29 Ağustos 2023 Salı

Kuşatmanın sivri uçları A. Yağmur TUNALI/29 Ağustos 2023

Feleğin işine bakın ki Türk ülkesinde yıllardır kimliğimizi tartıştırıyoruz. Kapıyı yönetenlerimiz açtılar. Fetö dâhil dinden geçinen sözüm ona İslamcılarımız başı çektiler. Kendisini liberal-demokrat sayan nereye savrulacağı belirsizlerimiz zaten hazırdılar. Batı ülkelerinin hararetli desteğiyle birlik oldular ve palalarını sıyırdılar. Evet yanlış duymadınız, dış güçlerin desteğiyle. Ortalığı velveleye verenlere bakmayınız, bu destek hâlâ onlarla ve hiç geri çekilmedi. Çekilmez. Bu oyuna biz izin verdik, bozulacaksa da biz bozacağız.

Elbirliğiyle suyu tersine akıtmaya çalışıyorlar. Koca tarihi karartmak istiyorlar. Olacak iş değildir. Tarihi inkâr ana baba inkârıdır ve inkârcının soy kimliğinin o halkasının adı burada söylenemeyecek Türkçe kavramda açıktır. Tarihi inkâr ederek veya bozarak “Sen o değilsin!” demeye kalkanların ana baba inkârında derin bir kriz vardır. Psikolojik arızalarının nesepsizlik krizine dönüşmesine şaşılmaz. Bu inkâr, değer ve tutunacak dal bırakmaz.

Krizlerin anası

Krizlerin anası “kültür krizi”ni böyle yaşıyoruz. Tam da 26 Ağustos’a denk gelen Cuma hutbesinde Sultan Alparslan’ın kimliğini, adını ısrarla etmeyerek “o millet” ucubesiyle verenler, bilseler de bilmeseler de bu kimlik dinamitleyiciliğine koşuluyorlar. 26 Ağustos’un Büyük Taarruz’daki kurtuluş hamlesini yürüten Başkomutan’ı görmezden gelenler bu yoldadırlar.

Seversiniz, sevmezsiniz ama o tarihi ve tarihi yapanların adını olsun doğru vereceksiniz. Israrla karartanların bir olmaz işe kalkıştıkları açık. Böyle gitmez, gidemez. Dönmüş görünmelerine rağmen dönmedikleri yoldalar. Bozacakları kadar bozarlar. O kimlik umulmadık bir yerde bu safsataları yerle bir eder. Tarih bize bunu söylüyor.

Tarih deyince konu derinleşiyor. Tarihe bakan bugün olan bitenleri iyi anlar. Kültür, dolayısıyla kimlik problemleri yaşamamız yeni değil. “Biz kimiz?” sorusunu sorduran büyük değişmeler yaşadık. Bunlar, -hangi kavramı seçerseniz seçin- kökten ve köklü değişimlerdi. Türk kimliği -nihayette- hepsine rengini ve damgasını vurmuştur. Ne olmak istenirse istensin, dönüş, her zaman onadır.

Değişim süreci

Meseleye düşünce zemininde bakalım: Din ve medeniyet değiştirmeler, toplumlara güvenli alanlar sunmazlar. Değişme ürkütücüdür. Bu tür köklü dönüşüm gerektiren durumlar aynı zamanda korkutur, kendinden şüpheyi ve güven problemini getirir. Bu kararı verenlerin idare edeceği zorlu bir geçiş dönemi başlar. Sancılı geçer. Makul bir sürede yeni durumun benimsenmesi, eskinin devam eden millî özellikleriyle uyuşması yeni bir heyecan yaratır. Millîlik, söz konusu din bile olsa temel meseledir. Kendiniz gibi Müslümanlığa veya başka bir dine girer ve bütün değişmelere rağmen ancak kendiniz olarak ve kendiniz kalarak başarılı olursunuz. Yahya Kemal’in Türk Müslümanlığı tabirini böyle anlamak lazımdır. Maya tutarsa güven sağlamlaşır. İleri atılış hamleleri peş peşe gelir.

Kabul edelim ki bizde bu süreçler belki beklenenden uzun sürüyor. Yeni ile eskinin kavgası bitmiyor. Yara kangren hale gelinceye kadar varıyor. Din ve medeniyet değiştirmelerinde bunları yaşadık. Sonuncusu Batı anlayışına geçiş maceramızdır. 3. Selim’in dünyaya biz düzen veriyoruz demek olan “nizâm-ı âlem” fikrinden vazgeçmesi önemli bir başlangıçtır. Dâhî bestekârımız, büyük yenilikçi hükümdarımız, gücümüzün artık dünyaya düzen vermeye yetmediğinin farkındaydı. “Nizâm-ı cedîd”i ilan etmesi buydu. “Yeni düzen”e geçişi hazırladı. Değişimi bütün yönleriyle başlatmayı başaracakken otoriteleri sarsılacak endişesine kapılanların, özellikle din ulemasının kışkırtmasıyla darbeye uğradı ve canıyla ödedi.

Tanzimat, 3. Selim’in bıraktığı yerden 2. Mahmud’un hazırladığı reformların adıdır. Yaşadıklarımızı anlamak için oralara kadar gideceğiz. Atatürk, Tanzimat, Meşrutiyet hareketini devam ettiren ve tamamlayan büyük dehamızdır.

Tarih bilmiyoruz

Derdimiz büyük. Türkiye’nin sağı-solu, okumuşu-okumamışı tarihten habersiz hale geldi. Birileri 1923 öncesini yok sayıyor ve akıl almaz bir cehaletle, Yılmaz Öztuna’nın tarihçilerce kabul edilmiş fikrine göre, Türk Tarihi’nin yarısından fazlası demek olan Osmanlı’yı inkâr etmeye kadar varıyor. Birileri, Cumhuriyet’e soğuk bakıyor ve kendince bir Osmanlı hayranlığı uyduruyor. “Uydurma” tabirini kullanmamı mazur görünüz, bunun için başka bir kavram aramadım. Çünkü dedikleri Osmanlı ile Osmanlı’nın alakası yok. Her zaman öyledir ama konumuza göre devri seçelim, 3. Selim’den bugüne Osmanlı onların dediğinin tam tersi anlayıştadır.

