Oxford Üniversitesi Tarih bölümünde doktora çalışmalarını yürüten, küresel politika analisti, KARAR yazarı Galip Dalay, Rusya'nın Ukrayna’ya yönelik işgal operasyonunun içte ve dışta doğuracağı politik sonuçlarından bahsetti. Dalay, Türkiye'nin 'Avrasyacı tahayyülünün' sonuna gelindiğini vurgulayarak "Avrasyacı tahayyülün Türkiye’nin iç ve dış politikası için bir gelecek oryantasyonu olmayacağı üç aşağı beş yukarı bu süreçte ortaya çıktı. Bundan sonra muhtemelen Kanal İstanbul hadisesi başka çerçevede tartışılacaktır. Toplumun Kanal İstanbul hassasiyetleri, soru işaretleri artacaktır" diye konuştu.
Doğru bir soru, Rusya’yı tanımlarken şunu
her daim aklımızda tutmamız lazım. Rusya, ABD’den daha fazla nükleer başlığa
sahip olan ama İspanya kadar ekonomisi olan bir ülke. Daha farklı ifade
edersek, ekonomisi Batı ekonomisinin yüzde 4’üne tekabül ediyor. Batı derken
ABD, İngiltere ve AB’nin toplamını kast ediyorum. Rusya jeopolitik bir aktör;
geniş bir orduya, silah sanayisine, enerji yataklarına ve nükleer teknolojiye
sahip bir ülke. Ama diğer alanlarda kayda değer bir başarısı yok. Yüksek
teknolojili bir aktör değil, eğitimde bir aktör değil. Uluslararası finansta
değil. Gelişmiş ve çeşitlendirilmiş bir ekonomiye sahip değil.
Bu nedenle Rusya bugün Batı için
jeopolitik bir tehdidi temsil ediyor. Çin ise sistemik bir tehdit.
Batı’nın Rusya ve Çin ile rekabeti bir
süre sonra sistemik ve jeopolitik söylem setinin dışına çıkmaya namzet
gözüküyor. Kısa vadede bu rekabet otokrasi-demokrasi rekabeti olarak lanse
ediliyor ve daha da fazla edilecek. Bu şekliyle de otokrasinin de demokrasinin
de jeopolitize edildiği bir dönemden geçiyoruz, her iki kavram da jeopolitikleşiyor.
Buradan da sadece otokrasi-demokrasi rekabeti söyleminin yeterli görülmeyeceği,
bunun yerine medeniyet kavramı ve kategorilerinin etrafına örülmüş siyasal,
söylemsel ve değersel bir tartışma ekosisteminin içinde kendimizi bulabiliriz.
Yani bu sert rekabet ve kapışma kamusal yansımasını medeniyet söyleminde
bulabilir. Ruslara karşı kullanılan ırkçı, tahkir edici nefret söyleminin
ötesinde, yeni bir medeniyetçi söylemin inşasına dair emareler ortaya çıkıyor.
Daha önce kutuplaşmayı mümkün,
sürdürülebilir kılan bir şey vardı. Bu blokların kendi dünyalarında
yaşamasından kaynaklanan bir sürdürülebilirliği bulunuyordu. Doğu Bloku kendi
içinde üretip kendi içinde tüketiyordu. SSCB ile ticarette belli sınırlamalar
vardı ama enerjiyi, birçok teknolojiyi kendi içinde üretip tüketiyordu. Batı da
bağımsız şekilde üretip tüketiyordu. Otoriterleşmenin ve demokrasinin iki kutup
halinde nüfuz ettiği durumda böyle bir şey yok. Bunu kullanabiliyor bugün Batı,
Rusya’ya karşı. Bunlar nasıl kutuplaşacaklar, son tahlilde aynı havuzun
içindeler. Ne kadar mümkün olacak, nasıl sınırlar çizilecek? Rusya’nın fişini
çekiyor Batı ama Çin’in fişini nasıl çekecek? Bu, kendi fişini de çekmek
anlamına gelecek aynı zamanda…
Yeni dönemin güçlüklerinden bir tanesi bu.
Biraz önce de belirttiğim üzere, Soğuk Savaş bittikten sonra bir tarafın
sistemi globalleşti. Çin bugün Batı’ya alternatif sistem önererek yükselmiyor.
