30 Ekim 2022 Pazar

Türkiye'de 'Tarihselcilik'in asaleti ve sefaleti İlhami Güler-30/10/2022

Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi İlhami Güler ‘Tarihselciliği, Türkiye’de asaletini koruyan Kur’an’ın evrensel mesajını, çağın ahlaki ve siyasi sorunlarının çözümü için bir ‘mukabele’de bulunma davası olarak görenler var’ diyor.

1- TEORİK-TEOLOJİK TASVİR

Tarihselcilik”, teolojik/Kur’anî temelini Nesh-Tebdil-İmha (2/106, 16/101, 13/38-39) uygulamalarından alan; Sahabeden Hz. Ömer ve Tabiinden Ata b. Ebi Rebah ve Ebu Yusuf, Necmeddin Tufi gibi âlimlerin içtihatlarında mülhem; İmam Maturidi’nin “İçtihadi Nesh” olarak isimlendirdiği yorum metodolojisinin çağdaş Hermenötik disiplininin katkıları ile yeniden isimlendirilmesidir. Tarihselcilik, İslam’ın evrensel ruhunun, doğmuş olduğu yedinci yüz yılın Arap bedeni ve elbisesinden(şeriat) çıkarılarak yeni bedenlerde tezhür/tecelli etmesini(tecdit-update) sağlamaktır: “Sabit Din Dinamik Şeriat”. Mutezilenin geliştirmiş olduğu “Mahluk Kur’an” teorisi, bu metodoloji ile paraleldir. Ahmet b. Hanbel’in dogmatik “Kelam-ı Kadim” görüşü ve İmam Şafii’nin “er-Risale” adlı kitabında geliştirdiği Fıkıh Usulü yani “Kaynaklar” ve bu kaynakları yorumlama teorisi/teolojisi (Edille-i Şeriyye)” siyasal iktidarların desteği ile Sünniliğin resmi görüşü haline gelmiştir.

Tarihselciliğin çağdaş yorumunu, Pakistanlı İslam âlimi Fazlurrahman yapmıştır. Bu teoriyi Fazlurrahman şöyle özetliyor: “Bu teori, İslam’ın bugün uygulanabilmesi için, ilk planda yapılması gerekenin Kur’an’ın arka planını anlamak olduğunu; böylece onun ahlaki, manevi ve sosyo-ekonomik alanlarda ulaşmak istediği hedefleri ve gayeleri belirleyebileceğimizi ileri sürer. Onun vurguladığı noktalardan biri de Kur’an’ın uygulanmasının günümüz şartlarında lafzi olamayacağı; çünkü, bunun Kur’an’ın bizzat gayelerini yok etme sonucunu getireceğiydi. Ve yine diğer yandan, geçmiş on üç küsur asır boyunca Fukaha ya da Ulemanın ulaştığı veriler ciddi bir biçimde incelemekle ve kıymetlerinin teslim edilmesi ile birlikte, birçok durumda bu bulguların ya hatalı; ya da, bugünün ihtiyaçlarını karşılayamayacağını iddia eder.

Bu (Tarihselci) yaklaşım, öylesine devrimci ve şimdiye dek kullanılan yaklaşımlardan o kadar köklü biçimde farklıdır ki; yalnızca Fıkıh ve Sünnet değil, Kur’an’ı da sıkı bir tarihsel incelemeye tabi tutmaktadır ve, bu sebeple de, yalnızca gelenekçiler değil; modernistlerin çoğu da, onu kabullenmekten cidden kaçındılar. Fakat bu yaklaşım, Müslümanların tarihi serancamını değerlendirmenin ve Kur’an ve Peygamberin hedeflerini gerçek anlamda uygulayabilmenin tek dürüst yöntemi gibi görünmektedir. Bu tür bir yaklaşıma ve onunla ulaşılan sonuçlara şiddetle karşı koyuş olacaktır... Eğer böyle olmazsa, biz, İslam’ın bir süre daha duygusal bağlılığı cezbedecek olan bir ibadetler setine indirgenmesi dışında başka bir seçeneğin bulunmadığını düşünüyoruz.” (Fazlurrahman, İslami Yenilenme. Çev. A. Çiftçi. Ank. 2003. S. 86)

2- TÜRKİYE’DE TARİHSELCİLİĞİN SERÜVENİ

Fazlurrahman, yetmişli yıllarda bir müddet Erzurum’da (İslami İlimler Akademisi) ve Ankara’da (İlahiyat Fakültesi) bulundu. Ankara İlahiyattaki seküler hocalar, onu “gerici/şeriatçı” olarak nitelerken; muhafazakâr hocalar, “modernist/oryantalist” olarak nitelemişlerdir. Ankara İlahiyat Fakültesinde Hadis hocamız M. S. Hatipoğlu, onunla fikri münazaralarda bulunmuş ve onun Tarihselcilik görüşlerini benimsemiştir. M. S. Hatipoğlu, seksenlerde yayınlanan “İslami Araştırmalar” dergisine yazdığı “İslam’ın Aktüel Değeri Üzerine” (Cilt:1, Sayı:1.1986) adlı makalesinde kendi çalışmaları ile Tarihselcilik (Mahallilik) teorisine katkı yapmıştır. Daha sonra aynı dergide yazan İlhami Güler, “Fazlurrahman’ın Kur’an’ı Yorumlama Metoduna Kur’an Açısından Kelâmi Bir Katkı” (Cilt:5, sayı:2.1991) adlı makalesi ile tarihselciliği aleni olarak benimsemiştir. Daha sonra Ömer Özsoy, “Kur’an Hitabının Tarihselliği ve Tarihsel Hitabın Nesnelliği Üzerine” (İslami Araştırmalar, cilt: 9. Sayı:1-4. 1996) adlı makalesini yazarak Tarihselciliği savunmuştur.

Fazlurrahman’ın “İslam” adlı kitabı ilk kez 1981 de M. Dağ ve M. Aydın tarafından çevrilmiştir. “Ana Konuları ile Kur’an” adlı çalışması ise, 1985 de A. Açıkgenç ve H. Kırbaşoğlu tarafından çevrilmiştir. İslami Araştırmalar dergisi, “Fazlurrahman” özel sayısı yayınlamıştır (1990. Cilt. 4. sayı: 4) Doksanlı yılların ikinci yarısından itibaren yayın hayatına başlayan “İslamiyyat” dergisi ve daha önce faaliyete başlayan “Ankara Okulu” yayın evi Fazlurrahman’ın kitaplarını çevirterek bu görüşün Türkiye’de neşv-ü nema bulmasını sağlamıştır. İstanbul Belediyesi, 1997 de “İslam ve Modernizm: Fazlurrahman Tecrübesi” adlı bir uluslararası sempozyum düzenlemiştir. Doksanlı yıllarda “Bilgi Vakfı” nın düzenlediği “Kur’an Sempozyumları”nda “Tarihselcilik” teorisi, ana tartışılma konusu olmuştur. Tarihselcilik yorum teorisi, İlahiyat Fakültelerinde teveccühle karşılanmış ve birçok Lisans, Yüksek Lisans, Doktora, Doçentlik tez konuları ile taraftar bulmuştur. İki binli yıllara gelinceye kadar, bu teoriyi çekinmeden benimseyerek, kitap yazarak katkı verenler: M. S. Hatipoğlu (“İslam’ın Aktüel Değeri”), Adil Çiftçi (“Fazlurrahman ile İslam’ı Yeniden Düşünmek” –Doktora tezi-), İlhami Güler (“Sabit Din-Dinamik Şeriat”) ve Ömer Özsoy (“Tarihselcilik Yazıları”) dır.

