26 Aralık 2022 Pazartesi

Türkiye'deki cemaat gerçeğini ortaya koydu: Tarikatlar holdingleşti Prof. Dr. İbrahim Maraş/26 Aralık 2022

İlahiyat Fakülteleri günümüzde olması gerektiği gibi mi?

Şu andaki İlahiyat eğitimi olması gerektiği gibi değil, ama eksiklerine rağmen çok iyi kazanımlar elde etti, ciddi mesafe katetti. Osmanlı modernleşmesinden sonra bugünkü ilahiyat gibi bir eğitimi Osmanlı da düşünüyordu. İlahiyat dediğimizde işin içine felsefe, sosyoloji, psikoloji, pedagoji gibi modern bilimler de giriyor. Osmanlı son dönemindeki medrese artık kokuşmuş bir yapıdaydı. Bu görülüyordu, bu nedenle modern okullar kurulmaya başlanmıştı. Hatta Osmanlı’nın hayalinde Amerikan tarzı bir üniversite kurup bir bölümünü de ilahiyat yapma tarzı bir düşünce vardı. Ama yapamadılar. Dini eğitim eski skolastik yapısını devam ettirme konusunda direndi ve kendini hiçbir şekilde yenileyemedi. Bir taraftan kurulan modern üniversite ile din eğitimi arasında bir ikilik ortaya çıktı. Yani, Osmanlı, modernleşmesini yaparken ulemayı ve medreseyi maalesef bir kenarda tuttu ve mektep-medrese ikiliği ortaya çıktı. Dolayısıyla Osmanlı bunu çözemedi. Cumhuriyetle birlikte bunu çözme noktasında çok önemli bir şey gerçekleşti. O da tevhid-i tedrisat. Bu nedenle kurulan yeni devlette Atatürk’ün isabetle aldığı karardır tevhidi tedrisat. Bu büyük bir kazanımdır. Bu demektir ki; din eğitimi garanti altındadır ve tek elden yapılacaktır. Mevcut çift başlılık da bitecektir. Siyasi ve sosyal şartlar yüzünden yeni kurulmuş bir Cumhuriyet’te elbette her şey sorunsuz olamazdı. Diyanet İşleri Başkanlığı bir taraftan görevini devam ettirirken yüksek din eğitimi konusunda bazı aksamalar oldu. 1949’da Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin kurulması ile çok önemli bir adım atıldı. Osmanlı son döneminden beri hayal edilen yüksek din eğitimine başlandı. Hedef, Batı’daki uzmanlara eş değer olan uzman yetiştirme idi. Her türlü dini, felsefi dersler de vardı ve giderek de gelişti. Daha sonraları Yüksek İslam Enstitüleri açılsa da buralardaki eğitim daha çok medrese zihniyetine yakındı. 1980’lerden sonra hepsi İlahiyat Fakültelerine dönüştürüldü ve yeni bir ivme kazandı. Türkiye’deki İlahiyat birikiminde Ankara İlahiyat’ın zihniyetinin emeği çoktur. Hüseyin Atay’lar, Yusuf Ziya Yörükanlar, Tayyip Okiçler, Hilmi Ziya Ülkenler, Anne Marie Schimmeller, Hikmet Tanyular, Süleyman Ateşler, Ethem Ruhi Fığlalılar ve Hasan Onatlar gibi burada sayamayacağım ciddi bir ilim adamı kitlesi buralarda dersler verdi. Son zamanlarda bazı siyasal İslamcıların Ankara Okulu diye olumlu veya olumsuz sahiplenme/saldırma çizgisinden uzak bir Ankara İlahiyat Ekolü vardır. Ankara Okulu, dar bir ideolojik sahiplenmedir, bir çeşit siyasal İslamcılıktır. Halbuki Ankara Ekolü’nün temel özellikleri; ilmi objektiflik, bütün ilmi görüşlere yer vermesi, mezheplerüstü bir anlayışa sahip olması, akılcı, hayatla beraber giden bir din anlayışına sahip olması ve eleştirel ilmi bakışıdır. Bu bakış evrensel bir ilmi bakış olarak diğer İlahiyatlara da yansımıştır.

2000’ler geldiğimizde İlahiyat Fakültelerinde binlerce yüksek lisans, doktora çalışmaları yapıldı, klasik kaynaklar neşredildi, tercüme edildi ve ciddi bir ilmi birikim oluştu. Bu tarz modern ilmi bir birikim ve geniş bakış açısı İslam dünyasının hiçbir yerinde yok. Bir tek Türkiye’de var. Diğerleri hala bocalıyor. Biz ise bunu erken dönemde yaptık ve İlahiyat alanında ciddi bir bilimsel birikim oluştu. Bu birikim sürerken maalesef Türkiye’de bir el uzandı, kökü dışarıdan da olabilir, Türkiye’deki dini hayatı ve ilahiyatları selefileştirme, Ortadoğulaştırma ve medreseye tekrar döndürme projesi başlatıldı. Önce felsefe dersleri kaldırılmaya çalışıldı, sonra İslami İlimler’e dönüşüm yapılmaya başlandı. İlahiyatların programı bu şekilde medreseleştirilmeye başlandı.

Söz ettiğiniz bu el başarılı mı oldu?

Şu anda ciddi anlamda bir başarı elde ettiler. Bu dönem, Türkiye’den Arap dünyasına çok sayıda lisansüstü öğrenci gönderildi. Önümüzdeki yıllarda onların dönmesiyle acıyı daha çok hissedeceğiz. Çünkü oradaki zihniyetle bizimki hiçbir zaman aynı olmadı. Eskiden yurt dışı dediğimizde ABD’ye Avrupa’ya gönderiyorduk. Arap ülkelerine de dil için elbette gönderelim, ama bilimsel metodoloji için Batı’ya göndermeliyiz, çünkü Batı bilimin merkezi. Batı’daki mevcut zihniyeti tevarüs ederek özümseyip yeniden bizim zihnimizle üretmeden hiçbir şey yapamayız. Türkiye, her geçen gün mezhepçi, tarikatçı ve akıl ve ilim düşmanı bir selefiliğe doğru götürülüyor.

 

 

 

‘FETÖ TAMAMEN TEMİZLENMEDİ’

Türkiye’deki ilahiyat eğitimi ve tarikatların bağlantısı nedir?

İlahiyat fakülteleri son zamanlarda tarikatların ve cemaatlerin ilgi odağı haline geldi. Mesela FETÖ hareketi, geçmişten beri bazı üniversitelerde konuşlanmıştı. FETÖ olayı nüksettikten sonra karşı bir temizleme hareketi oldu ama ben bütünüyle temizlenemeyeceğine inanıyorum. Çünkü diğer dini gruplarla zihinsel ayniyetleri vardı, bazı gruplar onların ciddi etkisindeydi. O nedenle kendilerini kurtarmak için diğer dini gruplara ve başka Nurcu gruplara kolayca kaydılar ve gizlendiler. Mevcut dini yapılar, kendilerini tarikat olarak tanıtıyorlar ama söz ve eylemleri farklı. Kendilerini mezhep gibi, siyasi hareket gibi hatta ilahiyatlara rakip gibi davranıyorlar. Bir yandan açtıkları medreselerde eğitim yaptırıyorlar, diğer taraftan buralarda yetiştirdiklerini, dışarıdan aldıkları diplomalarla hoca olarak üniversitelere girmeye çalışıyorlar. Arapçayı öğretiyorlar, dışarıdan okulları bitirtiyorlar, ilahiyat diplomasını almaları da kolaylaştırılıyor. İşte bu şekilde İlahiyatları ele geçirmeye çalışıyorlar.

‘Akılsız İlahiyat projesi’ bu mu?

Evet, burada izah etmeye çalıştığım İlahiyatları ve toplumsal dini algıyı dönüştürme düşüncesine ben akılsız İlahiyat projesi diyorum. Felsefe, sosyoloji gibi derslerin temizlenerek yerine modern hayattan uzak, kafalarında kurdukları değişime tamamen kapalı olan geçmiş bilgilerin tekrarı olan bir eğitimi savunuyorlar. Tam bir Talibancı zihniyete doğru evrilme düşüncesi bu. Sadece Fakültelerin geniş programı daraltılmadı, bazı İlahiyatlarda ve İslami İlimler bünyesinde, İslam Ekonomisi ve Finansı gibi birimler kuruldu, eskiden sosyal bilimler alanında yapılan lisansüstü eğitim İslami Araştırmalar Enstitüsü, İslami İlimler Enstitüsü gibi alanlarda lisansüstü eğitim vermeye başladı. Bunlar açıkça Akılsız İlahiyat Projesi’nin kademeleridir. Normalde İlahiyat alanında yapılan çalışmalar genel sosyal bilimlerden dini bilimlere doğru daraltılmaktadır.

İslami İlimler Fakülteleri bu nedenle mi kuruldu?

Evet, ana hedef buydu. Sadece kurulmadı, İlahiyat olarak kurulanların ismi değiştirilirken bazen de isim değiştirmeden program değiştirilerek bu yapıldı. Önce ilahiyatlarda felsefe derslerini azaltmaya başladılar. Buna tepki geldi. Tepki gelince vazgeçildiği söylendi ama vazgeçilmedi. Strateji değiştirildi. Yeni strateji; yumuşak geçişle, kimseye fark ettirmeden yapmaktı. İlahiyat fakültesi idi tümünün ismi. Bunları İslami İlimlere dönüştürelim, denildi. Başta masum gibi geliyor ama yapılmak istenen şu; biz Aristo’dan beri tüm bilimlerle ilgili nesnel, tümel bir anlayış sergileyen alana ilahiyat diyoruz. İlahiyat bu anlamda metafizik demek. Burada bütün sosyal bilimlerin perspektifi verilmeye çalışılıyor. İslami ilimler denilince ise klasik anlamda, şu andaki Arap ülkelerindeki Şeriat Fakültelerinde olduğu gibi teolojik bir eğitim yapıyorsunuz. Hatta Teoloji yani Kelam ilmine bile, kısmen akılcı olduğu için yeterince yer vermiyorsunuz. Aklı dışlayarak ve sadece ayet ve hadisi literal ve zamanüstü yaparak, hatta Arap örfünü dikkate alarak okuyorsunuz. Farabileri, Maturidileri, İbn Sinaları ve Birunileri yetiştiren medrese değil bu. O eski medrese, işte bugünkü İlahiyat Fakülteleri aslında. Osmanlı’nın da kurtulmaya çalıştığı kokuşmuş bir medrese ve din algısını bize dayatıyorlar. Buralarda yetişenler de ileride katı bir selefiliği dayatacak. Bu toprakların ruhuna, dokusuna aykırı bu. İlahiyatlardaki isim değişikliğini resmi yazıyla da yapmadılar. Dekanları, rektörleri telefonla aradılar. ‘Fakülteniz yönetimini toplayın, ilahiyatı İslami İlimler olarak değiştirmek istiyoruz’ diye bize resmi yazı yazın denildi. İstek sanki İlahiyat fakültelerinden geliyormuş gibi görüntü verildi. Dolayısıyla Cumhurbaşkanımızı da kandırdılar. Birçok fakülte istememesine rağmen ‘kadro vermeyiz’ gibi başka unsurları kullanarak tehditle bu işi yaptılar. Artık ilahiyatta felsefe tarihi, mantık, din sosyolojisi gibi alanlarda hoca bile bırakmayacaklar. Olsa bile sayıları ve ders saatleri azaltılacak.

Yani gelecek yıllarda ilahiyat değil de medrese tarzı bir eğitim mi olacak?

Bu şekilde devam ederse, evet. Bu yapılan medreseleştirmedir. Ama Türkiye’de ciddi bir ilahiyat birikimi oluştu. Bu nedenle medrese zihniyetinin bütünüyle hâkim olacağını düşünmüyorum. Ayrıca siyaset bunlara alan açmazsa hiçbir şey yapamazlar.

Hocalar direnç gösterecek yani buna...

Hocalarla birlikte, İlahiyatlarda yetişenler ve halkımızın önemli bir ksımının sağduyusu da. İnsanlar, ‘sağlıklı bilgi nedir’i ayırt edebiliyorlar artık. Ama yine de ciddi bir kavga olacak. Osmanlı’dan daha büyük bir mektep medrese çatışması olacak.

‘DİYANET’E NÜFUZ ETMEYE ÇALIŞIYORLAR’

Diyanet Akademisi neden kuruldu peki?

Hiçbir hocamız bu akademinin ne yapacağını bilmiyor. Diyanet’in zaten hizmet içi eğitim kursları var. Bu kurslarda da yanlış yapılıyordu zaten.

Bu kurslarda ne gibi yanlışlar yapılıyor?

Benim fakültemden mezun ettiğim öğrenciyi Diyanet alıyor. Doğrudan müftü atamaması normal. Hizmet içi eğitime tabi tutuyor, ama sıradan bir hizmet içi eğitime almıyor müftü yapacağı adamı. Fakültede kazandığı bütün sosyal bilim perspektifini, geniş bakış açısını yok edecek tarzda klasik medrese eğitimiyle mahvediyor. İlahiyat birikimi göz ardı ediliyor. Yani 500 yıl önce yazılmış bir kitaptan bugünkü hukuk problemini çözdürmeye kalkıyorlar. Şimdi akademide de bunu yapacaktır. İlahiyatlar ve lisansüstü eğitimler varken Diyanet Akademi ne yapacak merak ediyorum.