Batı’nın sistemini en az Batılılar kadar iyi kullanarak yükseliyor. En az
Batılılar kadar kapitalist. Buna karşın, Çin’in siyasal sistemi ise arkaik. Bir
taraftan hâlâ tek parti, komünist yönetim ile yönetilen bir ülke, diğer yanda
en az ABD kadar da kapitalist.
'ÇİN, BATI'NIN MEVCUT DÜZENİNİN
KAZANANI'
- Küreselleşmenin içinde iç içe
daha küresel ve daha az küresel halkalar oluşabilir mi?
Aynen öyle, küreselleşme içindeki farklı
halkaların farklı ölçekte küreselleşme süreçlerine dahil olduklarını ve onun
nimetlerinden faydalandıklarını görüyoruz. Bu hep böyleydi zaten. Daha da hız
kazanacak. Peki Çin gerçekten sistemik ölçekte Batı’ya meydan okumak istiyor
mu? Çin, Batı’nın mevcut düzeninin kazananı konumunda. Rusya’nın kaybetme
hadisesi biraz da buradan kaynaklanıyor. Rusya “Eğer Çin, Batı’ya alternatif
uluslararası bir ekonomi düzeni kursaydı, Rusya buna entegre olur” derdi. Ancak
Çin mevcut uluslararası ekonomik sistemin tamamıyla parçası. Bu nedenle de Batı
ile bu ölçekte sert kapışmaya giren, bu ölçekte oradan kopan bir Rusya’nın
Çin’in küçük ortağı olmaktan başka şansı yok.
Çin, Rusya’ya eşit ortak muamelesi yapmaz.
En nihayetinde bu iki ülkenin siyasal psikolojileri farklı. Çin yükselişte olan
bir gücün siyasal psikolojisine sahip. Rusya ne kadar jeopolitik meydan okuma
naraları atarsa atsın, düşüşte olan bir ülkeyi temsil ediyor. Ve düşüşte olan
bir ülkenin siyasal psikolojisine sahip. Bu nedenle buradan alternatif bir
sistem çıkacağını düşünmüyorum. Çin’i uluslararası iktisadi düzenin dışına
atarsanız alternatif bir düzen inşa edebilir, o kapasitesi var. Rusya
jeopolitik bir aktör. Rusya, alternatif bir uluslararası ekonomik düzeni inşa
edebilecek kapasiteye sahip değil ve Çin de Rusya için böyle bir işe girmez.
Ruslar, Çinlilerin küçük ortaklarına nasıl davrandıklarını görmek istiyorlarsa
Çinlilerin İranlılara nasıl davrandıklarına baksınlar. Çinliler İranlıların
uluslararası yaptırımların altında olmalarını sonuna kadar kullanıyorlar.
'AVRUPA'NIN BÜTÜN KITAYI İÇERECEK
BİR GÜVENLİK MİMARİSİ OLMAYACAK'
İkinci parçalanma, Avrupa güvenliğinde
ortaya çıkıyor. Uzun süre Avrupa güvenliği başlığında liderlerin dile getirdiği
şu yaklaşım vardı: ‘Soğuk Savaş bitti, biz Rusya’ya daha önce düşman gözü ile
baktık. Tehdit olarak gördük. Ama Soğuk Savaş bitti, yeni dünyadayız. Bu yeni
dünyada Rusya’ya, bir düşman gözüyle değil Avrupa güvenliğinin partneri gözü
ile bakmalıyız” tarzı söylemler Avrupa’da yaygınlık kazanmaya başlamıştı.
Macron da bunu dile getirdi. Rusya’ya artık tehdit değil, partner gözü ile
bakmalıyız dedi. Almanya da benzer şekilde ifade etti. Türkiye’nin Rusya’dan
S-400 almasının stratejik anlamı ne ise, Almanya’nın Rusya ile yaptığı Kuzey
Akım-2 projesinin stratejik anlamı da odur. Aslında uzun süredir Avrupa
güvenliği daha bütünlük içinde bir çerçevede sağlanabilir mi tartışması
yürütülüyordu. Şimdi Avrupa güvenliği tartışmasının bütün ekosistemi değişti.
Neyi kastediyorum? Artık şu net, Avrupa’nın bütün kıtayı içerecek bir güvenlik
mimarisi ortaya çıkmayacak. Avrupa’nın Batı, AB, NATO, Avrupa’yı kapsayan bir
güvenlik mimarisi olacak.
