29 Kasım 2024 Cuma

Başka bir “Cumhuriyet” mümkün müydü? Ömer Faruk-25/11/2024

Aile arasında veya arkadaş çevremde söz ne zaman Kemal Atatürk’e ve Cumhuriyetin ilk yıllarına gelse ve ben ‘kuruluşta yapılan yanlışları’ söz konusu etsem, hemen karşıma peş peşe şu mazeretler sıralanıyor: Savaştan çıkmış bir ülke… Yıkılmış bir imparatorluğun enkazı… Yoksul, cahil ve eğitimsiz halk… Bizi parçalamak isteyen dış güçler… Saltanatçı/Hilafetçi gerici iç düşmanlar… ‘Dönemin şartları’ bir kapı gibi yüzüme kapatılıyor ve tartışma bitiyor. Tabi ‘kafa konforlarını’ bozmak istemeyenler için… Kemal Atatürk’ü eleştirme cüreti gösteren(!) Daron Acemoğlu’nun sözleri de benzer tepkiler ve hakaretlerle karşılandı. Fakat rahatımızı biraz bozmalı, bize ezberletilenlerden kuşku duymalı ve ‘anakronizme’ düşmeden samimiyetle sormalıyız: Dönemin şartları gerçekten hak ve özgürlüklerin teminat altına alındığı ‘gerçek bir hukuk devleti kurulmasına’ engel miydi? Başka bir cumhuriyet mümkün müydü? Dahası, Cemal Süreya’nın dediği gibi: “Suç mu Atatürkçü olmamak!?”

‘Dönemin şartları içinde’ yazılıp konuşulanlara [Meclis zabıt ceridelerine, hatıratlara ve gazete yazılarına] bakarak Cumhuriyet’in ilanına giden ‘yoldaki liberal işaretlere’ dikkat çeken Cemil Koçak, Mehmet Ö. Alkan, Ahmet Demirel, Mete Tunçay, Taha Akyol gibi açık fikirli araştırmacılar tarafından yapılan, yakın siyasi tarihimizi daha berrak, daha anlaşılır kılan alternatif çalışmalar bu soruya ‘evet’ cevabı vermemize olanak sağlıyor: evet, başka bir cumhuriyet ve modernleşme mümkündü!

Millî Mücadele bittiğinde ve saltanat kaldırıldığında, ülke iki model, iki seçenek arasında tercih yapmak zorundaydı artık: kuvvetler ayrılığına dayanan daha demokratik ve özgürlükçü bir cumhuriyet mi; yoksa kuvvetler birliğine dayanan daha otoriter ve devrimci bir cumhuriyet mi? Sanılanın ve Kemal Atatürk’ün Nutuk’ta iddia ettiğinin aksine, Birinci Meclis’te ve Cumhuriyet’in kuruluş günlerinde kendisine muhalefet edenler “saltanatçı/hilafetçi/gerici” değillerdi. Bu ithamlar tamamen siyasiydi. Anadolu işgal altındayken, Millî Mücadele sürerken bile Mustafa Kemal ile Birinci Meclis arasında daima bir ‘yetki satrancı’ yaşanmıştı. Demokrasi şuuruna sahip muhalif vekiller ‘otoriterleşme endişesi’ nedeniyle hırslı Meclis Başkanı’nı frenlemeye çalışırken, Meclis Başkanı Mustafa Kemal Paşa da daima elindeki yetkileri arttırmak için uğraşmıştı. Kurtuluşta ‘savaşı kazanabilmek,’ kuruluşta ‘devrimleri yapabilmek’ için…

