22 Mayıs 2024 Çarşamba

AKP ve Türkiye’nin çıkış yolu: Yeni anayasayla parlamenter rejime dönüş İHSAN DAĞI-06/04/2024

İyi de AKP parlamenter sistemi neden yeniden tartışmaya açsın?

Yerel seçimlerin ardından iktidar partisinin başka çaresi yok; ya sistem değişikliğine gidecek ya da kendi yarattığı sistemde yok olacak.  Yeni anayasa tartışmasını parlamenter sisteme dönüşün bir parçası olarak gündeme getirmek olası 2028 hezimeti öncesi AKP’nin yapabileceği en rasyonel hamle. Bu, siyasetin normalleşmesi, toplumsal barışın yeniden inşası, hukuka ve demokrasiye dönüş için de bir fırsat.

31 Mart yenilgisinin ardından iktidar partisi ağır bir politik, psikolojik ve moral krizi yaşıyor. Hem tabanı hem partinin içi kaynıyor. ‘Makul’a dönmeden orta vadede ayakta kalması zor.

AKP, 2002 yılında girdiği ilk seçimde yüzde 34 oy alarak iktidara gelmişti. O günden bu güne iktidar. Zaman içinde oyunu yüzde 50’ye çıkardığı da oldu, referandumda yüzde 57 aldığı da. Ancak, 31 Mart 2024 seçimlerinde AKP oyları (il genel meclisi sonuçlarına göre) yüzde 32’ye düştü. Yani, AKP iktidar yolculuğuna başladığı ve kendisine tek başına iktidar için yeten yüzde 34 oy oranının da 2 puan gerisine düşmüş durumda. Ama, kendi getirdikleri sistemde iktidar olabilmeleri için yüzde 50 gerekiyor.

Muhalefetin son seçimde aldığı başarılı sonuçlar, İmamoğlu ve Yavaş gibi popüler liderlerin artan gücü, muhalefet belediyelerinin nüfusun ve ekonominin çok büyük bir kesimini yönetecek olması gerçeği, YRP’nin yükselişi vs. karşısında artık AKP’nin yüzde 50’lere yaklaşması bir hayal.

Oyları yüzde 32’ye düşen, CHP’nin ardında ikinciliğe inen, Mayıs 2023’den bu yana yaklaşık 4.5 milyon seçmenini kaybeden bir partiden söz ediyoruz. Kriz ortada; AKP için çanlar çalıyor. İktidarın maddi ve manevi hazlarını yaşayan eski kuşak AKP’liler için partinin gerilemesi, hatta seçim kaybetmesi uzun iktidar yıllarından sonra mukadder görünebilir. Genç kuşak AKP’lilerin böyle bir akıbete razı olduklarını sanmam, onlar AKP’yi daha uzun süre iktidarda tutmak isterler. Batan AKP gemisini yeniden yüzdürüp kaptan köşkünde keyiflerini sürdürmek isterler.

Peki, nasıl?

AKP, şimdiye kadar iktidarını uzatmak için her yolu denedi. Kimlik siyaseti de yaptı hizmet siyaseti de. İkisini sentezlediği de oldu. Güvenlikçi politikaları da denedi demokratikleşmeyi de. AB vizyonunu da kullandı, Batı karşıtlığını da. Kürtlere de açıldı ulusalcılara ve milliyetçilere de. Bunların her biri sanıldığı gibi partinin ve liderinin ‘savrulma’sı veya tutarsızlığı değildi; iktidarı sürdürmenin gerekleriydi.

Şimdilerde AKP’nin seçenekleri tükenmiş görünüyor.

Yaygın ve derin yoksulluk, iktidarı ‘perfomans’a odaklanmaya zorluyor. AKP, insanlara hizmet sunmak, yaşamlarını kolaylaştırmak, refahlarını artırmak, kısaca onları ‘iyi hissettirmek’ zorunda önümüzdeki seçimi kazanabilmek için.

Bunun için öncelikle ekonomide hedeflere ulaşmak, rasyonaliteden artık sapmamak gerekiyor. Ancak, bunun da yetmeyeceği ortada; ekonomik programın başarısı için hukuk ve demokrasi açılımı da şart. Ekonomi, hukuk ve demokrasi birbirini desteklemeden, birbirini tamamlamadan AKP’nin ‘performans’ının halkın ekonomik durumuna, refahına ve gelecek beklentisine yansıması mümkün değil.

Kısaca, AKP siyaseten de normalleşmek zorunda; toplumsal kutuplaşmayı azaltmak, hukuku yeniden inşa etmek, demokrasiyi tüm kurumları ve süreçleriyle işletmek. Aksi halde, iktidar yeni kuşaklarına son yıllardaki kötü mirasını ve enkaza dönüşen bir AKP bırakacak.

