19 Temmuz 2024 Cuma

“Türkiye’ye yönelik göç istila görüntüsü veriyor” Aytunç Erkin/19 Temmuz 2024

GÖÇ VE İSTİLA ARASINDAKİ FARK:

“Bazı çevreler Türkiye’ye yönelik göç hareketini bir istila olarak nitelendirmektedir. Göç ve istila arasındaki fark, göçmenlerin niyetleri ve geldikleri ülkedeki duruma adaptasyonları ile ölçülmektedir. Türkiye, tarih boyunca farklı göç dalgalarına maruz kalmış, ancak son yıllarda yaşanan durum, boyutları ve etkileri itibarıyla farklı bir yapıya bürünmüştür. Resmi rakamlara göre Türkiye’de 3.7 milyondan fazla geçici koruma statüsünde Suriyeli bulunmaktadır. Bu sayıya ek olarak, Afgan, Iraklı, Ukraynalı ve diğer ülkelerden gelen göçmen ve sığınmacılar dahil olmak üzere Türkiye’deki toplam göçmen nüfusunun 6 milyonu aştığı tahmin edilmektedir. Bu sayı neredeyse Türkiye nüfusunun yüzde 8’ine eşittir. Bu durum Türkiye’yi, kişi başına düşen sığınmacı sayısı bakımından dünyadaki ilk sıralara yerleştirmektedir.

ABD VE AVRUPA’DA KONTROLLÜ GÖÇ:

Öte yandan bazı çevreler, Türkiye’nin durumu ile ABD ve Almanya gibi göçmen ülkeleri karşılaştırmaktadır. Ancak bu ülkelerdeki göçmen profili ve entegrasyon politikaları ile Türkiye’deki durum oldukça farklıdır. ABD ve Almanya, kontrollü göç politikaları uygularken Türkiye’nin karşı karşıya olduğu göçmen profili ve akınları, kontrolsüz ve büyük ölçüde genç erkeklerden oluşmaktadır. Böylesi bir durumu göç akını gibi bir cümle ile bile tanımlamak oldukça zordur. Ortadoğu ve Doğu Avrupa’daki yüksek yoğunluklu Türkiye’nin çemberinde yer alan Orta Asya ve Kuzey Afrika gibi bölgelerdeki orta yoğunluklu savaş ve çatışmalar nedeniyle Türkiye’ye yönelik göç durumu adeta istilayı andıran bir duruma dönüşmüştür.”

Cihat Yaycı, yazarımız Aytuç Erkin’e Türkiye’ye yönelik göçü değerlendirdi.

“Ne ırkçılık ne de yabancı düşmanlığı”

Cihat Yaycı, son 30 yıl içinde Türkiye’nin çevresinde 19 savaşın yaşandığını vurguladı ve anlatmaya devam etti:

ÇEVREMİZDE 19 SAVAŞ YAŞANDI:

 “Türkiye’nin etrafının bir ateş çemberi içerisinde olması ne yazık ki sığınmacı sayısı ve akınlarını artırmaktadır. Bilindiği üzere son 30 yıl içerisinde Türkiye’nin çevresinde 19 savaş meydana gelmiştir. Bu savaşların neredeyse tamamından Türkiye doğrudan etkilenmiştir. Büyük bir göç akınının beraberinde getirdiği birçok tehlike bulunmaktadır. Toplumsal kaygıyı artıran da bu tehlikelerin özellikle 2011 yılından bu yana somut bir şekilde hissedilmesinden ileri gelmektedir.

Bu tehlikelerin belli başlılarını şu şekilde özetlemek mümkündür:

Demografik Tehlikeler: Göç, Türkiye’nin nüfus dengesini bozmakta ve Türk milletinin kimliğini tehdit etmektedir. 10 yıl sonra mültecilerin Türkiye nüfusunun yüzde 15’ini, 20 yıl sonra ise yüzde 30’unu oluşturması öngörülmektedir. Bu durum Türk milletinin siyasi ve kültürel hakimiyetini zayıflatabilir.

Ekonomik Tehlikeler: Sığınmacılar, işsizlik ve enflasyon gibi ekonomik sorunlara katkıda bulunmaktadır. Kayıt dışı çalışan göçmenler, Türk işçilerinin ücretlerini düşürmekte ve sosyal güvenlik sistemini zorlamaktadır. Ayrıca, göçmenlerin sağlık ve eğitim gibi temel ihtiyaçlarının karşılanması da önemli bir mali yük getirmektedir.