“Biz inkılabı fikirle yapacağız ki payidar olabilsin… Kanla değil, fikirle inkılap yapacağız” diyen, “Ey Kâbe-i millet, sana da mı taarruz, Ey milletin iradesi, sana da mı taarruz!” diye haykıran, Birinci Meclis’in gür ve demokrat sesi Hüseyin Avni Ulaş… “Fikir zincirlenemez” diyen şehit Ali Şükrü Bey… “Kuvvetler birliğinin sonu istibdattır” diyen Mersin mebusu Selahattin Bey… Başkumandanlık müzakereleri esnasında bir “Napolyon yaratılmasından” endişelenen Afyon mebusu Hulusi Bey… Mustafa Kemal’in partiler ve şahıslar üstünde “tarafsız bir hakem, bir milli rehber, sembolik bir devlet başkanı, kurucu baba” olarak kalmasını, parti reisi sıfatıyla kendisini gündelik politika içinde yıpratmamasını isteyen… Toplumların geçmişe ve geleneğe bağlı kalarak bir “imtidad” içinde değişmesi gerektiğini kabul eden İngiliz siyasi terbiyesine inanmış, inatçı ama ılımlı ıslahatçı Rauf Orbay… “Uzun baskı ve hafiyelik geleneğinin” hemen yeni rejimin bir parçası olduğunu düşünen Halide Edip... “Avrupa devletleri tarzında bir Türk hükümeti vücuda getirmek gerektiğine” inanan, yalnız kalemiyle “hürriyet-i efkâr” fikrini kuvvetle savunan Batılılaşmacı Hüseyin Cahit Yalçın… “Türkiye’nin bir kışla haline getirilmesine” karşı çıkan [ünlü romancımız Orhan Kemal’in babası] Abdülkadir Kemali Bey… Girilmekte olan dönemi “ihtilal sarası” benzetmesiyle eleştiren İstanbul Barosu Eski Başkanı Lütfi Fikri Bey… En mühim mesele olarak gördüğü “teceddüt” yani yenilik meselesinin nasıl ve hangi şartlar altında yapılacağına dair endişeleri bulunan muhafazakâr demokrat Velid Ebuzziya Bey… Yeni bir rejim kurulurken ‘gericiler ve bölücüler’ değil, işte bu isimler, demokrasi, kuvvetler ayrılığı, hukuk devleti diyen bu çok sesli ‘demokrasi korosu’ bastırılmış ve susturulmuş, Cumhuriyet ‘devrim ve hız’ adına ‘istibdada’ teslim edilmişti.

Modern Türkiye’nin kurucu babası Kemal Atatürk, doğulu, geleneksel ve Müslüman bir toplumu otoriter yöntemlerle çok kısa bir sürede Batılı, modern ve laik bir topluma dönüştürmek istiyordu çünkü. Gelişimin bütün basamaklarını atlaya atlaya: emirle, yasakla ve sopayla… Cephede, mum ışığında Avrupalı filozofların kitaplarını dikkatle okuyan, Fransız İhtilaline derin bir hayranlık besleyen Mustafa Kemal’in kafasındaki kültür devrimini hayata geçirebilmesi için muhalefet yerine disiplinli bir tek partiye, eleştirilerin yerine sessizliğe ve itaate, kuvvetler ayrılığının yerine kuvvetler birliğine, demokratik bir rejim yerine otoriter bir rejime ihtiyacı vardı. Henüz otuz yedi yaşında, İttihat ve Terakki’nin ‘B takımına’ mensup, Batılılaşmacı, pozitivist ve pragmatik bir genç subayken, daha 1918’de yani, böbrek sancıları çektiği Karlsbad’da tuttuğu küçük kareli deftere yazdığı gibi, o “yavaşlığa ve rızaya” değil “hıza ve zora” inanmaktaydı: “Benim elime büyük yetki ve güç geçerse ben toplumsal hayatımızda arzu edilen inkılabı bir anda, bir ‘coup’ [darbe] ile tatbik edeceğimi zannederim. Zira ben, bazıları gibi alt tabakanın ve ulemanın zihnini, yavaş yavaş benim zihnimde tasarladıklarım derecesinde arzu ve tefekkür etmeye alıştırmak suretiyle bu işin yapılacağını kabul etmiyor ve böyle hareket etmeye karşı ruhum isyan ediyor.” İlhamını gökten ve gaipten değil ‘meclis istibdadına dayanan otoriter demokrasilerin manevi babası’ Rousseau’dan, Robespierre’den, Napolyon’dan almaktaydı. Karabekir’e dediği gibi “muhalefet istemiyordu” ve tabiatta-âlemde “kuvvetler ayrılığının olmadığına” adeta iman etmişti. Ona göre “inkılabın kanunu mevcut kanunların üstündedir!”