Bazı zihniyetler Diyanet’e nüfuz etmeye çalışıyor. Ama FETÖ nasıl kusuldu ise bu tür zihniyetlerin de kusulacağına inanıyorum. Bir yerde mutlaka dur denilecek. Ama cemaat, tarikat kökenli birileri yıllardır Diyanet’e hâkim olmaya çalışıyor. Güç var çünkü orada. Mesela bir tarikat liderisiniz, Diyanet başkanını tanıyorsunuz, özel ricada bulunup meşhur bir camide vaaz etmeyi istiyorsunuz. Bu etki alanınızın artması demek. Daha önce Üsküdar müftüsü öldürüldü. Bazı tarikatların isteklerini yerine getirmedi diye. Bu ciddi kapışma sahnesi. Diyanet eğer akademiyi bu tarz bir zihniyetin eline verirse bu kavga yaşanacak. Diyanet’in de şu anda maalesef bazı tavırları ilahiyat birikimine uygun değil.

Diyanet’in çok tepki çeken fetvaları var. Bunları kim nasıl hazırlıyor?

Halk size danışıyor mecbur siz de yanıt vereceksiniz. Buradaki sorun şu, yanıt verirken beş yüz yıl, bin yıl önceki yorumları günün şartlarından habersizce bugün aynı şekilde dinmiş gibi insanlara sunmanız.

Bazı sorulara hiç yanıt verilmese nasıl olur?

Yanıt veren kişiler sosyolojiden, psikolojiden, ekonomiden, hukuktan, örften anlasalar sıkıntı kalmaz. Ben de Diyanet’in açıklamalarına eleştireler yazdım bana bazıları kızarak döndüler. Mesela TOKİ ile ilgili açıklaması eksik. Belli bir maaşımız var, kredi veren bankalar var. Bankadan kredi alıyorum, evime oturuyorum. Bu benim ihtiyacım. Diyanet bunu sadece TOKİ değil ihtiyacı olan herkes ‘faiz de olsa bunu almalıdır’ demeliydi. Ev, yemek ve binek ihtiyacı zorunludur.  Piyasada paranın değer kaybı var. Değer kaybı olan şeyin faizi olmaz. Birikim yapıyorum TL ile yapıyorum. Para pul oluyor bir süre sonra. Şu an modern hukuk var. Diyanet böyle konularda hassas davranmalı, bilmediği konuda açıklama yapmamalı. Ama Diyanet her şeye yanıt bulmak derdinde.

Neden modern hukuka göre hareket etmiyor?

Diyanet, zaten devletin uygulamalarına karışamaz. Ama bu konuda kendisine halktan sorulan sorulara dini yönden cevap veriyor ve bunu yaparken her şeyi dinleştirmek derdine giriyor. Her şeye değişmeyen, yüzlerce yıl önce yazılmış kitaplardan çare bulma derdinde. Güncelleştirme diye bir şey yok. En büyük sıkıntımız bu. Çünkü Türkiye’de azgın bir kitle var. Teşkilatlı bir kitle. Siyasetçilerle oynuyorlar. Çünkü siyasetçi oy istiyor. Kendilerini güçlü gösteriyorlar. ABD’yi şirketler yönetiyor diye tenkit ediyoruz. Böyle giderse bizde de holdingleşmiş tarikatlar ülkeyi yönetmeye başlayacak.

Diyanet İşleri Başkanı Cumhurbaşkanının katıldığı birçok programda yer alıyor. Bu normal mi?

Olumlu manada kullanabilse çok iyi olur. Diyanet de bir devlet kurumu. Ama olayı sadece bir açılış yaparken dua etme olarak görürsek hata ederiz. Diyanet bu gezilerden toplumsal bir fayda çıkartamıyor, çünkü öyle bir perspektifi yok. Ben Türk dünyası çalışıyorum. Diyanet’in bağımsız Türk cumhuriyetlerinde gerçekten dişe dokunur bir hizmeti yok. Yaptığı şeyler kurumsal olarak cami yapma, maddi yardımlar. Ama oralarda beslenen selefilik gibi akımlar ya da dini grupların engellenmesi ve manevi ihtiyacın sağlıklı bir şekilde karşılanması yönünde entelektüel bir etkisi de yok, böyle bir kapasitesi de yok.

Siyasal İslamcılık ve selefi düşüncenin yerleştirilmesi nasıl başladı?

Üç ana neden var. Biri SSCB’ye karşı NATO destekli bir İslamcı çizginin uyandırılması. Kasıtlı olarak birileri radikalleştirildi. İkincisi ise yanlış laiklik politikaları. Devlet halkın dini inancına aşırı derecede karıştığı için birileri kendilerine fırsat buldu ve mürit kazandı. Onların sözcüsü konumuna yükseldi. Bir üçüncüsü ise değişime, akla ve bilime karşı çıkan mutaassıp din anlayışı ve bunu fırsat bilip fonlayan Suud rejimi başta olmak üzere bazı ülkeler.

İnsanlar tarikatlara nasıl mürit oluyor?

Şimdi siz şehre geldiniz. Ya köylülerinizin olduğu yere gidersiniz, ya da kendinize yakın hissettiğiniz ideolojik ve dini gruplara sığınırsınız. Dini gruplar ise, din alanındaki cehaleti ve samimiyeti istismar ediyorlar. Kendilerine gelenleri kaybetmemek ve “bağlı” kılmak için fantastik ve kurtuluşçu söylemlere başvuruyorlar ve gettolaşıyorlar. Bir gizem ve sır halesi oluşturuyorlar ve karşıdakilerin iradelerini kendilerine bağlıyorlar. Dini grupların arkasında büyük güçler var. Türkiye şu anki seviyeye durup dururken gelmedi. Bir el bunu yapıyor, birileri de bu eli tutuyor. Şunu kabul edelim maalesef Türkiye’de iktidarlarımız kendi kendilerine gelemiyorlar iktidara. Yurt dışını bir gezmek gerekiyor. Bu benim vatandaş olarak gözlemim. Bu merdiven altı grupların birçoğu zaten dış destekli.

Cemaat ve tarikatların dinde yeri nedir?

İslam dininde cemaat tektir. Ama bir adam çıkmış sözleri, fikirleri beğenilmiş. Birileri de ona hak vermiş. Yesevi, Mevlana çıkmış mesela. Burası doğal olan. Ama ‘sadece bize bağlı olan kurtulacak’ derseniz ve toplumu ötekileştirirseniz, olmaz. İslam dünyasının zenginleşmesiyle insanlar şekilciliğe bürünmüşlerdi. Tepkisel olarak da ‘Böyle din anlayışı mı olur, her şeyiniz menfaat’ diyen bazı gruplar içine kapandı. Yanlış olan bu tür grupların toplumdan ayrılıp manastır ya da getto yaşamına bürünmesi. O grup toplumdan beslenip topluma bir şey katmıyorsa suçludur. Ben hocalık yapıyorum, geçiniyorum. Ama biri kenara çekiliyor müritleri ona kazandırıyor. Topluma bir katkısı yok. Hiç kimse başkasının sırtından geçinemez. Tarikatların en büyük sıkıntısı, zararı budur. Laik devletin yapması gerekenler şunlar: Tevhid-i Tedrisat güvencesine aldığı din eğitimine bu grupların engel olmasına izin vermeyecek. Bunların halkı kene gibi sömürmesinin önüne geçecek. Devlet içinde bunlara yer açmayacak. Söz sahibi etmeyecek. Bunlar vakıfsa vakıf dernekse dernek olacaklar. Şeffaflaşacaklar.

Ama vakıf adı altında da yanlış işler yaşanıyor. En son Hiranur Vakfı’nda 6 yaşındaki bir kızın evlendirilmesi ve sonra bunun üzerinin kapatılmasına tanık olduk...

Yanlış olan bunların denetlenmemesi. Demokratik yapılarda temel özgürlükleri kısıtlayamazsınız. Yoksa her vakıfta yanlışlık yapılabilir. Esas yanlış olan, bunların geçmişteki tarikatlar gibi kabul edilmeleri. Bugünkülerin hiçbiri artık bir tarikat özelliği bile taşımıyor. Dini eğilimli çıkar grupları bunlar. Kendilerini dinin en doğru temsilcisi gibi görüyorlar. Hatta birçoğu, maalesef, yüce bir dini grup gibi görülüp denetlenmiyor bile. Biz burada örneğin İslam Felsefecileri Derneği, Dinler Tarihçileri Derneği gibi dernek kuruyoruz. Bize yapılan denetimlerin hiçbiri o cemaatlere, vakıflara yapılmıyor ki, her şeyleri usulsüz. Bunlar paraları yurt dışına nasıl aktarıyorlar. Yurt içinde bu paraları nereden elde ediyorlar. Artık kendi bankaları, televizyonları, yayınevleri bile var. Çok ciddi zenginlikleri var, nasıl oluyor bu. Devlet buna engel olacak, yani bunların din simsarı olmalarına, dini tekellerine almalarına, İlahiyatları alenen kötülemelerine ve dini tekel oluşturmalarına izin vermeyecek. Bunlar devlet karşısında devlet olmaya çalışıyorlar. Çocuklarını devletin okullarına göndermiyorlar, ama diplomayı dışarıdan almaya çalışıyorlar. İki yüzlü ve Fetö taktiği gibi devleti ele geçirme üzerine çalışıyorlar. Devlet, vatandaşını koruyacak tedbirleri almak zorunda.

İMAM HATİPLER ÜZERİNDEN KAMPLAŞMA UYARISI

İmam hatiplere yönlendirme var ancak talep de yok, neden?

Talep yok. Çünkü Türklerin tarihi bir tecrübesi var. Daha hayat içinde yaşanan, güncel bir din anlayışı var. Buralarda dinin anlatımı güncellenmeden, makul bir zihniyetten uzak bir şekilde yoğunlaştırılarak anlatılıyor. Çağımızın çocuklarının, gençlerinin dünyayı algılamalarına bakmaksızın savunmacı bir anlayış öğretiliyor. Ayrıca çocukları diğer okullar ile yarıştırmak için her yönden baskılıyorlar. Çocuklara da fazladan yük yükleniyor. Bazı dini yönlendirmeler yapılarak çocukları adeta dinden bezdiriyorlar. Öte yandan İmam hatiplere yönelik özel bir kayırmacılık, hatta maddi destek var. Meselâ aynı kampüs içinde iki okuldan imam hatip olanına her türlü yardım yapılıyor. Diğerine yapılmıyor. Bu yardımlar da bazen devlet adına bazen dini gruplar üzerinden yapılıyor. Bunu görenler bu okullardan soğuyor. Ayrıca, bunlar çocuklar arasında da halk arasında da kamplaşmaya yol açacak şeyler.

‘TÜRKİYE’YE SELEFİ GRUPLANDAN ÖZEL İLGİ VAR’

 İmam hatiplerde ateizm, deizm artıyor deniyor, doğru mu?

Artık herkes her bilgiye ulaşabiliyor. Eğer öğretmen merdiven altı bir dini grubun düşüncesine sahip ise veya makul bir din anlayışından uzaksa çocuğa bilinç vermiyor. Din dili de büyük bir sorun. Çocuğun yaşadığı hayatla, okulda öğrendiği bilimsel derslerle dinde öğretilenler arasında çatışma var. Çocuk evrimle ilgili her yerde bir şeyler okuyor siz evrim teorisini kitaplardan çıkartıyorsunuz. Çocuk yağmurun nasıl yağdığını, ürünün nasıl topraktan çıktığını öğreniyor. Ama siz öyle bir din anlayışı öğretiyorsunuz ki, özünde doğru, her şeyi Allah yapıyor. Ama Allah bizi de yaratmış, evreni de. Bizi de bu evrende bir şeyler yapsın diye yaratmış. Bilimi, neden sonuç ilişkisini göz ardı edip ‘Her şey Allah’tan’ derseniz, çocuk veya genç buna elbette inanmaz. Bu anlayış diğer dinlerde bile arkaik kaldı, bizde aktifleştirilmeye çalışılıyor. Günümüzde Türkiye’ye selefi gruplardan özel bir ilgi var. Eğer biz bu gençlerimize sahip çıkamazsak çocukların iki yolları var. Ya deizm ve ateizme kayacaklar, dine karşı tarafsız kalacaklar, ya da IŞID, el-Kaide gibi radikal dini gruplara veya bunların Türkiye versiyonlarına katılacaklar.

‘TARİKATLARIN SÖYLEMLERİ RADİKALLEŞTİ’

Tarikatlar radikal gruplar mı?

