Neredeyse tüm Batı ülkelerinde otoriterliğe yatkın liderler ve partiler yükselişte, kimileri iktidarda. Sebebi, dünyanın yeni çağın problemlerini çözememesi ve toplumların çözülemeyen sorunların şerrinden kaçıp devletlere sığınması. Yönetimler ise değişimi kavramak yerine halktan aldıkları güçle otoriter siyaset üretiyorlar. Sorunları çözmeye değil, riskleri duvarın ötesinde tutmaya yöneliyorlar. İşte yeni otoriterliği öncekilerden ayıran rıza süreci böyle gerçekleşiyor
İnanması çok zor ama bu hafta
ülkede üretim durdu. Üstelik mucize diye gözlerdeki ışıltılarla anlatılan yeni
ekonomik programa karşın enerji yetersizliği nedeniyle üretim durdu.
Dünya gazetesinin haberine göre geçen
hafta sonu BOTAŞ’ın doğalgaz kısıtlamasını duyurmasının hemen ardından Türkiye
Elektrik İletim Anonim Şirketi (TEİAŞ) de sanayiciye elektrik kısıtlaması
uygulayabileceğini açıklamıştı. Cumartesi günü uygulamanın ilk adımı sanayi
bölgelerinin tek tek TEİAŞ tarafından aranmasıyla atıldı. Sanayiciye yazılı bir
belge yollanmazken, 72 saatlik kesintiye uymayacaklar için “cezai müeyyidesi
olacak” denildi.
Ülkenin ne halde olduğunu
göstermesi bakımından bu olayın bir başka vahim yönü daha var, sorunun yönetim
biçimi. Kamuoyuna doyurucu bilgi vermek yerine tercih edilen yöntem telefonla
talimat ve tehdit. Yönetim biçiminin ve tarzının ne olduğunu bundan daha iyi
gösterecek bir şey var mı?
Peki böylesine önemli bir olayın
muhalefetin de ekranlardaki tartışmalarında hatta sosyal medyanın bile
yeterince gündeminde olmaması normal mi sizce?
Sorun yeterli gaz tedariki mi, İran’a
Rusya’ya ödeme problemi mi, İran’la yeni fiyatlama problemi mi, stoklama düzeni
ve kapasitesi mi, planlama sorunu mu? Derli toplu bir açıklama yapılmadığına
göre anlaşılan hepsi birden. Ve anlaşılan bir kez daha yönetilemeyen bir
meseleyle karşı karşıyayız.
Biz neleri konuştuk…
Bu hafta yalnızca sanayi üretimi değil kar
nedeniyle hayat da durdu. Özellikle İstanbul’da. Ve biz kar yağışı boyunca
merkezi otoritenin kurumlarının mı yerel yönetim kurumlarının mı işini eksik
yaptığını tartıştık. Daha ilginci belediye başkanının kar yağarken nerede
olduğu, kimle olduğu, ne yediği konusunda haber, haberi yalanlama, yalanlamayı
da yalanlama ile çok ama çok meşguldük.
Bir doğal felaketin ya da ekonomik
felaketin yönetiminde uzlaşmalar üretememek, konuşamamak, tartışamamak bile
nasıl bir meseleyle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.
Halbuki Cumhurbaşkanı muhtemelen
cuma gününden bildiğini varsaymamız gereken enerji kısıtlamasının nedenleri,
sonuçları konusunda kamuoyunu bilgilendirmeyi değil camide Sezen Aksu’yu hedef
almayı seçti.
Ardından da bu kez RTÜK kanalları
tek tek arayıp yine sözlü olarak Sezen Aksu’nun şarkısının çalınmaması
talimatını buyurmuş.
Kamuda artık yöntem kural koymak değil,
sözlü talimatlar ve tehditlerle yönetmek. Talimat ve tehditler de gerçek
sorunları yönetmek üzerine değil, keyfi kararlarla yaşamı bir yöne doğru eğip
bükmek üzerine.
Sezen çıkışının amacı farklı
Sezen Aksu’nun bizzat Cumhurbaşkanı’nın
sözleriyle hedef alınmasını gerçek sorunları örtmek, gündemi değiştirmek olarak
değerlendirmek doğru değil kanımca. Uzun süredir mesele gündemi değiştirmek
amacının çok dışında artık. Cumhurbaşkanı o konuşmayı yaparken yüreğinden
geçeni söyledi. Yıllar önce bir heykele ucube derken de Tophane’de sanat
galerilerine saldırılırken söyledikleriyle de samimi fikrini ortaya koyuyordu,
şimdi de. Öncelik artık ekonomi değil; tüm unsurları, değerleri, pratikleriyle
bir hayat tarzı ile mücadele.