İki binlerden sonra ise, M. Öztürk (“Kur’an’ın Dili ve Retoriği”) ve Hayri Kırbaşoğlu (“Müslüman Kalarak Yenilenme”) katkı vermiştir. Mustafa Öztürk, tefsir malzemesini kullanarak yapmış olduğu birçok çalışma ile “Tarihselcilik” in kitap okuyan muhafazakâr camiada tanınmasına katkıda bulunmuştur. Ayrıca medyada (Tv-Video) yaptığı programlar ile bu teorinin ilgili kamuoyuna ulaşmasına vesile olmuştur.

Fazlurrahman’ın “Tarihselcilik” teorisi, Türkiye’de Hadis çalışmalarına da ciddi katkılarda bulunmuştur. Başta Hayri Kırbaşoğlu’nun çalışmaları olmak üzere (örneğin: “Sünneti Çağa Taşımak”) birçok çalışma yapılmıştır. İstanbul’da kurulan “Kur’an Araştırmaları Merkezi (KURAMER)” Tarihselcilik teorisi merkezli bir çok sempozyum düzenlemiş ve yayınlar yapmıştır. Ayrıca Türkiye’de İslam Tarihi ve Siyer çalışmaları da Tarihselcilikten ciddi düzeyde etkilenmiştir. Mehmet Azimli, İsrafil Balcı, Enver Arpa, Adnan Demircan’ın… çalışmaları, buna örnek olarak verilebilir.

Bazıları da, “Tarihselcilik” kavramının, yerli-geleneksel değil; Batı kökenli “Hermenötik disiplinine ait olmasından irite olarak benzer görüşleri, “Makasıt” kavramı ile ifade etmeye çalıştılar. Makasıt teorisi, Tarihselciliğin yaslandığı netafizik-ahlaki zemindir. Ancak, Tarihselcilik, buradan kalkarak somut adım atma ve söz/hüküm vermek iken; Makasıta vurgu yapanlar, -çekindiklerinden mi bilinmez- somut bir şey söylemiyorlar. Örneğin: Şahitlikte iki kadının bir erkeğe denk olmasının(2/282) bugünkü “makasıt”ı hakkında ne düşündüklerini bilmiyoruz.

3- GENENEKSEL-KATI MUHAFAZAKAR TEPKİ

İlahiyat Fakültelerinde veya dışarda (Tarikat-Cemaat) Gelenekselci veya katı Muhafazakâr çevreler, bu yaklaşıma şiddetle tepki göstermiştir. “Babam öyle diyo” çocuk psikolojisi ile geleneksel sünni teoriyi (Kelam-ı Kadim) şiddetle korumaya çalışmışlardır. Fazlurrahman’ın dediği gibi “dürüstçe” Tanrının muradını aktüel olgular içinde arama cüretini ve cesaretini gösteremeyen bu tepkinin, arkasında biri ” samimi olarak” Tanrının sözünden çıkmamak saiki; biri de, sözden çıkmama olarak “çocukça bir korku” barındırdığı kanaatindeyim: “Selefilik”. Bunlar, Tarihselciliği, Kur’an’ı “tarihe gömmek” olarak itham ettiler. Tarihselcilerin cümlelerini cımbızlayarak sosyal medyada linç kampanyaları düzenlediler. Çalıştıkları kurumlardan atılmaları için davalar açtılar. Tarihselcilik, tarihsel olguları yorumlamada sosyal-bilimsel bir teori olduğu halde (Historical-Critical Approach); onlar, bunu, yeni bir “sapıklık” veya “mezhep” olarak algıladılar.

Oysa, yetişkin/âkil-baliğ olanlar, sözden değil; yoldan çıkmamakla mükelleftirler. Yoldan çıkmamak için, gerektiğinde sözden çıkılır. Tanrı, hikmetle buyurur. “İman” konusu ve değişmez buyruklar (Tevhit-Mead-Nübüvvet), “anlama” konusu buyruklardan (ahlak-hukuk-siyaset-iktisat) farklıdır. Tanrının bütün buyrukları, bir kere ve bütün zamanlar için değişmez değildir; vahiy tarihi, bunun şahididir.

4- ‘ONLY KUR’AN’CILAR

Bir de “Only Kur’an” diyen “Evrensel Kur’an”cılar var. Bunlar, Fıkıh ve Hadis konusunda kolayca Tarihselci oluyorlar. Hatta zahmete girmemek için bu malzemeyi “Emevi Uydurması” deyip toptan reddederek kolayca işin içinden sıyrılıyorlar. Bunlar, Tarihselciler gibi; Kur’an’ın bazı hukuki hükümlerinin, bugün aynı ile uygulanamayacağına vicdanen kanaat getirmiş oldukları halde; bunların yenilenmesi gerektiğine –Allahtan veya İnsanlardan korktukları veya dogmatik oldukları için- dilleri varmadığından dolayı; kelimelere, kavramlara ve ifadelere çeşitli dil cambazlıkları ile takla attırıyorlar. Örneğin “vadribuhunne”(4/34) ifadesindeki “da-ra-be” fiilinin bin dört yüz senelik tarihsel ve toplumsal bağlamdaki “dövme-vurma” anlamından kaçmak için, lügatte bulunan otuz anlamından beğendiklerini verdiler. Bir başka örnek, “Fektau eydiyahuma=Ellerini kesin” (5/38) ifadesini, sentaks (kullanım) ve tarihsel bağlamından kopararak/kıvırarak, ona mecazi bir anlam olan (ellerini çekin/engelleyin) anlamını yüklediler. Böyle yüzlerce örnek mevcuttur. Oysa Wittgenstein’ın dediği gibi anlam, lügatte değil; kullanımdadır, sentaksta ve tarihsel bağlamdadır.

