16 Ekim 2023 Pazartesi

Kolaylaştırmak zorlaştırmak Prof. Dr. Niyazi Kahveci-15/10/2023

HADİS-İ ŞERİF

Hz. Peygamber, valiliğe tayin ettiği Muaz bin Cebel’e şöyle emretmiştir: “Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız! Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz! Birbirinizle anlaşın, iyi geçinin, ihtilâfa düşmeyin!” (Buharî, 3:72) “Müjdeleyin, nefret ettirmeyin; kolaylaştırın zorlaştırmayın.” Müslim, Cihâd, (1732). Hadis, zorlaştırma ile birlikte nefret duygusunu kullanmıştır. Kolaylaştırmak ve müjdelemek insani duygu ve davranıştır.

Zorlaştırmak ve nefret etmek doğal duygu ve harekettir. Hayvan hareket, insan davranış üretir. Kişi sevdiğine kolaylaştırır, sevmediğine zorlaştırır. Ama Müslüman öyle olamaz! Ama oluyor!

Demek ki Hz. Peygamber, kendi zamanında zorlaştırma, nefret ve kin Müslümanlarda bulunan kötü hareket ve duygu idi ki gündeme getirmiştir. Müslümanlara, başkalarına zorluk çıkarmalarını yasaklamıştır. Aldırış eden var mı? Bugün Müslüman toplumlarda kolaylaştırana, Batı toplumlarında zorlaştırana rastlamadım. Neden acaba? Kolaylaştırmak küçüklük görülür.

İNHİBİSYON

Doğal beyin otomatik negatifçi ve itirazcı çalışır. Buna “doğal inhibisyon” mekanizması denir. Gelen veriye, ilk önce negatif açıdan bakıp itiraz ve reddetme uygular. Beşeri aklını bir jeneratör gibi devreye sokmadan doğal beyinle çalışan kişi otomatik negatifçi ve itirazcı davranır. Hangi resm ve özel kuruma gitsek, hep görevlilerin zorlaştırması ile karşılaşıyoruz. Görevli; “olmaz, yasak, haram, kanunsuz, bugün git yarın gel” gibi “zorlaştırma” uyguluyorsa, işte bu “doğal-animal inhibisyon” nedeniyledir. Doğal kalıpsal ve alternatifsiz düşünüyordur. Doğal kalıpsal düşünen kişi, sadece yasaklamayı bilir. Ama insan, alternatifli düşünerek meşru alternatif çözüm üretir. Alternatifli düşünme öğretilmelidir.

ÇOCUKLUK EVRESİ

Zorlaştırmanın antropolojik nedeni vardır. Antropoloji, insanın kültürel ve fiziki insanlaşması ile ilgilenen bilim dalıdır. Antropolojik olarak zorlaştırma insanlığın, günümüzden 50 bin yıl önce yaşadığı çocukluk evresi icadıdır. Çocukluk evresi, doğal-animal hareket edilen evredir. İnsan çocukluk evresinde doğal duygularla hareket eder. Zorlaştıran ve kolaylaştırmayan kişi, insanlığın çocukluk evrelerini yaşadığı günümüzden 50 bin yıl öncesinde kalmış demektir. Bu durum, yetişkinlik evresine kadar sürmüştür. Çocuk düzeyindeki dinin yaşama şansı yoktur.

SAVUNMA, SALDIRMA

Zorlaştırmak, doğal-animal sistemi uygulamaktan kaynaklanır. Bu sistem; beslenme, barınma ve üreme gibi doğal temel ihtiyaçları karşılamak için düşünür. Bu ihtiyaçları karşılamak için, “savunma ve saldırma” şeklinde iki tür animal hareket vardır. Bu hareketler, vücutlarda verili olan doğal “itme ve çekme” gücüyle düşünmeksizin otomatik yapılır. Hayvan hareket, insan davranış sergiler. Hayvansal hareket eden kişiden insani davranış beklenemez. Zorluk çıkarmanın bir nedeni, doğal düşünme gereği insanları “av, avcı ve düşman” görmektir. Kendi milletini böyle gören kişiden o milletin görevlisi olmaz. Durumu neden değiştiremiyoruz?

