Humbolt gibi) öğretim üyesi
gönderdiler. Çoğu sosyal bilimci olan bu öğretim üyelerinin arasında sadece
dört kimyacının olduğu bilinir. Cumhuriyet Türkiye’sinde 1933 yılında yapılan
Üniversite Reformundan sonra değil, bu dönemde de Batı’dan öğretim üyelerinin
gelip ders verdiği fazla bilinmez. Bu arada yurtdışında eğitim görmüş Türk
öğretim üyelerinin Darulfünun’daki varlıklarını da unutmamak gerekir. Neredeyse
Darulfünun’daki öğretim üyelerinin yüzde yirmi, yirmi beşini yabancı öğretim
üyelerinin oluşturduğu da bir gerçek. Ancak I. Dünya Savaşı döneminde yabancı
öğretim üyeleri tamamen İstanbul’dan ayrılmak durumunda kaldılar.
1915 yılında Darulfünun’da yapılan
yenileştirme ve Almanya’dan getirilen yabancı bilim insanlarının katkısının,
Cumhuriyet döneminde, yapılan Üniversite reformunun (1933) bir prototipi
olduğu, konuyu araştıran birçok bilim insanları tarafından dile getirildi
(Prof. Dr. İlhan Tekeli).
Cumhuriyetinin kuruluşundan sonra 1925-29
yıllarda Milli Eğitim Bakanı (Maarif Vekili) olarak görev yapmış olan Mustafa
Necati bey “Darulfünun’un gelişmesi ve ilerlemesi gene Darulfünun’dan
beklenebilir. Politikacıların düzeltmek için karışması eldeki durumu daha da
kötüleştirir” demektedir (Hareld E.Wilson, İlhan Başgöz, Türkiye Cumhuriyetinde
Eğitim ve Atatürk, Dost Yayınları, 1968). Üniversite özerkliğine Mustafa Necati
bey bu sözleriyle dikkat çekiyor.
Bütün bununla birlikte şüphesiz diğer
devlet kurumlarının olduğu gibi Darulfünun’un da iyileştirilmesine ihtiyaç
olduğu şüphesizdi. Darulfünun’un iyileştirilmesi amacıyla 1927 yılından
itibaren yurtdışına öğrenci yollandı. Devletin dışında kendi imkanlarıyla yurt
dışına yüksek eğitime gidenler önceden olduğu gibi bu dönemde de vardı.
I. Dünya Savaşı öncesi ve sırasında
yurtdışından gelen öğretim elemanlarının tamamına yakını Alman bilim
insanlarından oluşurken, Cumhuriyetin ilk döneminde bu sefer rota Fransa’ya
çevrildi. Bu sefer gelen yabancı bilim insanlarının tamamına yakını
Fransız’lardan oluştu. Bunların çoğunluğu doktorasız olmalarına rağmen o
dönemde müderris muamelesi gördü.
1933 ÜNİVERSİTE REFORMUNDAN BUGÜNE
YÜKSEK ÖĞRETİMİMİZ
Prof. Albert Malche’nin (Cenevre, İsviçre)
raporu da dikkate alınarak, 1933’de, yapılan üniversite reformu ile
Darulfünun’dan üniversiteye geçildi. İstanbul Üniversitesi kuruldu. Daha doğrusu
Darulfünun tabelası İstanbul Üniversitesi olarak değişti.
Cumhuriyet döneminde reform yapanlar işe,
öğretim üyesi tasfiyesi ile başladı.
Darulfünun’da görevli öğretim üyelerinin
yaklaşık 2/3’i tasfiye olundu (Durmuş Günay, Türkiye’nin Üniversite Sorunu,
Büyüyen Ay Yayınları, 2019). Konuyu detaylı öğrenmek isteyenler Türkiye
Bilimler Akademisinin “Türkiye’de Üniversite Anlayışının Gelişimi I, 1861-1961,
TÜBA, 2007” yayınına bakabilirler. Tasfiye olunanlar arasında çok değerli bilim
insanlarının bulunduğunu göreceklerdir. Akademik müktesebatlarına bakılmaksızın
maalesef yeni rejimin hoşuna gitmeyenlerin tasfiye edildiği anlaşılıyor.