5- İPİNİ KOPARANLAR

Tarihselcilik tartışmaları, bir de “İpini kırmak” veya “Evden kaçmak” isteyenler için, bulunmaz Bursa kumaşı olmuştur. Geç öğrenenlerin sesi çok çıkar. Bunlar, soyut, felsefi, derin düşünme yerine; kolay ahkâm kesmeyi marifet sanan, sığ silahşörlerdir. Tarihselciliği vesile yaparak “Deizm”e kaymışlardır. Türkiye’de Deizm tartışması, felsefi-teolojik bir tartışma değil; mevcut teolojik(sünni) ve pratik temsilcilerin performansından doğmuş bir dinden soğuma-nefret ve kopma durumudur.

Fazlurrahman’ın teorisini yazdığı “Tarihselcilik” ile hiçbir ilişkisi olmayan bir tarzdaki yorumlarda ya “Lafız-mana ayrımı” yaparak, vahyin Hz. Muhammed’e bütün olarak veya mana yolu ile geldiği; onu cümlelere dökenin kendisi olduğu yollu ılımlı veya Kur’an’ın doğrudan Hz. Muhammed tarafından vazedildiği gibi iddialarda bulundular. Bunlardan bazıları, Kur’an’daki bazı konuları veya bazı ifadeleri, kendi kafalarındaki Tanrı tasavvuruna yakıştıramayarak, bu cümlelerin, olsa olsa, Hz. Muhammed’e ait olduğunu iddia ettiler. Tarihselciliği “mal bulmuş Mağribî” gibi harcadılar. Kendi kişisel itibarlarına malzeme yaptılar. Çarçur ettiler.

Fazlurrahman’ın gayesi, Kur’an’ın evrensel mesajını tarihin enkazı altından çıkarıp, modern çağın metafizik, etik ve sosyo-politik sorunlarına bir “mukabele”de bulunmak iken; bazıları, her gün Kur’an’dan veya Tefsir kaynaklarından yeni bir “tarihsel” mevzu bulup, Kur’an’ın “mesajının”, halk nezdinde buharlaşmasına, itibardan düşmesine katkıda bulundular. Fazlurrahman’ın yöntemi, Kur’an’ın nazil olduğu çağa gidip, ondaki tarihsel olan unsurları teşhis edip, evrensel mesajı alıp buraya gelmeyi ve somut-pratik ahlaki, hukuki, iktisadi ve politik sorunlarımızı, bu ilkeler ışığında çözmeyi içerirken; onlar sadece oraya gidip, buraya gelemediler. Fazlurrahman’ın dini bir kaygısı, derdi-davası varken; onlar bu teoriyi salt akademik tartışma malzemesi, tebliğ konusu, program mevzusu yaptılar.

6- SONUÇ

Hasılı, Tarihselciliği, -benim formüle etmemle “Sabit Din Dinamik Şeriat” -,Türkiye’de asaletini koruyan ve tarihin enkazı altında olan Kur’an’ın evrensel mesajını, çağın metafizik, ahlaki, hukuki, iktisadi ve siyasi sorunlarının çözümü için bir “mukabele” de bulunma “dava”sı olarak görenler ve bu uğurda emek harcayanlar olduğu gibi; onu, evden kaçmak veya ipini koparmak için, izin olarak görenler ve kişisel itibar için malzeme olarak kullananlar da mevcuttur.

17 Ekim 2022 Pazartesi

Toplum muhalefeti bekliyor Bekir Ağırdır/17 Ekim 2022

 Bunca krize, ekonomide, dış politikada bilerek bilmeyerek yapılan bunca hataya karşın, AK Parti hâlâ birinci parti ise bir sebebi var. Tek aktör dindarlar değil, tek dinamik iktidarın politikaları da değil. Toplumun büyük kısmı muhalefeti bekliyor; bir ses, bir söz duymak istiyor

 Seçimlere yaklaşılırken siyasal söylemler, söylemlerin ve rekabetin belirleneceği ikilemler ve eksenler belirginleşmeye başlıyor. Sorun bunda değil. Sorun, dinamikler, gerçek sorunlar, ihtiyaçlar, talepler ile söylemler arasındaki yarıktan kaynaklanıyor. Bir bakıma yurttaşların gerçekleri ile siyasi aktörlerin gündemi arasındaki fark da denebilir.

Ekonomik buhranın boyutları yüzeydeki sayısal bazı göstergelerden daha derin bir yoksulluğa işaret ediyor. Ekonomik büyüme, işsizlik veya enflasyon sayılarındaki görece değişimlerden daha ağır yaşamlar sürüyor toplum. Doğruluğu ve güvenilirliği tartışmalı, kamu kaynaklı sayılardaki küçük ve göreceli iyileşme veya kötüleşmeden öte yurttaşların bireysel hayatlarındaki yoksullaşma, yoksunlaşma çok daha derin ve kalıcı. Yoksullaşmaya adaletsizlik duygusu eşlik ediyor. Yoksullaşma ve adaletsizliğin ürettiği hararet ekonomik sınıfsal gerilimi ve duyguları yükseltiyor.

Buna karşılık siyasi aktörlerin gündemi kültürel kimliklere göre pozisyonlarından şekilleniyor. İktidar bloku kültürel kimlikler üzerinden siyasetin ve seçim tercihlerinin belirlenmesini istiyor. Dindarlık ve Türk milliyetçiliği üzerinden siyasi gerilimin yararına olacağını düşünüyor. Bu siyasetin bir karşılığı da var iktidar açısından. Çünkü özellikle dindarlarda ve milliyetçi kümede her şeye karşın kendi kimliklerine, kutuplarına ve iktidar yandaşlığına bir meşru gerekçe alanı açıyor yaşanan bazı güncel gerilimler. En azından dindarlar ve Türk milliyetçilerinde iktidar eleştirisi olsa da karşı tarafa olan duygusal karşıtlığın yoğunluğu iktidara sadakati besliyor. Öte yandan muhalefet bloku da bu zihni ve siyasi çerçevenin dışına çıkamıyor. CHP’nin başörtüsü hamlesi, Babacan’ın endişeli muhafazakârlara doğru olan söylemleri de bu çerçevenin içinden şekilleniyor.

Sonuçta iktidarın sonunu getirecek sınıfsal gerilime dair çözüm vizyon ve politikaları, yoksullaşmayı, adaletsizliği esas alan söylemler iken kültürel kimlikler arası kutuplaşma iktidara soluk alanı açıyor.

Demokrasi kavramının içi boşalmış vaziyette

Gerçekte seçimleri belirleyecek ikinci yarılma ekseni demokrasi ve otoriterlik arasında. Elbette günümüz dünyasında demokrasi karşıtı olduğunu açıkça söyleyen siyasi lider yok, bizde de yok. Ama demokrasi kavramının içi boşaltılmış halde. Konuşulan dezenformasyon yasası bile demokrasinin gereği diye anlatılıyor, beğenilmiş veya gönderilmiş sosyal medya mesajlarının bile soruşturma ve dava konusu yapıldığı, İranlı kadınlara destek yürüyüşünün polis şiddetiyle engellendiği, milletvekillerinin protesto haklarını kullanırken şiddet gördüğü koşullar demokrasi diye anlatılıyor. Demokrasi yalnızca partilerin varlıklarına ve seçimlerin yapılabiliyor olmasına sıkıştırılıyor.