Sosyal ve Güvenlik Tehlikeler: Sığınmacıların yoğun olduğu bölgelerde suç oranları ve sosyal gerginlikler artmaktadır. Sığınmacıların arasına karışan ve kendisini sığınmacı gibi gösteren radikaller ve teröristler, milli güvenliği tehdit etmektedir.

Siyasi Tehlikeler: Kontrolsüz göç nedeniyle ülkemizin iç siyasetinde de dezenformasyon, beşinci kol ve ilgili kamu kurum ve kuruluşlarımızın güvenirliğinin sarsılmaya çalışılması gibi faaliyetlerle karşı karşıya kalınabilmektedir. Bu noktada özellikle İçişleri Bakanlığımız başta olmak üzere Türkiye’nin iç güvenliği ve huzurundan sorumlu kurumlarımızın omuzlarında da büyük bir yük ve sorumluluk bulunmaktadır. Evrensel hukuk anlayışına göre, sığınmacı istilasına karşı çıkmak asla ne ‘ırkçılık’ ne de ‘yabancı düşmanlığı’ olarak nitelendirilemez!

ABD Silahlı Kuvvetleri’nin “göç” silahı

Cihat Yaycı Paşa’nın ABD Silahlı Kuvvetleri’nin düzensiz göçün bir silah olarak kullanılması üzerine yaptığı çalışmalara dikkat çekmesi önemli bir başlık. Okuyalım:

“Günümüzde de ABD Silahlı Kuvvetleri’nin fen bilimlerinden sosyal bilimlere kadar her dalda en önemli lisansüstü eğitim akademisi olan (benim de fizik yüksek mühendisliği, elektronik yüksek mühendisliği ve milli güvenlik dallarında zamanında eğitim aldığım) Naval Post Graduate School (NPS)’da göç akımları ile bir devletin nasıl yıkılabileceği konusunda tezler yazılıp, kitap haline getirilmiş... ‘Göç akınlarının çağımızda bir silah olarak kullanılması’ konusunda bu okulda, yani Kaliforniya’daki Naval Post Graduate School’da 2017 yılında yazılan ve daha sonra 2019’da güncelleştirilmiş tez ‘Göçün Silah Olarak Kullanılması: Göçmenliğin 21’inci yüzyılda Politik Mücadelenin Bir Aracı Olarak İncelenmesi’ başlığını taşıyor. Türkiye, geçmişte daha çok transit ülke konumundayken, günümüzde en fazla göç alan ülkelerden biri haline gelmiştir. Resmi rakamlara göre Türkiye, dünyadaki kayıtlı sığınmacıların yüzde yirmisini barındırmaktadır.

SIĞINMACI SAYISINDAKİ ARTIŞ:

 2010 yılında Türkiye’de kayıtlı 18 bin 88 sığınmacı bulunurken bu sayı 2024 itibarıyla 3 milyon 600 bine ulaşmıştır. Bu, yüzde 20.000’e yakın bir artışı göstermektedir. Özellikle 2022 yılında Türkiye’ye giren kayıtlı sığınmacı sayısı 494 bindir. Bu da günlük 1000-1200 kişiye tekabül etmektedir. Buradaki durum bir kriz yönetimi haline gelmiştir özellikle Göç İdaresi’nin kayıtsız sığınmacıları geri göndermek için ciddi çalışmalar yaptığını biliyorum. Bu noktada da FETÖ gibi oluşumların provokasyonlarla sığınmacı konusunu ciddi şekilde kullanmaya çalıştığı ve sığınmacılar üzerinden yeni provokasyonlar geliştirdiğini görüyoruz. Tekrar söylüyorum; Komşu ülkeler de devamlı kaos çıkartarak, insanları devamlı Türkiye’ye göç etmeye zorluyorlar. Bir sonraki aşamada ise Türkiye içinde sığınmacılar üzerinden iç karışıklık çıkarmak asıl planları.