Tasfiye edilen Darulfünun mensuplarının
bazıları İslam coğrafyasının değişik yerlerine Mısır, Afganistan ve Hindistan gibi
ülkelerin yüksek öğretim kurumlarına muhaceret etti.
1933 Üniversite reformundan sonra, Türk
Yüksek Öğretiminin yeniden yapılandırılmasında görev yapan çoğu Alman vatandaşı
bilim insanı, Cumhuriyet Türkiye’sindeki üniversitelerin gelişimini daha objektif
değerlendirdiler diye düşünüyorum. Bu anlamda TÜBİTAK Yayınları arasında yer
alan Ticaret hukuku hocası olan Prof. Dr. Ernst E. Hirsch’in Anıları, 1997, iyi
bir kaynak sayılabilir. Prof. Hirsch Hatıratı’nın Türkiye ile ilgili bölümünde,
kuruluş dönemini bir yabancı bilim insanı olarak (İstanbul Üniversitesi, Hukuk
Fakültesi, 1933-43, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi 1943-52) yaşananları ve
nereden nereye gelindiğini anlatır.
İstanbul Üniversitesinin 1933 de
kuruluşunu aynı dönemde Yüksek Ziraat Enstitüsü, Ankara, (1933) takip eder,
daha sonra bu Enstitüden Ziraat ve Veteriner Fakülteleri çıkacak ve Ankara
Üniversitesi bünyesine alınacaktır. Sonra sırasıyla İstanbul Teknik
Üniversitesi (1944), Ankara Üniversitesi (1946) kurulacak ve Türk Yüksek Öğretiminin
temelini bu üç üniversite oluşturacaktır.
Reform sonrası kurulan İstanbul
Üniversitesinde Profesör öğretim üyelerinin asli görevleri arasında henüz
araştırma yapmadan söz edilmiyordu. 1934 yılında çıkan İstanbul Üniversitesi
Talimatnamesi’nde doçent olmak için doktora yapma şartının aranmadığı, sadece
Batı dillerinden birisini bilme şartı yer alıyordu (Feza Günergun, Kaan Ata,
Türkiye’de Üniversite Anlayışının Gelişimi, TUBA, 2007).
1946 yılında çıkartılan Üniversite
Yasası’nda doçent olmak için ilk kez doktora ön şartı getirildi. Profesör
öğretim üyeleri için bilimsel araştırma yapmak ve yaptırmaktan söz edildi.
Ancak doktora öğrencilerinin lisansüstü ders almaları henüz söz konusu değildi
(Alman ekolü etkisi).
Gerek Darulfünun döneminde ve gerekse de
Cumhuriyetin ilk döneminde Batı ülkelerine eğitim için öğrenciler gönderildiyse
de bunların çoğu lisans eğitimi sonrası ihtiyaca binaen geri çağrılıp
üniversite de görev veriliyor. İlk üniversite kuruluşunda Almanya kaynaklı
üniversitelerden getirilen öğretim üyelerinin önemli bir boşluğu doldurduğu
bilinir. Yabancı hocaların Türkiye’de kalma süreleri aynı olmadı. Bunlardan
İstanbul Tıp Fakültesinde en uzun süre çalışanlardan Prof. Dr. Schwartz on
sekiz yıl kalıyor. Türkiye’den ayrılmadan önce Türkçe hazırladığı bir raporu
Hükümete sunuyor (İstanbul Üniversitesinin Bugünkü Durumu ve
İstikbali,1950-51,Türkiye’de Üniversite Anlayışının Gelişimi,474-497, TÜBA,
2007).