Artık Türkiye’deki dini grup ve tarikatların hemen hepsi mezhepçi ve selefi bir çizgiye geldiler, söylemleri radikalleşti. Ama görüntüde sufi olduklarını söylüyorlar. Başlarına geleceği bilmiyorlar. Sorsanız birçok tarikat IŞİD’e, Vehhabiliğe görüntüde karşı. Halbuki Türkiye’de şu an zaten tarikatçı, mezhepçi bir selefilik var. Giderek de radikalleşiyorlar, bunun farkında değiller. Özellikle de Suriye’den, Ortadoğu’dan gelen öyle tarikatlar var ki, yakında Türkiye’deki tarikatlarla kavgaya başlayacaklar. Otomatik olarak Afganistan’daki gibi bir dini zihniyet oluşacak. Türkiye’de, biraz önce bahsettiğimiz, İlahiyatların İslami ilimlere çevrilmesi, Türkiye’den Arap ülkelerine öğrenci gönderilmesi, göçmenler, sığınmacılar vb. sebeplerle önümüzdeki yıllarda karşımıza Taliban tipli anlayışlar ortaya çıkacak. Meselâ kadınların eğitimi konusunda Taliban’ın gerekçelerinin benzerleri son zamanlarda ülkemizde çok sık zikredilir oldu: Karma eğitime karşı çıkılması, kadınların her fakültede okumamaları gerektiği, fakülte müfredatlarının şeriat dışı olması vb. Akılsız İlahiyat projesi dediğim tam da bu işte. Bazı İlahiyatlarda kız erkek sınıfları ayrıldı ve hatta kantinlerin bile ayrılması konuşuldu. Türkiye’de korunması gereken makul bir din anlayışı var. Bunun için de önce İlahiyatları güçlendirmemiz gerek. Şu an basında ilahiyatçıların konuşabileceği bir ortam yok. Televizyonlarda dini tartışma programlarına yönelik gizli bir yasak var. Ama tarikatların her şeyi var ve harıl harıl propaganda yapılıyor.

6 yaşındaki bir çocuk dini nikahla evlendirildi ve yıllarca istismara uğradı. Dini nikahın dinde yeri nedir?

Türkiye’de en büyük sorun; devletin şu anki düzenini kabul etmeyen bir zihniyetin olması. Devletin kendisine, yönetim şekline, hukukuna, laikliğine karşılar aslında ve ülkeyi İslam ülkesi değil darü’l-harp olarak kabul ediyorlar. Dini nikah işin bahanesi. Öncelikle nikahın dini ve resmi diye ayrılamayacağını öğretmemiz gerek. Sorsanız ilk söylenen ‘Biz zaten resmi nikah olmadan kıymıyoruz’ derler. Halbuki dini nikah diye bir şey mi var ki, resmiden sonra kıyacaksınız, demiyorlar. Nikah zaten bir sözleşmedir. Geçerli olan, devletin medeni hukuka göre yaptığı resmi nikahtır. Diyanet de bazı merdiven altı gruplar da bunu bir bahane ve para kazanma aracı olarak gördüler. Biz yanlış yere odaklanıyoruz. Burada kangren olmuş bir konu var. Türkiye’de din anlayışı toptan kangren olmuştur. Bu din anlayışının temelinde kız çocuklarının ve kadının ikincil bir varlık konumunda oluşu ve iradelerinin yok sayılmasıdır. Bir çocuğun buluğ çağına gelmeden evlenmesi medeni hukuka göre yasak ise, dini anlamda da doğru bir yasaktır. Bunu halk biliyor aslında ama bunu, dindar olduğunu söyleyen çevrelere anlatmak gerekiyor. Maalesef bu tabi görülüyor, sorun bu. Bir insan hür irade yaşına gelmedikçe evlendirilemez. Medeni hukukta var ama biz bunu dinde tartışıyoruz. Çocuk yaşta evlilikten söz ediyoruz. Bir de Kuran’a dayandırmaya çalışıyoruz. Kuran’ın ruhu bir kadının dayak yemesini, söz sahibi olmamasını, insan yerine konmamasını kabul etmez. Ama dini gruplar kadının ikincil bir varlık olduğunu söylüyor. O kız çocuğu 15 yaşında evlendirilseydi emin olun bu kadar konu olmayacaktı ama yine yanlıştı. İşte sorun burada.

‘PEYGAMBERİMİZİN HER DAVRANIŞI SÜNNET DEĞİL’

Diyorlar ki, Hz Muhammed, Hazreti Ayşe ile 9 yaşında evlendi. Öncelikle şu bilinsin peygamberimizin her davranışı sünnet değildir. Velev ki, 9 yaşında evlendi. Bu, o dönem normal bile olsa ben bunu alıp bugüne getiremem. Her şeye Kur’an’dan ve Peygamberimizin hayatından delil getirmek zorunda değiliz. Bugünkü şartlarda gelişmişlik düzeyi var. Üstelik emin de değiliz, Peygamberimiz Hazreti Ayşe ile kaç yaşında evlendi. Peygamberimizin her yediği, içtiği, kılığı kıyafeti sünnet değil. Ama bazı gruplar Arap toplumunun giyindiği gibi giyinmeyi, davrandığı gibi davranmayı din kabul ediyorlar. Maalesef sorun çok büyük, bazen dini grupları da aşan ve gelenekten beri gelen bir dini zihniyet sorunumuz var. Her şeyi dini metinlerde ve geçmişte aramak hastalıklı bir zihniyettir. İnsan aklı, iyiyi, kötüyü ve adaleti bulabilecek kapasitededir. Akıl, en etkin vahiydir.

‘YENİLEŞMEYE İHTİYAÇ VAR’

Dinin reforma ihtiyacı var mı?

Dini düşüncenin reforma ihtiyacı var. Güncellenme dediğimiz bu. Yenileşmeye kesinlikle ihtiyaç var.  Bunu yapabilecek bir irade yok. İlahiyat fakülteleri güçlenseydi belki kendiliğinden zaten olacaktı, ama medrese zihniyeti güçlendi/rildi ve bu, zorlaşmaya başladı. Ama eninde sonunda olacak. Kilise bizden daha baskıcıydı. Ne zulümler yaşandı. Bilimin gelişmesi ve aydınlanma ile kilisenin bağnaz tutumu tamamen reddedildi. Bizim dinimizin özünde asla akıl ve bilim karşıtlığı yok. Korkum şu. Buna rağmen, bizde de kendisini kilise gibi gören, Demoklesin kılıcı gibi üzerimizde din kılıcını sallayan, hayatı reddeden bir zihniyet oluşmaya başladı. Eğer Türkiye’de bu zihniyetin baskısı artarsa Batı’dakine benzer, hatta çok daha kötü zıtlıklar yaşanabilir.

Batı’da çok kanlı oldu…

Umarım bizde öyle olmaz. Mesela Taliban’ın neler yaptığını yeterince görmüyoruz. Orada da kanlı oluyor aslında. Taliban baskıyla kadınların ellerindeki tüm hakları aldı, halkın eski alışkanlıklarını yok ediyor. Kültürü, sanatı yok ediyorlar. Totaliter rejimler böyle davranır. Kültüre, sanata ve medeniyete toptan karşılar. Bedeviliği din diye kabul ettirmeye uğraşıyorlar. Tarihi bugünde diriltmeye çalışıyorlar.

‘İstese AKP siyasal İslam’ı zaten getirirdi. Türkiye için artık böyle bir tehlike yok’ diye bir görüş de var. Ne dersiniz?

Benim bahsettiğim tehlike, partileri aşan bir zihniyet tehlikesi. Siyasal İslam iktidarla birlikte devlet gerçeğini biraz da olsa anladı. Türkiye’de iki kutup var. Bir kutupta dini içerikli her şeye karşı çıkan dine karşı grup, diğer kutupta ise zinhar caiz değildir diye her şeye karşı çıkan, devlet ve düzen tanımayan bir grup. Her ikisinin de Türkiye’ye zarar verdiğini düşünüyorum. Kavga, bunlar arasında olacak arada bizim gibi insanlar ezilecek. Batı’da kilisenin baskısını kabul etmeyen dindar aydınlar vardı. Onları deist diye suçlandı ama hiçbiri deist değildi. Onların başlattığı hareket din düşmanlığına dönüştü. Batı’da şu an ciddi din karşıtlığı da vardır. Ben Batı’da yaşananların bizde yaşanmayacağını düşünüyordum ama maalesef gelişmeler Batı tecrübesinin aynısını yaşayacağımızı gösteriyor. Görünen o ki, zihniyet olarak iyice dibe vuracağız ve sonra düştüğümüz yerden kalkıp yeniden Müslüman olacağız.

Başörtüsüyle ilgili bir anayasa değişikliği teklifi gündemde, nasıl karşılıyorsunuz?

Türkiye’nin barışa ihtiyacı var. Herkes yanlış yapabilir ama yanlışlar üzerinden hem yeni yanlışlara gidilmez. Türkiye’de giyim, yaşam ve inanç tercihleri üzerinden kimse sıkıntı çekmemelidir. Daha çok özgürlük bizi kazançlı kılar. Ayrıca başörtüsünün bazı dini gruplarca siyaseten kullanılmasının önüne geçilebilir.

Nas ile ekonomi yönetilir mi?

Bizim bugün faiz sorununu iktisat uzmanlarıyla çözmemiz lazım. Nassın bize öğrettiği temel ilke adalettir. İlkenin kendisi değişmez ama nasıl olacağı zamansal, mekânsal ve örfidir. Buna insanlar karar verir. Nasla ekonomi yönetilemeyeceği gibi hayatın hiçbir alanındaki problem nasla çözülmez. Her şeyi çözebilecek olan şey akıldır.

 Atatürk Diyanet’i neden kurdu?

Toplumun temel dini ve manevi ihtiyaçları için kurdu. Bir devlet kuruyorsunuz. Türk devlet geleneğinde önceden Şeyhülislamlık vardı. Atatürk bunu lağvetti. Yerine devletimiz nasıl demokratik bir yapıya kavuşmuşsa, Diyanet de buna göre kuruldu. Atatürk bunu kurarken Osmanlı’daki tarikat, cemaat zihniyetinin merdiven altı grupların katı selefi, devleti de toplumu da geri bırakan anlayışından kurtulmak istiyordu. Onların etkisinden sıyrılmak istiyordu. Diyanet’i kurarken bu yapının merdivenaltı grupları alt edeceğini düşünüyordu, hem de kısa sürede bir şeyler yapabileceğini umuyordu, ama Türkiye’nin kültürel yapısı buna müsait değildi. Tekke ve zaviyeler kapatıldı ama bu yapılar yeraltına indi ve bir süre sonra Diyanet’e de, devlete de nüfuz etti. 1947 CHP Kurultayı, o dönemde yüksek dini eğitime olan ihtiyacı ve bir din politikasının olmamasının acısının net tartışıldığı önemli bir toplantıdır.

ATATÜRK DEMEYEN DİYANET’E YENİ YIL HUTBESİ TEPKİSİ

Diyanet’in yılbaşı kutlamaları hakkındaki son hutbesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Noel ve yılbaşı kutlamaları aynı şeyler değil. Aynı gün de kutlanmıyor. Yeni bir yıla girerken tarih boyu toplumların çeşitli kutlamaları olmuştur. Diyanet, hiçbir milli bayramda hutbelerde milli değerlerden, kurucu lider Mustafa Kemal Atatürk’ten tek kelime etmeyip tarih bilincinden de söz etmezken, yılbaşı hutbesinde “değerler” ve tarihini bilmeyenler diye ifadeler kullanması pek gerçekçi değildir. Ayrıca hutbede zikredilen hadis, bağlama uygun değildir. Diyanet, her milli ve dini bayramda halkı kucaklayacak çalışmalar yaparsa o zaman endişelendiği şeylere karşı bir çözüm üretebilir.

PROF. DR İBRAHİM MARAŞ KİMDİR?

1967'de Kırşehir’in Kaman ilçesinde doğdu. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Çalışmalarını Türk Düşünce Tarihi üzerine yoğunlaştırdı. Halen Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Felsefe Ve Din Bilimleri Bölümü, İslam Felsefesi Anabilim Dalı'nda öğretim üyesidir.

Kapsayıcı bir milli güvenlik anlayışı ve Türkiye’nin karnesi Adnan Aydın Sezgin-26/12/2022

Milli güvenlik kavramı akıllara öncelikle milli savunma, jeostrateji, güçler dengesi ve savunma sanayii gibi konu ve alanları getirmektedir. Bu bağlamda milli güvenlik, daha çok askeri güvenliğe ilişkin bir kavram gibi algılanmaktadır. Oysa günümüz dünyasında milli güvenlik anlayışı, pek çok kavram gibi dönüşüm geçirmiştir.

Bu çerçevede milli güvenliği, milli savunmanın ötesinde, sivil savunma, ekonomik ve sosyal kalkınma, ulusal ekonomi politikaları, hukuk, demokrasi ve bunları taşıyan kurumlar, uluslararası itibar ve imaj, çevre, enerji gibi pek çok alanı kapsayan, bu alanlarla etkileşim içinde olan bir kavram olarak değerlendirmek daha doğru olacaktır. Bütün bu alanlardaki aksaklık ve tehditler, milli güvenliği doğrudan ilgilendirir hale gelmiştir. Bu koşullar altında milli güvenlik, bir devletin içeride ve dışarıda tehditlerden arınmasına ilişkin eylem ve tedbirlerin bütünü olarak değerlendirilebilir.

Geniş tanımıyla milli güvenliği ilgilendiren alanlara yönelik tehditlerle mücadele devletlerin asli görevidir, hatta varlık sebebidir. Bu tanım doğrultusunda, AK Parti iktidarının 20 yıldan beri milli güvenlik alanındaki başarısızlığı apaçık ortadadır. İktidarın tutumunun ve politikalarının ülkede ve bölgede istikrar üretme, öngörme ve önleyici olma yeteneklerinin zayıflaması ile birlikte milli güvenliğimiz tahrip olmuştur. Ekonomi, hukukun üstünlüğü ve uluslararası itibar gibi pek çok alanda iktidarın karnesi başarısızlıklarla doludur.