Cumhurbaşkanı disiplinli bir
toplum, disiplinli bir ekonomi, disiplinli bir hayat arzuluyor. Denge denetleme
mekanizmaları, güçler ayrılığı kalmamış, aksine tümü tek elde toplanmış bir
sistem, kendi toplum ve hayat tahayyülünü dayatıyor.
Devlet eski bildik kodlarına tek tip
yurttaş, tek tipli toplum kodlarına geri döndü. Bu iktidarla değişen önceki
dönemin makbul vatandaşı, tek tipi Sünni, Türk, seküler iken şimdi Sünni, Türk,
dindar ve elbette milliyetçi. Cumhurbaşkanı da siyasi iktidarın tüm ortakları
ve kadroları da Batı karşıtlığında, tüm dünyanın Türkiye’nin karşısında
olduğunda, her türlü kültürel farklılığın, siyasi muhalefetin denetim altında
tutulması konusunda mutabıklar.
Aynı kadrolar kar felaketinde de orman
yangınlarında da sel felaketlerinde de bu denli açık ayrımcılıktan
kaçınmıyorlar. Çünkü yapmak istiyorlar, yapabiliyorlar, hatta tersini yapmaları
yasak.
Daha önemlisi de iktidar ve devlet tüm
organları ve kadrolarıyla olağanüstü bir dönemden geçildiğine inanıyor. Her gün
güçlenerek süren küresel siyasal ve ekonomik egemenlik bölüşüm kavgasının
Türkiye’yi hedef aldığı düşünülüyor. Bu olağanüstü dönem nedeniyle de her türlü
toplumsal ve siyasal muhalefetin küresel bölüşüm kavgasının manipülasyonu
olacağı paranoyasından bakılıyor.
Olağanüstü koşullar bahanesi bu
topraklarda devletin ve iktidarların hep kullandığı bir gerekçe oldu. Çünkü bu
gerekçeye sığınılarak hep devletin yeniden yapılanması ve hatta günlük, küçük
düzeltmeler bile ertelendi.
Politik bir amaca döndü
Olağanüstü koşullar gerekçesi ve devletin,
iktidarların körüklediği korkular beraberce bir başka amaç için kullanıldı
asıl. Toplumun olağanüstü yöntemlere razı edilmesinin politik aracı oldu bu
durum.
Örneğin Kürt meselesi. Meseleyi şöyle de
tanımlamak mümkün. Kürt meselesi, Türklerin kendi haklarından vazgeçmeye razı
edildiklerinin toplamıdır bir bakıma. Kürt meselesinin yarattığı olağanüstü
koşullar ve tedbirler gerekçesiyle, bölünme paranoyası da kullanılarak Türkler
ve tüm bir toplum nelere razı edildi? Yönetime katılma hakkından, devletin
demokratikleşmesi talebinden, insan hak ve özgürlüklerinden, düşünme ve ifade
özgürlüğünden, örgütlenme özgürlüğünden kendi rızasıyla vazgeçmeye mecbur kaldı
toplum.
Önümüzdeki seçim süreci bugünkü güçler
ayrılığı kalmamış, yerel yönetimlerin bile her gün daha çok merkeze bağlı hale
getirildiği sistemin daha da güçlenerek, katılaşarak devamı için toplumsal
rızayı üretme süreci. Bu nedenle önümüzdeki soru, bu söylemler ve politikalar
gerçek felaketlere, can derdine, geçim derdine karşın toplumsal rızayı üretmeye
yeter mi?
İnsanlık tarım ve sanayi toplumundan sonra
şimdi de bilgi toplumuna geçiyor. Teknolojik devrim küreselleşmeyi ve bilgi
toplumuna geçişi tetikledi. İki süreç birbirini etkileyerek ve çoğaltarak çağ
değişimini zorluyor. Ulus-devletler ve siyasi yapılar değişimin öncüsü,
düzenleyicisi olmak yerine eskinin yeni yöntemlerle sürdürülmesi eğilimine
girdi. Küreselleşme ve bilgi toplumuna geçiş sürecinin ürettiği yeni sorunlar
geleneksel siyasi ve toplumsal sorunlarla birleşti. Yeni sorunlar giderek
devletler arası geleneksel egemenlik ve çıkar çatışmalarıyla birbirini besledi.