Schwartz bu raporunda özelde İstanbul
Üniversitesini anlatmakla birlikte, genelde Türkiye için bilim ve üniversitenin
ne anlama geldiğini çok iyi tahlil eder. Dikkatli okunduğunda bu raporun bugün
bile geçerli önerileri içerdiği anlaşılır.
1950-1960 yıları arasında sırasıyla KTÜ,
Ege, Atatürk ve ODTÜ kurularak, üniversite sayısı yediye,1975’e kadar on
üniversite daha kurulup sayı on yediye çıkartılıyor. 1999 yılında yirmisi vakıf
olmak üzere üniversite sayısı yetmiş üç iken, bugün itibariyle (2022) yüz yirmi
dokuzu devlet, yetmiş altısı vakıf olmak üzere iki yüz beş üniversitemiz
bulunuyor. (YÖK İstatistikleri)
Özellikle 2004-2020 yılları arasında yirmi
yılda her şehre bir üniversite sloganıyla üniversite sayısı iki katına
çıkartıldı. Bazı Anadolu şehirlerinin nüfusundan daha çok üniversite
öğrencisini barındıracak devasa kampüsler inşa olundu. Nüfusu az, üniversite
eğitimini kaldırmada yeterli alt yapının olmadığı birçok şehirde üniversite
açma fikri doğru bir yaklaşım oldu mu? Bu soruyu sormanın yanında, şehirlerin
sosyal değişiminde ve modernleşmesinde açılan üniversitenin katkısının olduğu
da ayrı bir gerçek.
Türkiyenin NATO’ya girmesinden sonra,
Amerikan tarzı eğitim veren bir üniversite olarak önce ODTÜ kuruldu. Bunu
sonraki yıllarda Hacettepe Üniversitesi aynı tarzı benimseyen üniversite olarak
izledi. Artık NATO üyesi olan Türkiye’de, yeni bir üniversite anlayışı olarak
Amerikan ekolü devredeydi. Eğitim için yurt dışına giden öğrenciler için tercih
edilen en cazip üniversiteler Amerikan üniversiteleri oldu. Bu üniversiteleri
daha sonra diğer devlet (Boğaziçi gibi) ve vakıf üniversiteleri (Bilkent, Koç,
Sabancı gibi) takip etti. Bunda eğitim kalitesi ve bilimsel çıktıları en üst
seviyede olan bir ülkenin üniversitelerinin cazibesinin göz ardı edilemezliği
yatıyor. Bugün de bu cazibe diğer Batı Avrupa üniversitelerinin önünde yer
alıyor.
AK Parti’nin göreve geldiği yıllardan
itibaren bilim ve teknoloji için ayrılan kaynaklar önceki yıllara göre bir
hayli artırılmasına rağmen, maalesef bu kaynakları kullanacak yeterli donatıda
bilim insanımızın azlığını o günlerde TÜBİTAK’ta çalışan birisi olarak şahit
oldum. Ülke için bilim ve teknolojinin hayati oluşu bilinmekte ise de Ar-Ge’ye
ayırılan kaynak 2022 itibariyle milli gelirden (GSMH) ancak yüzde 1.13’ e
çıkartılabildi. Oysa birçok saygın ülkede Ar-Ge harcamalarının payı yüzde
3-5’ler arasında bulunuyor.
2022 yılı verilerine göre bugün Türk
Yüksek Öğretiminde kayıtlı öğrenci sayısı sekiz milyon civarında. Bunların
yaklaşık üç milyonu ön lisans, dört buçuk milyonu lisans, üç yüz elli bini
yüksek lisans ve yüz on bini ise doktora öğrencisi.
YÜKSEK ÖĞRETİMDE NEREYE GELDİK?
Buraya kadar özet olarak anlatılanlar bir
ülkenin iki yüz yıllık üniversite algı ve anlayışının kısa hikayesiydi. Ancak
geldiğimiz yer itibariyle övünülecek bir seviyede olmadığımızı biliyoruz.
