Aile arasında veya arkadaş çevremde söz ne zaman Kemal Atatürk’e ve Cumhuriyetin ilk yıllarına gelse ve ben ‘kuruluşta yapılan yanlışları’ söz konusu etsem, hemen karşıma peş peşe şu mazeretler sıralanıyor: Savaştan çıkmış bir ülke… Yıkılmış bir imparatorluğun enkazı… Yoksul, cahil ve eğitimsiz halk… Bizi parçalamak isteyen dış güçler… Saltanatçı/Hilafetçi gerici iç düşmanlar… ‘Dönemin şartları’ bir kapı gibi yüzüme kapatılıyor ve tartışma bitiyor. Tabi ‘kafa konforlarını’ bozmak istemeyenler için… Kemal Atatürk’ü eleştirme cüreti gösteren(!) Daron Acemoğlu’nun sözleri de benzer tepkiler ve hakaretlerle karşılandı. Fakat rahatımızı biraz bozmalı, bize ezberletilenlerden kuşku duymalı ve ‘anakronizme’ düşmeden samimiyetle sormalıyız: Dönemin şartları gerçekten hak ve özgürlüklerin teminat altına alındığı ‘gerçek bir hukuk devleti kurulmasına’ engel miydi? Başka bir cumhuriyet mümkün müydü? Dahası, Cemal Süreya’nın dediği gibi: “Suç mu Atatürkçü olmamak!?”
‘Dönemin şartları içinde’ yazılıp
konuşulanlara [Meclis zabıt ceridelerine, hatıratlara ve gazete yazılarına]
bakarak Cumhuriyet’in ilanına giden ‘yoldaki liberal işaretlere’ dikkat çeken
Cemil Koçak, Mehmet Ö. Alkan, Ahmet Demirel, Mete Tunçay, Taha Akyol gibi açık
fikirli araştırmacılar tarafından yapılan, yakın siyasi tarihimizi daha berrak,
daha anlaşılır kılan alternatif çalışmalar bu soruya ‘evet’ cevabı vermemize
olanak sağlıyor: evet, başka bir cumhuriyet ve modernleşme mümkündü!
Millî Mücadele bittiğinde ve saltanat
kaldırıldığında, ülke iki model, iki seçenek arasında tercih yapmak zorundaydı
artık: kuvvetler ayrılığına dayanan daha demokratik ve özgürlükçü bir
cumhuriyet mi; yoksa kuvvetler birliğine dayanan daha otoriter ve devrimci bir
cumhuriyet mi? Sanılanın ve Kemal Atatürk’ün Nutuk’ta iddia ettiğinin aksine,
Birinci Meclis’te ve Cumhuriyet’in kuruluş günlerinde kendisine muhalefet
edenler “saltanatçı/hilafetçi/gerici” değillerdi. Bu ithamlar tamamen
siyasiydi. Anadolu işgal altındayken, Millî Mücadele sürerken bile Mustafa
Kemal ile Birinci Meclis arasında daima bir ‘yetki satrancı’ yaşanmıştı.
Demokrasi şuuruna sahip muhalif vekiller ‘otoriterleşme endişesi’ nedeniyle
hırslı Meclis Başkanı’nı frenlemeye çalışırken, Meclis Başkanı Mustafa Kemal
Paşa da daima elindeki yetkileri arttırmak için uğraşmıştı. Kurtuluşta ‘savaşı
kazanabilmek,’ kuruluşta ‘devrimleri yapabilmek’ için…
“Biz inkılabı fikirle yapacağız ki payidar
olabilsin… Kanla değil, fikirle inkılap yapacağız” diyen, “Ey Kâbe-i millet,
sana da mı taarruz, Ey milletin iradesi, sana da mı taarruz!” diye haykıran,
Birinci Meclis’in gür ve demokrat sesi Hüseyin Avni Ulaş… “Fikir zincirlenemez”
diyen şehit Ali Şükrü Bey… “Kuvvetler birliğinin sonu istibdattır” diyen Mersin
mebusu Selahattin Bey… Başkumandanlık müzakereleri esnasında bir “Napolyon
yaratılmasından” endişelenen Afyon mebusu Hulusi Bey… Mustafa Kemal’in partiler
ve şahıslar üstünde “tarafsız bir hakem, bir milli rehber, sembolik bir devlet
başkanı, kurucu baba” olarak kalmasını, parti reisi sıfatıyla kendisini
gündelik politika içinde yıpratmamasını isteyen… Toplumların geçmişe ve
geleneğe bağlı kalarak bir “imtidad” içinde değişmesi gerektiğini kabul eden