Bir asırlık tecrübe göstermiştir ki ta kuruluştan bu yana ‘siyaset’ hukuktan, ‘devrimler’ kanunlardan, ‘devlet’ bireyden, sivil ya da asker ‘otoriter liderler’ meclisten/milletten/sivil toplumdan her zaman çok daha güçlü olmuştur. Kadim ‘ceberut/despotik’ devlet anlayışını değiştirebilmek/yumuşatabilmek için, bunu ‘samimiyetle’ istiyorsak, geçmişimizi, geçmişte yapılan yanlışları çok iyi okumak, bilmek, öğrenmek belki hepsinden de önce ‘serbestçe’ tartışabilmeliyiz ki aynı hataları tekrarlamayalım!

Atatürk’ü, Cumhuriyet’in ilanını ve radikal devrimlerini Osmanlı/Türk modernleşmesinin bir parçası, bir dönemeci sayarsak ‘rahatlayacağız’ ve daha sağlıklı değerlendirebileceğiz. Mustafa Kemal Osmanlı askeri okullarında eğitim aldı. Namık Kemal’den, Tevfik Fikret’ten, Abdullah Cevdet’ten, Ziya Gökalp’ten, aydınlanmacı Fransız filozoflardan etkilendi. Tedavi için ya da askeri ateşe olarak gittiği Batı şehirlerinde gözlemlerde bulundu. Bol bol okudu ve notlar tuttu. Tanzimat ile başlayıp Meşrutiyetle çiçeklenen devrin yetiştirdiği bir adamdı. Kendine özgü kurumlara, üretim biçimine ve alışkanlıklara sahip Osmanlı İmparatorluğu, Rönesans-Reform-Coğrafi Keşifler-Aydınlanma Çağı-Sanayi devrimi süreçlerinden geçmiş Batı karşısında peş peşe aldığı askeri yenilgiler nedeniyle çözümü ‘modernleşmekte’ buldu. 19. yüzyılın başında aceleyle tutulan batılılaşma yolunda atılan ilk adım, modern Batı orduları karşısında artık ilkel ve zayıf kalan geleneksel Yeniçeri Ocağı’nı kaldırmak ve Avrupalı bir ordu kurmaktı. Bunu hukuk alanında yapılan reformlar takip etti: 1839 Tanzimat Fermanı, 1856 Islahat Fermanı, 1876 Birinci Meşrutiyet ve 1908 İkinci Meşrutiyet… İmparatorluğun en uzun yüzyılına dair okuyanlar cumhuriyet, laiklik, demokrasi, kadın hakları, meclis, padişahın gücünün sınırlandırılması, milli hakimiyet, hukukun üstünlüğü gibi fikirlerin Osmanlı/Türk modernleşmesinin sonucu olduğunun farkına varacaklar. Cumhuriyet devrimlerinin bir kısmı on yıllar önce Osmanlı aydınları ve seçkin askeri sınıf tarafından tartışılmıştı zaten. Bu dönemi anlamak, Kemal Atatürk’e duyulan aşırı hayranlığı ya da haksız nefreti biraz olsun törpüleyebilir.

İflah olmaz muhalifleri Atatürk’ü imparatorluğu yıkmış, dini yok etmek istemiş bir şeytan olarak görüyor. Bugün geleneklerinden ilham alan dindarlar, Kemal Atatürk’ü, İslamiyet’in toplumsal ve siyasal etkisini sınırlamak istediği, Osmanlı kültürünü unutturmaya çalıştığı için eleştiriyor. “Olmasaydı olmazdık” diyen ateşli Kemalistlere göre Atatürk, toplumu karanlık bir mağaradan çıkartarak uygarlaştırmış, her işi ve her sözü doğru, yanılmaz bir ulu önder! Devrimleri ve karizmatik kişiliği yıllardır tartışılsa da ölümünün üzerinden seksen küsur sene geçmiş olmasına rağmen ülkenin yarıya yakını, onun ideolojisinin kalbinde yatan laiklik ilkesinin ve fikirlerinin inançlı takipçisi. Bir ölünün mumyasını didikleyen her iki tarafın yaklaşımı da Mustafa Kemal’in ‘tarihsel rolünü’ akıllıca değerlendirmekten çok uzak; fazlasıyla sübjektif, fazlasıyla duygusal…