EKONOMİDE DURUM

Ekonomide beklentilerin çok gerisinde kalınmıştır. Önceki dönemleri aşan bir başarı elde edilemediği gibi, pek çok gösterge önceki dönemleri aratır hale gelmiştir. AK Parti iktidarı süresince büyüme oranı kendinden önceki dönemlerin 10 ve 20 yıllık serilerinin büyüme oranlarının altında kalmıştır. Türkiye 2002’den beri potansiyelinin hayli altında büyümektedir. Son yıllardaki performans düşüklüğü de pandemiden ziyade tek adam rejiminin bir sonucudur. Gelir ve servet eşitsizliği korkutucu boyutlara varmıştır. Ülkenin içinde bulunduğu ekonomik ve sosyal durum milli güvenliğimizi örselemektedir.

Bir milli güvenlik unsuru olarak çevre politikalarının hazin durumu da ortadadır.

Milli güvenliğin önemli bir diğer unsuru olan demokrasi ve hukukun üstünlüğü alanında da durumumuz ne yazık ki berbattır. Toplumun huzuru ve vatandaşın erinci açısından gerekli olan bu değerler, milli güvenlik anlayışı içinde büyük duyarlılıkla korunması gereken varlıklardır. Keza bunları taşıyan kurumlar da özenle korunmalıdır. AK Parti iktidarı döneminin bütününe bakıldığında bunun tam tersi yaşanmıştır, Türkiye’de hukukun üstünlüğü, demokrasi, vatandaşlarımızın hak ve özgürlükleri geriledikçe gerilemiştir.

SULTANVARİ REJİM

Ülkemizde milli güvenlik kavramını ve yarattığı hissiyatı iç siyaset saikiyle istismar edip, demokrasiyi ve hukuku iğdiş etme anlayışı hâkim hale gelmiştir. Sultanvari bir rejim içinde totaliterliğe doğru kaydığımız apaçık ortadadır. Cumhuriyetin değerleri ve demokrasi tahrip edildikçe, despotluk öne çıktıkça, sistemik bir milli güvenlik sorunu yaratılmakta ve büyütülmektedir.

Ekonomimizdeki çöküş, otoriter sultanvari rejim, insan hakları ve temel özgürlüklerdeki ağır ihlaller, kara para aklama olayı gibi yüz kızartıcı eylemler, yerel ve yabancı mafyaların görünürlüğünün artması, maalesef Türkiye’nin uluslararası imajını ve güvenilirliğini sarsmakta, itibarını aşındırmaktadır. Bunu uluslararası ilişkilerdeki savrulmalar ve bedava hoyratlıkların etkisini ekleyerek düşünmek gerekir. Yani, uluslararası medyada mevcut iktidara yönelik yoğun eleştirileri sırf Türkiye düşmanlığı olarak okumak yanlıştır.

Hâlbuki iktidar çevreleri, uluslararası saygınlığımızın aşındığını kabul etmek bir yana, son dönemde özellikle iktidarın ve Sayın Cumhurbaşkanı’nın itibarının yükseldiğini öne sürmektedirler. Evet, Türkiye’nin jeopolitik konumunun önemine ilişkin farkındalık, küresel düzeyde yaşanan gelişmeler doğrultusunda doğal olarak artmıştır. Ancak jeopolitik anlamdaki bu kazancın, ülkenin itibarına ve saygınlığına katkısı yoktur.

ENERİDE BAĞIMLILIK

Enerji alanında tek bir ülkeye aşırı bağımlılığımız, milli güvenlik sorunlarımızdan bir başkasıdır. Rusya’nın enerji tedarikinde pek güvenilir bir ortak olmadığı kanaati yerleşmektedir. Buna rağmen, Sayın Cumhurbaşkanı’nın Putin’le şahsi kader dayanışması içinde olması, Türkiye’nin enerji mimarisini, enerji güvenliğini şekillendirmemelidir.

Rus gazının Avrupa’ya ulaştırılması için Türkiye’nin hub haline getirilmesi yönünde Putin tarafından gündeme getirilen öneri gerçekçi değildir ve tuzaklar barındırmaktadır. Hub olmamız için sadece Rus gazı yeterli değildir, birçok koşul gerekmektedir. Uzun yıllar sürecek teknik çalışmalar meselesi bir yana, Rusya’dan gaz almaktan sakınan Avrupa Birliği’nin Türkiye üzerinden Rus gazı alması yanlış bir beklentidir.

Doğal gazda Rusya’ya malum mecburiyetimize ilaveten, Akkuyu Nükleer Santrali’nin devreye girecek olması, Sayın Cumhurbaşkanı’nın “Sinop’ta kurulacak ikinci nükleer santrali de Ruslara veririz” açıklaması, iktidarın bağımlılığımızı daha da artırmakta sakınca görmediğine işaret etmektedir. Hiçbir makul ülke, kendini tek bir ülkeye bu denli kontrolsüzce bağlamaz. Bağlıyorsa, bu vasallaşmayı ve milli güvenliği üzerinde büyük bir risk ve tehdit oluşmasını kabul ediyor demektir.

Milli güvenliğimiz üzerinde ekonomi, hukukun üstünlüğü, uluslararası itibar ve enerji alanlarında yaratılmış olan tehditlerin yanında iktidar, uluslararası ilişkiler sahasında da, hiç pahasına çeşitli risk ve tehditler yaratmıştır. Bu tehditlerin oluşması, iktidarın dünyaya yanlış bakışının neticesidir. Dış politikaya ideolojiyle, hezeyanla, İhvan hayalleriyle yaklaşan iktidar, zaman zaman millet kavramını unutmuş, ümmet kavramı üzerinden hesap yapmıştır ve milli çıkar ilkesinden uzaklaşmıştır.

Türkiye’nin en önemli milli güvenlik sorunlarından birisi, uluslararası ilişkilere dair kararların adeta sistematik şekilde iç politikaya endeksli olarak alınmasıdır. Seçim hesapları ile ülkenin bugününe ve geleceğine ihanet edilmektedir.

Dünya önemli değişimler yaşamaktadır. Türkiye de elbette bu sürece intibak etmelidir. Ancak, iktidar yeni döneme yanlış vizyonuyla ve beceriksizliğiyle, sil baştan tutkusuyla uyum sağlamaya çalışmaktadır.

İktidarın, Türkiye’nin yükselen ülke olduğu iddiası da hesapsız bir iddiadır. Bu kategoride sayılan ülkelerin hepsi dünya ekonomisindeki yerlerini ilerletmişlerdir. Daha 1990’larda dünyanın 17. ekonomisi olan Türkiye ise bugün 21. sıraya düşmüştür ve önümüzdeki dönemde 23’üncülüğe gerilemesi söz konusudur.

TOPAL BİR AVRASYACILIK

İktidarın belirgin yanlışlarından bir diğeri, uluslararası ilişkilerde topal bir tür Avrasyacılığı öne çıkartıyor olmasıdır. Arap Baharı’nda İhvancı tutum doğrultusunda yanlış adımlar atmış olan iktidar, hatalarından ders almamıştır. AK Parti iktidarı, değişen küresel gerçeklere cevaben Türkiye’nin geleneksel ilişkilerini ve ittifaklarını, ekonomik, askeri, siyasi, kültürel objektif verilerini hiçe saymaya devam ederek, abes bir Batı karşıtlığı modeli kurgulamaya çalışmaktadır.

Asya elbette önemlidir, fakat bunun ülkemize en uygun stratejik tercih olarak belirlenmesi, aidiyet coğrafyası olarak görülmesi, örneğin Şangay İşbirliği Örgütü tutkusu çok yanlıştır. Kaldı ki, Avrasya fikrinin mihenk taşları olan Rusya, Çin ve İran gerileme veya yavaşlama sürecindedirler. Rusya ve İran gerçek krizler yaşamaktadırlar ve bu krizleri yapısaldır. Çin’i de ciddi sorunlar beklemektedir. Totaliter rejimlerin ebed müddet süremeyeceği veya bu tür rejimlerin huzurlu toplumlar yaratamadıkları gerçeğini bu örnekleri izleyerek görmekteyiz, daha da göreceğiz.

İktidarın uluslararası ilişkilerdeki yanlışlarının Ülkemize, milli güvenliğimize önemli maliyetleri, ağır ekonomik sonuçları olmuştur. Birçok ülkeyle ilişkilerimiz bozulmuştur. Türkiye hem Ortadoğu’da hem de Doğu Akdeniz’de köşeye sıkışmıştır. Batı alemiyle ilişkiler bir sorun yumağına dönüşmüştür.

YUNANİSTAN’LA SORUNLAR

Yunanistan ile sorunlarımızın bugünkü durumu, yıllardır bilhassa Doğu Akdeniz’de ulusal çıkarlarımızı gözetmeyen yaklaşımın bir sonucudur. Yirmi yıllık iktidar, Doğu Akdeniz’de uluslararası hukuk bağlamındaki egemen haklarımızın hukuki güvence altına alınmasında gecikmiştir. İktidar, karşılaştığı çıkmaz nedeniyle Libya’da hamle yapmak zorunda kalmıştır. Bunun Türkiye’ye ve Libya’nın bütünlüğüne yarayıp yaramayacağı ise henüz meçhuldür.

Yanlışların bir diğer sonucu, bölgede Türkiye’ye karşı oluşan birlikteliklerdir. Hatalı politikalar neticesinde Yunanistan Doğu Akdeniz’de mevzi edinmiş, Ege’de haddini aşan tutum içine girme cesareti kazanmıştır.

Bugün iktidar, Mısır ve İsrail’le ilişkileri onarmaya çalışmaktadır. Geç kalınmış olan bu adımdan verimli neticeler alınması uzun zaman gerektirecektir ve tam bir normalleşme hayli şüphelidir. Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’yle de ilişkiler normalleştirilmelidir, ama bu ülkelerle son temaslar da Türkiye açısından çok incitici sonuçlar yaratmıştır. İktidarın kendi kaderi uğruna bu ülkelerden 3-5 milyar sağlama çabalarının da incitici olduğu kabul edilmelidir.

İktidarın ilk günden itibaren yanlışa saplandığı Suriye konusu milli güvenliğimiz açısından en önemli tehditlerden biridir. Sığınmacı meselesi ağır bir insani, toplumsal ve parasal maliyet, ayrıca geleceğe dönük bir risk kaynağıdır. Ancak sorunlar bununla sınırlı değildir.

SURİYE’NİN KUZEYİ

Suriye’nin kuzeyi Peşaver olmuştur. PKK/PYD/YPG başta olmak üzere terör örgütlerinin zemini haline gelmiştir. IŞİD bambaşka bir sorundur. ABD ve Rusya binlerce kilometre uzaktan gelerek bu bölgeye yerleşmiştir. Türkiye, atacağı adımlarda bu ülkelere tâbi olmuştur.

PKK/YPG/PYD ve IŞİD tehdidi yetmiyormuş gibi, İdlip’te ortak hareket ettiğimiz Heyet Tahrir eş-Şam ve yakın bir eşgüdüm içinde olduğumuz Suriye Milli Ordusu da ülkemiz için risk teşkil etmektedir.

Şam ile başlatılması olası normalleşme sürecinde bu yapıların veya barındırdıkları grupların nasıl bir tavır takınacakları belli değildir. İdlip her an patlamaya hazır bir tehditler yığınıdır. Gelinen noktada iktidarın temel beklentisi, Suriye’nin savaş öncesi koşullara dönmesidir. Keşke bu mümkün olsa. Bırakın bu hayali, bizatihi normalleşme, gerçekleşmesi çok zor olan bir hedeftir.

Batı sınırımızda da önemli gelişmeler yaşanmaktadır. İktidar bunlara dair doğru dürüst bir izahat verememekte, mesele daha ziyade iç siyasete dönük, haşin meydan okumalara konu olmaktadır. ABD, Yunanistan’da birçok üs kurmuş, mevcutları güçlendirmiştir. ABD, üslerin Rus tehdidiyle bağlantılı olduğunu söylemektedir ancak Sayın Cumhurbaşkanı “Rusya’ya karşı kurduk diyorlar, yemeyiz.” ifadelerini kullanarak, bunları Türkiye’ye karşı bir tehdit unsuru olarak gördüğünü belirtmiştir. Eğer bunlar gerçekten Türkiye’ye karşı veya çifte amaçlı, hem Rusya hem Türkiye öngörülerek yapılandırılmış ise iktidarın bugün izlediği ABD politikası çok yanlıştır. Eğer öyle değilse bu konudaki açıklamalar yakışık almamaktadır.

Başta Yunanistan olmak üzere bölgemizdeki tüm ülkelerin yeni nesil muharip uçaklar temin ettiği bir dönemde, Türkiye F-35 projesinden dışlanmıştır. Bu durum, Türk Hava Kuvvetleri’nin modernizasyon planlarını sekteye uğratmış ve yeni riskler yaratmıştır. Ege’de üstünlüğümüzü koruyoruz ama şu an itibariyle denge Yunanistan lehine kıpırdamaktadır.

ABD’den F-16V talep edilmekte, ayrıca mevcut F-16’ların modernizasyonu için yanıt beklenmektedir. Birçok ülke bu uçağı edinirken Türkiye incitici şekilde lobi faaliyetinden lobi faaliyetine koşmaktadır. Bütün bunların sebebi, Rusya Federasyonu’ndan S-400 hava savunma sistemi alınmış olmasıdır. Parasal maliyetine ek olarak milli güvenliğimiz açısından yarattığı maliyetler de son derece yüksek olan S-400’ler, şimdi atıl vaziyette tutulmaktadır. Hava savunma sistemi için Türkiye’nin şartlarına daha uygun başka seçenekler mümkündü. Bunun aksini öne süren iddialar gerçeği yansıtmamaktadır.