'BU MİMARİDE TÜRKİYE'NİN KONUMU
HENÜZ TANIMLANMIŞ DEĞİL'
- Güvenlik mimarisi parçalı değil
miydi zaten? Monolotik, yekpare bir Avrupa güvenliği zaten yoktu…
Yoktu ama Rusya burada nasıl yer almalı
diye tartışmalar vardı.
Gerçekçi miydi? Eğer NATO daha önce genişlemiş
olsaydı, Ukrayna’yı alsaydı, bugün Rusya bunu yapamazdı yorumları da var.
Rusya’nın Avrupa güvenlik mimarisinin parçası olduğunun düşünülmesi ne kadar
gerçekçiydi? Bugün yaşananda bu bakış açısı ne kadar sorumlu?
Şüphesiz meşru bir soru, bugünkü kadar
düşman gözüyle tanımlanmayabilirdi. Avrupa güvenliğinde Rusya’nın konumuna dair
tartışmalar sona erdi. Burada gri kalan kalmadı. Rusya Avrupa Güvenlik
mimarisinin net düşmanı, tehdit edeni konumuna geldi. İkincisi, daha önce
Avrupa güvenliği tartışmalarını tetikleyen hususlardan biri de ABD’nin
Asya-Pasifik’e daha fazla yoğunlaşacağı, asıl rekabet ve kapışmanın Çin ile
olacağı ve bu nedenle Avrupa’daki yükümlülüklerini azaltacağına dair öngörü
idi. Şimdi bu da kısmen revize edilecek. ABD artık iki tehditli bir stratejiye
yönelecek gibi. Dolayısıyla Amerika’nın Asya-Pasifik’teki rekabet nedeniyle
Avrupa’ya sırtını dönebileceğine dair analizlerin şu an için doğru olmadığı
ortaya çıktı. Üçüncüsü Brexit’ten sonra İngiltere ile Avrupa arasında
hoşnutsuzluklar, Avrupa güvenlik mimarisinde İngiltere’nin pozisyonunun nasıl
bir mahiyette olacağına dair kafalarda soru işaretlerinin doğmasına yol
açmıştı. Son yaşananlar, Ukrayna’da İngiltere’nin Batı’nın en aktif bir-iki
ülkesinden biri olmasının da hasebiyle, şöyle bir resim ortaya çıkardı.
Brexit’e rağmen İngiltere, Avrupa güvenlik mimarisinde çok önemli bir rol
oynayacak. Burada asıl mesele Türkiye’nin konumunun tanımlanması ile alakalı.
Avrupa güvenlik mimarisinde Türkiye’nin konumu henüz tanımlanmış değil.
SERT JEOPOLİTİK MÜCADELE, DEĞER
SÖYLEMİ VE YENİ MUHAFAZAKÂRLIK
Türkiye’ye geçmeden önce, bugüne kadar
uluslararası jeopolitik dengeler, sistemik değişiklikler iç siyasetleri de
etkiledi. İkinci Dünya Savaşı bitiminde kurulan yeni sistem birçok ülkede
komünist rejimleri, anti-kapitalist rejimleri doğurdu. Diğer yanda Türkiye,
Rusya korkusu ile küçük Amerika olmaya çalıştı. İç yapısında demokrasiye, çok
partili yapıya Rusya korkusu yüzünden geçti. Demokrasiler-otokrasiler
arasındaki kamplaşma süreci iç siyasetleri nasıl etkiler? Ülkeler içinde
Rusya’ya yakın unsurlar tasfiye mi olacak? Basın özgürlüğü olabilir, teşebbüs
hürriyeti olabilir, nasıl bir iç siyasal bir dinamik bekliyor küresel olarak
birçok ülkeyi?
Buna benzer süreçler, ülkelerin jeopolitik
kimliklerini veya global jeopolitiğin mahiyetini belirlemek ile kalmıyor.
Ülkelerin iç siyasetine de boyasını çalan bir mahiyeti var. Bu yaşadığımızı
1945 sonrasında yaşananlarla 11 Eylül 2001 tarihinden sonra yaşananların
karışımı bir şey olarak okuyorum. 45 sonrasında yeni bir sistem doğdu. 11 Eylül
ise Batı’nın ortak ötekisini Müslümanların üzerinden inşa etti. Yeni dönemde
ise hem jeopolitik hem kimliksel tarafı güçlü olan bir sürece gidiyor gibiyiz.