BOŞALTILAN BÖLGELERİ PKK DOLDURUYOR:

“Suriyeli sığınmacılar Türkiye’nin demografik yapısını tehdit ederken; Suriye’nin kuzeyini işgal eden PKK’nın bölgeyi yandaşlarını yerleştirerek homojenleştirmesine de kapı aralamaktadır. Suriye’de çıkarılan iç savaş neticesinde Suriyeli sığınmacıların Türkiye’ye akını neticesinde sığınmacıların Suriye’de boşalttığı yerleri PKK/YPG doldurmuş ve bugün ‘teröristan devleti’ kurma ve İsrail ile birleşme noktasına gelmiştir.

ÇÖZÜM BELLİ:

“Geldiğimiz noktada, devletimizin sığınmacıları ülkelerine göndermesi veya en azından uluslararası hukukun da öngördüğü şekilde sığınmacı kamplarımda toplaması son derece önemli bir ihtiyaç ve acil uygulanması gerekli çözüm yöntemidir. Bu kampların Suriye’nin kuzeyinde kontrol edilen bölgelerde kurulması hem Türkiye’nin güvenliği açısından hem de sığınmacıların kendi vatanlarına yakın olmaları açısından önemlidir. Suriye ve Türkiye arasında başlayacak olan görüşmelerin de bölgesel sahiplik ilkesi çerçevesinde işbirliğine yönelik çok önemli bir adım olacağı açıktır. Irak Merkezi Hükümetinin de bu işbirliğine dahil edilmesi bu girişimi daha da güçlü kılacaktır.”

6 Temmuz 2024 Cumartesi

Osmanlı tarihinin trajedileri İbrahim Kiras-06/07/2024

Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Bey amcası Dündar Bey’i okla vurup öldürmüştü. Kosova Meydan Savaşında şehit olan I. Murad’ın yerine apar topar tahta çıkan Yıldırım Beyazıt babasının ölümünden habersiz düşman birliklerini kovalayan kardeşi Yakup Çelebi’yi savaş alanına döner dönmez boğdurdu.

I. Murad’ın küçük oğlu Savcı da saltanat iddiasıyla babasına isyan ettiği için öldürülmüştü. Bilahare Yıldırım’ın oğulları arasında yaşanacak olan savaşlar zaten malum ve aslında bu dönem daha “normal” bir dönem. Ölmeler, öldürmeler “daha mertçe” çünkü.

Buna karşılık, ilk Osmanlı kaynakları iktidar hırsı taşımayan, hatta gerektiğinde tahttan feragat eden ve tahttaki kardeşlerine ve yeğenlerine fedakârca yardımcı olan şehzade örneklerinden söz ederler hep…

Fatih’in kanunnamesinden sonra bu “resmî görüş” değişmiştir.

Fatih’in babasıyla arasında geçenler ve hepsi kendisinden önce vefat eden kardeşlerinin başına gelenler ise ayrı bir araştırma konusudur.

Şehzade Cem vakası, Yavuz’un babasıyla ve kardeşleriyle mücadelesi ibretlik hadiseler olarak ortak hafızımıza yerleşmiştir.

Kanuni’nin sekiz oğlundan yalnızca biri hayattaydı babaları vefat ettiğinde. Diğerleri acımasız taht mücadelesi içinde ya kardeşleri ya da bizzat babaları tarafından katledilmişlerdi.

III. Mehmed tahta çıkarken sarayın arka kapısından 19 şehzadenin cenazeleri çıkıyordu. Şehzade öldürme adeti I. Ahmed’in saltanatına kadar devam etti, ondan sonra “kafes” trajedisi ortaya çıktı.

***

Kimi bir yandan saltanat rüyası görecek bir yandan da ölümün nefesini ensesinde duyacak yaştayken, kimiyse daha anne kucağındayken katledilen şehzadelerin baş rolünde olduğu trajedilerden söz ediyoruz…

Gelgelelim tarihimizde yaşanan bu büyük trajediler bizim edebiyatımızda kendilerine pek yer bulamamıştır. Tabiatıyla bunların kolektif bilincimizde nasıl yankı bulduğu konusu da işlenmiş değildir.

Devrin edebiyatı bundan uzak durduğu gibi modern dönemde kaleme alınan eserler de bu konuları çoğunlukla yüzeysel bir bakışla geçiştirmiştir.