TÜRK SAVUNMA SANAYİİ

Evet, savunma sanayiinde iftihar ettiğimiz gelişmeler yaşanmaktadır. Kaydedilen bu gelişmeler 20 yıllık AK Parti döneminin hanesine yazılacaktır, ama bundan 20 yıl öncesinin önemli birikimi de mutlaka teslim edilmelidir.

Altay muharebe tankı konusu, iktidarın kendi elleriyle yarattığı büyük bir fiyaskodur. Bu alanda akıl almaz hatalar yapılmamış olsaydı, bugün muhtemelen proje tamamlanmıştı ve Rus tanklarının Ukrayna Savaşı’ndaki zafiyetinin ortaya çıkmasıyla Altay muharebe tanklarımız geniş bir uluslararası piyasaya hitap edebilecekti. Maalesef iktidar, onu bunu kayırma arayışları ve yanlış hesaplarla, bu fırsatı da kaçırmıştır.

Savunma sanayiindeki sorunlardan bir diğeri ise, yurtdışına giden mühendislerimizin sayısının üzücü derecede yüksek olmasıdır. İyi yetişmiş gençlerimizin Batılı ülkelere gitme eğilimi vahim bir milli güvenlik sorunu olarak görülmelidir.

Rusya’nın Ukrayna’ya karşı başlattığı savaş, dünyanın bir bölümünün, Rusya’ya taraf olmamakla birlikte ABD’ye ve Batı’ya karşı tepkili olduğunu teyit etmiştir. Bizim de Batılı ülkelere karşı haklı eleştirilerimiz ve itirazlarımız mevcuttur. Bunları husumete, sürekli didişmeye dönüştürmek yanlıştır, çıkarlarımıza aykırıdır.

Türkiye, içinde bulunduğu ittifakları, birliktelikleri, ait olması gereken demokrasi coğrafyasını terk etmeden, Batılı başkentlerin hatalarını ortaya koyabilir ve yeniden oluşması gereken küresel sistemin şekillenmesinde yeni bir vizyonla öncü rol oynayabilir. Türkiye’de bunu gerçekleştirecek kapasite fazlasıyla mevcuttur.

İktidarın, 21. yüzyılın Türkiye yüzyılı olacağı iddiası, mevcut koşullarda ve anlayışla, boş bir vaattir. Ülkemizin itibarının yeniden yükselmesi ve milli güvenliğimizin ulusal çıkarlarımız doğrultusunda yeniden güçlendirilmesi için keskin bir zihniyet değişikliği gereklidir. Önümüzdeki seçimler, Türkiye’nin küresel değişimlere ayak uydurmasına ve insanımızın hak ettiği demokrasi ve insan hakları ortamında yaşamasına imkân sağlayacak bu zihniyet değişikliği için önemli bir fırsat sunmaktadır.

15 Aralık 2022 Perşembe

Ataerkil konfor alanı ve ikiyüzlülük Emine Uçak Erdoğan-15/12/2022

‘Bir Gecede Büyümek’ kitabının yazarı Emine Uçak Erdoğan “Bugünün muhafazakârları konu siyaset, ticaret, piyasa olunca dini yorumların güncellenmesini kolaylıkla kabullendi” diyor.

Son bir haftada sosyal medyada en çok paylaşılan ayet, Hucurât Suresi’nin altıncı ayeti olabilir: “Ey iman edenler! Size bir fasık bir haber getirirse, bilmeyerek bir topluluğa zarar verip yaptığınıza pişman olmamak için o haberin doğruluğunu araştırın”. Ayetin bu kadar zikredilmesinin sebebi ise; Birgün Gazetesi’nde Timur Soykan imzasıyla çıkan ve bir haftadır gündemi alt üst eden haber… Aynı süreçte ‘üç harfli marketler’, özellikle de BİM aleyhine bir kampanya yürütülüyordu. Komplo teorileri havada uçuştu, sahipleri tarafından iftira olarak nitelendirilen nice haber-paylaşım yapıldı. Ama kimsenin aklına Hucurât Suresi gelmedi… Cerrahpaşa’da binlerce çocuğun cinsiyet değiştirdiği için sıraya girdiği gibi tevatürleri duyduklarında da hatırlamadılar ayeti; yalan haberlerle, altlıklarla oluşturulan diğer gündemlerde de…

Haber yayınlandıktan sonraki tepkisellik önceki zamanlarda yaşananlar gibiydi. Önce bir sessizlik, görmezden gelme… Bakanlığın müdahilliği, iktidar sözcüsünün yorumlarıyla bu aşama mecburen terkedildi. Ardından H.K.G’nin kardeşlerinin ‘psikolojisi bozuk’ demeye getirdikleri açıklamalar ve fotoğraflar karşı atak için kullanıldı. Üç konuda birleşti bu karşı ataklar, ‘siz önce flört eden çocuklara, evlilik dışı ilişkilere bakın’, ‘din düşmanı olduğunuz için böyle yapıyorsunuz’, ‘kız altı yaşında değildi, daha büyüktü’… Bir de mahcup bir şekilde fotoğraflar üzerinden kızın ‘rızası’ olduğunu ispat çabası… Şimdilerde savcılık dosyasındaki ses kayıtlarından sonra kerhen bir güncelleme geldi. ‘Fasık’a takılıp kalmamak lazımmış, devlet müdahil olduysa mevzu bahsedildiği gibi olabilirmiş. Diğer dini kurumlarda, vakıf ve yurtlarda yaşanan taciz-tecavüz, istismar haberlerinde de durum aşağı yukarı bu şekilde yaşandı.

‘KOL KIRILIR YEN İÇİNDE KALIR’

Meselenin taciz-istismar olması da gerekmiyor; tıp öğrencisi Enes Kara’nın bir cemaat yurdunda intihar etmesinin ardından da aynı şekilde savunma refleksleri gösterildi, baskı ortamlarının oluşturduğu sorunlar konuşulmadı. Bu tavra sebep olarak da; ‘karşı mahallenin’ toptancı yaklaşımı, din-dindarlık karşıtı çıkışları gösteriliyor; oysa bu tavır için zaten yeterince veciz bir sözümüz var; “Kol kırılır yen içinde kalır”. Hepsi neyse de, bir de mağdurun karşısında konuşlanıp, karşı tarafı aklama çabası vardı ki; tam bir el insaf durumu ve yukarıda bahsedilen ‘toptancı yaklaşımın’ bir sebebi de bu oluyor.

Daha önce de yazmıştım, bugünün dindarları, muhafazakârları; konu siyaset, ticaret, piyasa olunca dini yorumların güncellenmesini gayet kolaylıkla kabullendi, kabulleniyor… Ama söz konusu kadınları ilgilendiren, ataerkil konfor alanına giren konular olunca dini yorumları bırakalım, geleneksel, ataerkil toplumun dinin içine dahil ettiği konuların bile konuşulmasına-yeniden yorumlanmasına yanaşmıyorlar.

ÇOCUK YAŞTAKİ ANNELER

Nikâh meselesi de böyle… Diyanet nihayet çok açık bir şekilde “hem fiziksel hem de ruhsal olgunluğa erişmeden, aile kurmanın anlam ve sorumluluğunu idrak edecek ‘rüşt yaşına’” işaret etse de geleneksel yorumda evlilik için adet görme, yani büluğ yeterli görülüyor. Sadece cemaat ve tarikatlarda değil, geleneksel dindarlığın olduğu yerlerde de 14-15 yaş, evlilik için ‘normal’ görülüyor. TÜİK’in verilerine göre 2021 yılında 7.190 çocuk doğum yaptı. Doğum yapanların 117’si 15 yaşın altındaki çocuklar oldu. Yine aynı verilere göre, 2001-2021 yılları arasında toplam 569.383 çocuk doğum yapmış. Kayıtlara girmeyenlerle bu sayının daha yüksek olduğunu belirtmeye gerek yok.

Bir haftadır gündemi meşgul eden olayda H.K.G’nin altı yaşındayken kendisine nikâh kıyıldığını söylemesi herkesi haklı olarak şoke etti. Oysa altı kadar 13-14 yaş da şoke edici olmalı. Ama bu olayda gördük ki; 13-14 yaş normal gibi gösterilmeye çalışıldı, fotoğraflar üzerinden ‘yetişkinlik’ imalarıyla… H.K.G, savcılıktaki ifadelerinde bu durumun, yani küçük yaşta nikâhın, evliliğin zamanla normal olduğunu düşünecek bir ortamın içinde kalıyor. İstenildiği kadar olmaz densin ama dini grupların büyük çoğunluğu için evlilik için adet görme yeterli görülüyor ve bugün artık regl yaşının 9-10’lara düştüğünü hatırlarsak; durumun vahameti iyice ortaya çıkıyor.

KÜLTÜREL ALTYAPI, DİNİ İNANIŞ VE YAŞANTILAR

Gelenekle, yaşanan döneme uymayan yorumlarla yüzleşmek istenilmemesi böyle durumlar yaşandığında olanı tevil etmeye, mağduriyeti normal görmeye, gördürmeye vardırıyor. Konunun önemli bir yönü, bu duruma meşruiyet, normalleştirme sağlayan kültürel altyapı, dini inanış ve yaşantılar. İkinci yön ise; devletin, hukukun ve özellikle de sosyal politikanın alanı… Devlet bu alanı tamamen denetim dışı bırakmış durumda. Oysa yaş büyütmelerden, eğitim sistemine sokulmayıştan ve yargıya yansıyan olaylarda gerekli soruşturmaların yapılmasına kadar birçok alanda denetime, takibe ihtiyaç var. Bunu sadece taciz, istismar olayları için dile getirmiyorum; nihayetinde çok küçük yaşlardaki çocukların ağır ve kapalı bir eğitime, hele de yatılı devam etmesi başlı başına sorun.

Kendileri, dünyevileşmenin maddi-manevi imkânlarını, konforunu yaşarken toplumun büyük bir kesimi için en katı kuralların uygulandığı tarikat-cemaat yaşantısını ‘kutsal kale’ gibi korumaya çalışan iktidar muhafazakârlarının bu olayda yine sesi gür çıktı. Kendi çocuklarına kreşten-üniversiteye dünya standartlarında eğitimi hak görürken; başkaları için küçük yaşta çocukların ağır baskıyla eğitim gördüğü kursları, medreseleri savunuyorlar. Taciz-istismar olmasa da hem fiziki hem de çocukların ruhsal durumu açısından sağlıksız olan bu ortamların konuşulmasını, ‘dine savaş açılmış’ gibi göstermeye çalışıyorlar. Kendi gündelik hayatlarında hiç uymadıkları bu yaşam tarzına kutsallık atfedip, sorunlarını görünmez kılıyorlar. Bu ikiyüzlülük, kadının ikinci sınıf görüldüğü, mal-eşya gibi kaderinin önce babasının sonra kocasının insafına bırakıldığı sistemi büyüten en büyük mekanizma. Mekanizma, gücünü sadece bu yapılardan değil; okul müdüründen gazetecisine, vekilinden bürokratına, yargısına, ikiyüzlülüğün bayraktarlığını yapan herkesten alıyor…

12 Aralık 2022 Pazartesi

‘Din-adam’ı tipolojisi İlhami Güler-12/12/2022

Din adamı”, kendini dinsel hakikatin mutlak temsilcisi ve tebliğcisi olarak gören kişidir. Resmen olmasa da fiilen “Peygamberlik” rolünü bile aşarlar. Peygamberlik görevi sadece tebliğdir (3/20, 5/92, 13/40, 16/35,24/54…). Peygamberler, hata/günah işleyebildikleri halde (17/74, 80/1-10); bunlar kendilerini “masum” olarak görür. Dinsel hakikate mutlak olarak haiz olduğuna ve bunu insanlara tebliğ etmesi gerektiğine inanır. Bu olgusallığın arkasında cehaletten doğan samimi bir dinsel bilinçle birlikte; çoğunlukla kişisel kurnazlık, tevazu görünümlü kibir, menfaat ve çeşitli psiko-patolojik saikler vardır. Sakal, sarık, cübbe, şalvar… gibi kisve ve şemail, bu “temsil” iddiasının riyakâr/gösterişçi sembolleridir. Bu tipolojinin niteliklerini ortaya koyabilmek için, sahici/samimi “Dindar” ve “Âlim” tiplerinden ayırmamız gerekir.