Şimdi devletimiz, çağdaş teknolojik cihazları modern dünyadan satın almış ve vatandaş internet üzerinden iletişim kurup şikayet ve taleplerde bulunabiliyor. Ben de, bazen test etmek amacıyla iktidarın kurumlarına ve muhalefetin belediyelerine şikayetlerde bulunurum. Görevliler, doğal hareketlerle modern insanlaşamadıklarını gösteriyorlar. İkisinden de, henüz araştırmaksızın, “gerekeni yaptık” şeklinde doğal “savunma” veya “siz yanlışsınız” diyerek doğal “saldırma” ya da her ikisini kullanarak aynı cevaplar geliyor. Ama sorun çözülmüyor.

ÇAĞDAŞ DÜŞÜNEN GÖREVLİ YETİŞTİRMEK

Devlet işleyişinde kolaylaştırma, kolektif zihniyet olarak egemen kılınmalıdır. Bu zihniyete sahip olmayan kişi, resmi ve özel görevli olamamalıdır. Şimdi ise zorlaştırma egemendir. Çağdaşlıkta kolaylaştırmak egemendir. Görevlilerin, “vatandaş için var oldukları” şeklindeki çağdaş sistem, kural, değer ve fikirler doğrultuda düşünme ile eğitilmelidirler. Devletin ve milletin, “devlet görevlisi için var olduğu” şeklindeki antik ve ortaçağ monarşist yönetim anlayışı değişmelidir. “Çağdaşlık ve dindarlık kaportada değil, motordadır.”

REFORMASYON, RENORMASYON

Doğadaki tanrısal sistemde “reprodüksiyon” adı verilen sürekli döngü vardır. Her canlı şey analiz yapıp birbirleriyle senteze girerek dönüşüp yeniden üretilir. Beslenmede de geçerlidir. Canlılar bir kere değil sürekli beslenme ile varlıklarını sürdürüyorlar. Aynı sistem tanrısal kutsal metinler için de geçerli olmalıdır. Onlardaki normlar, varlıklarını sürdürebilmeleri için insanlığın ürettiği yeni fikir ve bilgilerle sürekli senteze sokulup yenilenmelidirler. Bu işlem, “renormasyon”dur.

O nedenle, her nesil, hatta her kişi, ayet ve hadiseleri “reformasyon” değil, kendisi için “renormasyon” yapmakla mükelleftir. Her beyin kendi algısını kendisi üretir ve ondan sorumludur. Hiçbir beyin başka beynin ürettiği algıyı kabul etmez. Hiçbir mide de başka midenin ürettiği vitamini kabul etmez. Allah hiç kimseyi başkasının algısıyla sorumlu tutmaz. O nedenle Allah, bir “beyin verici kulesi” yapıp, gidin ona kablolu veya kablosuz bağlanın dememiştir. Üstelik israf dememiş her vücuda müstakil bir beyin vermiştir. Fenomen olan formlar kronolojiktir, öz olan numenler ebedi yapılabilir. Kutsal metinleri kendimizin değil, içinde yaşanılan asrın idrakine söylettirmek gerekir. Bu yapılmadığı takdirde, uyum sağlayamayacağından din ve mensupları donuklaşıp yok olur, ayıklanır gider. İnsanlığı, tarihin bir dönemine sabitlemek tanrısal sisteme aykırıdır.

Zor olan analiz ve sentez işleminden kaçıp kutsal metinlerin işlenmemiş formlarını oldukları gibi satmak, kişinin düşünsel işlemini gerektirmeyen kolay bir iştir. İnsanlara davranışta zorlaştıran kişi, bu işte kolay yolu kullanıyor. Doğal-animal beyinle kısayolcu ve kestirmeci karakteriyle hareket edip büyük kazançlar elde etmek ister. Türk Atasözü: “Ucuz etin yahnisi acı olur.” Her nesil yaptığı her şeyi kendi ihtiyacını karşılamak için yapar.

