28 Eylül 2022 Çarşamba

Ortak aidiyet için müphemlik Tarık Çelenk-28/09/2022

"Bugün ne yazık ki, katı siyah-beyaz, iyi-kötü veya kahraman-hain ayrımı, ayırt etmeksizin ülkemizde sadece avam-halkta değil, havas-elitte de var. İşin en ciddi ve üzücü tarafı da 1912’den itibaren bu kategorik yaklaşımın, devletimize yerleşmiş olması ve bugünün devlet aklını oluşturmasıdır.”

***

Geçenlerde “Türk Sağı; Mahalle, Kriz ve Kritik” kitabıma ilişkin aldığım en eleştirel yorum, Talat Paşa’ya ilişkin değerlendirmelerimdi. Liberal dostların kritikleri, benim Talat Paşa gibi tehcir emrini vermiş ve ölümlere dolaylı göz yummuş birine nasıl mütevazi, cesaretli, idealist ve bireysel ahlaklı değerlendirmelerimi yapabilmem üzerineydi. Aslında bu trajik hadisede teşvik ve fikir verici olan Enver Paşa ve Ziya Gökalp için de aynı şeyleri söylüyordum.

Talat’ın yaşam öyküsü posta memurluğundan, Alliance mektepleri öğretmenliği, bir devletin ve partinin kaderine 10 yıl hükmeden bir adam olarak geçer. Talat beyin bugün var sayılan derin devletin kaygıya dayalı mantığının inşa edicisi olduğunu da söyleyenler vardır. Talat, sadarette iken fırında ekmek kuyruğuna girecek kadar veya Teğmen İsmet beyi makam arabasında Galatasaray’da gördüğünde arabasını durdurup inecek kadar mütevazi, Edirne müdafaasına sadareti bırakıp gönüllü asker olarak katılacak kadar cesur, Başbakan iken Yerebatan’da küçük bir evde kira ile kalacak ve paşa unvanından halkın arasına karışmamı engeller diye içtinap edecek kadar da bireysel ahlaklı, sabahleyin ölümle sonuçlanacak tehcire gönderileceğini bilmeyen Ermeni aydın arkadaşları ile de gece tavla oynayabilecek kadar da ketum ve serinkanlı biriydi. Aynı örnekleri Ziya Gökalp ve Enver paşa için de fazlasıyla verebiliriz. Bu konuda ilgi duyanları Serol Teber’in “Tutunamayanların Politik Psikolojisi” kitabını okumalarını öneririm. Burada, başta Gökalp ve Talat bey olmak üzere İttihatçıların önde gelenlerinin, ilginç kendi içinde bölünmüş kişiliklerine ilişkin psikobiyografik analizleri bulabilirler.

***

Merhum Adnan Menderes sağ mahallenin tarihsel idolüdür. Abdülhamit han gibidir. Mahalle de tartışılamaz. Gerçekten de mazlumdur. Ancak kimse de Menderes’in özel hayatına dair gençliği, başbakanlığı döneminin iddia edilen skandalları ve kutuplaştırıcı siyaseti ile uğraşamaz.

İsmet İnönü Mahallenin kötüsüdür. Mahalle’de kimse onun Kurtuluş savaşındaki rolünü, dünya çapında bir kurmay veya diplomat oluşunu, mütevazi aile yaşantısını, eşinin dindarlığını, Atatürk’e bağlılığı ile birlikte hatalarını söyleyebilen müstesna biri olduğunu, Türkiye’yi kendi aleyhine de olsa demokrasiye geçirdiğini, darbeleri engellediğini veya İmam Hatiplerin kuruşunu başlattığını düşünmez bile.

***

Abdülhamit hatta Vahdettin, Mahallenin ulu hakanları, diğer mahallenin ise özellikle hainleridir. Her ikisinin de Britanya kraliçesi ve kralından ricaları bu mahallede ölü taklidi ile karşılanır, diğer mahallede ise acımasızca yargılanır.

Bir zamanlar bir TV programında Harp okulları ve Askeri liseler kapatılmamalı, ayrıca Atatürk ideolojik bir kalıpta verilmemeli, zira bu durum yetişen subaylar ile toplumun gerçeği arasında bir boşluk yaratmakta, Atatürk’ün vizyonu ABD’nin kurucu babaları gibi gençlerin önünü aydınlatmalı dediğimde, mağdur konuşmacıların da kışkırtmasıyla sosyal medyada tt olmuş bir linçle de karşı karşıya kalmıştım.

Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Abdülhamit, Talat Paşa, İnönü ve Menderes verilen örneklerinden gidersek, iyi ve kötü tasnifinde bir geçirgenlik sorunu yaşadığımızı görmekteyiz. Bir bakıma her mahalle için karşı mahallenin hilafına bir mutlak iyi veya mutlak kötü anlayışı yerleşmiş gözükmekte. Güncel bir değimle bir tarafın kahramanı diğer tarafın haini olmakta.

Uzmanlara göre bebekler ilk önce bir sonsuzluk hissindedir. Ne zaman ki sıcak bir sobaya dokunurlar, o zaman kendi sonsuzluklarının sınırını fark ederler. Başlangıçta iyi ve kötüyü bir arada tutamayan bebek, ebeveynleriyle sağlıklı bir bağ ve iletişim kurdukça hem iyiyi hem de kötüyü barındırma yetisine kavuşur. Ancak, gelişim süreçleri sekteye uğrarsa, iyi ve kötüyü ayrı sekmelerde saklamaya devam eder. Bu da birilerini idealize etme veya değersizleştirme, kendi eleştirildiği ya da kötü hissettiği zaman içerideki iyiyi koruyabilmek adına kötüyü dışarı atmayla sonuçlanır. Kendisi kötü hissederse sistemi çökeceği için kötü olan her şey ötekiye aittir. Oysa sağlıklı yetişmiş bireyde iyi ve kötünün aynı anda var olabildiği gri alanlar ve esneklik artık bakış açısını görürüz. Olgun birey, liderler ve toplumlar farklılıkları böyle görür.

***

Burada Atatürk’ün bir lider olarak İzmir’e girdiğinde Yunan bayrağını yerden kaldırması ve Venizelos ile dostluk kurabilmesi iyi ve kötüyü içselleştirebilen onarıcı liderliğe örnek teşkil edebilir.

Bir İngiliz için birbiriyle acımasızca savaş yapan tüm hanedan ve prenslikler, hatta Cromwell bile değerli tarihsel şahsiyetlerdir. Ancak bireysel gelişmeleri travmatik deneyimlerle de tamamlayamamış fertler, liderler ve toplumlarda ise tersine iyi ve kötü bir arada değerlendirilemez. Artık onlar için sadece hainler ve kahramanlar veya iyiler ve kötüler vardır.

Bu bakımdan Talat veya Gökalp’in örneğinde acımasızca verdikleri kararlarda bir vicdan aramak bir devlet pragmatizminde gerekmiyor. Ancak bu acımasız sorumluluğu taşımaları onların dürüstlük, cesaret, devlet adamlığı ve mütevaziliklerine de bir halel getirmemekte. Zira her ikisini içinde olduğu kararların sonuçları bir insanlık trajedisine yol açsa da diğer özellikleri ile de birlikte değerlendirmemiz bize doğru bir bilimsel tarih okuması yaptırabilecektir. Bir bakıma onlar için iyi ve kötüyü bir arada içselleştirebilmemiz gerekiyor.

***

Bugün ne yazık ki katı siyah-beyaz, iyi-kötü veya kahraman-hain ayrımı, ayırt etmeksizin ülkemizde sadece avam-halkta değil havas-elitte de var. İşin en ciddi ve üzücü tarafı da 1912’den itibaren bu kategorik yaklaşımın, devletimize yerleşmiş ve bugünün devlet aklını oluşturmasıdır.

Thomas Bauer’in “Müphemlik kültürü ve İslam” kitabı bu bağlamda önemlidir. Kutsal kitaplar veya inanç esaslarındaki dogmalar dışında, kesin inançlar ve yoruma kapalılık, insan yaratılışı veya doğasına aykırılık arz etmekte. Oryantalist Bauer, müphemlik hoşgörüsü kavramıyla, aynı değerin, aynı normun farklı yorumlanabileceğini, hatta aynı anda farklı yorumların geçerlilik taşıyabileceği bir bakışı kastetmekte. Kitabın tezi, Batılı modernliğin kesinlik “takıntısının,” müphemlik kültürünü gitgide tahrip ettiğidir; bu süreçte ülkemizdeki Siyasal İslâmcılığın veya Kemalizm’in ideolojik katılığını böyle de açıklayabiliriz.