Osmanlı’yı inkâr edenlerin, solcu veya başka etiket taşıyanlarımızın durumu da böyle bir terslik taşıyor. Onların düşman oldukları Osmanlı, tam da şu anda bilmeden savundukları çağdaşlaşmayı tek yol gören zihniyetteydi. Atatürk diyorsak, 3. Selim’den itibaren Vahideddin’e kadar bütün Osmanlı padişahlarının çizgisi onunki gibiydi. Belki sadece rejim konusunda bir farklılıkları olabilir. Osmanlı Sarayı, tabii olarak İngiltere ve daha birçok Avrupa memleketindeki gibi Cumhuriyet’i değil Meşrutiyet’i (taçlı demokrasiyi) benimserdi. Rejim konusunda her iki fikirde de olunabilir. Ne bu, ne de o yanlıştır. Biz Cumhuriyet’i seçtik. Bu kadardır.

Cumhuriyet’i kutlayacak gibi durmuyoruz

Cumhuriyet’imizin yüzüncü yılındayız. 29 Ekim’e iki ay kaldı. Hükûmetimizin, kurtuluşun ve kuruluşun yüzüncü yılını sönük geçirmeyi seçtiği açık. İki ay kala hâlâ nasıl kutlayacağımızı bilmiyoruz. Tuhaf ve anlaşılmaz bir karartma uygulandığı açık. Bu tarih ve devlet bilmezlik örneğini acıyla yaşıyoruz. Göreceksiniz bazı şeyler yapılacak ve Cumhuriyet’i, Cumhuriyet’in yüzyılını değil sadece kendilerini anlatacaklar. Utanarak söyleyeceğim, hem de doğru anlatmayacaklar.

Bu da bir kehanet değil. Mozaik siyasetiyle ortak kimlik dinamitlenmiş görünüyor. Yeni kimlik arayışları var. Böyle bir çıkmaz sokağa girdik.

Osmanlı’nın 700. Yılı kutlamaları

1999 yılını hatırladım. Osmanlı’nın 700. kuruluş yıldönümüydü. Zamanın hükûmeti, bu büyük yıldönümü için büyük kutlamalar düşünmüştü. Bizim TRT’de de peş peşe toplantılar yapılıyor, projeler hazırlanıyordu. Yılmaz Öztuna ile tarih programı yapılması bizzat Cumhurbaşkanı Demirel tarafından genel müdür Yücel Yener’e söylenmişti. “Osmanlı’nın itibarı”nı aydın kamuoyu nezdinde kabul ettiren isim olduğunu yakın çalışma arkadaşı Cumhurbaşkanı biliyordu. Beni görevlendirdiler. Programa başladık. Başladık ama başımıza epeyce iş geldi.

Kutlama hazırlıkları büyük heyecan yaratmıştı. Sol cenahın durumu belliydi. Askerî cenah da, bu durumdan rahatsız oldu. Cumhuriyet’in yerleştiğinden emin olmamak yanında Osmanlı’ya soğuk bakma vardı. Yapılacakların düşük profilli olmasını telkin ettiler. Bu fikre sarılacak isimler, devlet kurumlarında ağırlıktaydı. Hemen büyük bir iştahla gereğini yaptılar.

Yılmaz Bey’le yaptığımız Tarih Konuşmaları’nı 13 haftada kesmemiz istendi. Biz devam etmek istedik. Cumhurbaşkanı’nın isteği olduğu için hayır diyemediler ama zorluklar devam etti. Her hafta değerlendirme toplantılarında bu program konuşuldu. Baskıların ardı arkası kesilmedi. Denetimde çok sıkıntı yaşattılar. Kamp tarafgirliği haline gelen katmerli cehaleti aşmak kolay olmuyordu, olmadı.

Tersliğe bakın

İşin garibi, o programda biz Yenileşme Dönemi’ni konuşuyorduk. Programı büyük mücadelelerle üç yıl devam ettirdik. 2.5 yılında, belki yüz programda 3. Selim sonrasını konuşmuştuk. Yani, askerlerin ve bizim TRT’deki fikrî kimliği şu veya bu olanların “çağdaşlık” vurgularının tarihini konuşuyorduk. Yılmaz Bey de tam yenileşmeci bakışla anlatıyordu. Zaten Tanzimat’ı kuvvetle savunan fikirleriyle biliniyordu. Yöneticilere bunu anlatmaya çalıştım, anlamadılar. “Osmanlı ayrı biz Cumhuriyet’iz” dediler. Bazıları “Sen ve bu program Cumhuriyet düşmanısınız” demeye kadar gittiler. Bu ifade denetim raporlarına kadar geçti.

Neyi düşündürmek istediğimi sanırım anladınız. Bu iki kafanın tarihe uzak tarih kurgusu canımıza okudu. Şimdi hükûmet, Cumhuriyet’imizi değersizleştirmek için ne lazımsa yapıyor. İşin tuhafı, bunu Osmanlılık vurgusuyla yapıyor. Hâlbuki Osmanlılıkla hiçbir alakaları yok. Diğerlerinin Cumhuriyet ve Atatürk fikrini anlamadıkları gibi bunlar da Osmanlı’nın reddettiği fikirlerle Osmanlı’yı kullanıyorlar. “Kullanıyorlar” dememi “Bile bile kullanıyorlar” şeklinde anlamak da yanlış değil.