KLASİK MONARŞİ VE ÇAĞDAŞ DEMOKRASİ

Hz. Peygamber, bu hadislerini klasik monarşi siyasal sisteminin olduğu dönemde söylemiştir. O sistemde yöneticiyi yargılayan ve denetleyen bir devlet organı yoktur. Çünkü henüz devletleşme olmamıştır. Dolayısıyla, halka davranış biçimi, yetkilinin inisiyatifinde idi. Yetkililerin insani davranmaları ayet ve hadislerle sağlanmaya çalışılıyordu. Ayet: “Ey iman edenler! Allah’tan sakınılması gerektiği gibi sakının. Ancak Müslümanlar olarak can verin.” (Al-i İmrân, 3/102). Hadis: “Mazlumun duasından sakın! Çünkü bu dua ile Allah arasında perde yoktur.” (Müsned, 1:233; Buharî, 3:73; Müslim, 1:150; Tirmizî, 3:21) Zalim yöneticiye karşı böyle dua, klasik monarşi sisteminde kabul olabilir. Ama demokratik sistemde kabul olacağını söylemek zordur. Çünkü klasik monarşi sisteminde halk pasif ve siyasal güçsüzdür, ama demokraside aktif ve siyasal gücü vardır. Gücünü kullanmama telafisine Allah kulak verir mi? Ayet ve hadislerle yasaklanan kin, nefret, düşmanlık ve zorlaştırmak, demokraside ahlaki alandan alınıp kanunlarla suç yapılmıştır. Demokratik sistemde Müslüman olduğunu iddia edip de halkına zorluk çıkaran yönetici, hem Hz. Peygamberi hem de çağdaş hukuk sistemini ihlal ettiğinden dünya ve ahrette olmak üzere, hem suçlu hem de günahkardır. Duble cezalıdır.

SARTRE (1905-1980)

Fransız filozof J. P. Sartre der ki: Yazar da diğer bütün insanlardan farklı değildir. Fakat o, konuşma yolunu seçtiği için bütün bunları konuşmak zorundadır. Özgürlük adına kötüye karşı koyması, zorbalıkla savaşması gerektiği su götürmez. Her türlü zorbalığı kötülemek zorundadır; ister dostları zorbalık etsin, ister düşmanları. Yazar genel olarak, “iyi budur, kötü şudur” diyecek olursa sorumluluğunu unutmuş olur. Ondan istenen bu değildir. Genel olarak iyi ve kötünün ne olduğunu herkes bilir. Yazardan istenen şey; iyiniyetli insanları bu sorunlar üzerinde düşündürmektir. Etkin olup olmaması da önemli değildir. Onun için yazar, bir bayrak koşusuna girecek, yani amacı; yalnız kendi memleketinin okurlarını değil, yabancı yazarları da etkilemek olacak; yabancı yazarlar onun, o da yabancı yazarların düşüncelerini, direnişini, tanıtımlarını yığınlara iletecek.

Biz yazarların önlemesi gereken en önemli şey; elli yıl sonra, “Bu adamlar, dünyanın en büyük felaketinin geldiğini gördüler ve sustular” denilerek, sorumluluğumuzun suçluluğa çevrilmesidir. Sartre sadece düşünürlük yapmamış aynı zamanda aktivistlik de yapmıştır. İnsanlık, beş milyonluk tarihinin en mesut hayatı yaşamayı icat ettiği çağımızda Müslümanlar, tarihlerinin en mutsuz dönemini yaşıyorlar.

İnsanlığın, kendilerini ve dünyayı aşıp uzaya kadastro ve imar getirme boğuşması yaptığı günümüzde, Müslümanların hala kendilerini aşamamaları ve kendileriyle boğuşmaları çok vahimdir. Nedenleri üzerinde düşünmek gerekir. Ama düşünürümüz yok. “Akılcı ve bilimsel düşünme yapamayan artık varlığını sürdüremez.”

'Post emperyal travma’ Hal-i pürmelalimiz Tarık Çelenk-14/10/2023

AVRUPA AVRUPA DUY SESİMİZİ

Çocukluğumdan buyana yabancılarla oynadığımız futbol maçlarını herkes gibi seyretmeye düşkünlüğüm vardı. Futbolumuzun da pek iyi olmadığı 70’li yıllardan itibaren bugün de dahil sıradan bir orta Avrupa takımıyla 11 yabancıyla oynasak dahi kulağımda hala şu slogan çınlamakta “Avrupa, Avrupa duy sesimizi bu gelen Türk’ün gür sesi”.