1-DİNDAR

Dindarlık, Allah’ın insan cinsine yüklemiş olduğu ahlaki sorumluluk (“Emanet”) davasını (33/72) yeryüzünde onun “Halifesi” olarak (2/30) aleni “temsil” iddiasında bulunmadan icra/ifa ve ihkak etmeye çalışmaktır. Bu da iman ve salih ameldir. Mümin, Müslim, Muhsin, Muttaki…dindarın genel sıfatlarıdır. Allah’a karşı doğru (müstakim) ve canlı bir iman, insanlara karşı adaletli ve merhametli olmak, dindarlığın içeriğidir. Özetle “Hasbî/dürüst-samimi” ve “Muhasibî/eleştirel” olmak. Bu iki nitelik, tetikte-teyakkuzda olmak anlamında Kur’an’da “Takva” kavramında birleşir. Masum/meymenetli bir yüze veya gözlere sahip olmanın ötesinde, dindarlık için herhangi bir kisve ve şemail gereksizdir. Tevrat’a inanan Yahudilerden “dindar” olanlar, kendini Rabb’e (Rahmana) adamış kişiler olarak “Ribbiyyun” (3/146) olarak nitelenmiştir. Yahudilerin melekleri, nebileri ve âlimleri (Rabbaniyyun-Ahbar); Hristiyanların, Hz. İsa’yı, annesi Meryem’i ve kendilerinin icat ettiği (57/27) Ruhbanları (din adamı) “Temsil” yolu ile ilahlaştırmaları (“erbaben”), Kur’an tarafından reddedilmiştir (3/64,80; 9/31). Peygamberlerin varisleri olarak Yahudi âlimlerin (Rabbaniyyun-Ahbar) ve Hristiyanların icat ettiği Ruhbanların kendilerini “temsil” yolu ile “din adamı” makamı oluşturarak insanları sömürmeleri ve kutsiyet aracılığı ile üstünlük/kibir taslamaları, Kur’an tarafından yine reddedilmiştir (9/34).

2- ÂLİMLER

Peygamberlerin almış oldukları vahyi/kitabı “tebliğ” etme ve doğru yorumlama veya etrafta olup-biten çetrefilli/karmaşık ahlaki olayları-olguları din açısından doğru yorumlama (Te’vilu’l-ahadis, 12/6,21) misyonu, peygamberlerle birlikte “Âlim”lere verilmiştir. “Ulema-u Beni İsrail (Rabbaniyyun-Ahbar)” (26/197), “Verrasihune fî’l- ilm” (3/7), kavramları, Yahudi âlimlerini; “Felyetefakkahu fi’d-din” (9/122) ifadesi ise, İslam’da böyle bir gurubun oluşmasının meşruiyetini ifade eder. Sağlık alanında “Tıp bilimi” ve “Doktor”un zorunluluğu gibi. İslam toplumlarında oluşan ve âlimlerin içtihatlarını halka “Fetva” olarak ileten “Müfti”ler, doktorlara benzer. Yanlış teşhisler/fetvalar mümkündür. Âlimlerin otoritesi, gerekçeli bilgi ve ilmi vukufiyetlerinden, bir de takvalarından gelir. Kutsiyetleri ve temsil yetkileri yoktur. İçtihatları, diğer âlimler tarafından gerekçeli olarak kabul veya reddedilebilir. Halk da istediğini -taklide başvurmadan- tercih eder. Onlar, içimizden birileridir. “Allim meccanen, kema ullimte meccanen=Karşılıksız öğrendiğin gibi, karşılıksız öğret” mottosunda olduğu gibi, misyonlarını icra ederken herhangi bir menfaat gözetmemeleri asıldır. Modern dönemlerde/devletlerde üniversitelerde “ilmî” veya “Bilimsel” meslek olarak (Teolog-İlahiyatçı) istihdam edilmektedirler.

3- DİN ADAMI

Yahudilikte ve Hristiyanlıkta tarihi süreç içinde “Mabet (Havra-Kilise)” oluştuğu için, ibadetleri yönetmek için de zorunlu olarak “Din adamı” oluşmuştur. Kendini mabede adama şeklindeki “Mabet Görevlisi” ile “Din adamı” nı ayırmak gerekir. İslam’dan önce Arabistan’da da “Kâbe (mâbed)” ile ilgili görevler vardı ve İslam’da da meşru görülmüştür. Ancak, “Hacc” ibadetini veya “Namaz/Salat” ibadetini gerçekleştirmek için “Din adamı” zorunlu değildir. Hatta Namaz ibadeti için “mabet/mescit/cami” bile zorunlu değildir: “Yeryüzü mescittir” (Hadis). Yahudi âlimleri (Ahbar-Rabbaniyyun) ve Hristiyan “Ruhbanları/Rahipleri/Papazları” kendilerini dinsel hakikatin ve Tanrının mutlak “Temsilcisi” olarak kutsal/masum “din-adamları”na dönüştürmüşlerdir. Bu, meşru değildir. İlmi sorumluluklarını ahlaki kriterlere uygun olarak yerine getirmeyen Yahudi âlimlerini Kur’an, “Kitap yüklü eşekler”e benzetmiştir (62/5). İslam tarihinde ise Şiîlikte Mehdiler, İmamlar, Ayetullahlar, Seyyitler, Huccetu’l-İslamlar, Şerifler; Alevilikte Babalar, Dedeler; Sünnilikte ise Veliler, Şeyhler, Zıllullahlar, Gavslar, Kutuplar, Ricalulğayb, Şeyhu’l-İslamlar, … oluşmuştur. Bunların hepsi, kendilerini -kisve ve çeşitli şemailler ile- dinsel hakikatin “temsilcileri” olarak kutsal (Kuddise sırruhu) görmüşlerdir. “Velayet” makamı, “Nübüvvet” makamı ile; Veli, peygamber ile; Keramet, mucize ile yarıştırılmıştır. Gavslara, Kutuplara, Kutbu’l-Aktablara “Paralel Tanrılık” misyonları atfedilmiştir.

“Fütuhat”, İslam adına; “Haçlı Seferleri”, Hristiyanlık adına; “Siyonizm” ise, Yahudilik adına tarihsel olarak ortaya konmuş siyasal “temsil” pratikleridir. Kilise, Cemaat, Tarikat ve İslam dünyasında bazı siyasal Partiler (“Hizbullah” gibi) de, “örgütlü” dini temsil iddiasındaki kurumsal yapılardır.

4- DİN ADAMLARINA ELEŞTİRİLER

Hz. İsa, kendilerini “din adamı” olarak gören Yahudi âlimleri şöyle eleştirmiştir: “Kimse sizi “Rabbî” diye çağırmasın. Çünkü sizin bir tek öğretmeniniz var. Hepiniz, kardeşsiniz. Yeryüzünde kimseyi “Baba” diye çağırmayın. Çünkü bir tek babanız var; o da göklerdeki babanızdır. Kimse sizi “Önder” diye çağırmasın. Çünkü bir tek önderiniz var; o da Mesihtir. Aranızda üstün olan, diğerlerinin hizmetkârıdır. Kendini yücelten (kibir), alçaltılacak; kendini alçaltan (tevazu), yüceltilecektir. Vay halinize ey din bilginleri ve Ferisiler, ikiyüzlüler! Göklerin egemenliğinin kapısını insanların yüzüne kapatıyorsunuz; ne kendiniz içeri giriyorsunuz ne de girmek isteyenlere müsaade ediyorsunuz. Vay halinize ey din bilginleri ve Ferisiler, ikiyüzlüler! Tek bir kişiyi dininize döndürmek için denizleri ve kıtaları aşarsınız; dininize döneni de kendinizden iki kat daha cehennemlik yaparsınız… Vay halinize ey din bilginleri ve Ferisiler, ikiyüzlüler! Bardağın ve çanağın dışını temizlersiniz, ama bunların içi açgözlülük ve taşkınlıkla doludur. Ey kör Ferisi! Sen, önce bardağın ve çanağın içini temizle ki, dıştan da temiz olsunlar. Siz dıştan güzel görünen, ama içi ölü kemikleri ve her türlü pislikle dolu olan badanalı mezarlara benzersiniz. Dıştan insanlara doğru kişilermiş gibi görünürsünüz; ama içte ikiyüzlülük ve kötülükle dolusunuz. Sizi gidi yılanlar! Sizi gidi engerekler soyu! Cehennem cezasından nasıl kaçacaksınız?” (Matta. Bab: 23)

Hz. İsa’nın Yahudi din adamlarına yaptığı eleştiriler, ironik bir şekilde Hristiyanlığın başına da gelmiştir. Nietzsche, “Deccal (Hristiyanlığa Lanet) “adlı kitabında Kilise ve Rahip tipi hakkında şöyle diyor: “Doğaya her türden aykırılık, günahtır. En günahkâr insan, Rahiptir. O, doğaya aykırılığı öğretir. Rahibe gösterilecek olan, nedenler değildir; tımarhanedir (Deccal, 103). “Aldanmayalım: “Yargılamayın!” derler; ama, yollarında duran her şeyi cehenneme gönderirler. Tanrının yargılamasını sağlayarak kendileri yargılarlar. Tanrıyı yüceltmekle, kendilerini yüceltirler. Tam da kendi elde edecekleri – daha doğrusu üstte kalmak için gereksedikleri- erdemleri teşvik etmekle, kendilerine erdem uğruna savaşıyorlar, erdemin egemenliği için savaşıyorlar görünümünü veriyorlar. “Biz iyi için savaşıyoruz, ölüyoruz, kendimizi “hakikat” için, “ışık” için, “Tanrının melekûtu için” kurban ediyoruz” derler. Aslında yaptıkları, yapmadan edemeyecekleridir. Ödlekçe tarzlarıyla sinerken, bunu bir “ödev” haline sokarlar. Ödev olarak görülünce, yaşamları alçakgönüllü gibi gözükür. Alçakgönüllülükleri, erdemlerinin bir kanıtı olur. Ah! Bu alçakgönüllü, iffetli, iyi yürekli yalancılık!” Nietzsche, Deccal, çev: Oruç Aruoba. İst. 1995. S. 65)

Merhum Nurettin Topçu ise, “İslam ve İnsan” adlı eserinde, İslam toplumlarında oluşan “Din adamları”nı şöyle eleştiriyor: “İslam dünyasının kavuklu müftülerle sırmalı-taylesanlı şeyhülislamlara ihtiyacı yoktur. Kalbinde analığın sırrını taşıyan, sabır ve sevgi mürşidi ilk öğretmenlere, hizmet ve şefkat âşığı hastabakıcı hemşirelere, telkinci ve temizleyici, aynı zamanda ruhlara teselli sunan, kinleri unutturan hapishane hizmetlilerine ihtiyacı var. Kavuklular değil; kalpliler “din adamı”dır…” Din görevlisi”, ahlakı ile halka örnek olan kimsedir. Onun en baştaki görevi, insanların sefaletlerinin yanında yaşamak; ister vücut ister ruhta gözüksün, lâkin, herhalde, ruhu sefalete sürükleyecek olan acıların yıktığı varlıklara (insanlara-hayvanlara-İG) uzanıp, onları yerden kaldırmaktır. “Din görevlisi”, ruhların kurtarıcısı; ahlak yaralarımızın doktorudur…. Âyin, terennüm, teganni (örneğin: kaside-ilahi-mevlit okumak; güzel sesle Kur’an okuma yarışmaları yapmak…İG) temcit, onun işi değildir. Böyle bayağı hareketler, ruhları selamete kavuşturma mesuliyetini omuzlarına yüklenen, ruhlarımızın sahibi olan insanların işi olmaktan uzaktır. İslam’da aslen ruhban sınıfı olmadığı gibi; işi-gücü merasim, teganni olan din adamları sınıfı da yoktur. Bunlar, sonraki saltanat devirlerinin uydurmalarıdır. İmam, müezzin, müftü, bu görevleri ile kendilerini “din adamı” zannetmesinler. Esasen, bunların “ilahi görev” organları olarak tanınmadıkları da son yıllardaki Diyanet projelerinde hep kendilerine yüksek maaş bağlanması davası üzerinde durulmasından anlaşılıyordu.” (N. Topçu, İslam ve İnsan. 1972. s. 38-39)

5- SONUÇ

“Takva” canlı iman, diri vicdan/düşünceli olmak ve salih amel olarak herkesin sorumluluğu; “Tebliğ”, peygamberlerin ve âlimlerin sorumluluğu; “Temsil” ise, hiç kimsenin haddine değildir. Sonucu yine rahmetli Topçu ile bağlayalım: “ Müslümanlık bugün müminlerine namaz kılmak, oruç tutmak gibi bir takım hareket kaideleri veren ölü dinlerdendir. Bundan daha öteye gitmiyor; ruhlara hiçbir gıda vermiyor; sanki ruhunu kaybetmiş gibidir. Yalnız bir takım hukuk ve hareket kaideleri sunmaktadır. Müminleri içerisinde pek zor teneffüs edilen geleneksel bir hayatın örfleriyle kaidelerinden örülmüş bir ağın içerisine hapsetmiştir. Onların içsel dileklerine hiçbir doyum getirmiyor. Ruhu eziyor; onu ne yükseltiyor, ne de kurtarıyor. Yüzyıllardan beri İslam dünyasında dini hareket görünmüyor. İslam, hâlâ Arap istilaları devrinde olduğu gibidir. Neşriyat ve tedrisatları hep aynı şekildedir. Bunlar, din-adamlarının dairesinin dışını aydınlatmamaktadır. Büyük ruhlar yetiştirmiyor. Müslümanları birbirine bağlayan yegâne bağ, başka dinden olanlara karşı düşmanlıklarıdır; gelenekleri ile muhafazakârlıklarıdır. Onlar, yabancılar hakkında taşıdıkları kinle yaşamaktadırlar. İslam dünyasında meydana çıkan mezhepler ve gün ışığına çıkan bütün hareketler, hep yabancılar halkkında yaşattıkları kinin ederidir.”(N.Topçu, İslam ve İnsan. 1972. s 18-19)

11 Aralık 2022 Pazar

Skandal ve istismar üreten hiyerarşiler dini ve ahlakı sömürüyor Bülent Şahin Erdeğer-11/12/2022

Bir kız çocuğu 14 yaşında doğum yapıyor. Mahkemenin delil kabul edip ciddiye alıp kabul ettiği iddianameye giren ses kayıtlarına göre sanık, davacı ile 6 yaşında evlendirilmiş. Sanığın itiraf niteliğindeki kendi ifadesine göre çocuk, 6 yaşından ergenlik yaşına girene kadar da cinsel birlikteliğe zorlanmış yani tecavüze uğramış. Mağdur, 14 yaşında hamile kalınca konu devletin sağlık kayıtlarına giriyor. Tarikat kızın kemik yaşını büyütmek için başkasını muayeneye sokuyor. Bu travmatik süreç sonunda boşanan kadın yaşadıklarını delilleriyle birlikte mahkemeye, bir gazeteci de iddianame üzerinden olayı kamuoyuna taşıyor.

