28 Şubat 2023 Salı

İki kurum ve iki sorun Kemal Öztürk/28.02.2023

AFAD GURUR KAYNAĞIMIZDI

Ukrayna savaşına giderken, Romanya, Slovakya, Polonya’dan geçmiştim. O sınır kapılarında Ukrayna’dan gelen göç dalgası karşısında nasıl şoka girdiklerini ve devlet olarak çuvalladıklarını gördüm. Orada AFAD’ı, UMKE’yi gördüğümde aradaki farkı da anladım ve mutlu oldum.

Ukrayna’da Liviv şehrine gittiğimde daha çok şaşırdım. Tren garının önündeki parkta sanayiden getirilmiş varillerde, sobalarda odunla ateş yakılmış, üzerine koca kazanlar konmuş, çocuklara süt, büyüklere yemek pişiriyorlardı. Bir seyyar aşevleri yoktu.

Oradan AFAD Başkanı Yunus Sezer’i aradım. “Bizim aşevi tırlarından birini buraya gönderseniz, bu meydanda kursak, çocuklara hijyen ortamda süt pişirilse, insanlara yemek dağıtılsa ne güzel olur” dedim.

Ve AFAD Kocaeli’ndeki bir aşevi tırını tüm o beceriksiz devletleri geçip, Ukrayna’ya getirdi, Liviv’de kurdu ve insanlara sıcak yemek dağıttı.

O zaman ülkemle, AFAD ile gurur duydum. Bunu da Ukrayna savaşının ortasında yazdım.

AFAD’ı orman yangınında Marmaris’te, selde Bozkurt’ta, depremde Van’da ve daha nice afetlerde izledim.

Hep gurur duydum.

ŞOKA GİREN AFAD VE DİĞER KURUMLAR

Depremin ikinci gününden itibaren sahadaydım. Malatya, Maraş, Adıyaman, Hatay ve bir çok ilçe dolaştım.

Abartısız söylüyorum, hepsinde insanlar AFAD’dan şikayet etti.

Ben devletin kurumlarının üç gün boyunca şoka girdiğini gördüm o şehirlerde.

Ama en çok AFAD şoke olmuştu ve en çok da bu yüzden koordinasyon sorunu yaşanmıştı. Çünkü kanun afetlerde tüm yetkiyi ve koordinasyonu AFAD’a vermişti.

Ama AFAD bu depremde bunu tam anlamıyla başaramadı ve başaramadığını da kabul etmedi.

Bu kadar büyük bir depreme hazır değildi. Bölgesel afet planı yoktu. Bu kadar büyük krizi yönetme kapasitesi de bulunmuyordu. İnanın bunu doğal karşılıyorum. Dünyanın en güçlü devletinin kurumu da bunu başaramaz zaten.

Ancak AFAD’ın sorunu “asrın depremini” yönetememesi değil, neden yönetemediğini bilmemesidir.

SAĞLIK BAKANLIĞI NEDEN ŞOKA GİRMEDİ DE AFAD GİRDİ?

Kızılay’ın, AFAD’ın bu depremde krizi iyi yönetemediği söylediğinde, “Ama on şehirde, iki 7.5 büyüklüğünde, ‘asrın felaketinde’ elbette her yere yetişemezler” diyorlar.

Yollar kapanmış, hava şartları kötüymüş, yıkım çokmuş…

Peki hiç dikkatinizi çekti mi, kimse sağlık hizmetlerinden şikayet etmiyor. On binlerce yaralı vardı ama Sağlık Bakanlığı çökmedi ve her yere yetişti.

Hiçbir şehirde sağlık hizmetleri konusunda şikayet almadım. Asrın felaketinde neden Sağlık Bakanlığı çökmedi de, AFAD çöktü, Kızılay yetersiz kaldı peki?

AFAD’IN EN BÜYÜK SORUNU POLİTİZE OLMAK

Bir dönem gurur duyduğumuz AFAD’ın bu afette bizi kurtarmasını bekledik doğal olarak.

Ama gördüm ki AFAD politize olmuş. Bu yüzden de liyakat ve ehliyet konusunda büyük bir erozyona uğramış.