Biz çocuk kalmış bir milletiz çünkü, Oğuz Atay’ın dediği gibi: “Batılı değerlendirir, biz severiz!” Yargılarımız, tepkilerimiz, sözlerimiz çocukça... Tarihi kişileri sevmeyi veya sevmemeyi değil, onları sakin ve soğukkanlı değerlendirmeyi öğrendiğimiz gün gerçekten demokrasi, kuvvetler ayrılığı, hukuk devleti talep eden “fikri hür, vicdanı hür” bir toplum olabileceğiz sanırım.

24 Kasım 2024 Pazar

Hangi cemaat neyin tarikatı Hasan Köse-24/11/2024

15 Temmuz 2016 sonrasında Fethullah Gülen Hareketi birçok cihetten birçok kitap, makale, araştırma ve televizyon programlarına konu oldu ve halen de konuşulmaya devam ediyor. Özelde İslam, genelde din-devlet ilişkisi, din-tarikat/cemaat ilişkisi üzerinden tarihte, İslam tarihinde, Türk İslam tarihinde, Cumhuriyetin ilk yıllarında, günümüz dünyasında ve Türkiye’de durumları konumları, kendi algıları ve onlarla ilgili algılar üzerinden yeterince tartışılmadı.

Örgütlenme biçimlerindeki yapısal sorunlar gerek İslam Tarihi ve Medeniyeti gerekse Türkiye toplumunun yapısı açısından tartışılmadı. FETÖ özelinde bir “cemaatin” Türkiye’de bunca güce ve konuma nasıl yükselebildiği ve neticede devleti tehdit edebilecek, millet iradesine ipotek koymaya kalkacak cürete nasıl ulaşabildiği yeterince tartışılmadı. Toplumda ayık bir bakış net bir düşünce oluşmadı. Siyasal iktidar ve devlet aygıtlarının net bir mahiyet analizi yapıp yapmadığı da şüpheli. Bu bağlamda FETÖ yapılanması, mitolojik inançları, politik örgütlenme biçimi, dini jargonu, devletle ilişkisi, devlet üzerinden CIA-NATO-Gladio bağlantısı, MİT’i baypas ederek doğrudan yabancı istihbarat örgütleriyle ilişkileri bütüncül bir şekilde analiz edilerek ortaya koyulmadı.

Türkiye’de dindar olmayan kesimler liberaller ve bazı İslamcı muhafazakarların bir bölümü halen “tarikat-cematleri” STK olarak görürken, bazı İslamcı-muhafazakarlar “Dinin varlığının ve devamının zorunlu unsuru olarak” görmeye devam etmektedir. Dindar olmayan diğer kesimler ise, tümünü devrim karşıtı, cumhuriyet, laiklik ve devlet düşmanı bir tehdit olarak görmektedirler. Bu nedenlerden dolayı “tüm faaliyetlerinin durdurulması, yasaklanması ve ceza-i takibata uğratılmasını” istemektedirler. Bu üç yaklaşım da sorunludur. Söz konusu yaklaşımların ilki; bu yapılar fiilen mensup dindar bireyle devlet arasında regülasyon kurumları olsa da STK olarak tanımlanması üç cihetten yanlıştır. STK/NCO’lar belli toplumsal alanlarda, belli sorunları, belli sınırlar içinde demokratik sivil baskı yollarını kullanarak, gereğinde lobi faaliyetleri de yürüterek, çözmeye çalışan, anayasal-yasal işleyiş ve işlevleri demokratik “sivil” kurumlardır. Hiyerarşik düzenle toplumun genelini yönetmek amacıyla ülkenin en alt idari biriminden en üst idari birimine kadar bir “paralel örgütlenmeye” gitmezler. Toplumdan, devletten ve kamudan devşirdikleri güçle şirketleşip, güç temerküz etmezler.