İngiliz siyasi terbiyesine inanmış, inatçı ama ılımlı ıslahatçı Rauf Orbay…
“Uzun baskı ve hafiyelik geleneğinin” hemen yeni rejimin bir parçası olduğunu
düşünen Halide Edip... “Avrupa devletleri tarzında bir Türk hükümeti vücuda
getirmek gerektiğine” inanan, yalnız kalemiyle “hürriyet-i efkâr” fikrini
kuvvetle savunan Batılılaşmacı Hüseyin Cahit Yalçın… “Türkiye’nin bir kışla
haline getirilmesine” karşı çıkan [ünlü romancımız Orhan Kemal’in babası]
Abdülkadir Kemali Bey… Girilmekte olan dönemi “ihtilal sarası” benzetmesiyle
eleştiren İstanbul Barosu Eski Başkanı Lütfi Fikri Bey… En mühim mesele olarak
gördüğü “teceddüt” yani yenilik meselesinin nasıl ve hangi şartlar altında
yapılacağına dair endişeleri bulunan muhafazakâr demokrat Velid Ebuzziya Bey…
Yeni bir rejim kurulurken ‘gericiler ve bölücüler’ değil, işte bu isimler,
demokrasi, kuvvetler ayrılığı, hukuk devleti diyen bu çok sesli ‘demokrasi
korosu’ bastırılmış ve susturulmuş, Cumhuriyet ‘devrim ve hız’ adına
‘istibdada’ teslim edilmişti.
Modern Türkiye’nin kurucu babası Kemal
Atatürk, doğulu, geleneksel ve Müslüman bir toplumu otoriter yöntemlerle çok
kısa bir sürede Batılı, modern ve laik bir topluma dönüştürmek istiyordu çünkü.
Gelişimin bütün basamaklarını atlaya atlaya: emirle, yasakla ve sopayla…
Cephede, mum ışığında Avrupalı filozofların kitaplarını dikkatle okuyan,
Fransız İhtilaline derin bir hayranlık besleyen Mustafa Kemal’in kafasındaki
kültür devrimini hayata geçirebilmesi için muhalefet yerine disiplinli bir tek
partiye, eleştirilerin yerine sessizliğe ve itaate, kuvvetler ayrılığının
yerine kuvvetler birliğine, demokratik bir rejim yerine otoriter bir rejime
ihtiyacı vardı. Henüz otuz yedi yaşında, İttihat ve Terakki’nin ‘B takımına’
mensup, Batılılaşmacı, pozitivist ve pragmatik bir genç subayken, daha 1918’de
yani, böbrek sancıları çektiği Karlsbad’da tuttuğu küçük kareli deftere yazdığı
gibi, o “yavaşlığa ve rızaya” değil “hıza ve zora” inanmaktaydı: “Benim elime
büyük yetki ve güç geçerse ben toplumsal hayatımızda arzu edilen inkılabı bir
anda, bir ‘coup’ [darbe] ile tatbik edeceğimi zannederim. Zira ben, bazıları
gibi alt tabakanın ve ulemanın zihnini, yavaş yavaş benim zihnimde
tasarladıklarım derecesinde arzu ve tefekkür etmeye alıştırmak suretiyle bu
işin yapılacağını kabul etmiyor ve böyle hareket etmeye karşı ruhum isyan
ediyor.” İlhamını gökten ve gaipten değil ‘meclis istibdadına dayanan otoriter
demokrasilerin manevi babası’ Rousseau’dan, Robespierre’den, Napolyon’dan
almaktaydı. Karabekir’e dediği gibi “muhalefet istemiyordu” ve tabiatta-âlemde
“kuvvetler ayrılığının olmadığına” adeta iman etmişti. Ona göre “inkılabın
kanunu mevcut kanunların üstündedir!”
Bir asırlık tecrübe göstermiştir ki ta
kuruluştan bu yana ‘siyaset’ hukuktan, ‘devrimler’ kanunlardan, ‘devlet’
bireyden, sivil ya da asker ‘otoriter liderler’ meclisten/milletten/sivil
toplumdan her zaman çok daha güçlü olmuştur. Kadim ‘ceberut/despotik’ devlet
anlayışını değiştirebilmek/yumuşatabilmek için, bunu ‘samimiyetle’ istiyorsak,
geçmişimizi, geçmişte yapılan yanlışları çok iyi okumak, bilmek, öğrenmek belki
hepsinden de önce ‘serbestçe’ tartışabilmeliyiz ki aynı hataları
tekrarlamayalım!