Bugün artık bilim felsefesi ve dünyasında kesinlik kavramı temelden tartışmalı duruma gelmiştir. Einstein ve Heisenberg’in ardından kuantum fiziği ve dijital keşiflerle kesinlik dönemi kapanmıştır.

Öncelerden ifade ettiğim gibi düşünememe sorunu sadece Sağ mahallenin değil eksik Türk modernleşmesinin sorunu. İyi ve kötüyü bir arada tutamama ülkemizdeki Sağ mahalle ve Laik mahallenin de genel sorunu. Ne yazık ki müphemlik ise tüm kültürümüz ve bakış açımızın da temel sorunu.

***

Osmanlı tarihi ile yüzleşebilmek ve hakikatiyle övünebilmek, Abdülhamit ve Atatürk arasında doğru bir liyakata dayalı bugünlere uzanan tarihsel zinciri kurabilmek gerekiyor. Kutuplaştırmanın maddi ve manevi bedeli çok yüksektir. Tek bayrak söylevinin gerçeğinde, tarih ve vicdan anlayışında, yakınlıkları ile aidiyeti güçlü olan bir toplum rüyası yatmalıdır. Bunun vebali siyasetin sorumluluğundadır.

İyi ve kötüyü bir arada tutamama ve müphemliğin olmamasının bedellerini hep birlikte ödemekteyiz. Kutuplaşmış toplum, siyasi karar vericilerin vicdan ve adalet sorunları bu sonuçlardan sadece bir kaçıdır.

Eğer iyi niyetli isek, her şeyi yeniden doğru düşünebilme cesaretini artık birlikte gösterebilmeliyiz.

17 Eylül 2022 Cumartesi

‘Osmanlı ineğini sağanlar’ Taner Ay-17/09/2022

İdris Küçükömer, “Bürokratlar Tanzîmat Fermanı ile Batılı görünümünde yeni bir Lale Devri’ni başlattılar. Bu dönem aynı zamanda balolar dönemidir. Bu defa, kaplumbağaların mum taşıdığı lale bahçelerinin yerine, saraylar ve elçilik binâları seçiliyordu. İstanbul’daki elçiliklerde, saraylarda ve Osmanlıların Avrupa elçiliklerinde verilen bu balolarda, bürokratlar, Batılı dostları ve Levantenler ile birlikte eğlenirken, işsizlik artıyor ve yerli üretim güçlerinin yok olması süratle devâm ediyordu,” diye yazmıştı. Peki, Osmanlı üst tabakasının birlikte eğlendiği Levantenler kimlerdi? Bunun yanıtını da, “Batı kapitalizmi Osmanlı toprakları üzerinde etkisini gösterirken, kurduğu ticarî ve özellikle finans ilişkilerini, bir kısım azınlıklar aracılığıyla örgütlemeye koyulmuştu. Bu azınlıklara sonradan Levantenler denilecekti,” şeklinde vermiştir. Kanımca onlara Levanten yerine Said N.Duhani gibi “Melez Pera Sosyetesi” demek daha doğrudur. Çünkü, kapitalistlerin Osmanlı topraklarındaki ticarî ve finans ilişkilerini örgütleyenler sadece azınlıklar değildi. Onların önünde de önemli şahsiyetler, yabancı kuruluşların forslu adamları, kozmopolit tüccar tabakası, yabancı koloni mensupları, elçiliklerin temsilcileri ve işbirlikçi Osmanlı bürokratları vardı. Said N. Duhani, hepsi için “Osmanlı ineğini sağanlar” ifâdesini kullanmıştır.

***

Bu “Melez Pera Sosyetesi”, Osmanlı üst tabakasına “Batılı hayat tarzının bir mekân örneği olarak” sayfiyeyi tanıtmıştı ve onları sayfiyede yaşamaya özendirmişti. Said N. Duhani, “Haziran ayının ilk günleriyle birlikte Melez Pera Sosyetesi de yavaş yavaş Adalar’a ve Boğaz’ın yukarısına göç etmeye başlardı,” der. “Melez Pera Sosyetesi” sayfiye için Adalar’ı ve Boğaz köylerini tercih ettiğine göre, onların hayat tarzlarına özenen Osmanlı üst tabakasına sayfiyeye dönüştürebilecekleri hangi topraklar kalıyordu? Kuşkusuz, Kadıköyü’nden Bostancı’ya kadarki topraklar. Üstelik, bölgenin dörtte üçü boştu ve toprak Boğaziçi gibi gelişmiş sayfiyelere nazaran çok daha ucuzdu. Bu yüzden, Osmanlı üst tabakası, Kadıköyü’nden Bostancı’ya kadar büyük topraklar edinerek, bağlı bahçeli köşkler diktirmiş ve bölgeyi bir “vurgun mahalli” yapmıştı. Aslında bu “vurgun”, 1838 tarihli “Osmanlı-İngiliz Ticâret Anlaşması” ile başlayan İstanbul’un şehir yapısındaki dönüşümlerinin yapısal bir uzantısıydı.

***

Bilindiği gibi, şehir yapılarındaki dönüşümler, toprakların kullanımlarındaki ve mülkiyetlerindeki değişimlerle gerçekleşmektedir. İstanbul’un şehir yapısının asırlar boyunca bir vakfiye görünümünde olması, belki kafa karıştırabilir. Ama, taşınmaz mülkiyetinin vakfa ait olması, aslında toprakların el değiştirmesini kolaylaştıran bir husustur. Bununla birlikte, İstanbul’u sur dışına taşıyarak Osmanlı üst tabakasının vurgunculuk faaliyetlerini yasallaştıran hukukî düzenlemeler, 1839 tarihli “İlmühaber”, 1848 tarihli “Ebniye Nizamnâmesi”, 1858 tarihli “Sokaklara Dair Nizamnâme”, 1862 tarihli “Ebniye Kanunu” ile 1863 tarihli “Turuk ve Ebniye Nizamnâmesi” olmuştur. Bunlar, nüfus artışından kaynaklanan iskan sorununa ve mimarisi ahşaba dayalı şehir yapısının yangın tehlikelerine karşı bazı önemli çözümler getirmekle birlikte, Osmanlı üst tabakasına da yeni imkânlar sağlamıştır. İdris Küçükömer, Tanzîmat ve Meşrûtiyet bürokratının “kendisine has yollardan” servet sâhibi olan bir “zengin” portresi çizdiğini yazmıştı. İdris Küçükömer, Osmanlı üst tabakasının ucuza kapattığı büyük toprakları küçük birimlere ayırarak satmasından ve bu yolla servet kazanmasından bahsediyordu. Bu da, Kadıköyü’nden Bostancı’ya kadarki rağbetin asıl nedeninin, Osmanlı üst tabakasının “satarak para kazanma arzusu” olduğunu açıklıyor.

Cumhuriyet, mülkiyet ilişkilerine dokunmamıştır. Bu nedenle Osmanlı üst tabakası ve onların çocukları satarak servet sâhibi olmayı sürdürmüşlerdir ve kuşaklar boyunca Kızıltoprak ile Suâdiye arasında rantiye yaşamışlardır. Cumhuriyet sadece hanedan mensuplarını ezip geçmiştir.

***

Yakup Kadri, “Kiralık Konak” isimli romanında, satarak kazanan ve kazandığından fazlasını tüketen Osmanlı üst tabakasını “Redingot Devri” bireyi olarak tanımlamıştır. “İstanbul’da iki devir oldu. Biri İstanbulin, diğeri Redingot devri. Osmanlılar hiçbir zaman bu İstanbulin devrindeki kadar zarif, temiz ve kibar olmadılar.” Osmanlı üst tabakasının “İstanbulin Devri” için,“Tanzimat-ı Hayriye’nin en büyük eseri, İstanbulinli İstanbul Efendisidir. Bu kıyafet dünyaya yeni bir insan tipi çıkardı ve Türkler bu kıyafet içinde ilk defa olarak vahşi Asya ile haşin Avrupa’nın arasında gayet hususi yeni bir millet gibi göründü. Yaşayış ve giyiniş itibariyle Şimal kavimlerinden daha sade ve daha düşünceli olan bu millet, duyuş ve düşünüş itibariyle Akdeniz kıyılarındaki medeniyetlerin bir hulâsası şeklinde tecelli ediyordu. Bizde, Çerkes halayıkları, harem ağaları, Boşnak bahçevanlarıyla büyük ev hayatı, asıl bu devirden başlar. Yüksek rütbeli devlet adamlarının tesis ettikleri Osmanlı kibarlığının kundağı canfes astarlı ve serapa ilikli İstanbulin idi,” açıklamasını yapar. “Redingot Devri” içinse, “Sonra Redingot devri geldi ve redingotu içinden yarı uşak, yarı kapıkulu, riyakâr, adi bir nesil türedi. Bu neslin en yüksek, en kibar simalarında bile bir saray hademesi hâli vardı. Çoğu, II’nci Abdül Hamid devri ricalinden olan bu adamların her biri bir hile ile efendilerinin arabasına binmiş seyisleri andırıyorlardı. Bunların elinde İstanbul’da konak hayatı birdenbire köşk hayatına intikal ediverdi. Ne yaşayışın, ne düşünüşün, ne giyinişin üslûbu kaldı, her şey gelenek dışına çıktı; her beyni tatsız ve soysuz bir Arnuvo ve bir Rokoko merâkı sardı; binâlarımız, elbiselerimiz gibi ahlâkımız, terbiyemiz de rokokolaştı. Abdülmecid devrinin o ağır, zarif ve için için gelenekçi Osmanlılığından eser kalmadı,” diyecektir.