Dış politikada veya jeopolitik düzlemde girdiğimiz yeni süreçte Batı’nın ortak
ötekisini Rusya ve Çin oluşturacak. Rusya ve Çin merkezli dil duyacağız. Bu
dil, demokrasi-otokrasi merkezli gidecek. Bu dilin değersel ve medeniyetsel
yansımaları, tonları, rengi olacak.
İç politikalarda bu sürecin yansımalarını
göreceğiz. Son yıllarda Avrupa’da özellikle aşırı sağcı partilerin Putin imgesi
ile özdeşleşmesinin bir sonucu olarak, aşırı sağ partilerin ciddi manada hem
meşruiyet hem kimliksel kriz yaşayabilecekleri bir döneme giriyoruz. Batı ile
Rusya arasındaki kapışma derinleşir ve uzun erimli bir döneme girerse, ki
elimizdeki veriler, ilk işaretler bunu gösteriyor, bu, mevzubahis partilerin
kimliksel krizlerini biraz daha da ön plana çıkaracak.
GÜÇLÜ TEK ADAM REJİMLERİNİN SONU
MU?
Türkiye’de de neo-con meselesini
tartışmamız gerekecek. Rusya’ya gösterilen tepki, jeopolitik meydan okumaya
karşı jeopolitik karşı duruşun ötesine geçti. Çok toptan, çok holistik bir
tepki var. İnsanın aklına gelmeyecek bir tepki süreci yaşanıyor. Güvenlik
dengelemesi değil, bile isteye bir kutup oluşturma, daha ciddi bir öteki
yaratmaya dair. Türkiye’de ise iki başlığı ele almak lazım. Birincisi, sistemik
yeniden kurulma konusunda İnönü’nün meşhur “Yeni bir dünya kurulur ve Türkiye
orada yerini alır” sözü. Fakat burada problemler var. Türkiye’yi yeni kurulan
düzende kim nerede görmek istiyor, bu önemli. Türkiye’nin şu ana kadar
getirdiği jeopolitik bagajları var. Geçmişi, ait olduğu eski kamp,
alışkanlıkları, değerler silsilesi var. Ancak, siyasal ve jeopolitik geçmişin
örtüşmediği Rusya ile daha önce olmadığı kadar angaje olan bir cari durum söz
konusu. Dünyanın Türkiye’ye bakışından hareket edersek Türkiye nasıl
konumlanacak?
Önce iç siyasal trend ile alakalı bir şey
ekleyeyim, oradan Türkiye’ye geçeyim. Uzun süredir global siyasette güçlü tek
adam rejimleri revaçtaydı, bu güçlü tek adam rejimlerinin nirvana’sını, en
sembol ismini Putin temsil ediyordu. Putin bir dönem güçlü tek adam
rejimlerinin en güçlü argümanıydı: “Soğuk Savaş’tan sonra küçümsenmiş, dağılmış
bir Rusya’yı tekrardan canlandırdı ve küresel çapta güçlü bir devlet olarak
tarih sahnesine döndürdü, itibar kazandırdı” deniyordu. Orbán’dan Modi’ye giden
resimde asıl referans Putin’e yapılıyordu. Bugün Putin yaptığı ile güçlü tek
adam rejimlerinin aleyhine en büyük örneği de temsil etmeye başladı. Putin’in
yaptıkları, tek bir adama bu kadar yetki vermenin ne kadar tehlikeli olduğunu
gösterdi. Ülkesini global siyasette kısa sürede paryaya dönüştürmeyi başardı…
İnsanlar canlı yayında her gün, bir adam yüzünden bir ülkenin ne kadar geri
gidebileceğini, nasıl paryaya dönüşebileceğini, ne büyük bir hata
yapabileceğini ve bunun sonucu olarak da ne ölçekte maliyet ödeyebileceğini
görmeye başladılar. Bir ülkenin uluslararası ekonominin dışına atılabileceğini
görmeye başladılar.
Belirsiz dönemler otoriteye duyulan
ihtiyacı da artırabilir, insanların korktukça otoriteye daha fazla ihtiyaç
duyacaklarını da dikkate almamız lazım. Bence Putin örneği sistemden ziyade tek
adam rejimlerine yapılan yatırımların ne kadar yanlış olabileceğini herkese
gösterdi. Yatırımlar sisteme mi yapılmalı, aktöre mi yapılmalı, tartışması
vardı. Bunu kısmen 2017’de biz de yaptık Türkiye ölçeğinde. Sisteme değil
aktöre yatırım yaptık, yani siyasal sistem değiştirdik ama siyasal sistem
aktöre göre dizayn ettik… Bu mantığın yanlışlığını görüyoruz. Önümüzdeki
dönemde güçlü tek adam rejimlerinin ciddi manada imaj kaybedeceği döneme
giriyoruz gibi.