Bu iki ucun bozgununu, bu ifrat-tefriti aşamadık. Siyaset bu aşırılıklara girebilir. Yanılabilir, yanıltabilirler. Bilerek aldatma yolunu seçenleri de çıkar. Memleketin okumuşları bu oyunu bozarlar, aşırılıkları törpülerler. İşte bizde bu eksik. Bu hassasiyetimiz diriydi. Nasıl olduysa uyutuldu ve fikir namusu hâkim hale gelemedi.

Fikir namusu olsa, tarihi hakkıyla bilsek, kurgulara itibar etmemeyi öğrenirdik ve bu durumlara düşmezdik.

24 Ağustos 2023 Perşembe

Kimlik mayalama mahalleri İlhami Güler-23/08/2023

A-VERİLİ KİMLİK MAHALLERİ

1. Aile-Akraba-Kabile: İnsan yavrusu bir ailede doğar, büyür ve akrabaları-kabilesi ile yakın ilişkilerle yetişkin hale gelir. Modern “Çekirdek Aile”de akraba ve kabile bağları zayıftır. İnsan karakterinin önemli unsurları, bu süreçte/evrede belirlenir.

2. Dil-Irk-Etnisite: Karaktere şeklini veren ikinci halka burasıdır ve verilidir. Tarihten devralınan kültürel özellikler, yeni kuşaklara eğitim ve etkileme-etkilenme olarak aktarılır. Milliyetçilik hissi, burada oluşur. Ait olduğu topluma/millete hizmet etmek, ihtimam göstermek veya üstünlük taslamak (Irkçılık) versiyonları vardır.

3. Şehir-Vatan/Yer-Yurt: Coğrafya ve orada yaşayanların ortak bir seciyesi, kültürel karakteri, aidiyet hissi, bağlılık, benzerlik, ünsiyet, muhabbet ve dayanışma (Hemşericilik) oluşur. Bu da verilidir. Canlı tutulur veya zayıflar. Yurt Severlik/Vatanperverlik aidiyet hissi burada oluşur ve meşrudur.

4. Örgütlü/Kurumsal Din olarak Mezhep, Kilise, Tarikat, Cemaat: Geleneksel toplumlarda Mezhep, verilidir; taklit yolu ile yeni kuşaklara aktarılır. Tarikat ve Cemaat üyeliği tercihle olabilir; ancak, mezhepler gibi, müntesiplerin iradesi felç edilir. Yapıları gereği bu oluşumlar, genellikle insanın gözünü kapatır, taklit yolu ile bireyleri sürüleştirir. Din, mezhep, tarikat ve cemaat değiştirmek oldukça zordur. İmkânsız değildir. İslam dini, kendinden önceki “müşrik” bir dini kimlik mayalama mahallini dağıtarak oluşmuştur. Kur’an, bir vicdan çalışması olarak dinamik bir dini kimlik mayalama mahallidir. Zamanla mezhepler, tarikatlar, cemaatler oluştuktan sonra mutlaklaştırılarak dondurulmuştur.

B-VERİLİ OLMAYAN KİMLİK MAHALLERİ

1. Siyaset: Benimsenen ideolojiye ve tercih edilen siyasal parti ve programa bağlı olarak oluşur. Siyaset, “Halka Hizmet” olarak yapılabileceği gibi; çakallık, kurtluk, tilkilik… olarak da yapılabilir. Dinamik olabileceği gibi; dogmatik de olabilir. Fanatik-bağnaz olunabileceği gibi; toleranslı da olunabilir. “Partizan/Militan” kimliği, -ahlaki bağlamda- kıymetli olabileceği gibi; berbat da olabilir.

2. Sosyal Medya ve Post-Modern Toplum: Sosyal medya, insanları düşünür-okur olmaktan çıkarıp, onları seyirci ve gösterişçi bir konuma düşürmüştür. “Beğeni/Like”, kendini iyi/değerli hissetmenin kriteri olmuştur. Sosyal medyada insanların kalbi/ruhu kalbura çevrilmiş ve malumat manyağına dönüşmüşlerdir. Hayrete düşme, yok olduğu gibi; merak etmek de kalmadı. Sosyal medya, herkesin “hiç-kimse”leşmesi olarak bir kimliksizleşme mecrasıdır. Gözler ve kulaklar, eldeki telefona kilitlendiği için, kimse kimsenin yüzüne bakamaz oldu. Burada insanların yüzleri zayıfladığı gibi; gözlerinin feri/ışığı da gitmiştir. Artık “dik-dik bakan/gözlerini direten” kimse kalmadı gibi. İnsanlar, kendilerinin belirlediği bir “kimse/kimlik” olmak yerine; ötekilerin beğendiği kimse olmayı tercih eder hale gelmişlerdir. Sosyal medya, insanların birbiri hakkında yalan, kötü zan ve gıybet etme mecrasına dönüşmüştür. Kur’an, insanları bu tutumlardan sakınmaya çağırmıştır (49/12).

Post-Modern Kapitalist, şeffaf, gösterişçi, narsist, akışkan tüketim toplumunda kimlik, vücuda kazınan “Tatto” ve “Dövme”lerle ruhun zayıflamasının deriye yansımış tezahürüdür. Yüzün ve gözlerin manevi derinliği kaybolunca; vücudun tümü “gösteriş” sembolüne-sergisine dönüşmüş durumda. Haz ve hız, her yeri kaplamıştır. Üretme/yaratma yerine, tüketme yaygın insan edimi haline gelmiştir. Duygular, uzun erimli değil; anlıktır. Tutku, aşk, şiir ve sanat tükenmiştir. Kültür endüstrisi ve kitle turizmi egemendir. “Can sıkıntısı” yani anlamsızlık ve sabırsızlıktan dolayı, imkân bulan-bulamayan herkes, “Turist” olmuş durumda. “Evli” ve “Yerli” olmak, değerden düştü. Herkes, “dolu-dolu” ve “doya-doya” yaşamak istiyor; varını-yoğunu ortaya koymuş, arz-ı endam etmektedir. “Gider”i olanlar, şanslı; olmayanlar, bahtsız. Güzellik, cazibe, güç ve zenginlik “İn”; çirkinlik, cazibesizlik, zayıflık ve fakirlik “Out”. Herkes “İbnu’l-Vakt=Anı yaşayan” olmuş durumda. Her şey, şeffaf hale geldi; giz/sır ve utanma kalmadı. Acı-ıstırap, sıkıntı, zorluk ve sabır, hayattan kovuldu; oysa bunlar, insan olmanın ve kalmanın en temel minvalidir. Herkes, “acilci” oldu: “Siz, “acil” olanı tercih edip; Ahireti terk ediyorsunuz.” (75/20-21).