Toplumlar ve bireyler bu karmaşık sorunlar yumağının çözümü için yeniden
ulus-devletlere döndüler.
Gelişmiş veya gelişmemiş tüm toplumlarda
değişimin gereklerini yerine getirme arzusu ile değişime direnmek, değişimin
risklerinden kaçınmak arzusu siyaseti belirler hale geldi. Değişimin hayatın
her alanını kapsaması, değişime dair küresel ve ulusal ütopyaların olmaması
felaket söylemlerini, korkuları besledi. Hemen her ülkede şovenlik, lümpenlik,
fanatiklik, ayrımcılık temelli siyasi hareketler güçlenmeye başladı. 11 Eylül
terör saldırıları ve ardından Batı’nın seçtiği güvenlik ve savaş politikaları
büyük zihni kırılmalar üretti. Yeni küresel bölüşüm kavgasına Batı’da
İslamofobi, Müslüman coğrafyada Batı karşıtlığına dayalı popülist hareketler
birbirini besledi. Toplumların farklı demokratikleşme seviyelerine karşın son
yıllarda yapılan neredeyse tüm seçimlerde şoven, popülist, otoriter eğilimlere
yaslanan siyasi partiler ve liderler kazandı. İnsanlığın elindeki en eski ve en
gelişmiş kurum olarak ulus-devletler, şoven, popülist, otoriter iktidarların
eliyle yeniden inşa edilmeye başladı.
Bu zihniyetle yürümez
Bu dönem küresel ara buzul dönem. “Buzul”
çünkü bilgi toplumu ve hayat, şoven ve otoriter iktidarlar eliyle
ulus-devletlerin yeniden inşası hedefleniyor. “Ara” çünkü bilgi toplumu ve
hayatın geldiği evre ve ritim bu zihniyetlerle yönetilemez, yönlendirilemez.
Neredeyse tüm Batı ülkelerinde
otoriterliğe yatkın liderler ve partiler yükselişe geçti, kimileri iktidarda.
Bunun sebebi, yeni çağın siyasal örgütlenme problemlerini de toplumsal ve küresel
problemlerini de çözememiş olması. Bu çözümsüzlük kaygıları, korkuları
besliyor, insanları lümpenleştiriyor ve fanatikleştiriyor. Hem dünyada hem
Türkiye’de insanlar çözemedikleri tüm meselelerin şerrinden devlete sığınma
eğilimindeler. Demokratikleşme yolundaki her adım korkuyla ve otoriter
eğilimlere kapılmayla karşılık buluyor. Bu korku insanların devlete
sarılmalarına, o sarılış da ulus-devletlerin güçlenmesine neden oluyor.
Yükselişin nedeni
O güçle ulus-devletler değişimi kavramak
ve yönetmek yerine durdurmayı hedefleyen otoriter siyasetler üretiyorlar. Gücü
savunan devletçi politikalarla sorunları çözmeyi değil, riskleri duvarların
ötesinde tutacak çareler arıyorlar. Bu nedenle tam da hayattan, değişimden
duyulan korkuyla üretilen ötekilerden, öcülerden korunmayı, onları mümkünse yok
etmeyi hedefleyen siyasi söylemler ve liderler yükseliyor. Bu yeni
otoriterleşmeyi öncekilerden ayıran rıza üretme süreci işte böyle yaşanıyor.
Toplumun büyük bir kesimi, Türkiye’de son
10 yılda yapılan seçimlerde kimliklerinden, kutuplaşmanın ürettiği zihni ve
ruhi ambargolardan oy verdi ama sonuçta da görüldüğü kadarıyla yarısı,
iktidarın otoriterleşme eğilimini bir bakıma onaylamış oldu. Denklemin diğer
yarısında kalanlar, yani değişimi yakalamak isteyen, meseleleri temkinle ele
alan kalabalıklar ise bu eğilime rıza göstermedikleri için ötekileştirilmeye,
şiddet politikalarıyla baskı altına alınmaya çalışılıyor.