Atatürk’ü, Cumhuriyet’in ilanını ve
radikal devrimlerini Osmanlı/Türk modernleşmesinin bir parçası, bir dönemeci
sayarsak ‘rahatlayacağız’ ve daha sağlıklı değerlendirebileceğiz. Mustafa Kemal
Osmanlı askeri okullarında eğitim aldı. Namık Kemal’den, Tevfik Fikret’ten,
Abdullah Cevdet’ten, Ziya Gökalp’ten, aydınlanmacı Fransız filozoflardan
etkilendi. Tedavi için ya da askeri ateşe olarak gittiği Batı şehirlerinde
gözlemlerde bulundu. Bol bol okudu ve notlar tuttu. Tanzimat ile başlayıp
Meşrutiyetle çiçeklenen devrin yetiştirdiği bir adamdı. Kendine özgü kurumlara,
üretim biçimine ve alışkanlıklara sahip Osmanlı İmparatorluğu,
Rönesans-Reform-Coğrafi Keşifler-Aydınlanma Çağı-Sanayi devrimi süreçlerinden
geçmiş Batı karşısında peş peşe aldığı askeri yenilgiler nedeniyle çözümü
‘modernleşmekte’ buldu. 19. yüzyılın başında aceleyle tutulan batılılaşma
yolunda atılan ilk adım, modern Batı orduları karşısında artık ilkel ve zayıf
kalan geleneksel Yeniçeri Ocağı’nı kaldırmak ve Avrupalı bir ordu kurmaktı.
Bunu hukuk alanında yapılan reformlar takip etti: 1839 Tanzimat Fermanı, 1856
Islahat Fermanı, 1876 Birinci Meşrutiyet ve 1908 İkinci Meşrutiyet…
İmparatorluğun en uzun yüzyılına dair okuyanlar cumhuriyet, laiklik, demokrasi,
kadın hakları, meclis, padişahın gücünün sınırlandırılması, milli hakimiyet,
hukukun üstünlüğü gibi fikirlerin Osmanlı/Türk modernleşmesinin sonucu
olduğunun farkına varacaklar. Cumhuriyet devrimlerinin bir kısmı on yıllar önce
Osmanlı aydınları ve seçkin askeri sınıf tarafından tartışılmıştı zaten. Bu
dönemi anlamak, Kemal Atatürk’e duyulan aşırı hayranlığı ya da haksız nefreti
biraz olsun törpüleyebilir.
İflah olmaz muhalifleri Atatürk’ü
imparatorluğu yıkmış, dini yok etmek istemiş bir şeytan olarak görüyor. Bugün
geleneklerinden ilham alan dindarlar, Kemal Atatürk’ü, İslamiyet’in toplumsal
ve siyasal etkisini sınırlamak istediği, Osmanlı kültürünü unutturmaya
çalıştığı için eleştiriyor. “Olmasaydı olmazdık” diyen ateşli Kemalistlere göre
Atatürk, toplumu karanlık bir mağaradan çıkartarak uygarlaştırmış, her işi ve
her sözü doğru, yanılmaz bir ulu önder! Devrimleri ve karizmatik kişiliği
yıllardır tartışılsa da ölümünün üzerinden seksen küsur sene geçmiş olmasına
rağmen ülkenin yarıya yakını, onun ideolojisinin kalbinde yatan laiklik
ilkesinin ve fikirlerinin inançlı takipçisi. Bir ölünün mumyasını didikleyen
her iki tarafın yaklaşımı da Mustafa Kemal’in ‘tarihsel rolünü’ akıllıca
değerlendirmekten çok uzak; fazlasıyla sübjektif, fazlasıyla duygusal…
Biz çocuk kalmış bir milletiz çünkü, Oğuz
Atay’ın dediği gibi: “Batılı değerlendirir, biz severiz!” Yargılarımız,
tepkilerimiz, sözlerimiz çocukça... Tarihi kişileri sevmeyi veya sevmemeyi
değil, onları sakin ve soğukkanlı değerlendirmeyi öğrendiğimiz gün gerçekten
demokrasi, kuvvetler ayrılığı, hukuk devleti talep eden “fikri hür, vicdanı
hür” bir toplum olabileceğiz sanırım.