LOŞ MEKANLARIN YALNIZLIĞI

Halit Ziya Uşaklıgil anılarında Abdülhamit’in istibdadının Yıldız sarayının arı kovanı gibi yoğunluğundan bahsederken her haliyle bir meşrutiyet sarayı olan Sultan Reşat’ın Dolmabahçe sarayının protokol günleri haricindeki loş yalnızlığından bahseder. Ülkemizin tarihi, iktidarın mekanlarının, meşrutiyetten bu yana saraydan, Babıali’ye oradan da 1918’e kadar harbiye nezaretine geçtiğine tanık olur. Cumhuriyetimizle birlikte ise iktidarın mekanları sırasıyla zamanla Çankaya, meclis, bakanlıklar, MGK ve şimdi de Beştepe. Ama belki denilebilir ki boşalıp loşlaşan eski veya taşınan yeni iktidar mekanları muhtemelen hep imparatorluğun Yahya Kemalin şiirlerinde sıkça geçen debdebeli günlerinin sedasını, arayışını, kayıplarını ve tutulmaya fırsat bulamadıkları yaslarını yansıtıyordu. Osmanlı imparatorluğunun çökmesi, toprak, şeref kayıpları ve göçler tartışmasız nesillere intikal edecek travmalara neden olmuştu.

İMPARATORLUK SONRASI TRAVMALAR

Yıllar önce psikanalist Prof. Vamık Volkan ile İmparatorluğumuz sonrası travmaları ve yasları konuşmuştuk.1 Volkan insanların nasıl ölümler ve kayıplarda yas tutma ihtiyaçları varsa büyük gurupların- milletlerinde kayıplarda yas tutma mecburiyetinden bahsetmişti. Yas tutmak bir bakıma yeni duruma adaptasyon da demekti. Vamık hoca röportajımda özellikle ülke olarak Osmanlının kaybının yasını tutmayı geciktirdiğimize dikkati çekmişti. Hoca bu gecikmeyi Atatürk’ün liderliğine, oluşturduğu yeni Türk kimliğinin tutması başarılı çabalarına ve II. Dünya savaşı gibi faktörlere bağlamaktaydı.

Şahsen bu yeni duruma adaptasyonda sert bir geçiş yaşandığını bunun için bugün Anadolu’nun büyük taşra kitlesinin imparatorluğun kaybına halen uyum sağlayamadığı kanaatini de taşımaktayım. İlaveten belki de çocukluğumda Osmanlıyı inkâr olarak tesis edilen ilkokul müfredatı da bu sert geçişin bir diğer parçasıydı. Osmanlıyı 50-60 yıl boyunca dolaylı inkarın getirdiği maliyet devamlılık psikolojisine zarar verdi. Bugünleri yaşamayı maliyet olarak bizlere bıraktı.

Volkan Sovyetlerin dağılması ve 11 Eylül ile küresel anlamda gündeme gelen milliyetçilik ve radikal İslam’ın Osmanlının ertelenen yasının içindeki bu bileşenleri tetiklediğini de ifade ediyordu. Yas tutmak bir bakıma kaybolan şeylerin canlandırılmaya çalışılmasıdır da. Belki hala içimizde kaybettiğimizin farkında olmayan bir parçamız mevcuttu. Yeniye adapte olabilmek için imparatorluğun ötekilerinin torunlarıyla, milliyetçilik ve dinin uzlaşma içinde yaslarımızın birlikte tutulması gerekiyordu. Bu toplumsal bir özgüven ve uzlaşıyla bir devamlılık duygusunu Cumhuriyetimizin II. Yüzyılı eşiğinde pekiştirebilirdi. Ancak yine Volkan’ın literatüre kazandırdığı “Seçilmiş zaferler” ve “Seçilmiş travmalarla” popülizmi ustaca kullanabilen politika yapıcıları, ülkemizde bu yası kutuplaşmayı derinleştirmenin vesilesi haline getirdi. Kurucu unsur olan bizler, kaldıramayacağımıza inandığımız gerçeklikler karşısında radikalleşmekteyiz. Yükselen popülist sağı da böyle okuyabiliriz. Bu anlamda hayatta kalma stratejisini sağlıklı bir altyapı üzerine inşa edemeyen devletimiz kırılganlaşma riskiyle de karşılaşmakta.