Zayıflayan, kazanmak için gereken yüzde 50’nin çok gerisinde kalan bir AKP’de iç gerginlikler artar, klikler arası rekabet büyür, elitleri yükselen partilere kaçarak siyasal kariyerine kurtarmaya çalışır, bürokrasiye hakimiyet tavsar, kısaca Erdoğan gelişmeleri ve ekibini kontrol etmekte zorlanır. Bütün bunların işaretleri son bir haftadır çok net görünüyor.

AKP lideri, teşkilatı, elitleri bir tercih yapmak ve yüzde 32’ye düşmüş bir partinin nasıl yüzde 50’ye ulaşacağını sayıları azalan, heyecanı dağılan ve partiye güveni sarsılan seçmenine anlatmak zorunda. Hiç kolay değil bu. Mevcut sitemde partinin kendi başına yeni bir cumhurbaşkanı seçimini kazanacağına kitlesini inandırması zor. İttifaklara devam ederek şanslarını deneyebilirler ancak. 2001’in rövanşı için yanıp tutuşan Yeniden Refah’ın son seçimde yakaladığı yükselişten sonra böyle bir ittifaka katılacağını sanırım AKP içinde kimse düşünmüyordur. Yani, AKP’nin 2028 için MHP’ye dayanmak dışında bir seçeneği yok. Artık başarı üretmesi kuşkulu ve üstelik oldukça sorunlu bir seçenek bu.

Cumhurbaşkanlığı sistemine geçildiğinden bu yana yüzde 50 oy baskısıyla AKP siyasette ve bürokraside MHP’nin adeta ‘vesayet’ine girmiş durumda. İktidar partisinde büyük bir iç gerginlik yaratan, partinin çekirdek tabanını rahatsız eden, son seçimde bir kez daha görüldüğü üzere Kürt oylarını partiden uzaklaştıran, yani AKP’yi bitiren bir ittifak bu. Kürt oyları önemli; AKP’nin en çok ve en hızla eriyen oyları Kürt oyları. Muhafazakar Kürtler arasında Yeniden Refah yükselirken MHP ile ittifakı sürdürmek AKP için intihar olur.

Kısaca, AKP’nin MHP dahil diğer müttefiklerinin vesayetinden çıkmasının ve iktidara tutunmasının yolu parlamenter sisteme dönmekten geçiyor. Ancak parlamenter sistemde AKP yeniden kendi başına iktidar adayı bir partiye dönüşebilir, sırtındaki yüklerden kurtulur. Dahası, böyle bir tercih, ülkeyi demokratikleştirir, toplumu ve siyaseti normalleştirir.

Zayıflayan bir parti ülkeyi daha da gererek ve kimlik kamplarına bölerek yönetemez. Yükselen muhalefete ve İmamoğlu ve Yavaş gibi muhalefetin yükselen yıldızlarına karşı AKP kendini yeniden ‘merkez’ olarak tanımlamadan siyaset yapamaz, yapsa da başarılı olamaz.

Zaman da AKP’nin aleyhine işliyor. 2028’de Erdoğan 74 yaşında olacak, İmamoğlu ise hala 50’lili yaşların ortasında. AKP, Erdoğan’a bağımlı bir parti olmak yerine ancak ‘kurumsallaşarak’ post-Erdoğan dönemine hazır olabilir. Partinin kurumsallaşmasının yolu da parlamentoyu ve siyasi partileri adeta işlevsizleştiren mevcut sistem yerine parlamenter rejime geçmek. Yeni bir anayasayla parlamenter sisteme dönen ve rasyonel ekonomi politikalarından sapmayarak geniş kitleleri rahatlatan bir AKP orta vadede siyasette var olabilir.

Kısaca, AKP yeni anayasa konusunu normalleşme ve kendini yenileme için bir fırsata çevirebilir. Aslında ellerinde mükemmel bir başlangıç metni de var: reforme edilmiş bir parlamenter rejim modeline göre hazırlanan 2007 tarihli Özbudun taslağı. Erdoğan’ın teklifiyle, geçen yıl kaybettiğimiz çok değerli anayasa hukuku profesörü hocamız Prof. Dr. Ergun Özbudun’un başkanlığında Prof. Dr. Zühtü Arslan, Prof. Dr. Yavuz Atar, Prof. Dr. Fazıl Hüsnü Erdem, Prof. Dr. Levent Köker ve Prof. Dr. Serap Yazıcı’dan oluşan bir akademik heyet tarafından hazırlanmıştı taslak. AKP de bu taslağı benimseyerek tartışmaya açmıştı.

AKP’nin kendi anayasa teklifine dönmesi, muhalefetin de parlamenter rejim şartıyla anayasa görüşmelerine başlaması neden olmasın? Böyle bir süreç siyaseti de toplumu da ekonomiyi de ayağa kaldıracaktır.