İl ve ilçe yetkilileri, genel merkezdeki idarecilerinin bir kısmı kriz yönetecek kapasitede ve yetkinlikte değillerdi. Ama yetki onlardaydı ve insanlar buna zorunlu olarak tabi oldu.

Bu yüzden de büyük bir koordinasyon sorunu baş gösterdi. Hem de tüm afet illerinde.

Öyle akla zarar şeyler yaşandı ki, duyunca inanamadı kimse.

Arama kurtarma çalışmalarında “Yetki bende siz buraya giremezsiniz” diyen AFAD yetkilisi, can derdinde olan afetzedeler tarafından tartaklanıp kovuldu.

Yardım tırlarını zorla AFAD deposuna götüren mi dersiniz, koordinasyon yapıyoruz diye saatlerce yardım ekiplerini bekleten mi dersiniz, yurt dışından yardım ekiplerinin getirilmesini geciktiren mi dersiniz…

Onlarca örnek, onlarca olay sıralayabilirim.

“Kurum şovenizmi” ne demek onu gördüm. AFAD kurumları koordine etmedi, kurumlara tahakküm etmeye kalktı. “Yetki bende sözü”, küçük kıyametin yaşandığı yerde o kadar çiğ duruyordu ki, devletin diğer kurumları bile bundan illallah etti.

Sonra ne oldu biliyor musunuz? Her kurum, her sivil örgüt AFAD’ı beklemeden kendi başına hareket etmeye başladı. Bu yüzden de kargaşa arttı.

HER ŞEY VAR AMA HİÇBİR ŞEY YOK

Ancak orada günlerce enkazda canla başla çalışan, can kurtarırken yaralanan, göz yaşı döken, makamını anasının ak sütü gibi hak eden AFAD çalışanları da gördüm.

Yeterince halkına yardım edemediği için ağlayan, o iki yüksek mühendis gibi fedakar çalışanları da var kurumun.

Ülkenin en iyi teknolojisine, ekipmanına, teknik kapasitesine ve tecrübesine sahip. Belki de kanunla en çok yetkiyle donatılan kurum aynı zamanda.

Fakat Charles Dikens’in dediği gibi, “her şeye sahiptik hiçbir şeyimiz yoktu”. Afet bölgesinde bunu hissettik. Devlet büyük bir devlet, sivil tolumu güçlü, milleti çok fedakar, iş adamları cömert, ülkenin ekipmanı çok…

Gelin görün ki bunları bir araya getirip büyük bir güç oluşturmayı başaramadık ilk üç gün.

AFAD’IN YAPISINI VE KONUMUNU DEĞİŞTİRMEK YETERLİ Mİ?

Uzmanlarla konuştum. Afet yönetimi konusunda dünya kadar şey söylediler. AFAD’ın İçişleri Bakanlığı altında olması yanlış diyenler, örgütlenme şeklini doğru bulmayanlar, operasyon tarzını hatalı bulanlar…

Bence bunlar değil. AFAD yönetim kadrosunda siyasallaşmaya bağlı bir liyakat krizi yaşıyor. Temel sorunu bu.

Çok iyi yöneticileri de var içeride.

Kimse afette canımızı kurtaracak bir kurumu yıpratmak istemez. Bu yüzden can kurtarırken bu konuları tartışmadık. Üzerinden yirmi gün geçtikten sonra bu konuları açıyoruz.

Çünkü bu kurum bize çok lazım.

Şu kurum şovenizminden, kurumu eleştirilemez hale getirmekten, dokunulmaz yapmaktan vazgeçin. Kuruma daha çok zarar verirsiniz.

Eğer ortamı hazırlansa, valiler, bakanlar, yerel yöneticiler, sivil toplum kuruluşları sahada nelerin yaşandığını ve koordinasyon krizini anlatırlar aslında. Ama susmayı tercin eden çok.

POPÜLİZMİN GİRDABINDAKİ KIZILAY

Depremin ilk günü akşamında Habertürk ekranlarında yayındaydık. Akşam 22.30’dan sonraydı sanırım. Kızılay Başkanı Kerem Kınık telefonla bağlandı. Ne olduğunu tam anlamamıştık o saate kadar. Bu yüzden Kerem Kınık’ı can kulağı ile dinliyorduk.