Malum uzmanlar travma sonrası yasın beş aşamasından bahsederler. Bunlar inkâr, öfke, pazarlık, depresyon ve kabullenme olarak belirtilir. Ne yazık ki devlette ve toplumda Kürt meselesi, Ermeni tehciri ve 90’lı yılların bugünlere uzanan faili meçhulleri gibi konularda yüzleşme konusunda kaydedilen cüzi ilerlemeyi fark ettikçe hala inkâr aşamasında takıldığımızı görebilmekteyiz. Bunda yukarıda zikrettiğimiz seçilmiş travmaları maniple eden çıkarcı popülist siyasetin rolü olduğu kadar içeride ve dışarıda maruz kaldığımız tehdit algısına karşı makul bir korunma içgüdüsünün oluşturduğu istem dışı reflekslerde rol oynayabilmekte.

Düşünebiliyor musunuz tehdit algısı olarak son yapılan araştırmalarda toplum Japonya dışında dünyanın ve Avrupa’nın belirli ülkelerinin çoğunluğunu tehdit görmekte. Bugün gelinen noktada Osmanlının, darbelerin, 70’li yılların çatışmalarının, terör ve 15 Temmuz gibi travmaların kültür, sanat ve siyaset gibi alanlarda, yaslarının ertelenmesinin, yüzleşilmemesinin, bunların doğru yeni kuşaklara aktarılmamasının da büyük rolü mevcut.

POST EMPERYAL TRAVMA

Post emperyal travma tabiri son zamanlarda Ukrayna işgali sonrası Rusya’nın durumuna ilişkin kullanılmakta. Ayrıca Britanya imparatorluğu sonrası Hindistan veya Güneydoğu Asya ülkeleri içinde yazılmış akademik makalelerde mevcut. Fakat gözümden kaçmış olabilir ancak Osmanlı imparatorluğunun dağılmasına ilişkin bir makaleye de rastlanmamakta.

Bir devletin veya bir kimliğin “Beka” kaygısı fıtri bir şeydir. Hepimiz için sigortadır. Sorun bu fıtri dürtüyü çıkarlarını gizlemek için kullananlardadır. Bugün beka gerekçesiyle adalet ve hukuk anlamsızlaştırılarak sağduyu ve temel güven duygusu toplumda düşüşe geçmiştir. Yukarıda örnekleriyle ifade ettiğimiz gibi başta köpürtülen beka kaygımız veya doğru tutamadığımız yaslarımız olmak üzere imparatorluk sonrası-post emperyal travmayı yoğun yaşamaktayız. Maçlardaki sloganımız gibi Avrupa’nın sesimizi duymasını beklemek yerine artık kendi acımızın sesini doğru duymamız gerekiyor.

TOPLUMSAL POST EMPERYAL TRAVMA ETKİSİ

Prof.dr. Ahmet Davutoğlu Sözcü TV’de duayen gazeteciler karşısında mülakata çıkmıştı. Beklenti Sayın Davutoğlu’nun Gazze’deki olaylara ilişkin verdiği tartışılan tepki üzerine deneyimli gazeteciler tarafından bayağı terletileceği üzerineydi. Ancak Davutoğlu teoride ve pratikte o kadar konuya hakimdi ki belki de biraz da mizacından söyleşi Davutoğlu’nun tezlerini ve deneyimlerini anlattığı akıcı bir konferans kıvamında fazla da soru sorulmadan başladı ve bitti. Davutoğlu ayrıldığında programın ikinci bölümünde gazeteciler Hocayı ilgi ve saygıyla dinlemelerine karşın ilgili tezler konusunda pek de ikna olmuş gözükmüyorlardı.

Yıllar önce bir arkadaşımın Filistin cephesinde savaşan emekli subay dedesinin günlüğüne göz atmıştım. Dedesi kabilelerle dost-düşman-ihanet ilişkileri ve uzun savaştan yıldığı belliydi. Yalnız adeta Misakımilli’yi tasdik edercesine, Deylizor’a geldiğinde sanırım 1918 olabilir, günlüğüne çok şükür vatan topraklarına geldik diye yazıyordu. Atatürk ve silah arkadaşlarının çok uzun Filistin ve Arap çölleri tecrübesi vardı. Artık yorulmuşlardı Anadolu merkezli Misakımilli topraklarını güvenli yurt diye tanımlıyorlardı. Bu bağlamda “Yurtta sulh cihanda sulh” düsturu Sovyetlerin yıkılışına kadar belirleyici oldu.