Sonuçta AKP ya kurucu nesliyle birlikte kaybolup gidecek ya da Türkiye’yi normalleştirerek kendi varlığını yeniden üretecek. Başka seçenek yok. AKP’nin ikinci yolu seçmesi halinde bir sonraki seçim ‘Türkiye’nin sultanı kim olacak?’ sorusuna bir cevap aramaktan çıkarak demokratik bir yarışa döner, Türkiye normalleşir. Dolayısıyla, Türkiye ve AKP için yeni bir anayasa ile parlamenter rejime dönüş en rasyonel çıkış yolu.

Buyurun, Özbudun taslağının başlangıç bölümünden başlayalım:

‘Herkesin insan haysiyetinden kaynaklanan evrensel hak ve hürriyetlere sahip olduğu inancıyla hareket eden, her türlü ayrımcılığı reddeden, farklılıklarımızı kültürel zenginliğimizin kaynağı olarak gören bir eşitlik anlayışına sahip biz Türk Milleti; insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne dayanan demokratik ve lâik Cumhuriyetin kurum ve kurallarını düzenleyen bu Anayasayı, egemen irademizin ve Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemâl Atatürk’ün çağdaş uygarlık hedefi ile ebedî barış idealine olan bağlılığımızın ifadesi olarak kabul ve teyid ederiz.’

Var mı itirazı olan?

5 Mayıs 2024 Pazar

Tek bir yüzükten, saraydaki saltanata… Kemal Kılıçdaroğlu/05 Mayıs 2024

Kıymetli dostlar, bu yazımda sizlere, Türkiye Cumhuriyeti’nin nasıl bir bela ile karşı karşıya olduğunu 10 maddelik bir yazı ile anlatmaya çalışacağım.

Son yıllarda “güç zehirler, mutlak güç mutlaka zehirler” cümlesi en çok tekrarlanan cümlelerden biridir. Mutlak zehirlenmeyi ve yozlaşmayı getiren güç odağının oluşmaması için demokrasiyle yönetilmeye ihtiyacımız var. Yüzyıl önce bütün saray düzenini yıkan, bizi teba olmaktan çıkarıp birey ve millet olabilmek için, eşi benzeri görülmemiş bir savaş veren ulusumuz, bugün yine ciddi bir tehlikeyle karşı karşıyadır.

“Saray, monarşik ve otokratik yönetim biçiminde devlet sisteminin merkezidir. Saray sözcüğü hem hükümdarlık makamı ve kurumsal çevresini hem de mekânını içeren soyut ve somut anlamlar taşır.” Bu tanımlama Dr. Nesrin Taşer’in bilimsel bir makalesinde yer alıyor. (Türk Kültüründe Saray Kavramı ve Geleneksel Saray Mimarisinin Gelişimi)

Cumhuriyetle birlikte “saraylar” gitmiş, genç cumhuriyetin kalbi; aklı, bilimi ve mütevazılığı önceleyen “Çankaya Köşkü”nde atmaya başlamıştı…  Erdoğan’a kadar bütün Cumhurbaşkanları Çankaya Köşkünde görev yaptılar. Ancak Erdoğan “Çankaya Köşkü’nü küçümsemiş,  otokratik rejimle birlikte “Saray”dan Türkiye’yi yönetmeye başlamıştı. O kadar ki kendisini devlet yönetiminde “tek otorite” olarak görmüş ve bunu geniş kitlelere benimsetmek için de çaba harcamıştı. Anayasa değişikliği ile birlikte amacına büyük ölçüde ulaşmış, sadece yürütme organını değil, yasama ve yargı organını da kontrol eder noktaya gelmişti. Böylece Ak(!) Parti zamanla Baasçı bir partiye dönüşmüş ve Erdoğan artık “Ben devletim – devlet benim” deme noktasına gelmişti… Bunu bugün Erdoğan ve çevresi değişik şekillerde dillendirmekten çekinmiyorlar.

Bugün saray deyince aklımıza ne geliyor?

Bir kişiye teslim edilen devlette; yozlaşmayı, çürümeyi, adam kayırmacılığını, sorumsuzluğu, yalancılığı, israfı hepsini görüyoruz. Daha acı olanı ise bu ortamı oluşturan aktörlerin sarayda ve onun oluşturduğu bürokraside de itibar görmesi… Açıkça söylemek gerekiyorsa bu, ahlaksızlığın devlet katında kurumsallaşması demektir. Biliyorum bazı okurlar bu eleştiriyi çok sert bulabilirler. Ama maalesef gerçekler acıdır ve o gerçekleri unutmak gibi, kabullenmek gibi bir lüksümüz de yoktur.

Gelin isterseniz hafızalarımızı tazeleyelim…

Merkez Bankası'nın kasasından 128 milyar dolar birilerine satıldı… Kimlere satıldığını ve kaç liradan satıldığını bilen yok… Erdoğan önce bunu yalanladı, sonra 3,5 ayda 5 farklı cevap verdi. Son yanıtı ise şöyleydi “Merkez Bankası'nın rezervlerinin nerede olduğu sorulur mu?” Bana göre tek adam rejiminde verilmesi gereken cevap buydu… Siz kim oluyorsunuz da 128 milyar doları soruyorsunuz? Evet, biz kim oluyoruz da milletin hakkını hukukunu koruyor, savunuyorduk?