Kamu kurumlarında örgütlenerek oluşturdukları gücü hiyerarşi içinde bireylere ve toplumsal kesimlere karşı baskı, şantaj ve infaz aracı olarak kullanmazlarlar. Toplumun geleceğini ipotek altına almak için bir lider ve bir anlayışa bağlı olarak anaokulundan akademiye kadar yapılanarak, akademiyi ve eğitimi uzak gelecekteki idealarını gerçekleştirmek adına “amaca ulaşmak için her yol mübah” görüp mankurtlaştırmazlar. Toplumsal ahlakı, salim aklı ve bilimi çürütme pahasına kendi adamlarını yerleştirmezler. Önlerine çıkan haklı-haksız kim olursa olsun hukuk ve ahlak dışı yollarla yok etmezler. Devletin bütün kritik kurumlarına sızıp oralarda yapılanarak orta ve uzun vadede devleti cebren ve hile ile ele geçirmeyi hedeflemez ve bunun için de başka istihbarat kurumlarıyla iş tutmazlar. “Kendi devletlerinin” en mahram bilgilerini satmazlar ya da içerde şantaj malzemesi yapmazlar. STK’ların iç karar mekanizmaları demokratiktir. Liderlik değişimi sulbiyet, sıhriyet veya ünsiyetle değil, demokratik müzakere ve seçim yoluyla olur. İkinci görüş; “cemaat ve tarikatların dinin/İslam varlık biçimi ve devamı için zorunlu” görülmesidir. Bu düşünce tarihe ve günümüz sosyolojik gerçekliğine külliyen aykırıdır. Raşit halifeler ve tabiin devrinde “topluma kapalı, hiyerarşik yapılar, paralel örgütlenmeler” hayat bulamamış, fitne sayılmış ve şiddetle kınanmıştır. Takip tedbire muhatap olmuşlardır.

Üçüncü görüş; “hepsinin dibine kibrit suyu dökme” yaklaşımı ise; insan tabiatına, tarihe ve sosyolojiye aykırı olduğu kadar demokrasinin temel ilklerine de aykırıdır. Burada konuyu dinlerin tabiatı ile devletin tabiatı arasındaki çatışmayı dinli-dinsiz, imanlı-imansız inanan ya da pozitivist olmaklık üzerinden değil, objektif bir zeminde toplumsal maslahat gözetilerek geçmişte olan, bugün olan ve olması gereken ahenk açısından hem din üzerinden dindarlarca hem İslam tarihi ve Türk tarihi üzerinden hem de devletin doğası üzerinden analiz edilmesi tartışılması gerekir. İşin bir tarafı İslam tarihinde cemaat ve tarikat kavramlarının etimolojisi ve tarih içerisinde yapısal durumunu tartışmak, diğer tarafı ise hem tarih içinde hem de bugün devlet yapısı ile tarikat cemaat yapılarının ilişkilerinde sağlıklı bir zemin arayışının nasıl mümkün olacağı ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Anayasal sistemi içinde sınırlarının ne olacağı ile ilgili bir tartışma yürütmek gerekir. Cemaatler ve tarikatların “varlıklarının tartışılması” daha büyük fitnelere sebep olacak, yapıların daha da katılaşmasına mağduriyet psikolojisi ile “din düşmanlığı söylemi” ile daha geniş kitlelere kendilerini sunmalarına ve şimdiki kistik yapılarıyla daha da güçlenmelerine neden olacaktır. Mesele anayasa çerçevesi içerisinde nereye koyulacakları, yasallıklarının nasıl tanımlanacağı ve daha da önemlisi alanlarının ve sınırlarının ne olacağı ile ilgilidir.

Tartışmaya zemin olması için genel bir çerçeve ile bitirelim.

1- İslam tarihinde hiçbir siyasi iktidar eğer doğrudan kendi ideolojisi ve toplumsal meşruiyet zemini değilse hiçbir tarikatin/cemaatin devlet ve toplum içinde örgütlenmesine izin vermemiştir.

2- Hiçbir cemaat/tarikat toplumda idari bölgelere mesleki alanlara yayılarak dikey bir hiyerarşik düzenle örgütlenmemiştir.

3- İslam tarihinde ve Türk İslam tarihinde hiçbir siyasi otorite tarikat ve cemaatlerin “reşit” olmayan çocuklara eğitim vermesine izin vermemiştir. Bu pedagojik de değildir.

4- İslam tarihinde medreselerin hiçbirinde tarikat dersi ya da intisabı söz konusu olmamıştır.