Konuşmanın en can alıcı sorusu ve diyaloğu şöyleydi:

Kübra Par: 10 şehrin yüzde kaçına ulaşılabildi?

Yani depremde yıkılan binaların yüzde kaçına ulaşılabildi şu dakikaya kadar?

Kerem Kınık: Tamamına ulaşıldı, yani tespit yapıldı, canlı kontrolü yapıldı ve arama kurtarma planlaması yapıldı. Çok büyük oranda arama kurtarma bir kısmı tamamlandı, diğerlerine geçildi. Yani şu anda ulaşılmayan bir nokta yok.

Kübra Par: Ama bize gelen bilgiler öyle değil.

Kerem Kınık: Şöyle diyorum. Ulaşılıp tespit yapılıyor ama arama kurtarma ekipleri sıraya alıyor o müdahaleyi. Dışarı vilayetlerden gelen ekiplerin özellikle Hatay’a intikallerinden kaynaklanan sorunlar yaşıyorlar. Onları askeriyemizin desteği ile aşmaya çalışıyorlar. Yıkılmış ve hasar görmüş binaların envanteri çıkartıldı yani o anlamda ulaşıldı diyorum.”

O akşam Kızılay Başkanı’nın söyledikleriyle bize gelen mesajlar taban taba zıttı. Belki binlerce mesaj yağdı telefonlarımıza. “Yardım gelmedi, kimse yok, kurtarın bizi…” feryatlar halindeydi her şey.

Ertesi gün afet bölgesine gittiğimde durumun Kerem Kınık anlattıklarıyla uzaktan yakından alakası olmadığını gördüm. 2-3 gün hiç gidilmeyen yerler vardı.

KIZILAY POPÜLİZMİN KURBANI

Kerem Kınık’ı Yeryüzü Doktorları Derneği başkanıyken tanıdım. Göz yaşlarına şahitlik ettim. Çalışkan biriydi. O makamda çok uzun kaldı ve devam etmek için de farklılaştı.

Kızılay’da derinlikli yapılandırma, güçlü örgütleme ve etkili operasyon yapmak konularından çok başka şeyler ön plana çıktı.

Medya aktiviteleri etkili görsellik, şık kıyafetler, afili araçlar, kağıt üzerinde operasyon planlamaları, İngilizce terimlerin bol olduğu eylem planları daha çok önemsendi Kızılay’da.

İlk gün 1200 küsur personelimiz sahada diyordu Başkan ama bunun kimseye yetmediğini ancak sahada olanlar bilir. 15 bin çalışanı 300 bin gönüllüsü var kurumun bunu da unutmayalım.

Evet ilk gün yiyecek götürmüştü ama Malatya, Antep, Maraş, Adıyaman ve Hatay’da, bunların ilçelerinde, köylerinde iki gün ekmek kıtlığı yaşandığını, gıda sıkıntısı çekildiğini ancak oralarda yaşayanlar bilir.

Afetlerde beslenme, gıda, kan ihtiyacından sorumluydu Kızılay. Kan hariç diğerlerini ilk üç gün hakkıyla yerine getirdiğini söyleyemem ben.

Kızılay’dan bir yetkiliyle konuştum. Bana yine “İlk gün şuradaydık buradaydık” dedi. “Ama insanlar aç kaldı” dediğimde o da “‘Asrın felaketinde’ bu kadar olur” deyiverdi.

Sonra da bana havalı grafiklerden oluşan, neler yaptıklarını anlatan sosyal medya görselleri gönderdi…

Kızılay popülizmin girdabında, sahadaki gerçekle yüzleşmek istemiyor. Depremin üçüncü günü Maraş’ta bir parkta Jandarmanın seyyar ekmek fırınından sıcak somun yedim. Kızılay’ın seyyar fırını yoktu ve o gün Maraş’ta görmedim onu. Ben göremedim diyeyim.

Fakat sahada o meşhur ters kırmızı hilal görünür değildi. Bu hep dikkatimi çekti.