Sovyet yıkılışından sonra ise Bosna-Kosova savaşı, Kafkasya karışıklıkları ve malum Ortadoğu sorunları, PKK tehditliyle birlikte Türkiye’nin aktif güvenlik ve ilgi alanının Osmanlı sonrası coğrafya ile tanımlanabileceğini de gösterdi. Bunun teorik çerçevesine akademik anlamda “Davutoğlu doktrini” de denebilir. Türkiye, Balkanlar’daki iç karışıklıkları ve Suriye iç savaşına kadar bölgedeki krizleri oldukça Davutoğlu’nun tanımıyla aktif ritmik diplomasiyle iyi yönetti.

Bu noktaya kadar ülke kamuoyu için bir sorun yoktu. Arap mülteci yerine turist görüyor sadaka vermek yerine Halep ile ticaret yapıyordu. Tabi ki Ortadoğu çöllerinde savaşmış ve ihanete uğramış bir aristokrat seküler kuşağın torunları bu açılımı oldukça itidal ve kaygıyla da karşılıyordu. Bilindiği üzere Suriye ve Mısır’daki gelişmeler bu süreci bitirdi. Bunun Davutoğlu doktrininin yenilenmediğinden mi yoksa tartışılan sebeplerden mi olduğu ayrı uzun yazı ve yüzleşmelerin konusu. Ancak ülkenin ve dünyanın geldiği konum kaygılı Kemalist sekülerlerin nostaljilerini adeta haklı çıkarır durumda.

Lümpen-popülist Neo Osmanlılık, Realist Neo Osmanlılık, Post Osmanlılık veya Osmanlıyı tamamen inkâr mı ayrı tartışmaların konusu. Birtakım analistler Sayın Davutoğlu ve tezine sıcak yaklaşanları psikolojik olarak Osmanlının sonlandığını ve hala devam ettiği hayaliyle suçlamakta. Son Gazze analizi ne kadar mükemmel olursa olsun çoğunluk toplumsal kesim post emperyal travmanın kaygısını iliklerine kadar hissetmekte.

İnsanın kendisi ve insanlık ne kadar devamlılık arz ediyorsa yaşadığımız coğrafya ve tarihimiz de o kadar devamlılık arz etmekte. Halen Osmanlıyı diriltmekte olduğumuzu veya Osmanlı ile alakamızın kalmadığını söylemek sadece post emperyal travmanın henüz aşılamadığının belirtileri. Türkiye Cumhuriyeti, imparatorluk deneyimini inkar etmeden yurtta barış dünyada barış düsturunu tekrar içeride demokrasiye dönüp neden Balkanlar ve Ortadoğu’da bir Osmanlı barışını inşa edemesin ki?

1 Ekim 2023 Pazar

Pahalılığa sebep arayan Allah’a şirk koşar İskender Öksüz-01/10/2023

Geçen yazımda, “Dövizi Allah yükseltiyor! Fiyatları Allah yükseltiyor!” dan başlayıp kuantum teorisine gelmiştim. Epey uzun bir uçuş.

Asıl mesele şu: Determinizm var mıdır? Yok mudur? Yani sonuçlar, sebeplerden mi doğar? Yoksa aynı sebeplerin farklı sonuçlar doğurması mümkün müdür?

Bu sorular büyük sorular. Bilimden dine her şeyi ilgilendiren sorular.

Bilim nedir? Bir sistemin bugünkü özelliklerinden gelecekteki özelliklerini tahmin etme gayretidir bilim.

Taş elimizdeyken bırakırsak hangi hızla ve ne zaman yere düşer? Ayın ve güneşin bugünkü yerleri ve yörüngeleri belliyken bir sonraki güneş tutulması ne zaman olacak? İşte Newton fiziği, yani bizim evrenimizin fiziği bu soruların cevaplarını saniyesine kadar verebiliyor. Geçmişi tahminde, yani mesela jeolojide de aynı metot çalışıyor. Bugünkü şartları ölçüp, gözleyip, bunları geçmişte hangi şartlar yarattı diye sorup cevaplayabiliyoruz.

DETERMİNİZMİN DUVARINDAKİ ÇATLAK

Çok kabaca Newton fiziği şu: Eğer bir taneciğin, şu andaki yerini, kütlesini ve hızını biliyorsanız gelecekteki yerini ve hızını bulabilirsiniz. Küçük bir düzeltme: Fizikte kütle ve hız yerine, bunların çarpımı olan momentum kullanılır. O halde sebep-sonuç şöyle: Bir taneciğin yerini ve momentumunu biliyorsanız onun geleceğini de geçmişini de tayin edersiniz. Mükemmel bir determinizm.