Gündelik hayatın karmaşıklaşması ve
ritminin hızlanması, metropollerde tanış olunmayan kalabalıklarla yan yana
yaşama zorunluluğu hem davranışlarımızı hem de zihin haritalarımızı
değiştiriyor. Bu karmaşada yarın ne olacağını, neyle karşılaşacağımızı eskisi
kadar kestiremiyor, bilemiyoruz. Bu nedenle sürekli endişeliyiz, hatta
korkuyor, paranoyalara kapılıyoruz. Ayrıca kendimizi güvende hissetmeye,
güvenli alanlar yaratmaya ihtiyaç duyuyoruz. Herkesin birbirinden ve gelecekten
korktuğu böylesi bir müşterek duygu durumu, sorunları kolay yoldan, izledikleri
güvenlikçi politikalarla erteleme, öteleme yolunu seçen ulus-devletler için
bulunmaz fırsat.
Yaşanan karmaşanın hepimizin gücünün
ötesinde, bizi aşan bir nedeni olduğu anlatısına dayanıyor iktidar. Gözle
görülemeyen, koklanmayan, dokunulamayan virüs yerine bir dış düşman koyuyor.
Onun yanına bir de iç düşman yerleştiriveriyor. İktidarın popülist söylemi
korkuyu, endişeyi yarattığı bu belirsiz düşmanlar üzerinden cisimleştiriyor
adeta. Değişim zorunluluğunu üreten tüm dinamikleri, yeni düşmanların ya da
düşmanlaştırılmış muhaliflerin komploları olarak konumluyor. Özgürlük
taleplerinin, farklılıkların, yeni ihtiyaçların düzenin bozulmasına yönelik
birer saldırı olduğu fikrini yaygınlaştırıyor.
Popülist hareketler doğrudan ve aleni
olarak özgürlük taleplerine karşı çıkmıyorlar belki ama özgürlük ve farklılık
taleplerinin düzeni, istikrarı bozan ve kaosa neden olan talepler olduğu
algısını oluşturmaya ya da beslemeye çalışıyorlar. İnsanlığın içine düştüğü
kaostan toplumu korumak için gerekenin evrensel hukuku gözeten düzenlemeler
yerine, hukuku hırpalamak pahasına devleti güçlendirmek gerektiğini ima
ediyorlar. Türkiye’de de güçlü devletin sembolü olarak asker, polis, askeri
teknoloji, güçlü toplumun sembolü olarak da milliyetçilik ve din bu temel
üzerinde yükseliyor.
Mağdurlar oyalanıyor
İktidar yeni küresel bölüşüm kavgasını
kendi iktidarının devamı için risk ve fırsatlar üzerinden değerlendirirken,
topluma karşı ülkenin birlik, beraberlik, yerlilik, millilik üzerinden
konumlandırıyor. Kalıcılaşan yoksulluk ve adaletsizlikten mağdur olan kalabalıkları,
yarattığı ötekiler ve düşmanlarla oyalıyor. Böylece olabilecek hemen tüm idari
yetkileri kendisinde toplamasına rağmen, çağın yarattığı sorunları çözmekte ne
kadar yetersiz kaldığını da gözlerden uzak tutmayı hedefliyor.
Öte yandan da toplumun yaşadığı bir
gerçeklik var. Ülke üşüyor, sofralarda yiyecek eksiliyor, ülke hayatına dair
korku ve endişe hanenin içinde yaşanıyor artık. Ülkenin gençleri umutsuzluk
girdabından kurtulmak için kaçacak yer arıyor. Can derdi ve geçim derdi
yoğunlaştıkça soyut, popülist iktidar anlatısının harareti anlamını kaybediyor.
Hele büyük vaatlerle ambalajlanmış başkanlık sisteminin ürettiği yeni sorunları
yaşadıkça artık değişimden ürküntü yerine, değişim arzusu yükseliyor.
Önümüzdeki seçim süreci popülist anlatının
hâlâ ve yeniden toplumun yarısının oyunu almaya yetip yetmeyeceğini gösterecek.
Muhalefet bu popülist anlatı ve siyaseti yalnızca iktidara karşıdan bir yerden
ama yeni bir popülist söylemle mi karşılayacak yoksa toplumun önüne yeni iddia
ve ortak ufuk mu koyacak? Toplumsal muhalefetin aktörleri, partileri toplumsal
rızayı korku anlatılarıyla mı umut ve gelecek anlatılarıyla mı arayacak?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.