3.Vicdan Çalışması olarak Kur’an: Kur’an, kimlik/karakter/kişilik olarak insanda vicdani bir öz (lübb) oluşturmaya çalışır. Bu kapasite, yaratılışta insanlığa verilmiştir (91/7-10). Bu öz, “Fıtratullah=Allah’ın yaratığı” dır (30/30). Bu özü oluşturanlara da “Ulu’l-elbab=Öz sahipleri” denir (2/269,13/19,38/29…). Bunların sıfatları mümin, müslim, muttaki, muhsin…dir. Bu öz tefekkür, taakkul, tafakkuh, tezekkür, tedebbür, teemmül, taabbur düşünümleri ile oluşturulur. Allah’ın yanında, yakınında, gözetiminde(8/24,50/16) kendine bir onur, öz-saygısı ve öz-gürlük oluşturmayan insanın, vicdanı doğru tartamaz. Dindarlık görünümlü “Kadercilik”, vicdansızlık olarak, kendi sorumluluğunda olması gereken fiilleri, Allah’a iftira eden zalimliktir(6/21,93,144,157…). Bu öz, hem tek tek bireylerin tarihinde (ömründe) hem de toplumların tarihinde dogmatik değil; dinamiktir (13/11). Katı dogmatik/gelenekselci bir dinsel-kültürel yapıyı yıkarak-sökerek oluşturulmuştur (5/104, 7/28, 10/78,31/21,43/22-23…). “Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine düşme; çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi, ondan sorumludur” (17/36) ifadesi, bu tarz bir kimlik oluşturmanın temel ilkesidir. Bu vicdani özün diğer isimleri Kur’an’da Fuad, Basiret, Kalb-i selim, Ruh ve Şahit/Tanıktır. Bu kişilik, Allah’a iman-ibadet ve insanlara karşı merhamet ve adalet ile ilişkisini sürdürmek için sürekli tetikte ve teyakkuzda (Takva) olmak zorundadır: “Kalpler, ancak, Allah’ı hatırlamak/unutmamak ile huzur bulur.” (13/28). Taklit değil; tahkik ve takva, bu kimliğin özüdür. Bu kimlik, hasbî ve muhasibidir. Bu tip, hayrete düşerek: “Bu değirmenin (Güneş sistemi-Eko sistem ve İnsan) suyu nereden geliyor?” sorusunu sorup; cevabını arar ve bulur. Bu insanlar, “Hablullah=Allah’ın İpi”ne sarılmışlar (3/103) ve “Sıbğatullah=Allah’ın Bayası” ile boyanmışlardır (2/138). Burada “ip” ve “boya” metaforları, Allah’ın insan vicdanı ve dili ile oluşturduğu değerler skalasını/dini/islamı ifade eder. Bu değerlerle mücehhez olanlar “Ashabu’l-Yemin/meymenet=Meymenetliler, uğurlular” (9/18, 74/39) ve “Hizbullah=Allah’ın taraftarları” (58/22) olarak nitelenirler. “Ürünü kalıcı olan dürüst davranışlar (El-bakiyatu’s-salihat)” (18/46, 19/76) ortaya koyarlar. Yeryüzünü, imar (11/61); insanlığı ıslah (49/9-10) ederek, “Hilafet” rolünü icra ederler (2/30).

Bu kimliğin karşıt profilinin bazı nitelikleri şunlardır: Bu profil, başta katı muhafazakâr, taklitçi ve dogmatiktir (5/104, 7/28, 31/21, 43/22-23…). Kalbi katı, mühürlü, perdeli, hastalıklı, taşlaşmış, paslanmıştır(2/7,74,88,83/14,2/10,8/49…)

Gözü kör; kulağı sağır ve dilsizdir (2/18, 6/39, 38/80, 30/52…). Boynuna zincir vurulmuş (36/8, 34/33,1 3/5) gibidir. Canlı/diri değil; ölü gibidir (35/22). Arzu ve içgüdülerini (Heva) tanrılaştırmıştır (35/43). Mütevazi değil; müstağni ve mütekebbirdir (96/6-7, 40/35, 31/7…). Bunlar, “Ashabu’ş-şimal/meşeme=meymenetsizler, uğursuzlar” ve “Hizbuşşeytan=Şeytanın taraftarları” dırlar (50/41, 90/19, 58/19). Bunlar, hasbi ve muhasibi değil; hesabî/hesapçıdırlar. “Üzümü ye; bağını sorma” modunda (nankörlük-nisyan) yaşarlar. Özleri olmadığı için de yaptıkları kötü şeyler dahi, kendilerine süslü/güzel görünür (10/12). “Kendilerine: “Yeryüzünde fesat çıkarmayın.” Dendiğinde ”Ne münasebet! Biz, ıslah edicileriz” derler. Dikkat edin! Onlar, bozguncudurlar, fakat, bunun şuurunda değiller.” (2/11-12). “Onları gördüğünde, adam sanırsın (albenilidirler). Konuşmaları, caziptir/dinletir; oysa aslında, elbise giydirilmiş kereste/kütük gibidirler…” (63/4).