“Redingot Devri” bireyi, Mısır’dan İstanbul’a zengin, Batı yanlısı ve alafranga yaşam tarzını benimsemiş bir zümrenin göçü ile Kırım Savaşı’nın “modernleşme” ismi altında yabancılaştırdığı kişidir. “Kiralık Konak”ın Naim Efendisi, “Redingot Devri” bireyi olmakla birlikte, İstanbulin içinde yetişmiş kimselerdendi. Kaybolmuş bir ömrün hasretini çekiyordu. Ama damadı, Düyun-u Umûmiye müfettişlerinden Servet Bey, tipik bir “Redingot Devri” figürüydü. Para yapıp, kapağı Avrupa’ya atmak derdindeydi. Naim Efendi’nin torunları Cemil ve Seniha ise, ebevenlerinden kalan toprakları ve köşkleri satarak yaşayan bir rantiye tabakanın öncüleri olmak yolundadırlar. Onlar her gün dedelerinin emekli maaşının iki mislini borçlanarak harcıyorlardı. Hepsi sorunlarının çözümü olarak Naim Efendi’nin ölümünü ve konağın tasarrufunun kendilerine geçmesini bekliyorlardı. Para kazanmak için satmak, “Redingot Devri” bireyinin yaşam tarzı olmuştu. Onlara para kazandırabilecek tek şeyse, zamanında çok ucuza kapattıkları toprakları, kısım kısım satmaktı. Örneğin, Feneryolu’nun bugünkü hat üstü Yaver Ağa’nın Gazi Muhtar Paşa’ya sattığı 65 dönüm araziden ve Cemile Sultan’ın 1890 yılında Eyüp Ahmet Paşa’ya sattığı 100 dönüm araziden doğmuştur. Göztepe ve Erenköyü’nün bir kısmıysa, Tütüncü Mehmed Efendi’nin sattığı topraklardan inkişaf etmişlerdir. Mehmet Efendi, tütün deposu işletmecisiydi. Bu işletmeyi Reji’ye satarak parasıyla Bağdat Caddesi ile Göztepe İstasyonu arasındaki bütün araziyi satın almıştı. Bu uçsuz bucaksız araziyi kısım kısım ricale sattı. “Redingot Devri” paşaları ve zenginleri, Tütüncü Mehmet Efendi’den satın aldıkları topraklara bağlı bahçeli köşkler yaptırarak burada yeni bir sayfiye yarattılar. Yasal düzenlemeler de, bu defa onların satarak kazanmalarına kolaylık sağladı.

***

Hanedan mensupları Osmanlı bürokratları kadar şanslı olamamıştır. Sadece üç örnek vereceğim. Biri Hatice Sultan’dır, diğerleriyse Emsalinur Kadınefendi ile Şâdiye Sultan’dır. Üçü de Erenköyü’ndeydi. Hatice Sultan’ın Köşkü, Rıdvan İsmail Paşa’nın Köşkü’nün bitişiğindeydi. Sultan V’inci Murad’ın kızı olan Hatice Sultan, köşkü Hacı Hüseyin Paşa’dan satın alarak buraya yerleşmişti. Hatice Sultan, gönlünü kuzeni Naime Sultan’ın kocası olan Kemaleddin Paşa’ya kaptırmıştı. Ama, Kemaleddin Paşa ile Hatice Sultan arasındaki aşk mektupları Sultan II’nci Abdül Hamid’in eline geçmişti. Sultan II’nci Abdülhamid, kızını Kemaleddin Paşa’dan boşattı ve Paşa’yı da Bursa’ya sürgüne yolladı. Hatice Sultan’ı ise hiçbir zaman sevmeyeceği bir hariciye memuruna nikâhladı. Kemaleddin Paşa Meşrutiyet’ten sonra İstanbul’a dönmesine karşın, ismini bir daha işiten olmayacaktır. Nerede ve ne zaman öldüğü bile bilinmiyor. Hatice Sultan ise, 1924 yılında hanedanın bütün mensuplarıyla birlikte Türkiye’den sınırdışı edildi. Kızlarıyla birlikte Beyrut’a yerleşti. 13 Mart 1938 günü orada yoksulluk içinde vefât etti. Sultan II’nci Abdülhamid’in kızlarından Şâdiye Sultan, her yıl Mayıs ayının başlarında Erenköyü’ne sayfiyeye gelip, 36 odalı köşkünde kışa kadar oturanlardandı. Arazisinde bağlar, bahçeler ve bostanlar vardır. Annesi Emsalinur Hanım’dı.1924 yılında hilâfetin lâğvedilmesi üzerine Osmanlı ailesinin bütün mensupları sürgüne giderken, Emsalinur Kadınefendi de kızı Şâdiye Sultan ile beraber Paris’e gider ama gurbete dayanamaz ve kocaları hayatta olmayan hanedana mensup hanımların Türkiye’de kalmalarına izin verilmesinden yararlanarak birkaç sene sonra İstanbul’a döner. Önce Nişantaşı’nda kızına ait eski konakta yaşamaya başlar, buranın satılması üzerineyse Erenköy’deki harap köşkün bir odasına yerleşir. Burasının da 1948 yılında Maliye tarafından satılması üzerine 82 yaşındayken sokakta kalır. 1934 yılında Kaya soyismini alan Emsalinur Kadınefendi kızı Şâdiye Sultan ile Samiye ismindeki torununun Türkiye’ye girmeleri yasak olduğu için yapayalnızdı. Bu yüzden Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye bir dilekçe göndererek devlete ait bir binâda bekçi olarak kalmasına izin verilmesini istemişti. Cumhurbaşkanlığı dilekçesini 6 Nisan 1948 günü Başbakanlık’a, Başbakanlık da 8 Nisan 1948 günü Maliye Bakanlığı’na havale eder. Başbakanlık, Emsalinur Hanım’ın durumunun araştırılmasını ve yardıma muhtaç durumdaysa Millî Emlâk’a ait binâlardan birinde oturmasına izin verilmesini istiyordu. Ama, evsiz ve yardıma muhtaç olan Emsalinur Kadınefendi 20 Kasım 1950 günü 84 yaşındayken bir mülkiyetsiz olarak vefât edecektir. Şâdiye Sultan ise, Avrupa’nın değişik yerlerinde ve Amerika’da kaldıktan sonra 1952 yılında hanedana mensup kadınlara Türkiye’ye giriş izni verilmesi üzerine İstanbul’a dönmüştür. Uzun yıllar sefâlet içerisinde yaşar. Kalacak yeri bile yoktur. Durumuna acıyan Şekerci Hacı Bekir padişahın kızını Cihangir’de bir bodrum katına yerleştirir ve Şâdiye Sultan 20 Kasım 1977 günü 91 yaşında o evde tıpkı annesi gibi bir mülkiyetsiz olarak vefât eder…
‘Osmanlı ineğini sağanlar’

12 Eylül 2022 Pazartesi

Yolsuzluk, siyasal İslamcılık ve ‘mahalle’nin sınavı mı? Tarık Çelenk-12/09/2022

YOLSUZLUK VE HIRSIZLIK FARKI

Uzun süre önce Maruf bir ilahiyatçımızın 21 Aralık 2014’te Yeni Şafak’ta yayımlanan yazısı dikkat çekiciydi. Yazıda “Yolsuzluk başka hırsızlık başkadır” ifadesi kullanılmıştı. “Yolsuzluk da ayıp, günah ve suç olduğu halde tarifi ve hükmü bakımından hırsızlık değildir, hukuki sonuçları ve cezası farklıdır” yorumu ne yazık ki muhalif kamuoyunda tepki çekse de mahallede pek karşılık bulamamıştı. Sayın hocamız, muhalif çevrelerin tepkisi üzerine açıklamasına getirdiği şerhte, rüşveti ve makyavelist yöntemi değil “Yüce davanın siyaseti” kavramını kastettiğini belirtmişti. Anlaşıldığı kadarıyla bu ifade kendi geleneğinin Kelam anlayışı ve vizyonuna dayanmaktaydı.