Günümüzde yazılan eserlerin neredeyse tamamı ecdadın kahramanlık hikayelerinden ibarettir. Bunların dışında edebiyat iddiası olan az sayıda romanda veya sinema ve tiyatro eserlerinde ise bahsettiğimiz hadiseler derinlemesine ele alınmamıştır.

Olayların sıcaklığı içinde yazılmış olarak yalnızca iki örnek aklıma geliyor. Biri Necati Bey’in Şehzade Abdullah Mersiyesi. Tanpınar’ın hep tekrarladığı “Yanında bunca kulundan bir ademi bile yok / Beğim bu nice seferdir ki ihtiyar ettin” beytinin de yer aldığı şiir.

Necati Bey kuşkulu bir şekilde hayata veda eden şehzadenin divan kâtibiydi. Şairimizin daha önce yanında Nişancı olarak görev yaptığı Şehzade Mahmud da genç yaşta ölüvermişti.

Taşlıcalı Yahya Bey’in, babası (Kanuni) tarafından öldürtülen, Şehzade Mustafa için yazdığı mersiye ise siyasi eleştiri de barındıran öfkesiyle çok daha cesur bir çığlık olacaktır: “Meded, meded! Bu cihanın yıkıldı bir yanı / Ecel Celâlileri aldı Mustafa Han’ı”

***

Trajedi kavramını biz günlük dilde “acıklı olay” anlamında kullanıyoruz. Ancak tiyatro edebiyatının bir türüdür esas olarak trajedi. Antik Yunan’dan Roma’ya ve sonra modern Avrupa’ya intikal ederken yapısı biraz değişmiş olsa da temel özelliği değişmemiştir. Trajedi insanın kendi gücünü aşan durumlar karşısındaki çaresizliğidir.

“Kırk katır mı, kırk satır mı?” sorusuna muhatap olmak vardır trajedilerde. Trajedi bir açmazdır. İki seçeneği vardır sahnedeki karakterlerin ama ikisinin de sonunda mutsuzluk, ızdırap ve pişmanlık vardır. Hangisini seçerseniz seçin, mutlu olamazsınız. Ne kadar mücadele ederseniz edin sonunda kaybeden siz olursunuz.

Osmanlı ailesinin “şehzade trajedisi” de tastamam böyle bir olay. Ya babanı, oğlunu, kardeşini öldüreceksin ya da onlar seni ortadan kaldıracak… Toplumun geri kalanı için ise ya sarayda kundaktaki bebekler boğdurulacak ya da yönetimin istikrarı tehlikeye girecek.

Sofokles’in, Corneille’in, Shakespeare’in eserlerindeki karakterlerin yaşadığı türden açmazlar…

Bu arada, hatırlatmakta fayda var: Klasik trajedi edebiyatının en büyük kalemlerinden Jean Racine, IV. Murat’ın kardeşi Bayazıt’ı öldürtmesi olayını -hem de o dönemde- “Bajazet” adıyla kaleme almıştır. (Karıştırmayalım: Vivaldi’nin aynı isimli operası Timur’a esir düşen Yıldırım Beyazıt’ın çektiklerini anlatır.)

Bizde ise tiyatroda Orhan Asena’nın Taht ve Baht Dörtlemesi, Turan Oflazoğlu’nun İktidar Üçlemesi var. Roman aklıma gelmiyor. Popüler romancılarımızın -çoğu Cem Sultan’ın yaşadıklarını konu alan- eserleri sayılmazsa…

***

Modern dönem edebiyatımızın böylesi verimli bir kaynağa karşı gösterdiği tuhaf ilgisizliğe mukabil, Beşir Ayvazoğlu şimdi tarihimizin trajedi tablolarına farklı bir yaklaşımla eğilen yeni eseriyle karşımızda…

Ancak, yanlış anlaşılma olmasın, şehzade kavgalarının trajik boyutunu işleyen bir eser değil Ayvazoğlu’nun kitabı. Keza söz konusu olayların halk arasında nasıl yankılandığı sorusunu doğrudan cevaplamaktan ziyade şair, ressam, bilgin, bürokrat gibi entelektüel karakterlerin meseleyi farklı açılardan tartışıp değerlendirişlerine yer veriliyor. Hem geçmiş zamanlarda hem de günümüzde geçen epizotlarda…

Muradiye Hikayeleri alt başlığını taşıyan Çiçek Hanım’ın Rüyaları, kimilerinin “üstkurmaca” dediği “çerçeve anlatı” (hikaye içinde hikaye) tekniğiyle kaleme alınmış. Kitapta birbirinden bağımsız ama aynı zamanda bir arada okununca bir büyük metnin alt bölümlerine dönüşen on bir ayrı metin var. Bu bakımdan hikayeler diye sunulan eser -postmodern yapısıyla- pekala roman olarak da tanımlanabilir.