5- İslam tarihinde ve Türk İslam tarihinde eğitim öğretimin finansmanı tamamen vakıf sistemi üzerinden sağlanmıştır. Ne devlet ne de toplumun genelinden bir bağış ya da tahsisat olmamıştır.

6- İslam tarihinde ve Türk İslam tarihinde hiçbir vakfın tarikatı hiçbir tarikatın vakfı yoktur. Vakıflar sivil kişilerin özel mülküdür. Tarikatlere tahsis edilmiş fakat gereğinde geri alınmıştır.

7- İslam tarihinde hiçbir tarikatın tüzel malı da tüzel kişiliği de yoktur. Çünkü tarikat ve cemaatler yatay örgütlenen, yaygın yetişkin eğitimi faaliyetlerdir. Hiyerarşik örgütlü yapılar değildirler. Bir lider etrafında hizmet eden bir grup yakını her zaman olmuş, geriye kalan insanlar eğitim amaçlı intisap etmişlerdir. Emir komuta zinciri değil, manevi bir bağ üzerinden seyr-i süluka matuf gönül bağlılığıdır. İstisna, fitne zamanlarında, siyasi otoritenin çürüdüğü zamanlarda liderlerine biat ederek siyasi bir cihet kazanarak isyan ve tedhiş eylemleri de olmuştur. Fakat bu durum başından itibaren bir dikey örgütlenme şeklinde asla olmamıştır.

Bu değerlendirmeden yola çıkarak net olarak söyleyebiliriz ki son yüz yıl içinde İslâm dünyasında ortaya çıkan tarikat/cemaat yapılarının hiç biri ne İslâm kültür literatüründeki cemaat/tarikat tanımına ne de İslam tarihinde neşvünema bulan tarikat ve cematlerin yapı, işlev ve işleyişine uygun değildir.

15 Kasım 2024 Cuma

Türkiye’de dinin dört figürle geri dönüşü Prof Dr İlhami Güler-15/11/2024

Osmanlı İmparatorluğu çöktükten ve Kurtuluş Savaşından sonra, Anadolu, tehcir ve nüfus mübadeleleri ile İslamlaştırılarak üniter bir ulus devlet kuruldu. Yüzde 99’u Müslüman olan halka Avrupai bir elbise biçildi-dikildi. Hilafet, Şeriat ve Tarikat ilga edilerek çağdaş-seküler bir devlet yapısı inşa edildi. Dinin itikat, ibadet ve ahlak unsurları Diyanet riyasetine tevdi edildi. Eğitimle de toplum sekülerleştirilmeye çalışıldı. Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde mevcut sünni teoloji tartışılmaya başlandı ise de; cumhuriyet döneminde -zaman olmadığı için- bu eleştiriye devam edilmemiş, mevcut dini muhayyile havalandırılmamış, tecdit edilmemiş, külleri üfürülmemiş, bakımı yapılmamış ve halının altına süpürülmüştür. O da, fazla zaman geçmeden geri dönmüştür. Bu dönüşün biri sivil, diğeri politik olmak üzere iki kanadı olmuştur. İkisi sivil, ikisi politik olmak üzere, bu geri dönüşü, başlıca dört figürle/kişi kültü ile izah etmeye çalışacağız.

1-SAİD NURSİ (“NURCULUK”)