Hocamızın kastettiği bu mudur veya değil midir bilinmez ama ne yazık ki dünya yolsuzluk indeksi sıralamasında başta ülkemiz olmak üzere Iran, Endonezya, Malezya, Tunus, Mısır, Cezayir ve Filistin’in zamanındaki İslamcı yönetimi gibi, Siyasal İslam eğilimli iktidarların yolsuzluk puanı yüksekliği ilk 56’yı aşmakta.

Cezayir’de 1990’da İslami Selamet Cephesi yerel seçimlerde ilk başarısını göstermişti. 1994’te ise Türkiye’de İslamcı siyaset, yerel yönetim seçimlerinde başta İstanbul ve Ankara olmak üzere başarı kaydediyordu. Artık seküler Devletin kurumsallaştıramadığı demokrasi, politik ve bürokrat sınıflarının yolsuzluklarını önlemeye yetemiyordu. Alt ve orta sınıflar eziliyordu. Elit olmayan taşra ve orta sınıflar yolsuzluklara karşı çıkış arıyorlardı. Zira kurucu ideolojinin bir kısım elitlerinin yolsuzlukları alt yapı hizmetlerini ve tüm yerel yatırımları bu anlamda engelliyordu. Yeni bir şey vadeden İslamcı siyasetin yürüyüşünün önünü, devlet elitleri artık yerel yönetim seçimlerinde kesemiyordu.

Mahalle örgütlenmesi tabanlı Millî Görüş kadroları, merkez sağ ve solun yolsuzluklarla yıprattığı, alt yapı yatırımlarını ve temel belediyecilik hizmetlerini tekrar canlandırdılar. Refah-Yol ve Ak parti iktidarında da bunların somut toplumsal örneklerini verdiler. Bugün de dünya yolsuzluk endeksinde rekora koşmamıza rağmen, hala altyapı ve sosyal hizmetlerinin İslamcı siyaset ile devam edebilmesi, seçmen kitlesi davranışının anlaşılabilmesinde bizlere bir delil teşkil etmekte. Muhtemel, ilahiyatçı Hocamızın, topluma karşı bir sorumluluk olarak yolsuzluk ve hırsızlık farkı vurgusunda bu tespitin bir yeri olabilmekte. Belki de mahalle yolsuzluğu, popülist siyasette hizmette bir sorun değil, yatırımların motivasyon aracı olarak, bilinç üstünde kabul etmekte. Ancak aynı Mahalle ileride muhalefetten iktidara gelebileceklerin, var saydığı potansiyel yolsuzluğu ise hizmet ve yatırımların önünde eski tecrübesine binaen hırsızlık tanımına katıp, engel kabullenmekte. Bu durum, sokaklar ve kahvelerde söylendiği rivayet edilen “yolsuzluk ehline helal ehli olmayana haram” söylentisini de bize çağrıştırmakta.

İSLAMCILIK, SİYASAL İSLAM VE MAHALLE

Çoğu halkları Müslüman olan ulus devletler, Fransız laikliğini kamuda otoriter ve jakoben mantıkla yorumlamışlardı. Bağımsızlığını savaşarak elde etmiş İmparatorluk varisi Türkiye ve eski sömürge Cezayir, Tunus gibi devletlerde de sistem, siyasal İslam’a karşı duyarlı kurgulanmıştı. Bu ülkelerdeki genellikle başta Millî Görüş ve Müslüman Kardeşler v.b hareketler ise sisteme karşı şiddet kullanmaya karşıydılar. Halkın bir şekilde kendi yanlarında doğal olarak bulunduğu var sayımıyla, kanun ve kurallara uygun demokratik mücadelenin sonuç getireceğini biliyorlardı. O açıdan da zaman zaman son dönemlerde liberal demokrasi söylemine de sahip çıkıyorlardı.

Siyasal İslamcılık genelde Sovyetlerin Afganistan’dan çekilmesiyle, İran İslam devrimi süreciyle Mısır’da Müslüman Kardeşlerden 1940’lardan bu yana teorik zemini bulunan gelenekten kopuk bir modern ideoloji. Burada önemli olan Siyasal İslam tabirinin Abdülhamit ve Said Halim Paşa İslamcılığından ayrılması sorunudur. İslamcılık ideolojisi, görünürde Müslüman halkların banisi Halifenin liderliğinde tek devlet-Osmanlı imparatorluğunun çatısı altında kolonyalist ve emperyalistlere karşı halkların toplanmasını içeriyordu. İslamcılık, çökmekte olan bir imparatorluğun beka ideolojisiydi. Ayrıca o dönemde Said Halim ve Mizancı Murat gibi tamamen batıda eğitim alan ana dili Fransızca olan aydın yöneticiler, İslamcılığa derinlik de katıyorlardı. Bu aydın yöneticiler, modernitenin köklü eleştirilerini batıdaki gelenekçi akımdan da etkilenip felsefi yaklaşımla yapabiliyorlardı. Bugünkü sığ Siyasal İslamcılara baktığımızda, bu aydın devlet adamları ideolojilerine çok daha nitelikli entelektüel kılıflar da giydirebiliyorlardı. Bir bakıma Siyasal İslamcılık sınıfsal ve popülist bir hareketle, devleti ele geçirme ideolojik cereyanı, İslamcılık ise bir imparatorluğun beka ideolojisi olarak var olmuşlardı.

Belirttiğimiz gibi Siyasal İslam ise ulus devlet dönemi ve ideolojiler çağında köktenci bir ideoloji yaratarak ezilen bir sınıfın tepkisel iktidarını örgütlüyordu. Özellikle, Türkiye dışındaki Siyasal İslamcıların Lübnan, Basra, Mısır’dan tutun Pakistan’a, eğitim olarak da El Ehzer’den, Asya medreselerine uzanan, Şii’lik ile de karışık bir yeni bir oluşumu vardı. Bazen köktenci ve Osmanlı karşıtıydılar bazen de Sosyalizm ve Liberalizm’den etkilenmişlerdi. Modern döneme aittiler. Yöntemde pragmatisttiler. Teorisyenleri vardı ancak filozofları hiç yoktu.

Türkiye’deki orta yolcu Millî Görüş hareketi ise devletle hep barışık olmaya dikkat etti. Devleti Osmanlı İslamcılığı ile gerçek bekasını sağlayacağına iknaya çalıştı. Öyle ki M. Kemal Atatürk’ü bile bu denkleme, tarihi geçmişte siyaseten görünürde dahil etmeye çalıştı. Ancak söz konusu uluslararası İslamcı hareketlerle de Millî Görüşün iletişimi vardı. Bu bazen devlet ve uluslararası aktörler için de cazip bir şeydi. Hareket adeta Abdülhamit ve Sait Halim paşanın İslamcı derinlikli devlet siyasetini Millî Görüş ideolojisi adı altında yerli ve milli Türk tipi bir Siyasal İslam ideolojisine kodifiye etmeye çalışıyordu. Hareketin devlet ile bir sorunu kalmadığını gören mahalle de şeksiz ve şüphesiz artık bu yeni siyasetin arkasında saf tutmaya başlamıştı.

SİYASAL İSLAMCILIK VE YOLSUZLUK

“Din güzel ahlaktır” Hz. Muhammet (a.s)

Tarihsel ezilmişlik ve mağdurluğa kitlenen mahalle için İslamcılardan oluşan yeni üst sınıf ve alt sınıf ayrımı önemsizdi. Kimlik esaslı üst sınıf yolsuzluğu, bir bakıma kamudan servet transferi yaparak yeni siyasi kimliğin güçlenme aracıydı. Ezilenler, Cumhuriyet elitleriyle hiçbir zaman ulaşamayacakları lüksü kendilerine benzeyenlerin ezerek kullanmalarını bir özdeşim ile seyrediyordu.

Sırf Türkiye değil, Malezya, Endonezya, Filistin veya Tunus gibi batıya açık İslam ülkelerinde sistematik bir yolsuzluk problemi daha sıkça kendini açığa vurmakta. Hatta Mısır’da merhum Mursi dönemi bile benzer şayialarla anılmakta.