C-SONUÇ

Herkes bir aileye, dile/etnisiteye ait olup, bir yerde/şehirde/ülkede yaşar. Politik tercihlerde bulunur. Sosyal medya kullanır. Marifet, doğuştan haiz olduğu “vicdan” kapasitesini kullanarak verili kimlik kodları içinde kendine sahici-ahlaki bir “öz/kimlik” oluşturmaktır. İçine doğduğu verili kimlik özelliklerini, ölümcül nihai/dogmatik/mutlak kimlik haline getirip insan olmaktan çıkmak (“Yedisinde ne ise, yetmişinde de o olmak”), matah bir şey değildir. -Düşünerek anlama koşulu ile- Kur’an okumak, birinci nitelikte bir kimlik oluşturmanın örneği olarak, isteyene yardımcı olabilir. Bu kimlik mayalama mahalleri arasında Türkiye’de yaşayan insanlar, hangilerinde mayalanıyorlar acaba?

11 Ağustos 2023 Cuma

Nasıl düşünürdük? İskender Öksüz-11/08/2023

Televizyon dizilerinde, bir dostun diğerine söylediği klişe bir söz var: “Ne düşünüyordun?” Biri, öyle olmayacak bir hata yapmıştır ki nasıl yaptığı, yaparken aklının nerede olduğu merak edilir. Bu ifade, İngilizce “What were you thinking?” sözünün tercümesi. Türkçesi, “Aklın neredeydi?” olmalı.

Bilim felsefesi, bilim tarihi okuyup öğretirken benim zihnimi kurcalayan soru da buna benziyor: Bilim yokken akılları neredeydi? Ne düşünüyorlardı? Daha da ilginci: Nasıl düşünüyorlardı?

Öyle ya, bilim, gerçeği bulmak için sonradan keşfettiğimiz bir alet. Peki, bilim yokken gerçeği merak etmiyor muyduk? Muhakkak ediyorduk. Zaten cinsimizin ismi, Homo Sapiens. “Farkında insan.” Mesela Neanderthal kuzenlerimize Homo Neanderthalis diyoruz. Farkındalığı onlara layık görmemişiz. Hatta kendimizi anlatmak için alt tür niyetine bir sapiens kelimesi daha ekliyorlar. Homo Sapiens Sapiens.

“Farkındalığının farkında insan.” Farkındaysanız merak edersiniz. Hatta merakınızı da merak edersiniz.

Şu andaki gibi.

Soruma döneyim. Bilim metodunu keşfimiz nispeten yeni. Hani “Bilim Devrimi” diyoruz ya. Batı’ya ve taş çatlasa 16. yüzyıla ve sonrasına tarihleniyor. Katiyen öncesine değil. Sosyolojide de biyolojide de devirlerin öyle yaprak çevirir gibi değiştiği kesin tarihler yok. Bilim Devrimi 16. asırda ve Bacon’la başlıyorsa 14. asrın İbni Haldun’unu nereye koyacağız? Sosyolog Gellner, Haldun’u, sosyolojinin taşıyıcı sütunlarından Weber’le karşılaştırır ve Haldun’u daha bir bilim adamı bulur.

FISILTILAR - RÜYALAR

Tak diye sayfa çevrilmemiş. Yine de bir geçiş var. Bugün merakımızı tatmin ve sorularımızı cevaplandırmak için “daha ziyade” bilime başvuruyoruz. Şu kadar asır önce ise “daha ziyade”, hikmetinden sual edilmeyen otoritelere müracaat ediyorduk. “Daha ziyade”yi Haldun gibi istisnaları düşünerek kullanıyorum.

Sapiens ile başladım. Sapiens kitabında, otoritenin gerçeğinden gerçeğin otoritesine geçişi, Yuval Noah Harari pek güzel anlatır. Batı’da, Katolik Kilisesi’nin hâkimiyetinde gerçeği bulmak kolaydı. Papazınıza sorardınız. O, bilmiyorsa gidip başpapaza, o da bilmiyorsa kardinale falan sorardı… Bilginin peşinde koşu Vatikan’a kadar devam edebilirdi ama bu pek olacak iş değildi. Vatikan da sorunuzun cevabını bilmiyorsa demek ki merak ettiğiniz şey merak edilecek önemde değildi.

Peki, papaz, başpapaz, kardinal veya Vatikan doğruyu nereden biliyordu? Eskilerden. Hem eski din kitaplarından hem de doğruya ilahi bir yolla nüfuz etmiş seçkinlerden. Mesela Hermes Trismegistus’tan. Doğudan öğrendikleri Aristo ve Eflatun da bu kutsal kaynaklarla eşdeğer gibiydi. Peki, onların yazıp çizdikleri “gerçek” nereden geliyordu? Hikmetinden sual olmaz! Öyle anlaşılıyor ki gerçek bazı seçkin zevatın kulağına fısıldanıyor veya uyurlarken rüya şeklinde gösteriliyordu.

ESKİLERDEN… ESKİLER DE DAHA ESKİLERDEN

Bu değerlendirmeler aşağı yukarı bütün eski düşünce cinslerini kapsıyor. Seçkinlerden alıntı. Ancak herkesin seçkini farklı. Mesela Batı’da ve bizde Aristo ve Eflatun’a itibar edilir. Bize onları bizimkiler, Farabi, İbni Sina ve diğer Orta Asya’nın düşünürleri öğretti. Batı da onları bizimkilerden öğrendi. Fakat mesela İmam Rabbani’ye, Gazali ve takipçilerine göre bunlar kâfirdir, cehennemliktir. Said-i Nursi’ye göre aynı insanlar, İslam öncesi cennetlik olan pek az sayıda kişiden birkaçıdır.

Bunları nereden biliyorlar. Bu haberleri nereden alıyorlar?