Bu politikaların arkasında temel bir zihni kırılma var. Asıl sorun özgürlük ve güvenlik ikilemi. Devletin ve iktidarın güvenlik tanımı “sınır güvenliği” ve “kamu düzeni” tanımları içine sıkışmış durumda. Sınır güvenliğini esas alırsanız elinizdeki temel araç, askeri tedbirler ve politikalar. Bir de Türkiye’nin kadim meselesi olarak Kürt meselesi ve bu bağlamda bölgesel dinamiklere askeri güvenlik üzerindeki risk ve fırsatlar üzerinden bakışı var. Özgürlüklere ise kamu düzeni bağlamında bakılıyor ve her hak talebi kamu düzeni üzerindeki riskleri üzerinden değerlendiriliyor. Hak taleplerinin kamu düzeni üzerinde bir tehdit olup olmaması bir yana muhalefet bile mümkünse protesto hareketleri yükselmesin istiyor. Bu bakıştan beslenerek de iktidar bloku devletin bekası ve kamu düzenini korumak esaslı bir bakışla her karşı söylem ve hareketi terör tanımının içine sıkıştırmaya, her hak ve özgürlük talebini devletin bekası ve kamu düzeni üzerindeki riskler üzerinden değerlendirmeye devam ediyor.

Seçmenin bu politikalara inanarak iktidardan yana tercihine, desteğine devam edebilmesi için de bir korku iklimi yaratılmaya, tüm dünyanın Türkiye’ye karşı kötücül amaçları söylemi üzerinden dünyanın karmaşası anlatılmaya çalışılıyor.

Hâlbuki güvenlik kavramı artık yalnızca sınır güvenliği ve askeri politikalardan ibaret değil. Bekasını kollayacağımız tek unsur da devlet değil. Toplumsal yaşamın ve tüm olarak “ülkenin esenliği” esaslı düşünürsek ekonomik kriz de pandemi de kutuplaşma da lümpenleşme de mafyalaşma da ülkenin esenliği önündeki riskler. Öte yandan özgürlükler meselesini halletmeden ülkenin kadim hiçbir meselesini çözemeyeceğimiz de açık.

Keyfiliğe dayalı ekonomik hayat refah üretmez

Kurumları ve kuralları tümüyle çökertilmiş bir keyfiliğe dayalı ekonomik hayatın da refah, kalkınma, gelir dağılımı adaleti, üretim getiremeyeceği açık. Sivil ekonomik aktörlerin, emek örgütlerinin, hatta parlamentonun konuşamadığı, müzakere edemediği, karar süreçlerine dâhil olamadığı, kamu yararı tartışmasının bile iktidar yandaşlığı ve karşıtlığına sıkıştırıldığı bir ekonomik hayatın ne getirdiğini yaşıyoruz bir süredir.

Muhalefet güvenlik meselesine iktidara benzer bir yerden, sınır güvenliğinden baktığı için tezkerelere koşarak onay veriyor. Muhalefet özgürlük meselesine iktidar gibi kamu düzeni içinden baktığı için Kürt meselesinde ve HDP’ye bakışta iktidarın çizdiği zihni sınırın dışına çıkamıyor. Muhalefet özgürlükler konusunda bütüncül bir bakışa sahip olmadığı için de o kadar esnaf ziyareti yaparken bir gün de kadınların yürüyüşünün yanında, örgütlenmeye çalışan kuryelerin yanında, toprakları, doğaları için çırpınan köylülerin yanında olmuyor. Haksızlık etmeyelim elbette muhalefet blokunda bireysel ve mikro alanlara dair gayretler var, benim burada kastettiğim muhalefetin örgütlülük içinde tutum ve tavır geliştirmesindeki eksiklik.

Muhalefetin ekonomiye dair anlatısı ise “Biz yaparız” demek. Karar süreçlerine katılım, ülke ekonomisinin ana stratejisine dair tartışma ortamı, aktörlerin tercihleri değil bilenlerin yazdıkları ekonomik programlar anlatılıyor.

Bu durumda da muhalefet bloku demokrasi ve otoriterlik geriliminde otoriterliğe dair söylemi olan, itiraza yaslanan bir pozisyon üretiyor ama demokrasi, hak ve özgürlükler bakımından bütüncül ve tutarlı bir pozisyon üretemiyor.

Bir başka eksen yine, bir kez daha iktidarın tanımladığı “yerlilik, millilik” ekseni. İktidarın güvenlik ve devletin bekası söylemini de besleyen yerli ve milli olmak / olmamak meselesi önümüzdeki seçim sürecinin en önemli yarılma eksenlerinden birisi olacağa benziyor. İktidarı oluşturan zihni koalisyonun aktörleri, ülkenin ve devletin risk altında olduğunu ve bu riskin de Batılıların Türkiye aleyhindeki hayallerinden kaynaklandığına inanıyor.

Yeniyi inşa yerine olanı paylaşma savaşı

Dünya bugün karmaşa içinde. Filmlerde gördüğümüz gibi bir büyük savaş olmayacak belki ama yerel ve bölgesel savaşlar da ülkelerin kendi içlerindeki toplumsal gerilimler de artarak sürüyor. Çağ değişiminin gerekleri ile küresel ara buzul dönem olarak adlandırdığım popülist, otoriter, şoven iktidarlar eliyle ulus devletlerin güçlenerek yeniden sahne aldığı bir dönem bu. Yeniyi inşa etmek yerine, olanı yeniden paylaşmak kavgası savaşlara dönüşerek sürüyor.

Siyasal güç ve egemenlik dağılımı da, ekonomik güç ve egemenlik dağılımı da yeniden bölüşüm savaşlarıyla yenilenerek sürdürülmeye çalışılıyor. Müslüman coğrafya ile Batı arasındaki kültürel gerilim karşılıklı radikalleşmeleri besliyor. Büyük oyuncular egemenliğin paylaşımı için büyük oyunlar kurarlarken diğer ülkeler de bu büyük oyuna ve aktörlere göre yeni pozisyonlar belirlemeye çalışıyor. Tüm bunlar elbette Türkiye için de riskler ve fırsatlar barındırıyor.

Bu risk ve fırsatlara iktidarın AK Parti kanadı kendi İslamcı hayallerinden, Türkçü kanadı kendi Avrasyacı hayallerinden bakıyor olsa da ortaklaştıkları bir alan var. Kendi iktidarlarını sürdürmenin risk ve fırsatları olarak günceli anlamlandırmak ve pozisyon üretmek daha ağır basıyor. Topluma ise büyük hikâyeyi anlatıyorlar.