Ülkemizde üniversite öğretimi, daha
öncesini saymazsak, Darulfünun’dan bugüne bir asrı geçen bir süredir devam
ediyor. Manzara şu ki, ülke yönetimine egemen olan güç sahipleri başlangıçtan
günümüze, bir türlü üniversitenin üstünden ellerini çekip bağımsız ve akademik
özerk bir kuruma dönüşmesine izin vermediler. İdeal anlamda akademik özgürlük
ortamı tesis olunamadı. Üniversitelerimiz kurumsallaşamadığı gibi bilgi
üretiminde de yetersiz kaldı.
Defalarca öğretim üyesi tasfiyesi yapıldı
(1933, 1946, 1961, 1972, 1981 ve 2000 yılı sonrasında olmak üzere). Kabul
edilen anlayışın dışında farklı fikir ve görüşleri savunanlar uzaklaştırıldı.
Oysa üniversiteler her türlü görüş ve düşüncenin hür ve kimseden çekinmeden
savunulduğu yerler olarak tanımlanıyordu. Ülke kalkınması ve ilerlemenin
motorunu oluşturan bu kurumlar bir sola bir sağa savruldu. Bir kaçının dışında
Dünya ile boy ölçüşecek ülke kalkınmamıza, bilim ve teknoloji üretmemize katkı
veren üniversitelerimiz olmadı.
Son yıllarda Dünya’da üstlendiği misyon ve
görevler açısından üniversitenin anlamı, düne göre bir hayli değişti. Artık tek
tip bir üniversiteden söz edilmiyor. Birçok gelişmiş ülkenin iyi
üniversitelerinin uluslararası kampüsleri(denizaşırı) bulunuyor. Bilginin
ticarileştiği, ülke ekonomilerine katkı sağlayan onlarca bilim ve teknoloji
ürünü üreten araştırma üniversiteleri var. Teknoparkları var. Patent ve faydalı
modellerin geliştirildiği, yapılan araştırma ve yayınların ekonomik faydaya
dönüşen çıktıları bulunuyor.
Profesyonel futbol takımlarının
uluslararası futbolcu transferi gibi iyi bilim insanlarını yapılarına katmak
için birbiriyle yarışıyorlar. Dünyanın gelişme yolunda olan ülkelerinden parlak
zekaları kapma yarışı sürüyor. Farklı disiplinler bir araya gelerek birlikte
muazzam işler çıkartıyorlar. Klasik zevkine yapılan çalışmalarının modası
geçmiş durumda. Sadece yayın sayıları ve alınan atıf sayıları ölçüt olarak
neredeyse kabul görmemeye başladı. Sosyal alanlarda da öyle, Dünyaca
görüşlerine saygı duyulan ekonomistler, felsefeciler, sosyologlar ve diğer
sosyal bilimcileri var. Verilen diplomaların uluslararası kabul değeri ve
mezunlarının her yerde rahat iş bulduğu üniversite anlayışı öne çıkmış durumda
Ülkenin değişen iktidarlardan bağımsız
mantıklı ve tutarlı uzun vadeli gerçek bir bilim ve üniversite politikası
bugüne kadar olamadı. Rövanşist anlayışın yol açtığı politik hırs üniversite
algımızda ve uygulamalarımızda etkili olmayı sürdürüyor. Yüksek öğretimin
sorunlarına sadece günübirlik çözümler getiriliyor.
Modern üniversite kampüslerine sahip
olmakla birlikte, akademisyenlerimizin ve eğitim verdiğimiz öğrencilerin
standardını istenilen düzeye yükseltmeyi de başaramadık. Her üniversitede dişe
dokunur iş yapan akademisyenlerimizin sayısı bir elin parmaklarını geçemiyor.
Özellikle Anadolu’da bulunan üniversitelerimiz yerel kabuğu kıramıyor.
İlkokuldan, profesör oluncaya kadar
yaşadığı şehrin dışarısını görmeyen öğretim üyelerimiz var.