Tarikat “ruhu”, Said Nursi’nin öncülüğünde “Cemaat” olarak geri dönmüştür. Said Nursi: “Devir, Tarikat devri değil; Cemaat devridir” diyerek, kendi örgütsüz “örgüt”ünü oluşturmuştur. Bir taraftan, kendi döneminde yükselen Pozitivizmin dine saldırılarını göğüslemek için bir savunma “Kelam”ı oluştururken; diğer taraftan da devletin/rejimin sek/sert/seküler uygulamalarına karşı sivil olarak dini hamiyetle karşı durmaya çalışmıştır. Devletin ısrarla takibatına rağmen; aleni suç işlemeden, legal bir şekilde yazmış ve konuşmuş, “Nurculuk” diye bir teolojik bir cemaat oluşturmuştur. Bu teolojik yeni yorum, onun ölümünden sonra farklı fraksiyonlara bölünmüştür. Hepsi de, sağ hükumetler ile dirsek temasında olarak ve diyaloğa girerek vakıf-dernek faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. Bu gruplar, şeriat ve hilafetten teolojik olarak vazgeçmiş olmasalar da; cumhuriyet ve demokrasi ile fazla bir sorunları olmamıştır. “Risale-i Nur” külliyatını yazarak-basarak, okuyarak, okutarak tebliğ, vaaz, irşat faaliyetlerinde bulunmuşlardır. Risale-i Nur külliyâtı, Sünni, kaderci Eş’ari ve ilhamcı-rüyacı Tasavvufi damarın, bazı Kur’an ayetleri ıle -Pozitivizmin saldırıları da göz önünde bulundurularak- yeniden yorumlanmasıdır. Türklerin tarihinde ilk “Türkçe” teolojik bir yorumdur. Bu süreç içinde Osmanlıda etkin olup yasaklanan Tarikatlar, yeraltında/illagal olarak faaliyetlerine devam etmişlerdir.

2-FETULLAH GÜLEN (“HİZMET HAREKETİ”)

Bu teoloji ile beslenen Fetullah Gülen, 1970’lerden itibaren kendi etrafında oluşturduğu muhip-müritleri ile ve “Allah isterse, kâfirleri müminlerin emrinde kendi dini için hizmetkâr kılar” inancı gereği ABD/CIA ile de ilişkiye girerek,“The Cemaat” veya diğer deyimle “Hizmet Hareketi”ni oluşturdu. Meşhur “Abant Toplantıları” ile Türkiye’de meşruiyet devşirirken; “Dinler Arası Diyalog” ile de uluslararası meşruiyetini perçinlemeye çalıştı. Sünnilikte meşru olan “Harp Hiledir” ve Şiilikteki “Takiyye” prensiplerine bağlı kalarak –yurt içinde ve yurt dışında- eğitim (Dershane-Okul) faaliyetleri başta olmak üzere değişik sivil toplum kuruluşları ile hareketini geliştirdi ve devleti “ele geçirmek” için kurumlarına sızdı (“Paralel Yapı”). Kendini “Kâinat İmamı” olarak görerek, İslam’ı dünyada “Temsil” misyonuna soyundu. İki binli yılların başlarından itibaren iktidara gelen AK Parti hükumetleri ile –alnı secde görenler olarak- de “iş birliği” yaparak mevcut “Vesayet Rejimi”ni yıkmak için soru çalmadan “Kumpas”lara varıncaya kadar bir sürü “illegal” faaliyetler yaptı. Gücünü artırınca, Ak Parti hükümeti ile bazı konularda ters düşmeye başladı ve aralarında bir münaferet oluştu. Sonunda “15-Temmuz/Darbe Girişimi”nde bulundu ve yenildi. Ondan sonra da “FETÖ” olarak takibatlara uğradı. Fetullah Gülen, 20 Kasım 1924 tarihinde Amerika’da öldü. Bu olgu, Ak Parti/Erdoğan’a karşı “İhanet”; Türkiye’ye karşı da kör-inanç, samimiyet ve cehaletin birleşmesinden doğan bilançonun/sonucun, ihanetten bin beter kötülüğüdür.

3-NECMETTİN ERBAKAN (“MİLLİ GÖRÜŞ”)

Yirminci yüzyılın başında Mısır kaynaklı “İhvanu’l-Müslimin” hareketinin başlatmış olduğu ve İslam dünyasında etkili olan “İslamcılık” hareketinden etkilenen Necmettin Erbakan ve arkadaşları, 1970’lerin başlarında “Milli Nizam Partisi” ile İslam’ı legal politik düzlemde “Milli Görüş” doktrini ile aktüelleştirmeye çalıştı. Buna 1979’daki İran “İslam Devrimi”nin etkisini de eklemek gerekir. “Ağır Sanayi” ve “Manevi Kalkınma” sloganları ile politik faaliyetlerde bulundu ve hükümetlere ortak oldu. İmam-hatip okullarının sayısını artırmaya çalıştı. Önceki hükumetlerin almış olduğu AB (“Batı Kulübü”)’ye girme kararına ısrarla karşı durdu. Anayasada mevcut olan sert “Laikçilik” politikalarını yumuşatmaya çalıştı. Fiilen dinamik bir hukuk nosyonuna haiz iken; dogmatik-donmuş bir “Şeriat” idealine, -açıktan olmasa da- elinden geldiğince bağlı kalmaya çalıştı. Amerika ve İsrail’in Türkiye’ye dönük politikalarına karşı çıkmaya çalıştı. Kurduğu partiler, mevcut vesayet rejimi tarafından kapatılsa da davasından vazgeçmeden –legal çizgide kalarak- yoluna devam etti.