Hikayelerin ana ekseninde Muradiye Camii’nin haziresindeki “maktul şehzade” türbeleri yer alıyor. Maktul şehzadelerin başına gelen acıklı olayların yansıttığı değişik sosyal ve kültürel gerçekler yani.

Ana hikayenin kahramanı Cem Sultan hakkında bir roman yazmış ve şehzadeye karşı platonik bir bağlılık geliştirmiş olan tarihçi Çiçek Hanım. (Galiba, kitabın başka sayfalarında da benzerleriyle karşılaştığımız bir “edebi latife” olarak, Bulgar tarihçi ve romancı Vera Mutafçiyeva’yı anıştıran bir kişilik bu.)

Maktul şehzadelerin dramları yanısıra bu alandaki akademik literatüre de göndermelerle dolu olan kitapta yine şehzadelerin trajik hikayeleriyle bağlantılı olarak işlenen ikinci bir “ana izlek” daha var: Müslüman Türk muhayyilesini ve dünya algısını temsil eden Osmanlı sanat anlayışıyla bir başka dünya görüşünün yansıtıcısı ve taşıyıcısı olan Avrupa sanatının karşılaşmaları.

Yayımlanan ilk eseri İslam sanat anlayışının felsefi zemini üzerine olan Beşir Ayvazoğlu bu kez meseleyi kurmaca bir metinde hayali kahramanlar ve hayali olaylar aracılığıyla işliyor.

Her bakımdan ilgiyi hak eden, dahası keyifle okunan bir eser çıkmış ortaya. Öneririm...

5 Temmuz 2024 Cuma

Ak Parti ve şehir Prof. Dr. İlhami Güler01/07/2024

İslami açıdan şehir, salt fiziki-mimari bir olgu değil; aynı zamanda metafizik bir formasyondur. Renkleri ve dillerinin farklılığı, birer “ayet” olan insan topluluklarının, her biri birer “ayet” olan güneş, ay, yıldızlar ve bulutların yani “Gök-kubbe”nin altında; yine her biri birer “ayet” olan ve insanın hizmetine “musahhar” kılınan dağ, ova, orman, vadi, nehir, denizin kıyısında, eteğinde dayanışma amacıyla kurulmuş birer yurt-yuva, mekân-mesken, ikametgâh, mahal-mahalle, ev-barktır. Şehrin bir unsuru olan “Mahalle”, komşuluk ahlakının-hukukunun ve selamın-sabahın hüküm sürdüğü sosyal bir mahaldir. Şehir, insan mayalama merkezi olarak mabetler, makbereler, mahalleler, meydanlar, çarşı-pazar, park-bahçelerden oluşan; kendine has mimarisi, mutfağı, müziği, folkloru, ağzı-şivesi, ruhu-karakteri olan yerleşkedir; metafiziğin yani imanın ve ahlakın mücessem hale gelmesidir.

Türkler, Müslüman olduktan ve Pers-Bizans topraklarına yöneldikten/göç ettikten sonra kurdukları devletlerde “Göçebe-Çadır” kültüründen sıyrılarak, yerleştikleri bölgelerde İslami ruha uygun orta boy şehir ve kasabalar kurdular (Beylikler, Selçuklu, Osmanlı).