En yumuşak karnımız, ideolojik farklılık
üzerine üniversite algısı oluşturmak ve yapılanmak, hem siyasetin ve hem de
zayıf akademik algı düzeyi düşük akademisyenlerimizin işine geliyor. Bugün
özellikle üniversitede en verimli çağlarında bilim üretmesi gereken genç
akademisyenlerin hedefleri bilim ile uğraşmak bir şeyler üretmek olmaktan
uzaklaşıyor.
Politika yapmak, bürokratik bir üst görev
almak ya da milletvekili olmak birçok akademisyen için cazip hale gelmiş
durumda. Bilime katkısı olan akademisyen sayımız ise çok sınırlı. Son
yıllardaki uluslararası bilim göstergelerimiz, bilimsel yayın sayılarımız
irtifa kaybettiğimizin önemli bir göstergesi. Ayrıca başarı düzeyi yüksek,
lider bilim insanı olma potansiyeli taşıyan yüzlerce genç beyinlerimizi dışarıya
kaçırdık ve hala kaçırmaya devam ediyoruz. Beyin göçünü tersine çevirecek ne
ciddi politika ne de onların çalışacağı ve destekleneceği demokratik ve
akademik ortamı hazırlayabildik.
Bilim anlayışımıza gelince, önceki
yıllarda egemen olan yüzeysel pozitivist dogmatik ve ideolojik anlayışın
yerini, 2010 sonrası muhafazakar gelenekçi bir anlayış doldurmaya başladı.
Üniversiteleri teslim ettiğimiz muhafazakar görünümlü yöneticilerin bir
kısmının akademik görgü ve bilgisi maalesef yeterli değil. Uluslararası yayını
olmayan onlarca üniversite yöneticimizin olduğu her gün medya haberlerine
düşüyor. Bilim ve teknoloji yönetiminden bihaber bu yöneticiler maalesef
siyasetin gölgesinden dışarı çıkamıyorlar.
Siyasilerin de bundan gocunmak şöyle
dursun memnun olduğu anlaşılıyor. Akademisyenin değeri sıradan bürokrat
konumunda görülüyor. Rektörler artık özellikle Anadolu’da yerel siyasetçilerin
arkasında yürür hale getirildiler. Bu anlayışın baskın olduğu üniversitelerin
bir şeyler üretmesi ve ülke kalkınmasına katkı vermesi kolay olmayacak.
Geliştirip değiştirilmesi gereken üniversite üst kurumları, ülkenin yüksek
öğretim politikalarında ve yönetimindeki etkinliği yok mesabesinde. Yeni devlet
yönetimi sisteminde her şeye en üstten karar veriliyor. Yapılan atamalardan bile,
bu üst kurumların haberi kamuoyu ile birlikte oluyor.
Yüksek öğretimimiz başlangıçtan bugüne en
sıkıntılı dönemlerinden birini geçiriyor. Öğretim üyeleri maalesef bir
çekingenlik içerisindeler. Bağlı olduğu grup mensubiyetini akademisyenlik ile
karıştıranlar, akademik dünyalarını kendilerinden oluşanlarla kurmaya
çalışanlar bir endişe oluşturmazken, bireysel akademik düşüncelerini açıkladığı
için üniversiteden ayrılmak zorunda bırakılan bilim insanları endişe kaynağı
görülüyor. Bu yaklaşımın egemen olduğu atmosfer akademik bir atmosfer olabilir
mi? Bu ortamda bilim gelişebilir mi?
Bilimin de sermaye gibi, huzurlu ve hür
bir ortamda geliştiğini düşünecek olursak, Türk yüksek öğretiminde köklü bir
değişime ihtiyacın duyulduğu muhakkak. Ancak bu değişim yetkin ve liyakat
sahibi bilim insanlarının desteğiyle gerçekleşebilir.
Türkiye’nin saygın ve büyük devlet olması
sadece hamasetle sağlanamaz, yüksek öğretim de dahil kurumlarının ehliyet ve
liyakatli insanların yönetiminde, dünya gerçeklerini bilerek çalışmasıyla
kazanılabilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.