4-R. TAYYİP ERDOĞAN (“İSLAMCILIK”)

İki binli yılların başında merkez sağın çökmesi ile birlikte R. Tayyip Erdoğan ve arkadaşları, “Gömlek Değiştirerek” Milli Görüş’ten ayrılıp Ak Parti’yi merkez sağı ikame edecek tarzda geniş bir yelpaze ile kurdular. Ak Parti, muhafazakâr bir kalıp ile birlikte, -belli ölçüde- gayri “Türk” içerlemesi ve ekonomik motivasyonların sentezidir. Küreselleşme(Post-modern, Post-Turuth, Trans-Human…) ile birlikte dini ruhun buharlaşması, ekonomik(para) saikini(“arzular şelale”) güçlendirmiştir. Dolaysıyla, “Gömlek Değiştirme”nin asıl motivasyonu: “Biraz da biz ölelim”dir (İnşaat, İstihdam, İhale/Rant). Üretim ekonomisi ile pek “iş”leri olmamıştır. 2010’lara kadar, AB uyum yasları ve “The Cemaat” ile birlikte yol temizliği yapılmış; 15 Temmuz darbe girişiminden sonra da “Tek Adam (Başkanlık))” rejimi tahkim edilmiştir. Oysa yirmi yıl öncesinde sayın Erdoğan, “Başkanlık” sisteminin Amerikalılara ait bir şey olduğu gerekçesi ile eleştirmişti. Böylece ABD’ye vaad edilmiş olunan “Ilımlı İslam” rolünden yavaşça uzaklaşmaya başlandı. Fetullahçı darbe teşebbüsünün arkasında da bu caymayı cezalandırma vardı.

NATO (Batı) içinde olmamıza rağmen, önce “Köprü” pozisyonuna geçilmiş (“Eksen Kayması” tartışmaları); doğuya (Rusya, Türk Dünyası, Çin) da yönelinmiş ve “Gönül Coğrafyası” ile (Ümmetçilik) dostluk ilişkileri geliştirilmiştir. “Arap Baharı”nın kışa dönüşü ile birlikte (Suriye-Mısır politikaları) “Rabia” ruhundan “Tek Devlet, Tek Millet, Tek Vatan, Tek Bayrak”a ricat edilmiştir: “Dimyata pirince giderken; evdeki bulgurdan olma.”

FETÖ olgusu ve iç politikadaki yolsuzluklar, hukuksuzluklar, tarikat kayırmaları, mafyalaşmalar…, geniş kitle tarafından “Dindar/Muhafazakâr-Mukaddesatçı” kimliğin hanesine yazılmış ve dinden soğumalar artmıştır (Deizm, Ateizm, Agnostisizm… tartışmaları).

5-SONUÇ

Düşünsel, kavramsal, kurumsal ve duygusal (vicdani) bir yenilenme (tecdit) olmadan, anakronik, dogmatik, mukallit bir dinsel muhayyile ile en son buraya varılmıştır. Osmanlı’nın siyasal bedenini çökerten teolojik (Sünni-Tasavvufi) muhayyile üzerine düşünmeden, onu sorgulamadan, yenilemeden –rahmetli M. Akif ve N. Topçu bunu yapmaya çalışmıştı-, Cumhuriyete, devrimlere küfretmenin ve dini “geri getirme” çabasının ve laikliğin üzerine yeniden düşünmek gerekiyor. Akif ve Topçu, siyasette din satan, profesyoneller (“İslamcı”) değil; samimi, dürüst, amatör, naif, basit, sıradan şair-düşünür müminlerdi.