Kuantum teorisinin ortalığı karıştırmasının sebebi şu: O evrendeki, yani çok küçük ve hafif taneciklerin evreninde taneciklerin hem yerini hem de hızını aynı anda ölçemiyorsunuz. Veya önce yeri, sonra hızı ölçtüğünüzde aldığınız sonuçlarla; önce hızı, sonra yeri ölçtüğünüzde aldığınız sonuçlar aynı değil. Aralarında Planck Sabiti denilen bir sayıyla orantılı bir fark var.

İşte bilim felsefesinin ağır toplarından Friedrich Waismann, bu keşiflerden sonra meşhur sözünü söylemiş: “Determinizmin duvarındaki çatlak kesindir ve bu hâlden kurtulma ümidi yoktur.” (i) Bazı Batılı dindarlara göre, Newton kanunları evrende Tanrı’ya yer bırakmıyordu. Her şey tayin edilmişken, muayyenken, bugün olanlar dünkü sebeplerden, yarın olacaklar bugünkü sebeplerdense Tanrı neredeydi? Tabii bu madalyonun tersi de var. Her şey sebep-sonuca göre işliyorsa bu kâinatta insanın da hür seçimi yoktu. İşte muayyeniyetin, yani determinizmin, yani sebep-sonuç zincirinin duvarında bir çatlak varsa bu Tanrı’ya bir yer açardı. Bu fikrin de hemen eleştirisi geldi: Siz Tanrı’yı çatlaklarda mı arıyorsunuz!

EŞARİYENİN ENTELEKTÜEL İNTİHARI

Müslüman dünyanın çoğuna hâkim olan itikat mezhebi Eşariye’de de determinizm var. Ama Tanrı’nın determinizmi. Evren her an yeniden yaratılıyor, he an tekrar kuruluyor. Yaratan Tanrı. O halde her anı, bir önceki andan bağımsız, dilediği gibi yaratabilir. Dolayısıyla insanın, insanın biliminin, Newton’un ve şürekâsının determinizminin veya Kuantum teorisyenlerinin yapıp ettiği o kadar da önemli değildir. Müslüman dünyada parlak bir aydınlanmadan sonra bilimin de felsefenin durup çökmesi Eşari düşüncenin hâkimiyetinden, siyasi otoriteyle birleşip hükmetmesindendir diyenler var. Mesela Müslüman Zihninin Kapanışı, mesela Kayıp Aydınlanma’nın yazarları bu fikirdedir. (ii) Birincinin alt başlığında, “Entelektüel İntihar” sözü var.

Bir köşe yazısının kapsamından çok ayrıldığımın farkındayım. Bir daha yapmayayım. İki konuyu belirterek kapatayım.

İRADE-İ KÜLLİYE - CÜZİYE

Birincisi:

Bazı ölçmelerin birbirini bozması, sebep-sonuç dünyasının yıkılması değildir. Bu determinizmin duvarını da çatlatmaz. Kuantum evreninde bir irini bozmadan ölçülebilen değişkenler vardır ve bunların belirlediği bir sistem zaman içinde gayetle belirli bir yol alır ve her seferinde aynı yolu alır. Şrödinger’in kedisi ve şansa bağlı görünen olaylar, birbirini bozan ölçmelerden kaynaklanıyor. Telaşa gerek yok. Nitekim bendeniz, 55 yıl önce birinci ve ikinci periyot atomlarının ve iyonlarının dalga fonksiyonlarını ve enerjilerini hesapladım. O atomlar hâlâ o enerjideler. Dalga fonksiyonları da öyle.

İkincisi şu:

“Dövizi ve fiyatları Allah yükseltiyor!” diyen hoca efendilerin bir sözü daha var ki o, bu birinciden daha vahim. Dövizin ve fiyatların yükselmesinde başka bir sebep var diyenler, Allah’a şirk koşuyormuş. Dolayısıyla kâfirlermiş! Eyy ben ekonomistim diyenler. Ekonomiyi yönettiğini söyleyenler… Dikkatli olun. Sonunuz pek hayırlı görünmüyor.

Bunların dışında, irade-i külliye- irade-i cüziye en makulü galiba.

Bu son olsun. Bizim dünyamıza döneyim. Yoksa hiç terk etmemiş miydik?