Cumhuriyet döneminde Fransa’dan etkilenerek 2-4 daire üzerine 3-5 katlı “Apartman” binalarından oluşan konut politikaları geliştirildi. Nüfusun artmasına paralel olarak “şehir” sayısı arttığı gibi; -sanayileşme ve gelir farklılığından dolayı- 1960’lardan itibaren ülkenin doğusundan batı bölgelerine bir iç-göç dalgası vuku buldu. Bu durum, bazı şehirlerin (İstanbul, İzmir, Ankara, Bursa, Adana, Mersin, İzmit, Antep…) aşırı derecede büyümesine (Metropol) sebebiyet verdi. Bu şehirlerin çevresinde kaçak “Gecekondu” denen mahalleler oluştu. Master düzeyde bir “Şehir” fikri/kültürü/metafiziği ve planlaması olmadığı için; bu büyümenin, “Kanser” tarzında olduğunu söyleyebiliriz. Ancak, -her şeye rağmen- Türkiye’de “Mahalle” kültürü zayıflayarak da olsa devam ediyordu; Tâ ki, TOKİ’ler (Allah var, depreme dayanıklılar), Rezidanslar, Siteler (İnsan Siloları-İG) ve “Büyük Şehir”lerin sayısı artıncaya kadar: Metropole özenti, komşuluğun ve selamın-sabahın kesilmesi.

METROPOL VE ŞEHİR

Makul bir nüfusa sahip mimari/şehircilik anlayışını günümüzde –az da olsa- sürdüren ülke Almanya’dır. “Galaksi Sistemi” ile çok sayıda orta boy şehir-kasaba ile “Metropol” denen canavarların (kanser) oluşmasını büyük ölçüde engellemişlerdir. Bir Alman düşünürü olan Oswald Spengler, Metropolü şöyle yorumluyor: “Tamamı ile incelmiş zekânın canavarca sembolü ve içinde barındığı kap(tır); kültürün, kendine dönerek içinde ömrünü sona erdirdiği (yerdir) “Megalapolis”. Bu gibi dünya merkezlerinden bir avucu, bütün bir anavatanı (ülkeyi) değersizleştirir ve kendi dışlarında kalan yerleri aşağılık ve önemsiz “Taşra Bölgeleri” haline getirir. Babil, Thebes, İskenderiye, Roma, İstanbul, Pataliputra, Bağdat, Uxmal… ilk metropol örnekleridir. Paris, Londra, Berlin ve özellikle New York, daha yakın örneklerdir (Biz, bugün bunlara yüzlercesini ekleyebiliriz. İG)…Bu şehirler, tümüyle zekâdır. Ruhsuzluğun sembolü olan “satranç tahtası” biçimini kendilerine örnek alırlar. (Buralar), “Yuva” değildirler (Buralarda ev-bark, mekân-mesken, mahal-mahalle olmaz. İG) Bu şehirlerin doğumu ve büyümeleriyle, zenginlik ve yoksulluk karşıtlıklarıyla ve yapay uyarımlarıyla, yaşam sıkıntılarıyla ve nihayet megalapolis insanının gittikçe artan kısırlıklarıyla ölümlerini gerektirir. Metropol (Dünya Şehri), ölüme doğru metafizik bir dönüşü gösterir. Metropol insanı, artık yaşamak istememektedir. Köylü kadını her şeyden önce bir “Ana”dır; metropol kadını ise,- ister Paris’te ister New York’ta olsun; ister Lao-tzu Çin’inde Cavraka Hindistan’ında olsun, çocuksuz bir İbsen kadınıdır. Bir Nora ya da Nana’dır. Kültür insanının bütün piramidi ortadan kaybolur; tepesinden itibaren yıkılmaya başlar. (Çöküş anında) önce metropoller gider, sonra “bölgeler”, sonra da en iyi kanı şehre boşaltıp tüketen toprağın kendisi. Sonunda en iyi unsurlarından soyulmuş olarak yalnızca ilkel kan, canlı kalır. Bu kalıntı, “Fellah” tipindedir: ahmak, vurdumduymaz, yarı serf, yarı özgür, köylü-emekçi…” (P.A. Sorokin, Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri. Çev: Mete Tunçay. İst. 1972. S 100).

“Gökdelen” mimari kültürünün, Batıda ortaya çıktıktan sonra, Doğuda (Çin, Japonya, Singapur, Güney Kore…) ve Körfez Araplarında (Abudabi) salgın haline gelmesi, ibretamizdir. Avrupa ve Amerika, bunu sınırlı kentte ve sayıda tuttu. Örneğin, İngiltere’de Londra’nın kıyı bir yerinde “Finans Merkezi” olarak inşa ettiler ve “Mesken”e bulaşmasına izin vermediler. Londra’da yaygın “mesken/ikametgâh” mimarisi, II. Elizabeth döneminin dubleks evleridir.