Erdoğan, devlette liyakati sıfırlayan kişidir. Siz; dünyanın herhangi bir ülkesinde, rüşvet alan birilerinin büyükelçi atandığını duydunuz mu? Duymadınız… Ama Türkiye’de rüşvet aldığı bilinen ve kanıtlanmış kişilerin TC devletinin büyükelçisi olarak atandığını biliyoruz. Bu büyükelçilerin devlet sırlarını parayla satmadığını kim garantileyebilir? Yanıt, hiç kimse… Ama ahlaksızlığın kurumlaştığı ülkelerde bunlar bir süre sonra olağanlaşır. Sarayın ülkemizi getirdiği durum da budur.

Saray bugün yolsuzluğu, rüşveti kendine hak bilip, “Oğlum paraları sıfırladın mı?” diyenlerin yeridir. Bakanların yolsuzluk dosyalarını TBMM’de kapatan organdır. Rüşveti meşrulaştırmak için, yöneticilerin de hakları olduğunu savunan saray ilahiyatçıları çıktı.

Saray bugün, beşli çetelerin, ihale takipçilerinin karargâhıdır. Saray, kamu ihale yasasına tabi değildir. Kamu ihale mevzuatında da 199 kez değişiklik yaparak, istediği ihaleyi istediği kişiye, firmaya verme özgürlüğüne sahiptir. Çünkü Saray, “devletin malı deniz…” anlayışına sahiptir. İsterseniz Türk Dil Kurumu bu atasözünü nasıl yorumluyor, O’na bakalım… "Devletin malı deniz, yemeyen domuz" atasözünün anlamı şudur. “Devlete hıyanet etmeyi sanat hâline getirenlere göre devletin bitmez tükenmez malı vardır. Yolunu bulup ondan aşırmayan budaladır.”

Devlet saray tarafından böyle yönetilince, yönetenler de nemalanıyor… ABD Başkanı Donald Trump, Erdoğan’ı “mal varlığını araştırırım” diye tehdit etti. Erdoğan; tehdide karşı, “araştırmazsanız namertsiniz… Benim verilemeyecek hiçbir hesabım yoktur” diyemedi. Mal varlığı dolayısıyla bir devletin yöneticisine şantaj yapılıyorsa o devletin yöneticisi bir milli güvenlik sorununa dönüşür. Dolayısıyla saraydaki Erdoğan’ın malvarlığı bugün için bir milli güvenlik sorunudur.

Sarayın hukuk anlayışında adalet kavramı; adamına, olayına göre değişir. Çünkü hukukun üstünlüğü kavramı işlemez. Sarayın üstünlüğü kuralı geçerlidir. Örneğin Yüksek Seçim Kurulu'nun seçilmesinde hiçbir engel yoktur kararı üzerine seçime giren ve kazanan, TBMM’de İnsan Hakları Komisyonu'na seçilen Can Atalay hapisten çıkamaz. Anayasa Mahkemesi kararları uygulanamaz. Biliyorum, bazılarınız “Anayasa Madde 138” diyeceksiniz… "Anayasa Madde 157" diyeceksiniz… Anayasa Mahkemesi kararları yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlar diyeceksiniz… Ben de biliyorum ama sarayın hukuk anlayışında saray, anayasayı dilediği gibi yorumlama özgürlüğüne sahiptir(!) Saray adalet duygusuyla değil, intikam duygusuyla hareket eder. AİHM (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) kararlarına uymamak ise (Osman Kavala, Selahattin Demirtaş) artık klasik bir saray geleneğine dönüşmüş durumda. Ver tazminatı, kararı uygulama…  Çiğdem Mater Utku, Mine Özerden ve Tayfun Kahraman saray hukukunun (!) GEZİ mağdurları… 

Adli Tıp Kurumu, 100 yılı aşkın tarihi ile Türkiye’nin saygın kurumlarından biridir. Adalet Bakanlığı'na bağlıdır. Hapisteki bir hükümlünün sağlık durumuyla ilgili kararı yöneticileri bağlar. Erdoğan, Adli Tıp Kurumu'nun raporuna rağmen eski paşaları hapiste tutuyorsa, yani intikam duygusuyla onların hapishanelerde ölmesini istiyorsa, bu insanlık değildir. Bu bir öç alma kararıdır. Oysa bu dava FETÖ’cülerin açtığı, paşaları yargılayıp mahkum ettiği bir kumpas davasıydı… Hepimiz çok iyi biliyoruz ki adaletin olmadığı yerde ahlak da yoktur.