Hâlbuki Türkiye küresel egemenlik kavgasına özne ve sahne olmak yerine küresel yeninin nasıl olabileceğine dair bir başka hikâyeyi yazabilir ve oynayabilir. Balkanlar, Kafkaslar, Orta Doğu ve Akdeniz’de yeni bir büyük bölgesel barışı küresel güçlerin egemenlik kavgasının bir parçası olmadan nasıl inşa edebiliriz diye bakabilir.

Bu bakış yalnızca askeri anlaşmalar, silah alışverişleri, bilek bükmeler, hâkimiyet kurma çabaları, lider olma iddiaları üzerinden değil bölgesel ve evrensel esenlik üzerinden geliştirilebilir.

Dünyanın ve bölgenin popülist liderleriyle, otoriter devletleriyle, bölüşüm kavgasının aktörleriyle değil ama dünyada evrensel esenliği önceleyen tartışmaları, bilim dünyası, sanat dünyası ve sivil hareketleriyle inadına karşılıklı beslenme, inadına evrensellik de diyebilir muhalefet. Muhalefetin böyle veya başkaca ama iktidardan farklılaşan bir dünya vizyonu yok ya da henüz duymadık.

Şuna karar vermek ve topluma da tercihinizi anlatmak gerekiyor. Dünyadan yalıtılmış Türkiye mi, dünyanın Türkiye’sinde yeni bir düzen mi? Türkiye Avrupa’nın taşrası, mutfağı, arka bahçesi hatta çöp merkezi mi olsun, etkin bir üyesi mi?

Evrensel vizyonunuz yoksa güncele göre pozisyon alıyorsanız hatta pozisyon da almadan beklemeyi ve izlemeyi esas alıyorsanız, o zaman yapacağınız bu sahneye hiç çıkmadan beklemek. Muhalefet de bunu yapıyor sonuçta. Ama bu sessizlik iktidarın çizdiği zihni sınırlara gönüllü mahkûmiyeti de üretiyor.

Hem güncele, örneğin Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline hem de Avrupa Birliği’nin ya da NATO’nun krizlerine bir bakışınızın olması lazım. Toplumun yarısı dış politikayı bilmez, izlemez, yalnızca dış politikaya dair söylenenlere bakarak oy da vermez. Ama toplumun önüne koyduğunuz yeni hikâyenin dünyadan bağımsız olmayacağını da herkes hisseder, bilir. Toplumun bir muasır medeniyet tanımı ve ona ulaşma hayali var ve sizin vizyonunuzun bu hayalin neresine denk geldiğini her yurttaş bilir.

Tüm siyasi aktörler sihirli proje bekliyor

Bir başka ikilem de ekonomi ve siyasal reformlar ekseni. Yalnızca iktidar değil tüm siyasi aktörler uzun süredir siyaseti projeciliğe indirgediler. Herkes, odalara kapatılmış ekiplerinden, danışmanlarından sihirli projeler bekliyor. Bu projelerin neredeyse tümü ekonomik vaatleri esas alan projeler oluyor. Sanki bu ülkenin demokratikleşme, şeffaflık, hesap verebilirlik, hak ve özgürlükler, eğitimde fırsat eşitliği, Kürt meselesi, laiklik meselesi, toplumsal cinsiyet eşitliği, iklim değişikliği ve daha birçok meselesi yok ama en öncelikli mesele ÖTV’ymiş gibi örneğin...

Hâlbuki Türkiye öyle bir zaman aralığında ki hem ekonomik hem de siyasal reformları bütünleşik, birbirine uyumlu ve eş zamanlı yapmadan toplumsal esenliğe ulaşma ihtimali yok. Dünyanın karmaşasının risklerinden korunma ihtimali de yok.

Bu sıkışılan zihni ikilemler nedeniyle bütünleşik, ekonomik ve siyasi reformları bir arada bir anlatı üzerinden farklılaşamıyor muhalefetin. Bunca krize, ekonomide, dış politikada bilerek bilmeyerek yapılan bunca hatalara karşın, iktidar partisi kamuoyuna yansıyan anketlerde gerilemesine karşın hâlâ birinci parti ise bir sebebi var. Bu sebebi iktidar bloku seçmenleri üzerinde sıkça analiz etmeye çalıştım bu köşede. Ama tabloyu belirleyen tek aktör dindarlar değil, tek dinamik iktidarın politikaları da değil.

Toplumun büyük kısmı muhalefeti bekliyor, bir ses, bir söz duymak istiyor da muhalefet yeni bir sesi, sözü önce dinlemek, sonra yeniden söz kurmak, ses çıkarmak istiyor mu göreceğiz. Toplumdaki tedirginliği yaratan da yalnızca ekonomik sıkıntılar değil, siyasetin bu badireden bir çıkış üretip üretemeyeceği

İkinci yüzyıla girerken ‘milletin devleti mi devletin milleti mi?’ Tarık Çelenk-16/10/2022

Komitacılık dediğinizde akla imparatorlukların parçalanması veya ulus devletlerin nevzuhur etmesi gelir. Bu işi özellikle Bulgar, Makedon ve Yunan çeteler bayağı becermişlerdir. Hatta çete kelimesi de Makedoncadan türemiştir. Uluslararası literatüre de giren “Balkanizasyon-Balkanlaşma-Balkanization” teriminden de komitacıların veya çetelerin uyguladıkları gayri nizami savaş taktikleri sonunda, Osmanlı hükümetinden kopmayı başaran Balkan etnik devletlerini kastedilmekteydi. Artık bizim için Balkanlaşma nasıl parçalanma ve bölünme anlamına geliyorsa, dünya siyasi tarihi içinde Balkanlaşma herhangi bir coğrafya için aynı anlama gelmekte.

Tarihte komitacılık modelini ilk sahneye koyan İtalyan Karbonari örgütüydü. Karbonari örgütünün değişik ezoterik yönleri tartışılmakla beraber ana işlevi İtalyan birliğini ve ulus devletinin sağlanması fonksiyonunu icra etmesiydi. Örgüt bunu yaparken hücre tipi yapılanması, halk kitlesine ulaşım başarısı ve ulus inşası ideolojisiyle General Mazini önderliğinde öne çıkıyordu. Bizde de iddia edilir ki İttihat ve Terakki kurucularından İbrahim Temo İsviçre’de bulunduğu sıralarda örgütten etkilenmiş ve esinlenmiştir. Karbonari örgütünün komitacılık yöntemi, sırf Balkan ayrılıkçı milislerinin değil bizim İttihatçılar için de uygulanılabilir bir modeli oluşturmuştur.