Yine bir Alman filozofu olan Heidegger, aynı kaygıyı çekerek şöyle diyor: “Modern teknolojinin egemenliği altında ve onun etkisiyle değişen dünyada herhangi bir anlama gelecek “Yurt” olabilir mi? sorusu, yalnızca bu kent (Meskirch) için, yalnızca ülkemiz için, yalnızca Avrupa için değil; şu yeryüzünün insanlarının tümü için geçerli hale gelecek. Belki de insanlık “Yurt” yokluğuna alışacak. Belki de yurt bağı, yurdun çekiciliği/çağırması (der zug zur Heimat), modern insanın Dasein’ından silinip gidecek… Öyle görünüyor ki bugünün insanı, her yerde ve hiçbir yerde evinde olmadığı için “sıla hasreti” de ölmüştür.” (M.Heidegger, Düşüncenin Çağırdığı. Çev: Ahmet Aydoğan. İst. 2008. S 106)

AK PARTİ VE ŞEHİR

İki binlerin başından itibaren “Kalkınma”yı, tarım, sanayi ve üretim yerine,- ağırlıklı olarak- “İnşaat”a kilitlemiş, ona iman etmiş (“İnşaat ya resulullah”) bir “Muhafazakâr” dönem başladı. Oysa İslamiyet, ticaret ağırlıklı bir kasaba olan Mekke ve tarım üretimi ağırlıklı bir ekonomiye sahip olan Medine’de doğmuştu. Ticaret, İslam’ın ruhuna da işlemişti. Mekke’nin ticari vocabularisi (ticaret, alım-satım, borç, rehin, kâr-zarar…), olduğu gibi ahlaka ve Ahirete yansımıştır. İlk Müslümanların büyük bir bölümü –Hz. Muhammed dâhil- “tüccar”dı. Hz. Muhammed’in Mekke dışına çıkmasını fırsat bilen eşlerinden “Ümmü Seleme, kendi odasına ilave bir oda yaptırıyor. Bunu gören Hz. Muhammed: “Bir müminin servetini yiyip bitiren şey, faydasız inşaattır.” diyor. (Benedikt Köhler, İslam’ın Erken Döneminde Kapitalizmin Doğuşu. Çev: İsmail Kurum. Ank.2016. s 87. Köhler, bu bilgiyi Vakidi’nin Siret’ine atıfla veriyor.). Hz. Muhammed, ekonominin mihveri olarak “ticaret”in önemini ve inşaatın –kendi etini yemek olarak- temelsizliğini görmüştü. Benedikt Köhler’e göre, yeryüzünde “Ticari Kapitalizm”, ilk kez İslam coğrafyasında doğmuştur.

İki binlerin başından itibaren muhafazakârların, politik iktidarlarında “İnşaat/Rant”a yönelmelerinin sebebi: 1- Tarımı -köylülük/taşralılık- gerekçesi ile küçümsemeleri, 2-Ticarette ve sanayide/teknolojide behrelerinin olmaması, 3- Göç hareketliliği ve devlete ait arazı-emlak ve arsalarının bolluğudur. Bu dönemde “Kentsel Dönüşüm” ile mahalleyi yok eden “TOKİ”, AVM, dörtten fazla daire üzerine 10 kattan az olmayan, maksimum 70 katlı –her birine birer yabancı isim takılan, misal: “Gamador-Galya”- Rezidans-Siteler, Gökdelenler, Cam-Kule/Kazıklar ile tanıştık. Şehirlerin içindeki yeşil alanlar, giderek azaldı; şehirler “Beton Ormanı”na dönüştü. “Dikey Mimari” ile yükünü tutup, “iş”ini bitirip, ”Yatay Mimari” edebiyatı yapmayı; “Rüşvet” olarak bu beton ormanlarının arasına ve tepelere çakılan camileri, şehirlerin içini silme betona boğduktan sonra, dışındaki “Millet Bahçeleri”ni ve tarihsel dokuların restorasyonunu gördük (Bereket versin!).