Ahlaksızlığın kurumsallaştığı yerde, yöneticilerden adaleti, yasalara uymayı, hakkı hukuku gözetmeyi ve vicdani kanaat oluşturmayı bekleyemezsiniz. İktidarda kalmak için seçimlerde sahte videolar üretmek, açıkça söylemek gerekiyorsa sahtekârlık yapmak sarayın ahlak anlayışının somut bir göstergesidir. Hele hele bunu televizyonlara çıkıp itiraf etmek tam bir yüzsüzlüktür, utanmazlıktır. Üzülerek ifade edeyim ki sarayın ahlak anlayışı budur. Bu anlayışın hiçbir dinde, inançta yeri yoktur…  

Saray; 5’li çetelerin, hak yiyenlerin, kara para aklayan uyuşturucu baronlarının, dolarla TC vatandaşlığını satın alanların güç aldıkları bir merkeze dönünce sarayın adını “külliye” olarak değiştirmek zorunda kaldılar. Çünkü “külliye” tanımı farklıydı… Türk Dil Kurumu'na göre külliye, "Bir caminin çevresinde cami ile birlikte kurulmuş medrese, imaret, sebil, kitaplık, hastane gibi yapıların tümüne verilen ad" olarak tanımlanmıştı… Ama saraya külliye demek yapılar topluluğuna uhrevi bir anlam katmak sonucu değiştirmiyordu… Çünkü gerçeklerin ortaya çıkma gibi acımasız bir huyu vardı…

Saray, açıkça ifade edelim ki; aklı, bilgiyi, hoşgörüyü, alçak gönüllülüğü değil; lüksü, şatafatı, israfı ve kuralsızlığı ilke edinmiş bir anlayışın merkezine dönüşmüştür. Böyle bir merkezin Türkiye’ye vereceği hiçbir şey yoktur. Böyle bir merkezin aktörleri asla ve asla akli ve vicdani bir sorgulama yapamazlar. Çünkü kibirleri buna engeldir. Dolayısıyla hiç kimsenin bu anlayışa yani saraya meşruiyet kazandırma hakkı yoktur.

Sarayda bir gün…

Saraya bir kez gittim… 15 Temmuz darbe girişiminden 10 gün sonra, 25 Temmuz 2016 tarihinde… Bir darbe girişimi olmuş, daha şehit olanların, yaralıların sayısı tam bilinmiyor. Hayatını kaybedenlerin sayısının 400’ün üzerinde olduğu söyleniyor… Yaralıların sayısı tam belli değil, Ankara hâlâ barut kokuyor… Güvenlik önlemleri her alanda görülüyor… Erdoğan’ın daveti üzerine 25 Temmuz 2016 tarihinde saraya gittim… Toplantıya Başbakan Binali Yıldırım, ben, Sayın Devlet Bahçeli, Cumhurbaşkanı Genel Sekreteri Sayın Fahri Kasırga ve Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü Sayın İbrahim Kalın katılmıştı… 2 saat 40 dakika süren toplantıda darbe girişimi ve sonrası ele alındı.

Samimi söylemek gerekirse defalarca bürokrat ve siyasetçi olarak gittiğim Çankaya Köşkü'nün ağırlığı yoktu… Tarih yoktu… Çankaya Köşkü'ne girdiğinizde devletin kuruluşundaki atmosferi hissedersiniz. Sarayın bende yarattığı izlenim, bir kamu binasından çok, lüks ve ihtişamlı odaları ve yurt dışından getirildiği söylenen ve pahalı mermerlerden oluşan koridorları ile insanı rahatsız edici bir otel atmosferiydi… Erdoğan’ın bugün otururken neredeyse içinde kaybolacağı altın yaldızlı ihtişamlı koltuğu yoktu. Yoksulluğun, işsizliğin kol gezdiği Türkiye’de o lüksü, debdebeyi unutamam. Toplantı sırasında çay dışında sarayın fırınında piştiği söylenen sıcak kurabiyeler geldi… Çayımı içtim ama bu lükste bu kurabiyeler haramdır diye yemedim… Evet, yoksulluk içinde verilen bir milli kurtuluş savaşını ve o savaşın kahramanlarını düşündüğünüzde bu şatafatlı yaşam bize yakışmıyor… Ve bir daha da Sayın Bahçeli'nin sık sık gittiği saraya gitmedim ve hiçbir davete katılmadım.