Malezya eski başbakanı veya Endonezya, eski devlet başkanları bir şekilde tasfiye edildiler. Belki de özel durum olarak bu tasfiyeleri sistematik bir yolsuzluğun parçası olarak da görmeyebiliriz.

Ancak bilinen İslam ülkelerinde sistematik yolsuzluğun yargılanma güçlüğünü, Rusya örneği ile özdeşleştirebiliriz. Zira Rusya’da merkezde lider, devlet ve oligarklar iç içedir. Kuvvetlerin ayrılığı değil birliği mevcuttur. Para tamamen siyasidir. Gerektiği zaman el değiştirebilir. Kimin üst düzey zengin olup olamayacağına devlet-lider karar vermektedir.

Bugün Siyasal İslamcılık, ülkemiz ve İslam dünyasında gerek ülke ve gerekse uluslararası elitlerine karşı, mazlumların kimlik ve sınıfsal mücadelesi olarak cereyan etmektedir. Şiiliğin Takiye veya Makyavel’in yöntemleri uyarlanarak Siyasal İslam anlayışı, ideoloji kılıfı altında bir sınıfsal iktidar mücadelesinin adı olmuştur. Fikri ve felsefi derinliği olmayan bir hareketten kurallı bir kitlesel etik ve vicdan da beklemek zordur. Sorun bireysel değil kitlesel ahlakın tanımından kaynaklanmaktadır. Ranta ve kamu kaynaklarına bağlı bir yaratılan sınıftan nasıl bir kültürel iktidar beklenir anlamak da mümkün değildir.

SONUÇ YERİNE

Endülüs, Bağdat veya Horasan Rönesansı karşı aydınlanmasından 400 yıldır mahrum bırakılan Müslüman halklar için bir ahlak ve vicdan felsefesi oluşamamıştır. Din sadece Kelam ve Fıkhın kutsal halife-devlet anlayışıyla sınırlanmıştır. Siyasal İslam kendini, sadece Jakoben elitist laiklere karşı bir var oluş kavgası ve iktidar mücadelesinin kahraman aktörü olarak görmüştür. Bu mücadelenin temel yakıt da ahlak felsefesi değil ancak para-sermaye olmuştur. Sistematik yolsuzluk zaman zaman var olma mücadelesinin bir parçası olmasına karşın, kendilerince hırsızlık ile kesin ayrışmaktalar. Hırsızlığın ise ancak bireysel bir suç olarak ve yoksullar için haram kabul edildiği izlenimi vermekteler.

Ortadoğu veya Uzakdoğu da dünyanın sermayesini ele geçiren Müslüman para ve iktidar sahiplerinin, başta kendi ülkelerine ve dünyaya neleri verebildikleri, hamaset ile motive olabilen mahallelerin gözünden kaçabilse de, evrensel vicdanın dikkatinden kaçmayacaktır.

 

Bir zamanlar Tansu Çillerin meşhur gaflarından biri olan ”Cenabı Allah’ı size emanet ediyorum” sözü çok konuşulurdu.

Bugün de mütedeyyin mahalle adeta din ve Allah’ı siyasete emanet etmiş izlenimi vermekte.

Bırakalım din Allah’a emanet olsun.

8 Eylül 2022 Perşembe

Mafya için siyaset, siyaset için mafya: Narkopolitik iktidar kuruldu Barış Terkoğlu/08 Eylül 2022

Damla damla birikiyor. Şıp şıp duyuyorsun. Bir bakıyorsun, koca bir deniz olmuş. Önümde duran iki raporu okurken “ne çok şey öğrenmişiz” diye düşündüm.

İlkini CHP Mersin Milletvekili Ali Mahir Başarır ile Antalya Milletvekili Rafet Zeybek hazırlamış. Kapağında “Mafya-Siyaset-Ticaret İlişkileri” yazıyor. Aslında iki vekil geçen yıl temmuz ayında tamamlamış. Derken, bir yılda o kadar çok şey olmuş ki... Bunun üzerine Başarır oturup yeni bir rapor daha yazmış. Olmuş iki tane.

Ali Mahir Başarır, dün, partinin lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na sundu. Haliyle, mafya-siyaset-ticaret üçgeninde bildiklerimiz, gün gün güncellenir hale geldi.

Yönetim sistemi: Narkopolitik düzen

Bütün parçaların toplamından daha fazlasıdır diyoruz ya...

CHP’li vekiller, ilk raporda, Türkiye’deki mafyanın siyaset için mi yoksa siyasetin mafya için mi olduğunu sorgulayıp, “narkopolitik” tespiti yapmışlar:

“Başta Meksika, Kolombiya olmak üzere Güney Amerika ülkelerinde uyuşturucu kartellerinin kazançlarını korumak, uyuşturucu ticaretini sorunsuz yapabilmek için kendi ülkelerinde kendi işlerine yardımcı olan siyasilere verdikleri destek üzerine oluşan narkopolitik kavramı ile uyuşturucu kartelleri uyuşturucu ticareti için yasal ve politik koruma sağlayacak siyasilere yerel ve genel destek vermektedirler. Karteller oy satın alma ve baskı ile seçmen üzerinde etki etmekte, destek verdikleri siyasilerde yasal koruma ile yargı ve kolluk garantisi vermektedir.

(...)

Sedat Peker’in iddiaları sonrası oluşan uyuşturucu, rant, FETÖ borsası, şantaj üzerine kurulan mafya, ticaret, siyaset üçgeninin Türkiye’de de siyasi iktidarında mensubu olduğu kişiler ve onlara yakın iş insanları üzerinden yapıldığını göstermiştir.

Tüm süreç içinde Panama’da yakalanan ve Mersin Limanı’na gelecek olan gemide 616 paket kokain yakalanması üzerine yeni uyuşturucu rotalarının belirlenmesi iddialarında eski Başbakan Binali Yıldırım’ın oğlu Erkam Yıldırım’ın deniz ticareti iş sahasında olması, Venezüella ziyaretinde bulunması, Kıbrıslı iş insanı Halil Falyalı ile yakınlığı, eski İçişleri Bakanı Mehmet Ağar’ın Bodrum’daki marina yönetiminde olması ve bu marina üzerinden dağıtımın organize edilmek istendiği iddiaları, narkopolitik konusunun ülkemizde uygulandığını göstermektedir."

Rapordaki tespit: Odaktaki siyasetçi Soylu

İlk rapor, “Siyaset-mafya-ticaret ilişkilerinin odağındaki isim” diyerek Süleyman Soylu’yu işaret ediyor. CHP’li vekillere göre, Silivri Emniyet müdürünün intiharından, Sezgin Baran Korkmaz vakasına, Sedat Peker’e koruma verilmesinden sigorta şirketinin aldığı işlere kadar birçok olayda, Soylu’nun sorgulanması gerekiyor. Taşkesenlioğlu ailesi üzerinden yükselen iddialarda da Soylu’nun adı, ikinci raporda şöyle yer bulmuş:

“Sedat Peker 24 Ağustos’ta yaptığı Twitter açıklamalarında Zehra Taşkesenlioğlu’nun mahkemeye verdiği boşanma dilekçesini ilk olarak Süleyman Soylu’ya yolladığını iddia etmiş ve ayrıca Ünsal Ban’ı da kibar bir yolla tehdit ettiğini iddia etmiştir. Konular çok karışık olduğu için boşanma dilekçesinin Süleyman Soylu’ya yollanması konusu gündemde çok işlenmemiş ve bu ilişkinin bağı araştırılmamıştır.”

Emekli maaşıyla olur mu? Ağar milyonları nasıl buldu?

CHP milletvekillerinin hazırladığı raporun birinci bölümünde, Mehmet Ağar ve Tolga Ağar da var. İki ismin Yalıkavak Marina başta olmak üzere, pek çok şirkette görülmesini sorgulayan rapor, Ağarlara dair şu tespiti yapıyor:

“Bu ülkenin İçişleri bakanı, polisi, askeri yokmuş gibi ‘ben koruyorum burayı’ diyebilmektedirler. Kamuda hiçbir sıfatı ve hukuki gücü olmayan eski bir bakan ve marina yöneticisi devletin kurumlarını adeta hiçe saymaktadır. Bir marina yöneticisi, kendisini devletin Emniyet teşkilatından büyük görmektedir. AKP iktidarında, AKP harici herkes yönetimde söz sahibi olmuş durumdadır.

(Muayene istasyonları) Muğla ve 12 ilçesinin işletme hakkını Mehmet Ağar’ın oğlu AKP milletvekili Tolga Ağar, 20 yıl için 30 milyon dolar karşılığında almıştır. Tolga Ağar bunun için, 4 Mart 2008 tarihinde, İstanbul’da 500 bin YTL sermayeli şirket kurmuştur.