Ak Parti iktidara geldiğinde, merhum mimar filozofumuz Turgut Cansever, yazdığı kitapları, yaptığı konut projeleri ve televizyonlarda yaptığı konuşmalar ile iktidarı uyardı ve Cumhuriyet döneminin şehir, mimari ve konut politikalarını eleştirdi. Ortaya ciddi öneriler koydu. Kendisine “Cumhurbaşkanlığı Yüksek Sanat ve Kültür Ödülü” verdikleri halde; rant tutkusu ile gözü dönmüş iktidar çevreleri rahmetliye zerre kadar itibar etmediler ve tavsiyelerine prim vermediler. Rahmetli şöyle diyordu: “Türk şehirlerinin sefaleti, konut sorunu ve mimari seviyesizlik karşısındaki kayıtsızlık, gerçek çözümleme ve gerçek bilginin yol göstericiliği yerine, şekilciliklerin egemenliğinin tercih edilmesi, bütün Türk halkını kaba, sahte, seviyesiz ve çirkin bir biçim dünyasında yaşamaya mahkûm ederken; çok küçük azınlıkların yabancı, taklitçi, pahalı ve gösterişçi sözde (mimari), sanat ve kültür faaliyetlerinin desteklenmesi, hâkim kılınmaya çalışılması, kabul edilemez bir yanılgıdır.” (Turgut Cansever, Kubbeyi Yere Koymamak. İst. 2002. s 95). Muhafazakârlara da şöyle diyordu: “Bu yeni şehircilik anlayışı, Türk toplumunu en yaygın şekilde ahlaki değerlerin dışına iten rüşvet ve her türlü suistimalin en ücra köşelerine kadar götürdü. İnsanların birine iki kat yapı hakkı verirken; diğerine 8, ötekine 10, (bugünlerde 60-70-İG) kat vermek, topraktan farklı şekilde yararlanmaya müsaade etmek; hasedin doğmasına yani şeytan ile kol kola giren bir toplumun ortaya çıkacağına sebebiyet vereceği aşikârdır. Ticaret sektöründe 2.5 milyon insan çalışırken; yaklaşık 15 milyon insan, inşa ettiği ve edeceği evle ilgili olarak rüşvet ile karşı karşıya geldi; insanlar, şeytanla birlikte yaşamaya mahkûm edildiler. Sonra, her yapının tasarımı, bir gösterişçilik haline geldi. 30 katlı binayı (Site-Rezidans) yapıp, bütün dairelerini satarak oradan ayrılmak isteyenler ise, yaptıkları tanıtım kampanyaları ile dünyanın en modern sitelerini (“Akıllı Ev” İG) yaptıkları yalanlarını söylüyorlar. Ve bu yalanları, sizin tekzip etme hakkınız yok.” (T. Cansever, a.g.e, s. 140)

SONUÇ

Heidegger’in “Dil, Varlığın (Hakikat) evidir” mottosu doğrudur ve “Tesettür” giyim tarzını,-ingilizce- “Setrems” olarak adlandırıp markalaştıran; yaptığı devasa inşaat yerleşkesine “Gamador-Galya” adını veren (buna benzer binlerce isim sayabilirim) muhafazakâr bilincin nasıl bir “Hakikat” algısına sahip olduğunu ele verir. Bursa’nın şehir merkezindeki eski iki katlı yapıları “temizleyerek” yerine 20-30 katlı en az 20 tane ucube/heyule gökdelen diken; Ankara’da “Çukurambar” semtini cam-kazık ve insan silosu sitelerle dolduran ve Ankara’nın merkezine “Merkez Ankara” ismiyle en azı 30 katlı olan 20 tane ucube/heyule gök-delen çakan muhafazakâr iktidar, benzerini Türkiye’nin her şehrinde yapmıştır. Belediyecilikten gelip arsa-emlak-emsal konularında uzman olan, “Kupon Arsa”ların satışını tekeline alan Cumhurbaşkanımızın “Başkan”lığında Türkiye’nin son yirmi yılda “Şehircilik” teki umumi manzarası budur. Uluslararası mafyanın merkezi haline gelen, 20 milyonluk metropol İstanbul, -Onca camilerine rağmen- “Dâru’s-Selam” olduğunu nasıl söyleyebiliriz? Allah, ”Büyük Şehir” olmayan Anadolu şehirlerini ve kasabalarını korusun!