Eskilerden. Eskiler de kendi eskilerinden.

Mesela İmam Rabbani, Hazreti İsa’nın Eflatun’u hak yoluna davet ettiğini, onun da cevaben, “Biz, temiz, olgun, ilerici insanlarız. Bize doğru yol gösterecek kimseye ihtiyacımız yoktur.” diye peygamberin davetini reddettiği için cehennemlik olduğunu anlatıyor.

İSA, İSA’DAN DÖRT ASIR ÖNCE DOĞMUŞ!

Şimdi şaşırmayın. İsa ne zaman, Eflatun ne zaman diye hayrete düşmeyin. Ben de ilk okuduğumda bu soruları sorup hayret etmiştim. Anlaşıldığı kadarıyla İsa, Eflatun’la çağdaş olmalı. Evet, İsa’nın doğumu milattan önce 384 imiş! Burhân-ı Kâtı’da da öyle yazıyormuş. Oraya da herhâlde Rabbani’den nakildir.

Peki, İmam Rabbani bunları nereden biliyor? Eflatun İsa’ya bunları söylerken yanlarında zabıt kâtipleri mi varmış? Hayır. Ama İmam Rabbani de kendinden önce gelen sır sahiplerine dayanıyor. İbn-i Asâkir’e mesela. Asâkir 12. asır. O da daha eskiye…

Bilgi eskiden geliyor. Eskiden gelmeyen bilgi, bilgi değil. Ne kadar eski, o kadar güvenilir. O günlerde “ilim” denilen şey eski kaynaklara hâkimiyetten ibaret. O hâkimiyetin en garantili yolu da eski kaynakları ezberlemek.

Bugünkü “bilim” ise tam tersi. Bilimde en yeni görüş en doğrusudur. Çünkü yeni, eskiyi düzelte düzelte gelmiştir. Eskiyi yanlışlaya yanlışlaya. Bilim yanlışlanır. İlim yanlışlanmaz.

10 Ağustos 2023 Perşembe

Kim öteki biz mi başkası mı Abdülkadir İlgen-10/08/2023

Kafka, dünya için bir tiyatrodur der. İnsan da daha ilk adımdan itibaren bu sahnenin aktörü. Bu metafor tek kelimeyle dünya sahnesinde insanın dramını anlatır. Bazıları insanın teatral yetenekleri ve bunun önemini küçümsese de insan davranışları gerçekte tam olarak böyle bir sürecin dökümüdür. Bu amfitiyatroda sahneye konulan drama veya melodramda her şey sahnedekilerin alkış ya da yuhalamaları dikkate alınarak yapılır. Sanat sadece sanat için değildir burada. Her şey bu uyum sürecinin bir parçası olarak sahneye sürülür ve o şekilde icra edilir. Bireyleşme ve sosyalleşme dediğimiz süreçlerin hepsi, bu uyumun birer parçasıdırlar.

Dilin kendisi de görünüşteki bir değer, bir oyun kuralı olarak sahneye girer. Oyuncular bu oyunun kurallarına boyun eğdikleri kadar mantıklı, ona uyum gösterdikleri kadar uslu, onunla bütünleştikleri kadar rasyoneldirler. Söz işte bunu, bu süreçlerin tamamını temsil eder. Bu o kadar böyledir ki, sözsüz bir rasyonellik düşünülemez bile. Dile gelen aynı zamanda imkân sahasına da girendir. Dile gelmeyen ya da daha doğrusu dile getirilemeyen de imkân sahasına giremeyen muhtemel gerçekliktir. Fakat bu bile sorunludur. Çünkü metaforda olduğu gibi dile gelen; her zaman mümkün olanı değil, olmayanı ya da mümkünün en kötü biçimlerinden birini de zorlayabilir. Dil tam da bu yüzden hem kafa karıştırıcı hem de yanıltıcıdır. Dramada da benzer bir sorunla karşı karşıya gelinir. Orada da sözün kendisi “net standartları” değil, “özel amaçlara” göre oluşturulmuş olanı gündeme getirir çoğu kez.

O yüzden sorun bir yцntem sorunu olmaktan çıkarak bir gьndem sorunu olarak karşımıza çıkar. Neticede “dil ve mantık”; şeyler, olaylar veya süreçlerin tam bir tutarlılık içinde dile getirildiği değişmez bir kriter, ölçü olarak değil, genel uyumun bir parçası olarak sürekli değişen, kendini yenileyen bir tutarlılık aracı, ideolojik bir aygıt olarak sunar kendini.

Bu haliyle oyunun icra edildiği sahne, kendimizi içinde bulduğumuz toplumsal bir düzen olarak önümüze serilir; oyun da bu düzene uyum sağlama süreci. Bu oyunda öncelik sahnenindir. Akıl yürütme, konuşma, onay ve ret mekanizmalarıyla jest ve mimiklerin hepsi ona göre ayarlanır. Saatleri ayarlama enstitüsü gibi görünür görünmez bir el.

Adam Smith’in piyasa için kullandığı metafor, burada “uyum süreci” olarak karşımıza çıkar. Rasyonellik öyle, ahlâk öyle, hayatın anlamı öyle, doğru ve yanlış öyle, güzellik anlayışımız öyledir. Bunların hepsi içinde bulunduğumuz devir ve topluma göre şekillenir, ona göre sürekli olarak yeniden tanzim edilir.

Hayat bu düzlemde geçer ama her şeyde olduğu gibi burada da işler kusursuz değildir. Problemler, çatışma ve gerilimler çıkar. Tarihin dinamiği bu çelişkide gizlidir. Hareket enerjisini bu çelişki ve gerilimden alır. Nihayet her şey bir uyum ve uyumsuzluk parantezinde gelişirken, devreye sürekli yeni formlar, yeni renkler girer. Bu, oyuna yeni katılan aktörlerin rengi, onların kostümüdür.