HEP AYNI ELLER

Dönemin Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, TÜVTÜRK’ün tanıtım toplantısında, konuşma yapacağı salona girdiğinde Mehmet Ağar ile karşılaştı. Oğlu, TÜVTÜRK’ün Muğla iş ortağı olan Mehmet Ağar da davetli olarak geldiği toplantıda protokol sıralarında otururken gördüğü Bakan Yıldırım’la tokalaşmak için ayağa kalktı. Yıldırım da Ağar’ın yanına giderek ‘Nasılsınız’ diye sordu. Bu örneklerden yola çıkarsak, siyasi ilişkilerin ticaret alanında nasıl kullanıldığını anlaşılabilir. Bu şahıs, Elazığ milletvekili ama Muğla’daki araç muayene istasyonlarının sahibiydi. Bodrum’da Yalıkavak Marina’da yönetim kurulu üyesidir. Babası, kısa zaman önceye kadar Bodrum Yalıkavak Marina’da yönetim kurulu başkanı idi.

Paranın izini sürdüğümüzde, takip ettiğimizde Türkiye’de hep iktidara yakın isimler karşımıza çıkmaktadır. Hiçbir ticaret geçmişi olamayan para kazanmamış bir kişi iş dünyasına 30 milyon dolar ile nasıl girebilmekte, emekli maaşı 17 bin TL civarı olan Mehmet Ağar mı 30 milyon doları sağlamıştır, gibi cevap bekleyen sorular vardır. Mehmet Ağar’ın babası memurdu, kendisi önce memur sonra siyasetçi, hayatında hiç ticaret yapmamıştır. Oğlu Zülfü Tolga Ağar ise 33 yaşındayken 2008 yılında Muğla ve 12 ilçesinin taşıt muayene istasyonları işletme hakkını 20 yıl için 30 milyon dolara alıyor. Parayı takip ettiğimizde karşımıza yine AKP çıkıyor."

SBK bağlantılı otele gitti mi? Oğul Yıldırım protokolde

Raporda sorgulanan isimlerden biri de Binali Yıldırım ve oğlu Erkam Yıldırım. Oğul Yıldırım’ın, Venezüella’ya test kiti götürmek için gittiği açıklamasını gerçek dışı bulan CHP’li vekiller, şu tespiti yapmış:

“Binali Yıldırım’ın oğlu Erkam Yıldırım’ın iş için tek gittiği yer ise Venezüella değildir. Erkam Yıldırım, ‘Denizcilik Anlaşmaları’ kapsamında 2016 yılında da dönemin Ulaştırma Bakanı Ahmet Arslan, dönemin Panama Büyükelçisi Kadriye Şanıvar Olgun ile aynı fotoğraf karesinde yer almış ve Türkiye’yi temsil eden bir bürokrat gibi Panama-Venezüella hattında sürekli olarak bakanlık temsilcileriyle birlikte olmuştur."

PARAMOUNT OTEL’DE YILDIRIM

Binali Yıldırım’ın adı, raporda, Sezgin Baran Korkmaz ile ilişkili Paramount Otel iddialarında da yer alıyor:

"Otelin genel direktöründen çamaşırcısına kadar herkesle irtibat kurduk ve bu irtibatlar sonucunda ise oteldeki çoğu kişinin, Binali Yıldırım’ın bu otelde kaldığına ilişkin ifadelerini daha önce de kamuoyunda paylaşmıştım. Bu konuyla alakalı olarak Binali Yıldırım’dan herhangi bir yanıt gelmemiştir. Binali Yıldırım’ın 2017 Ağustos’ta bu otelde kaldığı tarafımıza ulaşmıştır. Bu bilgiyi doğrulayan bir yazı olarak ise 20 Ağustos 2017 tarihli, Aydınlık gazetesinden İsmet Özçelik’in haberine göre, ‘Geçtiğimiz günlerde Bodrum’da bir yat buluşması gerçekleşmiş. AKP’nin 16. kuruluş yıldönümünden önceki hafta. Çok dar bir buluşma. Yatta, Abdullah Gül, Başbakan Binali Yıldırım, Çevre ve Şehircilik Bakanı Mehmet Özhaseki baş başaymış. Yemekte balık olarak levreği tercih etmişler. Bodrum-Ören bölgesinde dolaşmışlar’ sözleri yer almıştır. Ve karşı cenahta bulunan bu ismin, bu yazısıyla o tarihlerde Binali Yıldırım’ın Bodrum ve çevresinde olduğu kayıtlara geçmiştir."

Paralar yurtdışına kaçırıldı mı? Şirketler Londra ve Malta’dan çıktı

AKP milletvekili Zehra Taşkesenlioğlu ve eşi Ünsal Ban arasındaki boşanma davasının ardından ortalığa saçılan iddialar da Başarır’ın yazdığı ikinci raporda yer buldu. Eski SPK Başkanı Ali Fuat Taşkesenlioğlu’nun da aralarında olduğu isimler hakkında rüşvet ve irtikaptan soruşturma açılmasını öneren raporda, rüşvet paralarının yurtdışına kaçırıldığı sorgulaması yapıldı:

“Tüm bu iddialar sonrası üst düzey bürokraside vergi kaçırma, offshore ve yolsuzluk sevdası olduğunu bildiğimiz için araştırmalarımızı Londra’ya yönelttik ve beklediklerimizle karşılaştık.

(...)

Ünsal Ban adına bir arama yapıldığında ilk olarak karşımıza çıkan şirket “MX TECHNOLOGİES LTD” olarak geçmektedir. Bu şirket, 25 Mayıs 2022 tarihinde 1000 pound sermaye ile kurulmuş olarak gözükmektedir. Şirket halihazırda aktif olarak gözükmektedir. Şirketin tescil adresine ilişkin araştırmada (aynı adreste) 84 tane şirketin bulunduğunu fark ettik. Bu 84 tane şirketin birçoğunun kurucusu Türk vatandaşı olarak gözükmektedir. Bu şirketlerin içerisinde diş hekimleri, borsacılar, Instagram bloggerları vs. görülmektedir. Çoğunlukla bu işler offshore yani vergiden kaçmak için kullanılır. Genellikle bu hususta kurulan şirketlerin servet kaçırmak için kullanıldığı bilinir. Bu sebeple araştırılması elzem gözükmektedir.

Daha sonra araştırmalar neticesinde Ünsal Ban’ın aynı adreste başka bir şirkette daha ortaklığının bulunduğu ortaya çıkıyor. Bu şirketin adı ise “Gainex Global Ltd” olarak gözükmektedir. Gainex Global Ltd, 28 Şubat 2022 tarihinde kurulmuş olarak gözükmektedir. Şirket halihazırda aktif olarak gözükmektedir.

Şirketin müdürü ise ‘Başak Gülen Darcan’ olarak gözükmektedir.

Şirket üç ortaklı olarak gözükmektedir. Bunlar; Süleyman Yıldırım, Halil Gökhan Özkal, Ünsal Ban olarak gözüküyor. Şirketin sermayesi 3 bin pound olarak belgelerde yer almaktadır.

(...)

Ünsal Ban’ın Malta’da şirketlerle de ilişkisi olduğu gözükmektedir. Ünsal Ban’ın şirketinin Malta’nın başkenti olan Valetta şehrinde olduğu yine kayıtlara yansımıştır.

(...)

Ünsal Ban’ın birinci ve ikinci derece dahil olmak üzere tüm akrabaları, birlikte çalıştığı insanlar (şoför vs.), kayın hısımları vs. hepsinin banka hesapları, yurtdışında şirketlerinin olup olmadığı vs. hepsinin araştırılması gerekmektedir. Çünkü Ünsal Ban bu ağı tek başına oluşturmamıştır. Bu bariz bir şekilde açıktır ki eşinin milletvekili olmasının nüfuzunu ve eşinin kardeşinin SPK başkanı olmasının nüfuzunu açık bir şekilde kullanmıştır. Bu çerçevede rüşvet, irtikap ve görevi kötüye kullanma gibi iddiaların bütün hepsinin detaylı bir şekilde röntgeninin çekilmesi gerekmektedir.”

MASAK artık yetişemiyor Karapara cenneti Türkiye

Ali Mahir Başarır’ın kaleme aldığı ve dün Kılıçdaroğlu’na sunulan raporda, MASAK’ın durumu da sorgulandı:

“Sermaye Piyasası Kurulu’nun başvurusu sonrası açılmış olan soruşturmada MASAK tarafından incelenmesi gereken dosyalar olduğunda SPK uzmanının görevlendirilmesi beklenir ancak MASAK bünyesinde halihazırda SPK uzmanının olmadığı gözükmektedir. Bu durumda yapılacak olan incelemeler eksik kalacaktır.”