JEOPOLİTİK KIRILGANLIK, ANTİ-RUSYA
DOZAJINI BELİRLİYOR
Türkiye’nin sistemdeki yerine dönecek
olursak…
Mevcut Ukrayna krizinde Türkiye için
birçok meydan okuma var. Her şeyden önce Ukrayna’nın kendisi Türkiye’nin önemli
ticaret partneri, kuzey komşusu, güvenlik alanında önemli iş birlikleri yapılan
bir ülke. Hem onun güvenliği hem de Karadeniz’in güvenliğinden dolayı önemli.
Eğer Rusya, Ukrayna’yı kukla rejimle yönetecekse, Karadeniz’i büyük oranda Rus
gölüne dönüştürmüş olacak demektir. Yarın bir gün Karadeniz’de başka bir ülkeye
Rusya’nın benzeri bir hamlede bulunmayacağını kim ileri sürebilir? Bu tartışma
ayrıca Rusların Avrupa güvenliği ile alakalı Amerikalılarla pazarlığını da
temsil ediyor. Bir de bütün bunların sonucu uluslararası düzene bakan tarafı
vardı.
Türkiye bugüne kadar şöyle bir siyaset
izledi; çok sert bir şekilde anti-Rusya olmadan Ukrayna tarafında durmaya
çalıştı. Yani anti-Rusya olmadan pro-Ukrayna olmaya çalıştı. Rusya’ya karşı
birçok konuda kırılganlıkları var. Türkiye ile Batı’nın ortak zemini nedir?
Türkiye birçok Batı ülkesinden de önce Ukrayna’ya askeri mühimmat, drone verdi.
Ukrayna’nın askeri kapasitesini tahkim eden bir rol ifa etti. İkincisi,
Ankara’nın söylem dozajını arttırdığını görüyoruz. İşgal ve savaş kavramının
daha bolca kullanıldığı bir noktaya geldik. Üçüncüsü boğazlar kapatıldı.
Yapılış tarzı da önemliydi. Bir yönüyle Montrö’yü uyguladı diğer yönüyle de
yapılış tarzına kendi yorum ve tarzını kattı. Hukukçuların da ifade ettiği gibi
Türkiye, Montrö’yü sadece uygulayan ülke değil aynı zamanda onu yorumlama
hürriyetine de sahip.
TÜRKİYE, BATI'DAN HANGİ YÖNLERİYLE
AYRIŞIYOR?
Peki Türkiye Batı’dan hangi alanlarda
ayrışıyor? Birincisi, ekonomik yaptırımlara henüz katılmadı; ikincisi, hava
sahasını kapatmadı. Ekonomik yaptırımlara katılmama sebebi, Türkiye’nin diğer
Batı ülkelerinden daha fazla Rusya’ya karşı kırılganlıkları var. Rusya,
Türkiye’ye en fazla turist gönderen ülke, ikinci en fazla enerji sağlayan ülke
konumunda. Yaklaşık 34 milyar dolarlık ticaret hacmi var iki ülke arasında.
Mersin’de nükleer reaktör yapıyor. Liste uzayabilir… Dolayısıyla Rusya’ya karşı
ekonomik kırılganlık var. Ve ekonomik krizden geçtiğimiz süreçte bu hadise
gerçekleşiyor. Son olarak da Türkiye’nin bir yaptırımlar hafızası da var. Hem
Körfez Savaşı sonrası Irak hem de İran yaptırımlara maruz kaldığında Ankara da
maliyet ödedi. Bunlardan Türkiye de ciddi manada etkilendi. Diğer Batı
ülkelerinden farkı, Türkiye’nin ciddi anlamda jeopolitik kırılganlıkları var.
Kriz, çatışma alanlarında siz Rusya ile birebir hem çalışıyor hem
çatışıyorsunuz. Rusya İdlib üzerinden yüz binlerce mülteci gönderebilir.
Jeopolitik kırılganlık, Türkiye’yi anti-Rusya dozajını ayarlamak zorunda
bırakıyor.