YA KOMŞULAR, ÖTEKİLER

Bütün bunlar olurken kişi komşu diyarlara açılır. Komşuları tanıma, onlarla biliş ve tanış olma süreci veya karşıtlığı bu sahnenin dekorları arasında yerini alır. Aslında bu hiç aradan çıkmaz. Yakın diyarlar derken hemen “görüş mesafesinde, horoz ve köpek seslerini duyabileceğimiz kadar” yakın olanları kastediyorum. Denir ki, “insan ömrü o kadar uzağa gitmeye vefa etmezmiş”. Öyle söylenir.

Uzak diyarlar, içimizde hasreti hiç bitmeyen her şeydir. Bazen de öteki olur uzak diyarlar: Yaban ve yabancı. Yakın diyarlar sahnenin içiyse uzak diyarlar da dışıdır. Uzak diyar ve öteki, kardeş katlini mazur gören en eski atalarımızdan başlayarak en yakınımıza kadar uzanır. Önce oradan sürgün ediliriz. Böylece en yakınımızdaki bile bir anda en uzaktaki oluverir. Artık orada bile negatif bir belirleme vardır bizim için. Tersinden uyum sağlama ve ona göre davranış geliştirmenin başka bir biçimi.

En yakınımızdaki böyle olunca uzaktaki için “negatif belirlemenin” sınırı yoktur. Bu, en iyi ve en güzelden en kötü ve en çirkine kadar sonsuz bir aralıkta işleyen bir içerik olarak sürekli üretilir. İnsanın sanılarıyla dokuduğu bir kumaştır bu, kültürel bir kumaş. Öteki bu tezgâhta dokunur. Bazen hayranlıkla bazen de korkuyla bakılır ona.

Bu kategoriye, en yakınımızdaki kardeşimizden de yakın olan kendi bedenimiz bile girer. O bile, bizim hem yazgımız hem de sürgünümüz olur. Zamanla kontrolü eline almaya başlar beden ve belirlenen değil, belirleyen olmaya başlar. Bilhassa yaşlandıkça böyledir bu. Ondan hiçbir şekilde kaçamayız. Ellerimizden gittikçe kayan, kendimize karşı tavır alan yabancı bir varlık olarak karşımıza dikilmeye başlar.

Yaşlılarda görülen psikolojik travmanın temel nedenlerinden biri budur; biyolojik ve psikolojik bölünmenin yol açtığı o korkunç ikilem. Bu o kadar zorlu bir ikilemdir ki, içindeki devinimle gittikçe güçten düşen beden ve kendilik arasındaki gerilim, nihayetinde kişiyi sonu gelmez bir umutsuzluğa iter.

Buna sadece beden değil, çevre de eşlik eder ve dram tamamlanır.

ÖTEKİNİN SOSYOLOJİSİ

Kişinin kendisine olan yabancılaşma, doğayla akıl arasındaki gerilimde de kendini gösterir. Bu ikilemde insan iki ayrı verili alanla karşı karşıya kalır. Bunlardan biri topyekûn biyolojik ve tarihsel miras, diğeri ise yine insan yapımı başka bir küme; mevcut kültür. İlkinde Tanrı vergisi olanla, ona ilave edilen ve içinde sembollerden mitlere kadar tanımlı tanımsız dünya kadar işaret ve hikâyenin bulunduğu bir dünya, diğerinde ise birbirinden ayrı veya ilişkili çok sayıda dil ve kültürel alan.

Bireyleşme sürecinde kişi, çoğu kez de farkında olmayarak bu iki alan arasında bir yığın etkinin muhatabı olarak kendi kendini tasarlamaya çalışır. Çalışır diyorum, çünkü her zaman evdeki hesap çarşıya uymaz ve son sözü istenç değil, verili olandan biri veya diğeri verir. Bunlardan biri, çoğu kez dürtü veya doğal eğilim olarak geçip gittiğimiz eğilimler; diğeri de örgütlü aklın karşımıza kültür olarak çıkardığı sayısız içerik ve formdan ibarettir.

Bireyleşme ve sosyalleşme denilen süreçler bu iki alanın türevlerinden birinin içinde, bir sosyal grup ve çevrede şekillenirken, bir de bunun dışında apayrı saiklerle gelişen ayrı bir dünya daha şekillenir; daha doğrusu dünyalar. Bunlardan her biri çok daha farklı bağlam ve etkilerin sonucu olarak ortaya çıkmış görünümlerdir.

Fakat burada bile “öteki” olduğu gibi değil, muhatabının anladığı şekilde yansır diğerine. Bu, öteki kapsamına giren bütün kültür ve rasyonelliklerin, negatif bir eksende tersinden üretilerek yeniden tasarlanma sürecinin diğer adıdır. Böylece “oluşturulmuş kültürel” öteki, ikinci ve üçüncü sayısız işlem süreçlerinden geçerek bambaşka bir şeye dönüşür.

Zaman olur kendi dışımızdaki dünya egzotik bir görüntüye dönüşerek ilgimizi kamçılar, zaman da olur düşman bir kutbun sembollerine dönüşür. Bazen de hayranlıkla izlenen bir model olur. Bunların hepsi mümkündür. Bazen de kendi doğrusunun negatifi olarak iradî bir şekilde karşıt eksene yerleştirilerek günah keçisi haline getirilir.

Öteki bu eksende oluşur. Beriki, kendi doğrusunun mutlak bir doğru veya gerçeklik olarak değil, tarihsellik ve sosyolojiyle malul, oluşturulmuş bir doğru ve gerçeklik olduğunu kabullenmek ve ötekini de kendi bağlamında anlamak yerine, bu karşıtlığı bilerek tahkim eder. Bu biraz da kendi oluşturulmuş varlığını ötekinin karşıtlığı üzerine kurmasından dolayı böyledir.