Rapor, buna rağmen halihazırdaki sayıların bile, durumu ortaya koyduğunu söyledi:

“MASAK’a ilişkin verilere bakıldığında son yıllarda önemli değişikliklerin olduğu göze çarpmaktadır. 2017’de 176 bin 411, 2018’de 222 bin 743, 2019’da 203 bin 786, 2020’de 237 bin 531 ve 2021’de 504 bin 995 şüpheli işlem bildirimi MASAK’a yapılmıştır. Bu çerçevede basit bir hesaplamayla bile beş yılda şüpheli işlem bildirimi sayısının beş katına çıktığı gözükmektedir."

Rapor, Türkiye’de karapara ekonomisine dair de fikir sahibi olmamızı sağlıyor:

“Ne yazık ki AKP iktidarı döneminde Türkiye’de hiç olmadığı kadar karapara, uyuşturucu, offshore, mafya, rant, kirli ticaret ilişkileri vs. ortaya saçılmaktadır. Yalnızca 2021 yılında MASAK tarafından yapılan incelemeler sonucunda 181 kişi hakkında suç duyurusunda bulunulmuştur. Maalesef nüfuzunu kullanarak zenginleşen birçok kişinin dosyası MASAK’ın eline dahi geçmeden kapatılıyor.

(...) MASAK’a yalnızca 2021 yılı için 7 bin 218 adet işlem erteleme talebi gönderilmiştir. Yapılan değerlendirmeler sonucunda da 4 bin 663 işlem erteleme kararı alınmıştır.

(…) Yalnızca 2021 yılında 594 milyon TL, 108 milyon dolar, 193 milyon Avro, 4 milyon sterlin değerinde şüpheli işlemin ertelendiği gözükmektedir. Bir de kayıtlara yakalanmayanları düşündüğümüzde Türkiye Cumhuriyeti’nin suç gelirleri konusunda bataklıktan kurtulması yeni dönemin en önemli konularından biri olacaktır. Çünkü AKP iktidarı döneminde, TBMM Araştırma Komisyonları işlevsizleştirilmiş, Sayıştay gibi denetim organları zayıflatılmış, yargı sindirilmiş bir pozisyona sahip hale gelmiştir. Tüm bu veriler, Türkiye’de karaparanın ve diğer suçların ne yazık ki olağan hale geldiğini ortaya koymaktadır."

Rüşvete, uyuşturucuya, mafyaya karşı Devlet harekete geçmeli

Halk, bir lira daha ucuz ekmek için, kuyruklarda saatlerce bekliyor. CHP raporu, narkopolitik yapıyla kirlenmiş ekonominin, yoksulluğu artırdığını söylemiş. Ortaya saçılan suçları tek tek sıralarken, bir tespitte de bulunmuş:

“Tüm bu iddialar, gerçekler ve veriler göstermektedir ki Türkiye Cumhuriyeti’nin temiz eller operasyonuna ihtiyacı bulunmaktadır. İddialarda suç unsuru oluşturan konular hakkında yargının harekete geçmesi, Meclis’te araştırma komisyonlarının kurulması, MASAK’a bu suçları araştırma noktasında yardımcı olunması ve bu çerçevede geniş yetkiler verilmesi ve devletin tüm denetim aygıtlarının harekete geçirilmesi gerekmektedir.

(...) Kaçırılan vergiler ne yazık ki kamu hizmeti olarak vatandaşa geri dönmüyor. Alınan rüşvetler, zimmete geçirilen paralar yurtdışında kurulan şirketler vasıtasıyla ülkeden kaçırılıyor. Peki bu durumda ne oluyor? Vatandaş kamu hizmetinden mahrum kalıyor, verdiği verginin geri dönüşünü alamıyor.

(...) AKP’nin 20 yıllık iktidarında gelinen nokta; rant, rüşvet, yolsuzluk, hırsızlık, geçim derdi, ihalelere fesat karıştırma, karapara, uyuşturucu, mafyalaşma, göçmen sorunu ve daha sayılamayan birçok gerçekliktir. Maalesef Türkiye Cumhuriyeti, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’nde bahsetmiş olduğu şu durumla karşı karşıyadır: ‘Bu iktidar sahipleri, şahsi menfaatlerini müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakruzaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir.’ İşte bu olaylarda, iddialarda iktidar sahiplerinin şahsi menfaatlerinin ülkenin menfaatlerinin önüne geçtiği apaçık bir şekilde görülmektedir.”

Kılıçdaroğlu’na sunulan rapor, Türkiye’nin gerçek bir arınmaya ihtiyacı olduğunu anlatmış. Elbette, bunun için temiz bir el gerekiyor. Kirli su ortada. Peki arındıracak irade nerede?

1 Eylül 2022 Perşembe

Ahlaksızlığımızın iki kökeni: Ajandacılık ve fırsatçılık İlhami Güler-30/08/2022

Hiçbir etnik köken ayrımı yapmaksızın yurdum/Anadolu insanının bazı güçlü ahlaki meziyetleri vardır. Örneğin misafirperverlik, yardımseverlik yani yakınını, yetimi, yoksulu korumak ve vatanperverlik bunlardandır. Yaygın olan ahlaksızlığımızın da iki kökeni vardır. Bunlar da “Ajandacılık” yani ezber, taklit, düşüncesizlik ve “Fırsatçılık”. Bu yazıda bu iki kültürel, sosyal-psikolojik kod-genetik üzerinde duracağım.

1- AJANDACILIK

Ezber, taklit ve düşüncesizliğe dayanan Ajandacılığın biri dinsel, diğeri seküler iki versiyonu mevcuttur.

a- Dinsel Ajandacılık

Dinsel ajandacılığın da bir “Sünni”, bir de “Alev”i versiyonu mevcuttur. Sünni ajandacılık, dindarlığı “İlmihal” dindarlığı olarak imanın “Altı Şartı (Amentü)” ve “İslam’ın Beş Şartı (Namaz, Oruç, Hac, Zekât, Kelime-i Şehadet)” veya “32-45 Farz” ve belli “Haram”lara (içki, kumar, zina, domuz eti, faiz…)” indirger. Alevilerde de benzer bir ajanda mevcuttur: “Eline-Beline-Diline hâkim ol”, “Muharrem” merasimleri, “Üçler-Yediler-Kırklar”, ”Ehli Beyt Sevgisi” vs.

İtikat ve ibadet ağırlıklı bu ajandalarla “dindarlık” kâmil olarak addedilince; dinin aslı olan insani ilişkilerde somut ahlak (adalet-merhamet), büyük ölçüde ıskalanmış oluyor. İbadet-i mersume, bir nevi ahlaksızlığın sigortası oluyor. Spinoza’nın dediği gibi: “Kitleler, Tanrı’yı kandırma peşindedir.” yargısı doğrulanmış oluyor. Sokak insanı, -yükte hafif, pahada ağır- bazı seremonilerle sorumluluğunu ifa ettiğini düşünerek, hemcinsine karşı kolayca katil, gasıp, zorba ve zalim olmaya bir nevi “fetva” çıkarmış oluyor. Ergün Poyraz, “İvana Sert’in: “Müslüman değilim, ama namaz kılıyorum” sözüne, “Hiç merak etme, bizim çoğumuz da öyleyiz” yorumunu yapmış. Bu yorum, meramımı bir nebze ifade ediyor.