Osmanlı modernleşmesinin temel saikı devletin çöküşünü durdurabilme üzerineydi. Bu açıdan baktığınızda Osmanlı modernleşmesine, tarihin görebildiği en uzatılmış bir çöküşü ve bünyesinden genç bir Cumhuriyeti doğurabilme başarısını gösterebilen eksik bir modernleşme öyküsü olarak bakmanız mümkün olabilir. Burada en temel enstrüman bürokrasiydi. Yani ordu ve dışişleri. Çok genç bürokratlar dışa açılmak zorundaydılar. Yabancı dil öğretildiler. Başta Paris, Cenevre ve Londra’ya gönderildiler. Orada devlet açısından muzır fikirlerle tanıştılar. Çoğu muhalif oldu örgütlenmelere katıldılar.

Balkanlar tecrübesi genç Osmanlı bürokrasisi açısından artık vatan ve ulus düşüncelerini geliştiriyordu. Aslında tüm Balkan savaşları ve etnik kopuşları, sırf o zamanki askeri bürokrasi açısından değil, bugün de bizlere anıları intikal eden canlı tetikleyici birer travmaydı.

Başta Enver, Halil ve M. Kemal paşalar komitacılığı Balkan ayrılıkçıları ile mücadele ederken öğrendiler. Onlara karşı, Libya’da da dahil, karşı gayrinizami harp taktikleri geliştirdiler. İttihat Terakki için komitacılık vaz geçilemeyecek bir yöntem haline geldi. Teşkilatı mahsusadan, Karakol cemiyetine kadar uzanan ve bugün de devam eden hikâyede bu izleri görebildik.

Kurtuluş savaşı içinde ve bazı önemli mücadelelerde bu çalışmaların önemli etkisine şahit olduk. Ancak bu işin doğası gereği bu yapı zamanla Atatürk’ünde müdahalesi gibi nizami unsurlarla çelişkiye düştü ve tasfiyeler de oldu. Öyle ki zamanında bazı aydınlar komitacılıkla ilgili “müfrit vatanperverliğe komitacılık denir” tanımını yapmışlardı. Yazar Doç. Dr. İsmail Akbal, Timaş yayınlarında çıkan eserinde ülkemizdeki bugünkü komitacılık tanımını “devlet bünyesinde örgütlenen bürokrat ve siyasilerin çözemediği sorunları ilkel yöntemlerle çözme” olarak da tanımlıyor. Bu konular ister istemez dönemin başbakanı Tansu Çiller’in “devlet için kurşun atanlar ve yiyenler şereflidir” söylemini de çağrıştırıyor.

Komitacılık evrim ve mutasyonlarıyla doğal olarak iç ve dış tehdit dönemlerinde savunma mekanizması olarak, devlette hep etkili olmuştur. Ancak olumsuz yan etkileri, dünden bugüne kendisini zihniyet ve eylem planında günümüzde de hissettirmektedir.

Cumhuriyetimizin kuruluşunu veya ilk yüzyılını belki II. Meşrutiyet sonrası gelişmeler ile başlatmak, anlamak açısından daha iyi olacaktı. Ben bu yazımda bu sürekliliği yakalamaya çalıştım. İTC’nin iktidara geldiği 1909’dan 1918’e kadar komitacılık aynı zamanda öteki addedilenleri bir bastırma aracı olmuştur. Yolsuzlukları açığa çıkaran muhalif 1909 da Hasan Fehmi ve 1912 de Ahmet Samim gibi gazetecilere yapılan faili meçhul suikastlar bunlara sadece birkaç örnektir. Sırf yolsuzluk değil, muhalif fikir ve tezleri savunanlarda o zamanki karar vericilerin politikalarına tehdit teşkil ettikleri gerekçesiyle Topal Osman gibi komitacılar tarafından Ali Şükrü beyin katil örneği benzer akıbetlere uğratıldıkları ifade edilmektedir.

Burada sorun, ciddi bir iç tehdit veya dış tehditte maruz kalan bir devlette, güvenlik gerekçesiyle yolsuzlukları açığa çıkartanların ve eleştirel düşünce dozunu yükseltenlerin acımasızca tasfiyesinin yapılması gibi gözükmekte. Meşrutiyetten demokrasiye kadarki dönemde keyfi kuvvetler birliği sistemi hep tartışmanın odağındaydı.

Yine aynı dönem içinde muhalif siyasi organizasyonlar, ihanet veya suikast gerekçesiyle kapatıldılar. Yerel yönetimlerin güçlenmesini, liberalizmi ve sosyalizmi savunanlar bunlardan öncelikli nasiplerini aldılar. Bu anlamda Ahrar, Müstakil Sosyalist ve Hürriyet-İtilaf fırkalarını Osmanlı dönemi için, Cumhuriyet dönemi için ise Serbest Cumhuriyet fırkası örneklerini verebiliriz.

93 Harbi ve Balkan savaşları, anayasanın askıya alınması ve otoriterleşmeye sebep teşkil edildi. 1974 Barış harekâtı sonrası ülkede uzlaşma ortamı kuvvetlendiyse ne yazık ki Çözüm süreci ve 15 Temmuz kalkışması sonrasında ülkemizde ve devlette otoriter eğilimler güçlendi.

Cumhuriyetimiz yukarıda örnekleri verilen minvalde kitlesel göçler, cihan savaşı, işgal ve kurtuluş savaşı üzerine kuruldu. Başta İmparatorluğun kaybı olmak üzere göçler ve savaşların yaslarını tutmaya vakit bile olamadı. Bu acıların üzerine inşa edilen kimlik ve aktarım figürleri üzerinde duyarlılıklar yoğunlaştı. Bir önceki yazımda ortak aidiyet için müphemliğin önemini belirtmiştim. Ayrıca travmalarını onarmış birey ve kitlelerde iyi ve kötüyü bir arada tutabilme özelliğinden bahsetmiştim.

Ne yazık ki Meşrutiyetten itibaren bugüne gerek kutuplaşan toplum ve bireyleri gerekse de kuvvetler birliğini pek seven devletimizin karar vericileri, oldukça müphemlikten uzaklaşmış, iyi ve kötü kategorizasyonlarını hep kendi lehlerine işletmişlerdir. Hain-kahraman, iç-dış düşman ayrımları veya ucuz komplo teorileri kolayca milletin bir bölümünü ötekileştirmekte kalmamış imparatorluk bakiyesi miras iç ve dış sorunları kronikleştirmiş veya ötelenmeye çalışılmıştır. Bu süreçler aynı zamanda bu topraklarda çok gerekli olan uzlaşma kültürünün gelişmesini de engellemiştir.

Bugün sanki etnik ayrılıkçılara savaşan ve kendi ulusunu inşa etmeye çalışan komitacıların ruhu veya alışkanlıkları devletimizin ve siyasetimizin bir kısmı içine yerleşmiş gözüküyor. Belki de Talat ve Kara Vasıf’ın ruhları bugünkü yapı ve çekişmelerin odağındaki rantı gördükçe kan ağlıyorlardı. Onlar ve çoğu arkadaşları kendi idealleri doğrultusunda dürüst ve adanmıştılar. Zira Susurluk fotosundaki rant, kadın izleri ve bugünkü tartışmalar bizlere şu anki komitacılık anlayışına ilişkin bazı üzücü ipuçlarını vermektedir.