Bilhassa siyasal karşıtlıklarda bu bilerek ve istenerek kalıcı hâle getirilir. Millî birlik ve beraberlik denilirken bile bunun çokluk içinde birlik temelinde sağlanabilecek bir şey olduğu kabullenilmek yerine, karşıtlıklar derinleştirilerek iktidar tahkim edilmek istenir. Orada bile süreç öteki olarak tanımlananla konuşup anlaşmak ve onu tanımak olarak işlemek yerine, onu, bilerek içinde bulunduğu paranteze sıkıştırıp varlığından faydalı bir siyasal sonuç çıkarmak şeklinde işler.

Oysa ister bireysel isterse toplumsal anlamda olsun, biriciklik varlığın doğasında olan bir şey olsa bile sanki bu biricikliklerden biri normal, diğerleri de anormalmiş gibi davranılır. Tarihsel ve kültürel koşullanmışlıklardan birinin sonucu normal, diğerlerinin anormal olarak karşılanması normal olmasa bile normalmiş ve de iradî bir şeyin sonucuymuş gibi kabul edilir. Ve kimse de bu tarz sonuçların iradî değil, istenç dışı ve insan takatini aşan sonsuz bir ilişkiler ağının sonucu olduğunu düşünmek istemez. Yazgıyı irade sayar insan. İlişkiyi açıklayamadığı için böyledir bu. Bir vakitte, bir yerde olan bir halin sonuçlarına tapınma, onu kutsama gibi bir şeydir bu durum.

Yaşanan pratik eğilimlerin, kültürün ve aklın halleridir yalnızca. Aklın örgütlenme biçiminin kişiye şu ya da bu şekilde dayattığı bir durum, pratik bir sonuçtur muhatap olunan. Ve her pratik olanda görüldüğü gibi hiçbir şey saf olarak ne kötü ne de iyidir. Tanım gereği böyledir bu. İmdi, hal böyle olunca öteki de tıpkı kendimiz gibi oluşmuş, oluşturulmuş göreli, kusurlu ve henüz tamamlanmamış bir durum ve süreci ifade eder. Nasıl kendi varlığımız bir uyum ve uyumsuzluk sürecinin ürünüyse, diğerinin varlığı da benzer süreçlerin ürünüdür. Böyle bir durumda süreçler ve sonuçları yargılanmaz, sadece anlaşılabilir.

HASILI

Muhatap olduğumuz şey sesli veya sessiz bir konvansiyonlar bütünüdür. Çoğu da yazgı olan bir hâsıla. Yaban da içimizde yabancı da. En büyük hatamız da burada, kendi kendine yabancılaşan varlığımıza duyarsız kalan ilgilerimizin yönünde.

Önümüzde uzayıp giden ölü ve canlı yığınla gramerin belli belirsiz izleri göz kırpıyor. Hangisi hangisinin karşıtlığından beslendi ve sonra tekrar kendi içinde kıvrılarak bunlardan hangisini baş tacı yaptı bilmiyoruz.

Hıristiyanları arenada arslanların ağzına atan da Hıristiyanlık uğruna Kudüs’ü kana bulayan da aynı uygarlık kesiti değil mi? Sadece Kudüs mü, bütün bir Kara Afrika ve açık denizlerle eski Amerikan uygarlıkları Hıristiyanlık adına kana boğulmadı mı?

Sonra Aydınlanma Çağı geldi ve bu sefer de ulus ve özgürlük adına cinayetler işlendi. Arkasından sınıf çağı geldi ve hiç beklenmedik bir yere sıçrayarak milyonları gelecek bir ütopyaya kurban etti.

“Ereği” bir dünya kardeşliği kurmak olan sosyalizm, başka bir iklimde “ereği devlet egemenliğini ele geзirerek insan eşitliğini gerзekleştirmek” isteyen bir “Sezar Sosyalizmine” kurban edilmedi mi? Ya İslam, nihaî amacı kardeşlik olan İslam da benzer araçlar kullanılarak bir “Sezar İslam’ına” dönüştürülmedi mi?

O da iktidarın bir enstrümanı oldu. O da uğruna Peygamber torunlarının bile doğrandığı siyasal bir araca dönüştürüldü.

O yüzden “biz ve ötekilere” bir kez daha bakalım ve biz, biz dediğimiz o kimlikler gerçekten de “yüreklerinde bir cennet mi taşıyor” yoksa üzerinde oturduğumuz çamur selinin karanlık dehlizlerinden beslenen zehirli sarmaşıklar mı, hangisi?

Ne demişti filozof, önce kendine dön, oraya bak!

Oraya bakalım.

ABDULKADİR İLGEN KİMDİR?

Atatürk Üniversitesi İslami İlimler Akademisinden 1988 yılında mezun oldu. 1994 yılında Dumlupınar Üniversitesi İİBF İktisat Bölümü İktisat Tarihi Bilim Dalına araştırma görevlisi olarak atandı. 1998 yılında Marmara Üniversitesi Ortadoğu ve İslam Ülkeleri Enstitüsünde doktora programını tamamladı. Çeşitli akademik ve idari görevlerde bulunan Prof. Dr. Abdülkadir İlgen, 2017 yılında emekli oldu. Akademik çalışmalarında “iktisadî zihniyet” üzerinde yoğunlaştı. XIX. Yüzyıldan günümüze “devlet dışı modernleşme”, tarihte Asya ekonomileri ve Türkistan iktisat tarihi üzerine çalışmalarını sürdürmektedir. Aynı zamanda Türk Yurdu ve Türkiye Günlüğü gibi dergilerde yazılar yazmakta olan İlgen’in “Türk Modernleşmesi: İktisat, Tarih, Zihniyet”, “1921 Sanayi sayımları” ve “Gelenek ve Modernleşme Arasında Bir Kavram: Milliyetçilik” isimli üç de kitabı yayımlanmıştır