Yani kıymetli dostlarım, ben Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı olduğumda, karşımda devletleşmeye başlamış 10 yıllık bir iktidar vardı. 15 Temmuz’dan sonra bu devletleşme süreci hızlandı ve kısa süre içerisinde tamamlandı. Ben, rahmetli Demirel, rahmetli Erbakan, rahmetli Ecevit gibi demokrasiyi içselleştirmiş bir siyasi rakiple değil, yargısıyla, askeriyesiyle, istihbaratıyla “BAAS” partisi benzeri, devletleşmiş bir yapıyla mücadele ettim. Ama şunu bilmenizi isterim;

“Geçmedim muhannet köprüsünden su apardı beni,

Yatmam çakal yatağında, aslanlar yese beni…”

Kemal Kılıçdaroğlu - CHP 7. Genel Başkanı

Müfredat, makbul vatandaş ve güzel cevaplarımız- Abdülbaki Değer- 05/05/2024

Ayşe Kadıoğlu “…Cumhuriyet Türkiye’sinin en ideal öğrencileri soruların cevaplarını bilen ancak kendileri soru sorma alışkanlığı edinmemiş kişiler olarak yetişmişlerdir” tespitinde bulunur. Tespitin devamı çok daha çarpıcıdır: “Nitekim “…çıplak bir düşünme anını simgeleyen …Düşünen Adam (heykelinin) Türkiye’de bilinen en popüler kopyası bir akıl hastanesinin bahçesinde bulunmaktadır.” Müfredat tartışmalarının yapıldığı bu süreçte hem tartışmanın biçimi hem de içeriği paylaştığım tespitin nasıl da isabetli olduğunu teyit ediyor. Tartışmanın koordinatları mevzuyu ne tür bir düzlemde tartıştığımızı veya tartışmadığımızı doğrudan belirliyor. Türkiye’yi normal bir tarihsel arka plan, kendi doğallığı içinde seyreden bir devlet-toplum ilişkisi üzerinden alırsanız daha doğrusu bu boyutları tartışma dışı tutarsanız pekâlâ bir müfredat tartışması yapabilirsiniz, teferruatlı bir düzenlemeye de girişebilirsiniz. Ancak meselenin bağlantılı olduğu esas alanı ve dinamikleri göz ardı eden her okuma tabiatı icabı atıl kalmaya mahkûmdur. Tıpkı uzun bir süredir ülkemizde bin bir emekle verdiğimiz eğitim mücadelesinin memnun olmadığımız düzeyde kalması gibi.

***

Hayatımızın çeşitli alanlarında giriştiğimiz düzenlemelerin, eğitimde olduğu gibi, bekleneni vermemesi sadece hayatın kompleks, öngörülemez niteliğinin karşımıza çıkardığı engellere bağlayamayız. Elbette insan hayatı her türlü planı, mühendislik faaliyetini hele hele bu hayatın doğal ritmine uymayan ideolojik-politik arzuları çökertecek hesaba gelmeyen unsurları içinde daima barındırır. Zaten insanın bir tarihinin olmasının, bir uyum aparatı olmaktan öte bir varlık olmasının anlamı ve önemi de buradan gelir. O halde bu tartışma bağlamında yapmamız gereken temel tespit; yürüttüğümüz eğitim faaliyetini etkisiz, işlevsiz kılan hususun hayatın kendi doğal değişim dinamiğinin olmadığı gerçeğidir. Şüphesiz büyük bir değişim-dönüşüm dalgası içindeyiz ve yürüttüğümüz faaliyetin kaderine etki eden bu dalgayı inkâr edemeyiz. Ancak müfredat tartışmasında MEB tarafından meşrulaştırıcı bir gerekçe olarak ileri sürülen değişim-dönüşüm dalgası hem meseleyi kendi asli ve geniş bağlamından kopartıyor hem de teknik ve kaçınılmaz bir bugüne adaptasyon sorununa indirgeyerek olanı biteni manipüle ediyor.

***

O halde kimsenin itiraz etmeyeceği, edemeyeceği meşrulaştırıcı gerekçeyle bağlamından koparılan ve manipüle edilen şeye odaklanmamızda zaruret var. Şu an yürüttüğümüz şekliyle tartışma tam da sınırları çizilmiş bir alanda beklenen şekilde, içerikte ve düzeyde yürütülen bir tartışmadır. Bu sadece bir iktidar odağının stratejik müdahalesi olarak değerlendirilmemelidir. Onu da içeren daha geniş ve kapsamlı bir durumla karşı karşıyayız. Türkiye’nin tabiri caizse dünyayla oryantasyonuna rengini, ruhunu veren varoluş biçimi var. Bu varoluş biçimi hayatla, toplumla, sorun tanılama ve çözüm üretme sistematiği ile belirli şekilde davranmayı, belirli şekilde bir ilişki tesis etmeyi normalleştiriyor. Bunu sadece iktidarın davranışlarına yön veren müesses nizam olarak düşünmeyelim. Aynı zamanda iktidarın uygulamalarına karşı çıkanları da içeren çok daha geniş bir düzlem var karşımızda ve tam da bu geniş düzlemi düzenleme, belirleme kapasitesi nedeniyle müesses nizamdan bahsettiğimizde esaslı bir şey söylemiş oluruz. Bu yüzden zannedilenin aksine iktidar odağında hangi aktörlerin olduğundan, onların ideolojik-politik aidiyetlerinin ne olduğundan daha öte bir şeye vurgu yapar müesses nizam. İktidarın her türlü tasarrufuna karşı muhalefet ederken bile sizi yönlendiren, ufkunuzu belirleyen dokunun, iklimin ayırdına varmamız gerekiyor. Çünkü nihayetinde bir noktadan sonra iktidarın ve muhalefetin de belirli hatta kalmasını ve hareket etmesini sağlayan bir şeyden bahsediyoruz.