Oysa insani-ahlaki ilişkiler, gün boyu siyaset, iktisat, hukuk başta olmak üzere, her alanda, her yerde ve hep tekil/biricik olduğu için, hakkaniyete/adalete uygun olması için bir vicdan titizliği, tetikte ve teyakkuzda olmayı (takva), düşünmeyi, kılı kırk yarmayı gerektirir. Benim deyimim ile “Hesabî değil; Hasbî Ve Muhasibî olmayı” gerektirir. Kur’an’ın, müminlere öğretmeye çalıştığı şey budur. Bunu, Kur’an’ın her sayfasında görmek mümkündür. Örnek vermeyi zait görüyorum. İsteyenler bakabilir. Kur’an’da Müşriklerin şiddetle eleştirilmelerinin sebebi de, bu tutumu reddederek, atalarından devraldıkları taklide, ezbere ve düşüncesizliğe dayanan “Ajandacılık” larını sürdürmede ısrar etmeleridir. Sünnilikte, Selefîlikte, Şiîlikte ve Alevîlikte olan, ajandanın değişmesi; fakat “Ajandacılık”ın büyük oranda devam ettirilmesidir. Ajandacılık veya İlmihal dindarlığı, “Kerrat Cetveli”ni ezberlemeye benzetilerek faydalarından bahsedilebilir. Ancak, ben, doğurduğu zararın faydasından kat be kat fazla olduğu kanaatindeyim. Her şeyden önce Kur’an’a ters. Taklit haramdır (17/36). Taklitçinin istikamet üzere olması, körün rehberine bağımlılığı gibi, tahkike değil; tesadüfe, taklide dayanır. Dinde bireysel sorumluluk esastır. Kimse kimsenin günahını yüklenemez (35/18). Kanaat önderlerine uymak, ahirette mazeret olarak kabul edilmeyecektir (33/67). Cehennemlikler, ahirette şöyle diyeceklerdir: Şayet -can kulağı ile (69/12)- “dinleseydik ve akletseydik, burada olmayacaktık” (67/10). Hâsılı, “dindarların” ahlaklı olabilmesi için, ölü itikattan canlı iman edinmeye; ezber, taklitten ve düşüncesizlikten düşünmeye ve vicdanlarını diriltmeye geçmeleri gerekiyor.

b- Seküler Ajandacılık

Seküler Ajandacılık, CHP’nin “Altı Ok”unda sembolize edilebilir. “Çağdaşlık” olarak kodlanan ve Batıyı taklide dayanan bazı tutum ve davranışlar ile –ahlaki bağlamda ne yapıldığına değil- “Medeni” olunduğu varsayılır. Devrimler, çok az sayıdaki seküler halk kesiminde dinamik ahlaki bir telos yaratabilmiştir. Burada da ezber, taklit ve düşüncesizlik kol gezmektedir. Mustafa Kemal’in “Atatürk” olarak yüce-kutsal ve dogmatik bir itikad nesnesine dönüştürülmesi söz konusudur. Onun kişiliği ve yaptıkları düşüncenin, icap ediyorsa eleştirmenin ve ıslahın konusu yapılamaz. Kurtuluş savaşının mümtaz önderi ve devrimlerin banisi, dogmatik bir külte dönüştürülmüştür. Bir “insan” ve “kahraman” olarak Türk tarihindeki hak ettiği yere yerleştirilememiştir. Muhafazakârların, onun hakkındaki yorumları da, tersinden/negatif olarak benzerdir, ezberdir.

Sünniler, “Râşid” halifeleri; Sekülerler, Atatürk’ü, Aleviler, Ali-Hüseyin ve Hacı Bektaş’ı kendilerine “Örnek” adı altında birer ölüm ağı olan “Örümcek ağı” gibi (29/41), -taklitle- önlerinde tutarak, onları aşacak kahramanlar çıkaramıyorlar. Oysa: “Onlar, bir topluluktu; geçip gittiler. Onların kazandıkları, kendilerine; sizin kazandıklarınız, sizedir.” (2/134).

1960-1990 arasında Türkiye’de etkin olan Marxist solda da benzer bir ezber, taklit ve düşüncesizliğin/slogancılığın egemen olduğunu herkes biliyor: Komünist, Sosyalist, Leninist, Stalinist, Goşist, Revizyonist, Maoist… kavramları, birer düşünce içeriğinden ziyade; dogmatik kavramlardı. Diğerlerine nispetle, solda biraz düşünce kırıntılarının mevcut olduğunu itiraf edelim.

2- FIRSATÇILIK

Tarihte büyük çoğunluğu, -“kuş uçmaz, kervan geçmez- köy ve orta boy kasabalarda yaşayan Anadolu insanının, Osmanlı tarafından ekonomik ve eğitim bakımından büyük ölçüde ihmal edildiği, yoksul ve cahil bırakıldığı bilinmektedir. Şair Şükrü Erbaş’ın “Köylüleri Neden Öldürmeliyiz?” adlı şiiri, bu trajediyi resmeder. Bu şiirin başlığı yanlıştır; belki “Neden Eğitmeliyiz?” olmalıydı. Ağrımıza gitse de, yapılan tasvirin, oldukça gerçeklik payı vardır: “Çünkü onlar, ağırkanlı adamlardır; değişen bir dünyaya karşı kerpiç duvarlar gibi katı, çakırdikenler gibi susuz, kayıtsızca direnerek yaşarlar. Aptal, kaba ve kurnazdırlar. İnanarak ve kolayca yalan söylerler. Paraları olsa da, yoksul görünmek gibi bir hünerleri vardır. Her şeyi hafife alır ve herkese söverler. Yağmuru, rüzgârı ve güneşi bir gün olsun, ekinleri akıllarına gelmeden düşünmezler. Birbirlerinin sınırlarını sürerek topraklarını büyütmeye çalışırlar. Onlar, karılarını döverler; seslerinin tonu yumuşak değildir; dışarda ezildikçe, içerde zulüm kesilirler. Gazete okumazlar ve haksızlığa ancak kendileri uğrarsa karşı çıkarlar. Karşılığı olmadan kimseye yardım etmezler. Adım başı pınar olsa da; köylerinde temiz giyinmez ve her zaman bir karış sakalla gezerler…” Şiir, uzun; isteyenler, internetten tamamını okuyabilir. “Eski köye yeni adet getirmeme”, “İcat çıkarmama”, “Erken öten horozun başını kesme” …deyimleri, yurdum insanının bilgeliğinin (“Anadolu İrfanı”!) incileridir.

“Fırsatçılık” a gelince, bu kod/karakter, asker-göçebe Türk tarihini; Fütuhat ve Ganimet gelenekleri ile bütün bir Müslümanlar tarihini kesen bir yapıdır. Yönetim/Devlet denen yapının, Hz. Muhammed’in ölümünden sonra, halk (Şura) ve onun maslahatı yerine; Allah-Peygamber-Halife (Kabile-Kureyş) ve Sultan/Saltanat ile dolayımlanan “kutsal” bir yapı olması; Beytulmalın/Hazinenin, herkesin malı/hakkı olmaklığı yerine; hiç kimsenin (Allahlık) malı olması, yani bir “Kamu Hukuku” nun geliştirilmemiş olması, bu kodun teolojik, politik ve ekonomik kaynağıdır. İslam fıkhında “Hırsızlık”, bireysel mülkiyete karşı işlenmiş bir suç olarak kodlanmış; kamu malı/herkesin malı hesaba katılmamıştır.

“Ganimet Ekonomisi”nin genel mottosu: “Hay’dan (Allahtan-ganimetten) gelen, HU’ya (israf-boş) gider”dir. Kamuya (herkese) ait olan devlet mülkiyetini özel mülkiyet geçirmek; siyasi elitlerin, onu “Vakıf” adı altında veya doğrudan yakınlarına “peşkeş çekmesi”, “Arpalık” olarak bağışlaması, “Ulufe dağıtması”, itiyattandır.

Emek sarf etme, alın teri dökme, çalışma, üretme, ticaret yaparak mal-mülk edinmenin yanı sıra fırsatçılığın Türkiye Cumhuriyeti döneminde “Anadolu İrfanı” ndaki yansımaları şöyledir: “Sallabaşını, al maaşını”, “İş buldun, sıvış; aş buldun, giriş”, “Nerde beleş, orda yerleş”, “Bedava pekmez, baldan tatlıdır”, “Elin tavuğunun, ele “kaz” olarak görünmesi”, “Köşeyi dönmek”, “Köprüyü geçinceye kadar, Ayı’ya: “Dayı” de”, “Gemisini yürüten, kaptandır.”, “Bana değmeyen yılan, bin yıl yaşasın”…

Siyasetin Türkiye’de “ikiyüzlülük, yalan söyleme, kurnazlık, kumpas, kandırma; Bürokrasinin, adam bulma, adam kayırma, torpil yapma anlamlarına kayması, bu karakterin yansımalarıdır. 1960 sonrası yaşanan iç-göç sonucu ortaya çıkan “Gece Kondu” olayı; son dönemlerde Enflasyonu bahane ederek her türlü emtiadaki “fahiş” fiyat artışları, dindar (Hacı, Oruç tutan, alnı secde gören...) veya değil, “Esnaf” kesiminin genel ahlaksızlık (fırsatçılık) örnekleridir.

3- SONUÇ

Muhafazakâr Sünnîler, Sekülerler ve Alevîler, düşünerek, dürüstçe “insan” olmanın ahlaki sorumluluğunun azametini keşfetmek ve bunu üstlenmekle mükelleftirler. Hepimiz için, neye ve nasıl inandıkları, -bir sorun olarak- ikinci sırada gelir. Hz. İsa efendimizin dediği gibi: “Ağaç, meyvesinden belli olur.”