Türkiye Rusya-Ukrayna arasında klasik bir
dengeleme siyaseti izlemiyor, yani net şekilde Ukrayna tarafında. Fakat asıl
meselesi Rusya karşıtlığının boyutunu ve dozajını ayarlama. Türkiye siyasetinin
parametrelerini ne belirler? Birinci nokta, bu krizin ne kadar derinleşeceği.
Bu Rusya için uzun erimli bir batağa mı dönüşecek yoksa belli bir süre sonra
Rusya kukla bir rejim inşa etmeyi başaracak mı, yoksa Batı Rusya ile jeopolitik
kapışmasını daha üst zemine mi taşıyacak? Ayrıca Türkiye ile Batı arasında son
dönemlerde gerçekleşen pozisyonel yakınlaşma aktif iş birliğine dönüşecek mi?
Bu noktada Amerikalıların Türkiye’nin F-16 talebini karşılayıp karşılamaması bize
bir şey söyleyecek. Bu alanlar, Türkiye’nin Rusya karşıtı dozajını belirlemede
ciddi etkiye sahip olacak. Yaptırımlara aktif katılmayacak ama bu yaptırımların
sistemik özelliği olması sebebiyle pasif katılmak zorunda kalabilir, en azından
bir kısmına.
Türkiye’nin uluslararası konumuna gelecek
olursak, durum şu son yıllarda Türkiye dış politikasının en moda tabiriyle
“stratejik dengeleme, jeopolitik dengeleme” idi. Türkiye; Batı, Rusya, Çin
arasında dengeleme siyasetini gözettiğini söylüyordu. Bu kavram Batı ile Rusya
arasındaki ilişkilerin savaş değil rekabet kavramı ile değerlendirildiği bir
dönem için geçerliydi. Eğer konuştuğumuz şey rekabet ise gri alanda
kalabiliyorsunuz, dengeleme yapabiliyorsunuz ama eğer hadise savaşa dönüşmüş
ise ve siz de kurumsal olarak NATO’nun parçası iseniz, orada stratejik
dengeleme siyasetinin de limitlerine geliyorsunuz. Bu siyaseti kenara bırakmak
zorunda değilsiniz ama bu siyasetin kullanım değerinin, süresinin epey
limitlerine geldiğini göreceksiniz. Türkiye dış politikasının bu üst çatısını
oluşturan çerçeve şu anda krize girdi. Yeni dönemin, Türkiye’nin NATO kimliğini
daha fazla vurguladığı, daha fazla ön plana çıkardığı bir dönem olacağı
kanaatindeyim. Ama Batı ile bu yakınlaşma iş birliğine dönüşecek mi, Batılılar
aktif olarak karşılıklı kanalları açacak mı; bunun da önemli olacağı
kanaatindeyim. Her hâlükârda Rusya’nın uluslararası sistem içinde paryaya
dönüştüğü, dışarı atıldığı bir dönemde “Rusya ile Batı’yı dengelerim
siyaseti”nin kullanım değerinin limitlerine geldik. Bunun hem dış hem iç
politikada sorun olacağı kanaatindeyim.
'AVRASYACILIĞIN SONUNA GELDİK'
Son yıllarda Türkiye’de bir Avrasyacı
tahayyül revaçtaydı. Kanaatimce, bu Avrasyacı tahayyülün sonuna geldik.
Avrasyacı tahayyülün Türkiye’nin iç ve dış politikası için bir gelecek
oryantasyonu olmayacağı üç aşağı beş yukarı bu süreçte ortaya çıktı. Bundan
sonra muhtemelen Kanal İstanbul hadisesi başka çerçevede tartışılacaktır.
Toplumun Kanal İstanbul hassasiyetleri, soru işaretleri artacaktır.
Sistemik bir meseleden bahsediyoruz.
Türkiye, Batı ile ilişkilerini büyük oranda sistemik, jeopolitik başlıklar
belirledi. Biz 1856’da Paris Anlaşması’na Kırım Savaşı sonrası dahil olduk.
NATO’ya Soğuk Savaş ve Sovyet tehdidinin sonucunda dahil olduk. Bugün de Türkiye-Batı
ilişkilerinin geleceği Brüksel’deki bürokratlarca değil global süreçlerin bizi
götürdüğü global süreçler, büyük güçler rekabeti tarafından belirlenecek"
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.