Ülkemizin yolsuzluk endeksinde hızla yükselmesi, anayasaya uyulmaması gibi benzer konularda milletin bekasına ilişkin konularda duyarlılık göstermeyen özünü de yitirmiş komitacılık ruhu, iç ve dış düşmanlar hususunda çok duyarlılık göstermekte. Burada asıl beka tehdidinin, ortak aidiyetin zayıflaması veya kendi yurttaşını tehdit unsuru görmek olduğunun fark edilmesidir.

Millet veya halk artık devletin bekası adına, devletten nemalanan bir kısım siyasetçi, bürokrat ve iş adamlarından bıkmıştır. Devletin kurumları yeniden inşa edilmeden, kutsallığı üzerine devam ettirilecek eski anlayışın, ikinci yüzyılda artık toplum tarafından taşınamayacağını görmek gerekiyor. İlgili kurumlara ve kurallara bağlı olmayan otonom yapıların millet adına denetime alınması öncelik arz etmektedir.

Ülkemiz artık cumhuriyetimizin ikinci yüzyılında, devletin devletini değil milletin veya halkın devletini umutla beklemektedir.

12 Ekim 2022 Çarşamba

Türk irfanı tasavvuf düşüncesi Ahmet Çeker-12/10/2022

 Türkçe’deki “tin” ve “gönül” sözcükleri Arapça’da “ruh” ve “nefis” olarak karşılanmıştır. Hemen hemen tüm dillerde insanın varlığı “cismani olan” ve “cismani olmayan” biçiminde iki kısım olarak düşünülmüş. Cismani olanı gönül yani nefis işaret ederken, cismani olmayanı tin yani ruh işaret ediyor. Eskiler uzun bir süre gökyüzünü, Batlamyus’un haritasında tasvir edildiği biçimde yedi katlı olarak tasavvur etmişler. Göğün her bir katına “felek” demişler. Güneş, ay ve o sırada bilinen beş gezegenin her birinin birer felekte yer aldığını kabul etmişler. Dışımızdaki dünyada bulunan her unsurun aynı oranda insanın bedeninde de bulunduğu varsayımıyla, dış dünyaya “büyük alem”, insan bedenine de “küçük alem” demişler. Nasıl ki büyük alemde yükseliş yedi kattan oluşuyorsa, insan ruhunun da yükselişinin yedi aşaması olması gerektiğinde karar kılmışlar. Bu yedi aşamaya, tasavvufta nefis mertebeleri denir. Gönül ya da nefis, arzuların kaynağıdır. Eğer insan küçük alem olan bedeninin emrine girerse, bedeni insanın rabbi olur. Bedeni insanın emrine girerse, insan bedeninin yani küçük alemin rabbi olur. Hz. Ali kâfirlerin pehlivanını öldüreceği sırada, pehlivan onun yüzüne tükürmüş. Bunun üzerine Hz. Ali pehlivanı öldürmekten vaz geçmiş. Kâfirlerin pehlivanı “Neden beni öldürmedin?” diye sorunca Hz. Ali “Ben seni öldürseydim Allah için öldürecektim ama sen benim yüzüme tükürünce, seni nefsim için öldürmekten korktum.” demiş.

Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli, Makâlât’ında insanın üç canı olduğunu yazar. Birinci cana cismani denir; diken batmasını, kıl çekilmesini duyar. İkinci cana “yeme içme” denir. Acıkmayı ve susamayı bildirir. Üçüncü can ise “ruhani”dir. Ten uyuduğunda bu ruhani can uyanır. Tasavvufta düşlere “mana” ya da “zuhurat” denir. Hayvan benliği ile mücadele eden dervişler, gelişmelerini manalardaki işaretlerden takip ederler. Menkıbelerde bir dervişin çift sürdürdüğü arslanı yılanla kamçılaması, hayvan nefsini yendiği, hayvan nefsinin dervişin hizmetine girdiği anlamına gelir. Hangi hayvanın hangi zaafı temsil ettiği, Hünkâr’ın Makâlât’ında yazar. Ancak bu iki yönlüdür. Her hayvanın bir de diğerlerine üstün gelen bir yeteneği vardır. Keskin göz, hızlı olma, iyi duyma gibi yeteneklerdir bunlar. Tatmin olmuş, mutmain nefis aşamasında artık nefis dervişe hizmet eder. İslamiyet’ten önce varlığın birliği düşüncesini şamanlar temsil ederdi. Hem İslam öncesinin şamanları hem de Müslüman dervişler, menkıbelerde hayvan donuna girip yolculuk ederler.

Eskilerin insan anatomisine dair bilgisi sanılanın çok ötesindeydi çünkü hem insanları mumyalamak için hem de ameliyat yapmak için tıp öğrenmişlerdi. Arkeologlar neolitik döneme ait, cerrahi müdahalede bulunulmuş kafatasları keşfetti. Hünkâr’ın söylediği üç candan birincisi, omuriliğin bittiği yerde bulunan sürüngen beynidir. Bu beyin güdülerimizi emreder ve insanın sürüngenlerle ortak olan tarafıdır. Zaten tasavvufta emreden nefsi yani nefs-i emmareyi bir sürüngen olan yılan temsil eder. Bu beynin üzerindeki ikinci katman, memelilerle ortak tarafımız olan ikinci bir beyindir. Bunun da üzerinde, yalnızca insanda bulunan, dil kullanabilen ve bu sayede düşünebilen üçüncü beyin katmanı vardır. Üçüncü katmandaki, yalnızca insana özgü olan beyin ile diğerleri arasında yani insanın kendisinde bulunan üç benliği arasında bir çatışma vardır. Bu benliklerden ilk ikisi hayvanidir, üçüncüsü insanidir. İnsani benliğimizin hayvani benliklerimize üstün gelmesi yani yedi nefis mertebesinin sırasıyla geçilmesi, insanın iç dünyasında yaşadığı bir deneyimdir. Bu iç dünyaya “enfüsi dünya” denir. Fakat bir de “afaki dünya” dediğimiz, dışımızdaki dünya vardır. Dışımızdaki dünyaya İbnül Arabi ekolünden gelenler “hazerat-ı hamse mertebeleri” der. Bu afaki dünyanın altı hatta yedi mertebeden oluştuğunu yazanlar da vardır. İç hesaplaşmasını bitirip dışa yönelen derviş, artık varlığın birliğini idrak eder. Bu cümlede “idrak etme” eylemini kullanmamızın nedeni, bunun yaşayarak kavranan bir deneyim olmasındandır. Bu konuda nazariyat yapma yani akıl yürütme uğraşına giren büyük şeyhler bile yazdıklarında türlü çelişkiler içine düşmüşlerdir. Oysa tabiatla iç içe yaşayan Kutbeddin Haydar, Geyikli Baba ya da Otman Baba gibi dervişler varlığın birliğini idrak edip bu idrakin verdiği cezbeye, neşeye sahip olmuşlar, kayıttan kurtulmuşlardır. Salahaddin Uşşaki Varlık Risalelerinde varlığın birliğini idrak etmeyi, “Bütün eşyayı Allah’ın esma-i ilahiyesi olarak bilme” biçiminde tanımlar.