Aslında benzeri pek çok davaya adliye muhabirleri şahittir. Halkımız da özellikle sabah ve ikindi kuşağı Müge Anlı-Esra Erol tarzı programlardan haberdar oluyor böyle vakalara.

Olayın adliyeye intikal eden boyutlarından ziyade böyle bir skandal ortaya çıkınca gösterilen tepkileri, alınan tavırları analiz etmek gerekiyor. Çünkü insanın olduğu her yerde insanın tüm çelişkilerinin de olduğu gerçeğini yok saydığımızda doğru tavır almayı da göz ardı ediyoruz. Hukuk da bunun için var. İnsanın suç potansiyelinin başka insanlara zarar vermemesi, suçun işlenmeden önce engellenmesi yani hem potansiyel olarak suç işleyebilecek insan(lar)ı ve o suçtan zarar görebilecek insan(lar)ı korumak için hukuk var. Hukuku yok sayıp ilişkileri sadece insanların kendilerine bıraktığımızda ise istismara yol vermiş oluyoruz.

Yukarıda özetlediğim durum gazeteci tarafından ortaya çıkartılınca sanık da tarikatın liderlerinden biri olduğu için konu sadece adli bir vaka olmaktan çıkıyordu. İsmailağa tarikatı 2000’li yıllarda genişleme gösterince tarikata bağlı alt gruplar ortaya çıktı. Bu alt gruplar da genellikle ilçe ya da mahalle eksenli dernek ve vakıflar şeklinde örgütleniyorlar.

Hatırlayalım: Temmuz 2020’de Ümraniye’de İsmailağa Cemaatine mensup Fıkıh-Der Kur’an Kursu’nda yatılı kalan 6 öğrenciyi istismar ettikleri ve onlara eziyet ettikleri gerekçesi ile tutuklu yargılanan 3 sanık “Çocuğun zincirleme cinsel istismarı” ve “Çocuğa eziyet” suçlarından toplam 139 yıl 5 ay 22 gün hapis cezasına çarptırıldı. Mahkemeye çıktıklarında ise mollalar kendilerini çocukların eşcinsel eğilimleri vardı, Mahmud Efendi ve Cübbeli Hoca’ya küfrediyorlardı diyerek savunma yaptılar.

Hatırlayalım: Kasım 2021’de Kocaeli’nin Gölcük ilçesinde İsmailağa Cemaatine mensup Ömer San “Hoca” bir genci “Sana eşcinsel cin musallat olmuş” diyerek cinsel ilişkiye yönlendirdi. İfadeler o kadar pornografik ki burada detayları yazmaktan utanıyorum.

Erzurum’daki Kur’an kursunda cinsel istismar davasını hatırlayalım: Belletmenin ‘cinsel istismar’ ve ‘işkence’ davalarına Ekim 2022’de birleştirme kararı verildi Erzurum’da bir Kur’an kursunda 7 çocuğa cinsel istismarda bulunduğu gerekçesiyle yerel mahkemenin verdiği 119,5 yıl hapis cezası karar istinaf mahkemesi tarafından bozulan belletmen Hakan Aslankafa, bu kez de çocuklara işkence ve eziyet suçundan 7’nci Asliye Ceza Mahkemesi’nde hakkında açılan davada hakim karşısına çıktı.

Bu yaşanan son üç olayda da dindar camia, cemaatler kendilerinden beklenen ahlaki refleksi vermediler. 300’ün üzerinde STK’ya sahip geniş bir örgütlenme ağına ve sosyal tabana sahip bu çevreler havaya bakıp ıslık çalmayı tercih ettiler. Oysa yaşanan bu suçların hepsi hiyerarşik piramit yapılar içerisindeki emir-komuta disiplininden yararlanılarak işlenmişti. Peki bu sessizlik ve hatta tevil, örtbas çabaları neden?

Konu 3 boyutlu. Bu 3 alanda da at izi it izine karıştırıldığından, mevzuyu anlama ve çözüm arama yerine sorun üzerinden geçinme, siyasi hesaplaşma yapma aracı olarak kullanma maalesef ülkemizin tüm kesimlerine, medyasına ve siyasetine nüfuz etmiş bir zehirlenme durumu...

1. DİNİ MÜKTESEBAT / ZİHNİYET

Birinci boyut bu gibi skandallara kaynaklık eden suçları meşrulaştıran dini müktesebat alanı. Müslüman tarihinde gelişen geleneksel fıkıh literatürü, küçük kızlar ile ergenliğe girer girmez nikahlanılmasına yani cinsel ilişki kurulabilmesine izin verir. Gelenekçi bakışa göre evlilik için herhangi bir yaş sınırı yoktur. Ancak zifafa girmek yani cinsel ilişki için regl görmesi beklenir. Mezheplerin geneli bu konuda uzlaşı halindedir.

Bu izin/meşrulaştırma da bazı ayetlerin yorumuna ve çeşitli rivayetlere dayandırılır. Gelenekçi dindarlık bu sebeple ailelerin rızası varsa küçük kızlar regl olur olmaz büyük erkeklerle ya da yaşıtlarıyla evlendirilmesini normal karşılar. Bu sebeple günümüzde de kimi vaizler ve gazeteler İslam’ın olmazsa olmaz bir hükmüymüş gibi(!) bu hususu hararetle savunurlar. Oysa Kur’an’a göre küçük yaştaki çocuklarla evlenmeye izin şöyle dursun evlilik çağının kişinin kendi kararlarını verebilecek olgunluğa Rüşd çağına gelebilmesi olarak tanımlanır. (Nisa 4/6)

Bir de tüm gelenekçi dindarları kapsamayan ama kimi Tasavvufi kaynaklarda olumlanan eşcinsellik olumlanır. Bu sorunlu dini müktesebat psikolojik sorunlar ve travmalar, aşırı bastırılmış cinsellik gibi sağlık problemleri ile birleşince ortaya çift kişilikli, kendi içinde çatışan, davranış bozukluklarına malül bir insan tipi çıkartıyor. Böyle bir suç/istismar potansiyeli emir komuta zincirinde kendisine sorgusuz sualsiz boyu eğen küçük çocukları, erkekleri ve kadınları istismar edebileceği kendine özel bir gizli alan yaratıyor. Bu alanı koruyan ve suçların devam etmesine münbit bir atmosfer sağlayan da en azından kurumsal itibarını tehlikeye sokmamak için suçları örtbas eden, denetime kapalı hiyerarşik sistem de cabası.

Bu tip vakalar sadece Müslümanlar içerisinde örgütlenen tarikatlarla sınırlı da değil. Katolik Kilisesi’nde, Protestan ve Mormon tarikatlarda, Hindu ve Budist kültleri, ezoterik New Age Teosofi yapılarında da seküler ideolojik örgütlerde de benzer şeylere rastlıyoruz.

Piramit şeklinde kayıtsız şartsız emir komuta örgütlenmesiyle organize olan inanç grupları bir süre sonra yapıları gereği çıkar grubuna dönüşmekte, sivilliklerini kaybetmektedirler.

28 Şubat döneminde bizzat devlet eliyle dindar kesime yönelik yürütülen psikolojik harp operasyonları sebebiyle muhafazakarlar skandal haberlerine kuşkuyla yaklaşıyor. Hiyerarşik yapıların yönetim kademelerinde olanlar kendi yapılarının itibarını koruma pahasına bu tip suçları sümenaltı ederken iyi niyetli taban ise ahlaki değerleri sebebiyle kendi grubu içinden böyle çelişkili hareketlerin zuhur edemeyeceğini düşünüyor. Yapıya olan mutlak güvende oluşacak en ufak bir çatlağın tüm dini hayatını yıkacağına dair bir endişe/korku hakim. Yapıya ve kardeşlerine böylesi suçları yakıştırmama da cabası. Oysa her ne pahasına olursa olsun “kabile asabiyeti” korumacılığı yerine hakkın ve hukukun herkese eşit uygulanması ve özeleştiri kültürünün yerleşmesi gerekiyor.

BEYİN DAMARLARI TIKALI AKADEMİ FELÇ

Özellikle son 10 yıldır İlahiyat fakülteleri ve İmam Hatipler açıkça kuşatılmış ve bu hiyerarşik çıkar grupları tarafından felç edilmişlerdir. Konu özelinde örnek vermek gerekirse çocuk yaşta evliliklerin İslâm açısından gayrimeşru olduğunu akademik çalışmalarla anlatan İlahiyatçı Dr. Fatih Orum’un akademik hayatı bahsi geçen grupların çabalarıyla engellenmiştir. Benzeri itibarsızlaştırma kampanyalarına bir çok akademisyen maruz kaldı. Sağlıklı dinî bilgilenme-eğitim alanlarının bu kuşatmadan azade kılınarak özgürleştirilmeleri muhalefet partilerinin eylem planları arasında yer almalı. Bugüne kadar bu konuda herhangi bir siyasal söylem geliştirilebilmiş değil.

2. HUKUKU ESAS ALMAK: KUTUPLAŞMA PARANTEZİNDEN ÇIKABİLMEK

Bu durum elbette tüm tarikat mensupları böyledir demek değil. Tasavvufi gruplara mensup pek çok insan da vicdan sahibidir, fıtratına sadıktır. Gerek tasavvufi gerekse de sufi olmayan dini cemaatler aşevleri, okul, yurt, sosyal dayanışma, insani yardım gibi alanlarda topluma pozitif işlevlere de sahiptir. Kamuoyu araştırmalarına göre toplumumuzun %6’sı doğrudan bir cemaate ya da tarikata mensup. %10 ilâ %20’lik bir toplumsal kesim de cemaatlere tarikatlara mensup olmasalar bile bu grupların nüfuzlarının etkisinde.

PEKİ GENELLEMELERDEN NASIL KURTULACAĞIZ?

Bu gibi skandalların medyada yer alış tarzı, kurulan dil laik-anti laik ekseninde kurulduğunda kullanılan semboller, atılan sloganlar 28 Şubatçı bir retorik üzerinden şekillendiğinde dindar taban arasındaki kuşku, tevil ve korumacı eğilimler de artış gösteriyor. Bu sebeple insan hakları ve hukuku eksene alan bir dil, inanç özgürlüğünü güvence alan ama hiyerarşik içe kapalı yapılar yerine şeffaf, sivil ve yatay örgütlenmeleri teşvik eden denge-denetleme sistem gerekiyor. Yasakçı söylemler, sosyolojik tabanı olan hareketleri “kapatmak” bu gruplara mazlumiyet kazandırarak yeraltına çekilmelerine, aşırı politize olmalarına dahası bu tip suçların çok daha gizlice üremesine yol açmakta. En azından tarih buna şahit. Velhasılı HDP’yi kapatarak terör sorununu çözmeyeceğimiz gibi tarikatları kapatarak da bu suçların önüne geçemeyiz.

3. ERKEN EVLİLİK İLE ÇOCUK İSTİSMARINI AYRIŞTIRMAK

Erken evlilik sorunu hassas ve mayınlı bir arazi. Kayıtlara göre ülkemizde takriben 20 bin aile, 16 yaşından küçük kızlarını evlendirebilmek için mahkemelere dava açmış. Yasalara göre 16-17 yaş gençler zaten hakim izniyle evlenebiliyor. 11-16 arası evlilikleri mazur-meşru görmek ise çocuk istismarına kapı aralamakta. Kur’an’ın rüşd tanımıyla medeni hukuktaki 16 ilâ 18 yaş süreci uyumludur.

Erken evlilik sorunu kutuplaşma sebebiyle sağduyulu biçimde konuşulamamakta. Mevcut mağdurlar için bir defalığına mahsus düzenleme yapılmalı ama sonrası için çok net bir tavır alınmalı. Böyle net bir tavır maalesef görülemiyor. Bu da kutuplar arası güvensizlik savaşını körüklüyor. 11-16 yaş arası evlilik kimsenin aklının ucundan bile geçemeyecek hale getirilmeli. Ancak mevcut gelenekçi din anlayışı buna engel. Suçu meşru gören Din anlayışı ile Hukuk arasında sıkışmış bir iktidar ve tabanı var. Oysa Allah’a göre Rüşd’e ermeden evlenmek haramdır. Allah razı olmaz!