***

Tartışmayı taşıyan zemini dikkate alarak hareket etme zaruretimizin altını çizerek başlamalıyım. Tartışmanın yapıldığı alan, alanın içinde yer aldığı bağlam dikkate alınarak ancak değerlendirilebilir.

Çünkü alan hem varlığını ve meşruluğunu hem de anlamını ve olası işlevini bağlantılı olduğu bu geniş bağlamdan alıyor. O halde bakanlığın paylaştığı son müfredata ilişkin bir şey söyleyebilmek için ancak devam ede gelen uygulamayla birlikte ele alındığında mümkündür. Türkiye’nin modernleşme sürecinden bu yana modern eğitimin konumlandırıldığı bir yer var. Bu yerin temel motivasyonunun makbul vatandaş olduğu bugün neredeyse tartışma dışı bir veri olarak önümüzdedir. Makbul vatandaşa odaklı bir düzeneği sorgulamak ile makbul vatandaşın içeriğinin nasıl olacağını tartışmak arasında çok temel bir fark var.

Türkiye’de başından bu yana makbul vatandaşın kimliğinin ne olacağına ilişkin ideolojik-politik bir çatışma, bir mücadele var ve maalesef bu mücadele bugün de yürürlüktedir. Bu mücadelenin niteliği ayrı bir tartışma olmakla birlikte devlet tekelinde yürütülecek bir mühendislik faaliyeti ile mamul edilecek vatandaşın hangi donanımda olacağı bir egemenlik meselesidir ve aynı zamanda gösterisi ve göstergesidir. Nitekim müfredat meselesi esas itibariyle epistemik otoritenin kim olduğunu söylemesi itibariyle önemlidir ve hararetli tartışmaya konu olması da bir yönüyle bu yüzdendir.

***

Önce müfredat bağlamında MEB’in tarihsel süreklilik içerisinde devam ettirdiklerine bakalım. Ardından da varsa ayrıştığı hususları inceleyelim kısaca. MEB, esas itibariyle kendi tarihsel sürekliliğini çok fazla bozmadan sürdüren dirençli bir yapı. Mevcut bakanın müsteşar iken belirttiği gibi “MEB’de Cumhuriyet’in başından bu yana paradigmatik bir değişim yaşanmamıştır, teknik-tali konularda minimal değişikliklere gidilmiştir.” Yeni müfredatın paylaşıldığı bugünlerde de durum aynıdır. MEB’in yasal dayanaklarında hiçbir değişikliğe gidilmemiş, yapı, işleyiş ve ilişki olduğu biçimiyle yürürlükte tutulmuştur. Ne ideolojik-politik kimlik, ne otoriter-merkeziyetçi-hiyerarşik yapı ve ilişki hedef alınmıştır. Tersine bu temel noktalar sorun edilmemiş, tartışma dışı bırakılmıştır. Dolayısıyla Tevhid-i Tedrisat’tan 1739 Sayılı MTK’ya kadar mevzuatın aynıyla kaldığı, eğitimin içinde yer aldığı genel ekonomi-politik düzenin tüm mantık ve kurgusunu devam ettirdiği dolayısıyla eğitimin makbul vatandaş üretim tezgâhı olarak görüldüğü ve kullanıldığı bir yerde yapısal, paradigmatik, köklü bir değişimden bahsetmek anlamsızdır. Durum böyle olduğu halde MEB’in müfredat açıklamasını sistemin dinamikleri ile oynayan köklü bir girişim olarak sunumu da hangi muhalif kesimden ve hangi saikle gelirse gelsin gerçeği manipüle eden ve statüko lehine çalışan bir hamle olarak kaydedilmelidir.

***

Gelelim MEB’in yeni müfredatla getirdiği ayrışan hususlara. Kamuoyundaki tartışmanın odaklandığı nokta da burası zaten. Cumhurbaşkanının zaman zaman dile getirdiği “dindar nesil” vurgusunda somutlaşan talep yeni müfredatın esas itibariyle örtük amaçlılığını oluşturuyor. Açıklanan müfredatın başlığına seçilen “maarif” kelimesinden tutun yerli, milli, medeniyet vurgularının tümü bu amaçlılığın göstergeleri olarak okunabilir. Ancak anlamlı ve bütünlüklü bir sembolik dilden ziyade derme çatma bir retorikten öte olmayan bu tasarımın açıklayanların da tecrübeyle görecekleri üzere yeni bir reform söylencesinin hedefi olmak üzere sırasını beklemekten öte bir anlamı olmayacaktır. Vaveyla ile açıklanan 2023 Vizyon Belgesi de benzer bir dil üzerinden kamuoyuyla paylaşılmış ancak 2024’e eriştiğimiz bu günlerde Vizyon Belgesi’nin adı bile kalmamışken biz on yıllardır yaptığımız şeyi aynı şekilde yapmaya devam ediyoruz. MEB’in bir şeyler değiştiriyormuş havası yaratarak müesses düzeni sürdürme gibi sıra dışı bir tecrübesi var. Aslında bu tecrübe bir Türkiye tecrübesidir ve öylesine baskın ve kalıcıdır ki her toplumsal kesimde, her iktidar adayında metamorfoz oluşturabilecek kudrettedir.