Varlık mertebelerini, nesnelerin en olgunlaşmış halleri temsil eder. Bunlar madenlerden altın ve gümüş, bitkilerden tahıllar ve insanlardan insan-ı kâmildir. Varlığın birliğini idrak eden biri için artık iç dünya ya da dış dünya ayrımı kalmaz. Fark ortadan kalkar. Bu idrakteki birisi erik dalına çıkıp üzüm yiyebilir. İnsan yaşadığı deneyimi bir başkasına aktaramaz ama şathiye türündeki şiirlerle içinde bulunduğu durumu diğerlerine sezdirebilir. Zira şiir teşbih dilini kullandığı için en tepedeki anlatım aracıdır. Varlığın birliği hakkındaki nazariyeler çelişkili ve muğlaktır ama Cüneyd-i Bağdadi’nin, Hallac-ı Mansur’un, Pir Sultan Abdal’ın ya da Yunus Emre’nin şathiyeleri okuyanlarda hayranlık uyandırır.

Vahdet-i vücud kavramı İbnül Arabi’nin takipçileri tarafından icat edilmiştir. Kavramın Arapçası biraz sıkıntılıdır çünkü “vücud”, Arapça’da “bulunmaklık” anlamına gelir. Tarihçiler bunu genellikle yanlış bir biçimde “panteizm” olarak anlamıştır. İbnül Arabi, sırasıyla Zat-Sıfat-Esma ve Efal mertebeleri olduğunu yazar. Allah’ın Zat’ından sıfatları, sıfatlarından isimleri, isimlerinden de fiilleri kaynaklanmaktadır. Derviş olmak isteyenin dikkat etmesi gereken en önemli konu, varlıkta ikiliğin olmamasıdır. Şu şu fiillerin insandan, şu şu fiillerin Allah’tan olduğunu söylemek Şeriat mertebesinde makbul olabilir ama Tarikatta bunu söylemek şirktir. Hz. Ali nutuklarında sık sık Allah’ı tenzih ederdi çünkü karşısında dinleyici olarak putperestliği yeni bırakmış Araplar vardı. En küçük bir yanlış anlama, Arapların Allah’ı yeniden putlaştırmasına neden olabilirdi. Şeriat mertebesinde Allah’ı tenzih etmenin Allah’ı yücelttiği düşünülebilir ama Tarikat’ta Allah’ı tenzih etmek, Allah’a eksiklik yakıştırmaktır. Bu nedenle Tarikat mertebesinin dili teşbih dilidir. Tasavvufta hulûl ya da ittihad diye bir şey yoktur çünkü ancak iki ayrı şeyden biri diğerine hulul eder, oysa varlık birdir.

Hz. Ali, “Rabbini gördün mü?” diye soran Dı’bil-i Yemani’ye “Görmediğime ibadet etmem” demiş. Bakara suresinin yüz on beşinci ayetinde, nereye dönersek orada Allah’ın yüzünü göreceğimiz yazıyor. Baktığın her şeyde Allah’ın yüzünü görmek, varlığın birliğini idrak etmektir. “Başlangıçta yalnızca Allah vardı başka da bir şey yoktu” anlamındaki hadis için Cüneyd-i Bağdadi “Halen daha öyledir” demiş. Varlığın birliğini idrak etmek işte böyle bir neşdir.

Şeyh-i Ekber İbnül Arabi’nin Füsus el Hikem kitabının her bölümü bir peygamberi konu eder. Her peygamber tarihi bir kişilik olmasının yanında bir de insanlığın gelişimindeki evrelerin temsilcileridir. Tasavvufta bu evrelere Ademiyet, İbrahimiyet, Museviyet, İseviyet ve Muhammediyet gibi adlar verilir. Hz. Musa Rabbini görmek istediğinde, Araf suresinin yüz kırk üçüncü ayetinde “Sen beni asla göremezsin” yanıtını aldığı ifade edilir. Hz. Ali’nin “Rabbini gördün mü?” sorusuna “Görmediğime ibadet etmem.” demesi, artık insanlığın gelişiminin tamamlandığını gösterir. Hz. Muhammed, insanlığın gelişiminin tamamlanmasını temsil eder. İnsan-ı kâmil, Hz. Muhammed ve O’nun kendisine sırları aktardığı Hz. Ali’dir. İnsanın bireysel gelişiminin de insanlık gibi evreleri vardır. İnsanın bireysel gelişiminin aşamaları insanlığınki gibi Ademiyet, İbrahimiyet, Museviyet, İseviyet ve Muhammediyet olarak adlandırılır. Hz. Muhammed ve Hz. Ali; olgun, ermiş, kâmil insanı temsil ederler. Hacı Bayram Veli’nin kurduğu Bayramiye tarikatının Bıçakçı Ömer Dede’den gelen kolu, Melami-Bayramiliktir. Ancak kınanmayı esas alan, bir neşe olarak melamet her tarikatta vardır. Hz. Ali nutuklarında “Kullukta bulunun; halk görsün, duysun diye değil. Çünkü kim, Allah’tan başkası için kulluk eder, iyi iş işlerse Allah, kimin için kulluk ettiyse, iyi işler işlediyse ona havale eder o kulu” der.

Yaşamım okumakla geçti. Kitaplardan edindiğim bilgiler kimi zaman bende kibre neden oldular, kimi zaman da bana “oldum” dedirtip beni hamlığa sürüklediler. Tasavvufi irfan bir mürşidin rehberliğinde edinilir. Bu fakirin eğer sermaye-i ömründe kârı varsa, dervişi olduğum Necdet Ardıç ve muhibbi olduğum Dursun Gümüşoğlu’ndandır. Kutadgu Bilig’de yılkı olmak, bilgeliğin karşıtıdır. Kitap boyunca Yusuf Has Hacib, kişinin bu ikisi arasında bir seçim yapması gerektiğini vurgular. Kazan Han’ın yedi nefis mertebesini temsil eden yedi başlı ejderhayı öldürdüğü Oğuzname’den Ahmet Hamdi Tanpınar’ın romanlarına kadar Türk edebiyatının fikrî temelini, tasavvuf düşüncesi oluşturur. Türkler “varlığın birliği” tasavvuruna İslam öncesi şamanist dönemde de bağlıydı. Türk irfanı dediğimiz tasavvuf düşüncesi, belki de kültürümüzün günümüzde varlığını sürdüren tek özgün yanıdır.