11-16 yaş arası Rüşdüne ermemiş bir kız çocuğuyla evlenmeyi ya da evlilik dışı cinsel ilişki kurmayı aklından geçiren biri pedofildir. Bunu tartışmak bile zuldür. Ancak toplumsal bir sapma olarak bugüne kadar gelmiş aile çocuklar doğmuş ise ona özel bir düzenleme getirilmelidir. Rakamlar erken evlilik sorununun çok küçük bir yüzde olduğunu gösteriyor. Bu kadar küçük bir yüzdenin mağduriyeti giderilirken ülke genelinin pedofili, çocuk ve kadın istismarının meşrulaştırılmaması gibi hassasiyetleri de gözetilebilir bu kadar zor değil!

 

1 Aralık 2022 Perşembe

Metafizikten sessiz istifa Murat Çemrek-01/12/2022

Pandemiyle şöhret bulan kavramlardan birisi de “sessiz istifa” (quiet quitting). Kavram, Sezai Karakoç’un Kara Yılan şiirindeki “Ben yaşamıyor gibi yaşamıyor gibi yaşıyorum” mısraındaki ifadesinin bir anlamda iş hayatına uygulandığı haliyle düşük hatta kaybolan motivasyonun sonucunda “çalışmıyor gibi çalışmak” anlamına geliyor. Lakin burada anlatılan 40 kişinin bir yumurtayı taşıdığı ya da Sovyet dönemi bir işyeri fıkrasındaki “Patron devlet bize maaş veriyor gibi yapıyor, biz de çalışıyor gibi yapıyoruz” ifadesindeki verimsizliği değil bireyin işyerindeki ücret ve dikey promosyon olarak maddi ve/ya değerli hissetmek gibi manevi beklentilerinin karşılanmadığını düşündükçe sadece iş tanımına girenleri yapıp üretkenliğini kaybetmesi. Kavramın daha ziyade iş dünyasını ilgilendirmesine rağmen şöhret olması da sosyal medyada viral hale gelmesi sonucunda oluyor. Modern insanın adeta kariyeriyle özdeşleştirilmesinin sonucunda “başka bir insanlık da mümkün” taleplerinin ayyuka çıkmasından başka bir şey değil aslında bu gelişme. Hatta bir tür sessiz feryat desek de pek yanılmış olmayız.

Bu kavramı öğrendikten sonra aslında benzer bir sessiz istifanın metafizik bağlamda olduğundan hareketle giderek birçok mecrada ifade edildiği üzere deizmin, agnostisizmin hatta ateistleşmenin yaygınlaşmasını açıkladığı kanaatine vardım. Son dönemde Türkiye’de çok dillendirilen, özellikle artık her olumsuzlukta günah keçisi haline getirilen Z Kuşağı arasında arttığı düşünülen, genelde dinden özelde İslam’dan uzaklaşma anlamında da kullanılabiliyor bu kavram. Bireysel gözlemim, gençlere atfedilen bu dinden uzaklaşma eğiliminin daha yaşlı kuşaklarda da kabul görüp dünyevileşmenin ya da materyalistleşmenin giderek yaygınlaşması. Bu bağlamda, dinin siyasal ve kurumsal etkinliğiyle kamusal alanda görünürlüğü arttıkça dostlar alışverişte görsün kabilinden ya da başımıza bir şey gelmesin diye belirli dinsel ritüellere katılımın riyakarca sürdürülmesinden ya da umarsız bir umursamazlığın görünümlerinden daha fazlası değil. Bir siyaset bilimci olarak kurumsal veya değil, genelde din özelde inanç meselelerinde beni fenomenin teolojik hatta sosyal boyutları cezbetmiyor, beni ilgilendiren buradan siyasetin yeniden nasıl kurgulandığı ve böylece iktidarın nasıl dönüştüğüdür. Yoksa Voltaire’in “Tanrı olmasaydı bile biz onu icat etmek zorunda kalacaktık ama bütün tabiat O’nun varlığını bize haykırmaktadır” ifadesindeki gibi bir kelam tartışmasına girişmek değil zaten amacım, çünkü dinsel inancı ve siyasal izdüşümünü verili olarak alıyorum.

Artık dilimize pelesenk ettiğimiz pandemiyle tedarik zincirlerindeki lojistik kırılmanın tetiklediği ve Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle derinleşen küresel enerji piyasalarındaki dengesizliğin ivmelendirdiği küresel ekonomik kriz kaçınılmaz olarak yaşadığımız dünyayı daha fazla maddi cihetten fark etmemizi sağladı ya da maddileştirdi. Aynı şekilde insanın biyolojik yönü, pandemiyle birlikte diğer boyutlarına ağır bastı. Elbette kapitalizm küreselleştikçe maddi olan manevi olana galebe çalmaktadır. Hal böyle olunca da sadece özelde din genelde herhangi bir inanç değil, manevi alanın içine giren örneğin aşk veya değerler de değer kaybetmektedir. Böylece insanın biyolojik yönü ağır bastıkça, bu tarafı tatmin edebildiysek gerisi zaten hallolur anlayışı daha fazla kabul görmektedir.

DİNİN KURUMSALLAŞMASI

Aşkın -geçtim ilahi olanından- insani olanının bile bu kadar cinselliğe indirgendiği bir dünyada, metafiziğin tabutuna son çivi de çakılırken insan aşkın olanla bağını giderek kaybetmektedir. Bu bağlamda, din sadece bir inanç meselesi değildir hatta hiçbir zaman da olmamıştır. Zira bütün dinler, ontolojilerinin gereği, kurumsallaştıkça kaçınılmaz olarak bir sistem mühendisliği çerçevesinde bürokrasilerini de inşa eder ve aynı zamanda ahlaki normlarla bezenmiş bir hukuk üretirler. Zaten bir hukuki çerçeve inşa ettiğinizde bunun sistematik bir düşünce setinden ziyade uygulamaya geçebilmesi eşyanın tabiatı gereği bir bürokrasisinin inşasını gerekli kılar. Dinin kurumsallaşmasının dışında kalan inanç sahipleri için -pratiklerinden bağımsız olarak- “inançlı ama dindar değil” gibi bir tanımlama anlamlı olmaktadır. Zira bu anlam, bireylerin herhangi bir dinin inanç çekirdeği konusunda temel görüşü içselleştirdiklerini ama bunu pratiğe çevirme konusunda ne o işleyen sistematiğe ne de o bürokrasiye ihtiyaç duyduklarını duyurmaktadır. Kaldı ki dindarlık, din sahibi olmanın ötesinde interaktif bir ilişkinin sonucu olarak dinin kurumlarıyla da bireyi sahiplenmesidir.

Dinin sosyal boyutunda ise hem bireyler arası hem toplumsal bağların hem de sosyalleşme süreçlerinin sınırları çizilir, çünkü günün sonunda din sadece bir inanç değil o inancın nasıl hayata geçirileceği ve böylece bireyin ve yaşadığı toplumun şekillenmesidir. Görüldüğü üzere din doğası gereği siyasaldır, zira bütün dinler yeryüzünde ebedi bir esenliğin tesisi için ilahi emir ve yasaklar vaaz ederler. İşte bu emir ve yasakların da pratiğe geçirilebilmesi için bir otoriteye ihtiyaç duyarlar. Bu otorite inşası dine özgü değildir, zira herhangi bir emir ve yasağın uygulanabilmesi ve bunun bireye ve topluma mal edilebilmesi, kısacası herhangi bir hukuk mevzuatının uygulanabilmesi ancak siyasal otoriteyle mümkündür ya da bunu mümkün kılan otorite siyasaldır. Örneğin, uluslararası hukukun iç hukuktan temel farkı, birincisini uygulayacak devlet gibi belirgin bir otoritenin yokluğudur. İç hukukun uygulanabilmesi için kolluk kuvvetlerinden tutun da yargı bürokrasisi ve bu yargının işlediği hapishanelere kadar geniş bir yapı ortadadır. Bu yapıyı inşa edemeyen ne bir inanç ne de bir fikir hayatta kalabilir, kalsa da sönükleşir.

METERYALİST RASYONALİTE

Maneviyattan sessiz istifa, materyalist rasyonaliteyi belirginleştirmektedir. Ölüm sonrası öbür dünya inancı, bu dünyanın geçici zevkleri ve acılarından ebedi olanlar için vazgeçmeyi veya bunlara katlanmayı gerekli kılmaktadır. Bu dünya, sonrasının bir tarlası olarak bir meşakkat yurdu, bir sürgün hatta bir çilehanedir. İnsan ruhunun koptuğu anakaraya ulaşabilmesi ancak bir geçiş tüneli veya bir anahtar olarak ölümle mümkündür. Mevlana’nın ölümünün her yıl düğün gecesi (Şeb-i-Arus) olarak anılması bu anlayışın kristalleşmiş halidir. Lakin hiçbir din bu geçişi hızlandırmak için intiharı olumlamaz. Aynı şekilde birer ilahi imtihan olarak görülen hastalıklar da ne kadar elem verici olurlarsa olsunlar bunlara katlanmak ve şifalanmak için gerekli sebepleri aramak gereklidir ama ötenazi de olumlu karşılanmaz.

Materyalist bir perspektifle öbür dünya, eşyanın tabiatı gereği bilgi alanına değil inanç alanına tekabül ettiğinden varlığı ancak ihtimal dahilindedir ve dünyaya atfedilen önem “eldeki bir kuş daldaki iki kuştan değerlidir” ilkesinden hareketle bu dünya ve sundukları bir imtihan değil tam tersine yegâne alan olarak betimlenir. Tarih boyunca maddi olana erişim kolaylaştıkça manevi olana ilgi azalmıştır. Bir diğer paradoks da dinlerin kurumsal güçleri ve dolayısıyla kamusal görünürlükleri arttıkça maneviyatın zayıflamasıdır. Örneğin, Katolikliğin güçlenmesiyle debdebeli kiliseler en çok da bu dinin müntesiplerince “Hz. İsa fakirdi ve fakirleri severdi” bilgisiyle çeliştiğinden, bireylerin inanç alanından kopuşunu kolaylaştırmıştır. Çünkü bilgi ve inanç özünde iki ayrı alanı temsil etmektedir. Bildiklerimize inanmamıza gerek yoktur ve bil/e/emediklerimize de doğal olarak ya inanırız ya da inanmayız. İlla dinsel olması gerekmiyor; herhangi bir inanç nihai kertede bir ikna oluş, teslim oluş kısacası itminan halidir. Öte yandan bilgilerimiz de inançlarımız da istikrarlı olsalar bile sabit değillerdir ve değişime münhaldirler. Doğru bildiklerimiz zamanla yanlışlanabilir ya da yanlış bildiklerimiz doğrulanabilir, inançlarımız başka inanışlarla ortadan kalkabilir veya en azından pratik geçerliliklerini kaybedebilirler. Dahası, herhangi bir dinsel inanç bilgi alanına tekabül etmediğinden agnostik olmayı gerektirir çünkü bilsek zaten inanmamıza gerek yoktur.

TERS YÜZ OLAN DEĞERLER

Öte yandan zaman, her anlamda getirdiği değişim ve dönüşümlerle bireyin ve toplumun algılarını çeşitlendirmektedir. Nasıl ki beş yaşındaki dünyayı kavramsallaştırmamız 15 yaşında anlamlı gelmiyorsa, hayatımızın herhangi bir döneminde anlamlı bulduklarımız da anlamsızlaşabilir veya daha önce anlam dünyasında yeri olmayanlar anlam kazanabilir. Bu durum değerler dünyası için de geçerlidir. Bireysel ve/ya toplumsal anlamda değer atfettiklerimiz zamanla tersyüz olabilir. Genelde modernite hatta artık hiper-modernite ve özelde kapitalizm bu değişimin aynı modada olduğu gibi hızını ve ivmesini artırmaktadır. Daha öncesinde yüzyıllara şamil değişimler on yıllarda hatta daha kısa sürelerde gelip geçmektedir. Güncel bir örnek vermek gerekirse Metaverse, NFT veya kripto piyasalarının pandemi sürecinde hızla değerlenip aynı hızda yere çakılması sanırım bu baş döndürücülüğü açıklamaktadır. O yüzden modern insan, limansız bir denizdedir ve kendisini denizci düğümüyle bağlayabileceği bir kulp arayışındadır. İşte madalyonun öbür yüzünde tam da kişinin kendini çıpalayacağı bir limanın olmaması maneviyat ihtiyacını kamçıladığından yeni dinsel hareketler ön plana çıktığı gibi kadim dinler de varlıklarını sürdürebilmektedir.

Sonuç olarak, son dönemde giderek yaygınlaştığı düşünülen, genelde dinden özelde aşkın olandan uzaklaşmayı aslında bir tür sessiz istifa hatta sessiz feryat olarak okumak ve aşkı/nı mümkün kılabilmenin çarelerine bakmak gerekmektedir. Aksi halde Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde piramidin en altındakileri sağlamaktan öteye geçemeyen mankurt bir insandan fazlası olamayacağız ve bunu da çalışma günlerini beşten dörde indirerek aşamayacağımız aşikârdır.

MURAT ÇEMREK KİMDİR?

ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nde lisans, Bilkent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nde yüksek lisans ve doktora çalışmalarını tamamladı. Bilkent, Atatürk Alatoo (Kırgızistan) Selçuk, El Farabi (Kazakistan) Üniversitelerinde ve Polis Akademisi’nde dersler verdi. Ahmet Yesevi Uluslararası Üniversitesi’nin (Kazakistan) Avrasya Araştırma Enstitüsü’nün Kurucu Müdürlüğünü yaptı. Necmettin Erbakan Üniversitesi’nde Bölüm Başkanlığı görevini yürütüyor