***

Bugüne kadar yaptığımızı benzer şekilde yapmaya devam ettiğimiz bugünlerde açık açık konuşmakta zaruret görüyorum. Operasyonel bir sürecin içindeyiz. Operasyonu iki türlü anlamamızda yarar var.

Hedef aldığınız toplumu belirli yöne yönlendirme amaçlı operasyon olduğu gibi bakışı kaydıran, bakışa ayar veren başka türlü operasyon da olabilir. Bunları doğrudan iktidar hamleleri olarak görmemiz gerekmiyor. Bir komplodan bahsetmiyorum. Daha büyük bir iktidardan, onun yönlendirmesinden, gündelik hayatımızın akışına normuna, normaline yön veren kodifikasyona bakmamız gerekiyor çünkü başımıza gelenler hatta iktidarda olduğunu zannedenlerin de başına gelenlerin bundan bağımsız olduğunu söylemek aşırı saflık olur. Matruşka gibi. İktidar içinde iktidar, onun içinde başka bir iktidar.

İktidar ilişkilerinden bağımsız steril bir alandan söz etmiyorum, böyle bir şey beklemiyorum. Ancak güç ilişkilerinin ve müdahalelerinin olabildiğince açığa çıkarıldığı bir düzlem en azından kaba saba müdahalelerin, manipülasyonların ve işlevsiz uygulamaların sınırlanması açısından önemli işlev görecektir.

***

Müfredat tartışmasının zemini de bu açıdan dikkate alınmalıdır. Aktarılacak şeyin, aktarılma şeklinin şüphesiz eğitim faslında önemli bir yeri var. Ancak bunun nerede, hangi düzlemde, hangi ortamda, hangi gerçeklikte ve ilişki zemininde olduğu çok daha önemli. Doğallaştırılan, gözden kaçırılan, tartılma dışı bırakılan yerleri not etmemiz gerektiğini, bunları göz önünde bulundurmayan tartışmanın yürürlükteki kandırmacayı sürdürmeye yaradığını belirtmemiz gerekiyor. Cumhuriyet’in ideal öğrencileri olarak verilen cevapları ne kadar bildiğimiz tartışmaya açık ancak sorulması icap eden soruları sormaz hale getirildiğimiz aşikâr. Müfredat dediğimiz düzenlemenin ideolojik, otoriter, merkeziyetçi, katılıma açık olmayan, Türkiye’nin kronik hastalıkları ile malul ve eğitimi ideolojik bir aygıt olarak gören yapı içerisinde anlamsızlaşacağı izahtan varestedir. Tam da bu anlamsızlık yüzünden manipülatif olarak görülmeli ve bizi gerçekten dolayısıyla anlamlı bir çözümden uzak tuttuğu için eleştirilmelidir. Modern eğitimin temel parametrelerini görmezden gelerek bir takım teknik düzenlemelerle ideolojik-politik tahayyülleri devlete yaslanarak gerçekleştirme beklentisi toplumu şahsiyetsizleştirmek, kimliğinden, aidiyetinden soyundurmak ve istenilen için bir ameliyat alanına çevirmektir. Yukarıda da değindiğim üzere Türkiye’de temel ve genel mesele; devletin belirleyeceği bir makbul vatandaşın renginin ne olacağı meselesi olmaktan çıkarılmadığı müddetçe yanlış zeminde enerji tüketmeye devam edeceğiz. Türkiye’de ve dolayısıyla eğitim alanında mesele; makbul vatandaş düzeneğini sorgulamak, onu atıl hale getirmektir.

Zannedildiği gibi bu düzenek bir çözüm mekanizması değil tam tersine sorun odağıdır ve bir tecrübenin, bir pratiğin, bir zihniyetin dışavurumudur. Müfredat bizi düzenekle hesaplaşmaya değil düzenek içinde pozisyon kapmaya çağırıyor. Bu da hem gerçeği görmekten ve anlamlı bir çözüm üretmekten bizi alıkoyuyor hem de bu şekilde statükonun devamını sağlıyor. Anlamlı sorular yerine güzel cevaplarımız olduğunda bunlar maalesef kaçınılmaz oluyor.