Hatay’da bir araçta çay demleyip, bisküvi ikram eden Kızılay çalışanıyla konuştuğumda tıpkı AFAD’lı mühendisler gibi onun gözlerinde de aynı çaresizliği gördüm. “Ben şimdi bunu mu yapacaktım?” dedi. “Kızılay çok fonksiyonsuz kaldı” diye gözleri doldu o gencin.

KIZILAY’I ELEŞTİRMEK Mİ ÖVMEK Mİ DAHA İYİ?

Kızılay çok etkileyici görünen organizasyon ve kampanyalar yaptı.

Ancak görüntü, görsellik, biçimsellikle sahadaki gerçeklik uymuyor.

Depremin ilk iki günü açlık çekildiyse, insanlar bu yüzden market yağmaladıysa, o havalı organizasyon ve eylem planlarının bir anlamı kalmıyor işte.

Kızılay'ı finasal bütçeler, iştirakler, kar zarar dengesi gibi kavrmlarla bir şirket gibi yönetirseniz yardımlaşma ruhunu öldürürsünüz. Sonra da afet günü çadır, yemek satarsınız. Sonu budur.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Kızılay sahada yoktu diyenleri en ağır sözlerle kınadı. Günde 2.5 Milyon insana yemek dağıtıyor dedi. Belki bugün öyledir. Ama afet şehirlerinde ilk iki gün yaşanan ekmek kıtlığının, yemek yoksunluğunun hesabını da sorması gerekir.

İnsanlar kamyonların arkasına ekmek doldurup Malatya’da dağıttı, halk izdiham halinde almaya çalıştı. Gözlerimle gördüm, fotoğrafını çektim ama utancımdan yayınlayamadım. Bu halkı bu halde göstermek istemedim. Bu manzaraya neden olanlara da hiddetle kızmalı Cumhurbaşkanı.

Kızılay “asrın felaketinde” her yere yetişemedim dese, mahcup olsa, özür dilese bekli de hepimiz onu teselli edeceğiz. Ama daha ilk gün Kerem Kınık her yere ulaştık, ekiplerimiz sahada diyerek insanları daha çok feryat ettirdi.

Osmanlı’dan kalma Hilali Ahmer, bu güzide kurum herkesin gönlünde taht kurmuştur. Hepimiz ona kan verdik, bağış yaptık, gözümüz gibi sevdik.

Yanlışı varsa onu söylemezsek iyilik değil, kötülük etmiş oluruz.

ÇADIR SATMAK DA NEREDEN ÇIKTI?

O kadar çok çadır isteyen insanla karşılaştım ki afet bölgesinde. Hepsine “Çadır yok ülkede, getiriliyor az sabır” dedim. Meğer üçüncü günü Kızılay’ın depolarında çadır varmış ve onu AHBAP’a satmış. “Asrın felaketinde”, küçük kıyamette bu ticari alışveriş nasıl olur da ahlaki ve hukuki görülebilir? Böyle bir teklif geldiğinde, “Bu çadırları bölgeye gönderiyoruz zaten, sen o parayla başka bir yardım yap” demesi gerekirdi.

HER İKİ KURUM DA ÖZELEŞTİRİ YAPMALI

Kriz bölgesinde, Ankara’da, İstanbul’da AFAD ve Kızılay hakkında konuştuğum bir tek kişi dahi durumun iyi olduğunu söylemedi. Bazı kurum çalışanları, valiler, bakanlar, yetkililer bile eleştirdi.

Umuyorum bunlar rapor hazırlar ve ilgili merciye ulaştırır.

Kamuoyuna açıklamasalar bile, kurumun kendi özeleştirisini yapması gerekir. O kurumlar devletin en stratejik kurumları. Onlar zarar görürse bedeli çok ağır oluyor işte.

Başımıza daha çok afet gelecek maalesef. Topraklarımız böyle. O zaman buna uygun yaşamaya ve buna hazır olmaya mecburuz.

AFAD ve Kızılay da bizi bu afetlere hazırlayacak en önemli kurumlar.

Umarım yeterli dersi almışlardır.

21 Şubat 2023 Salı

Medreseden üniversiteye ne değişti? Prof. Dr. Cemil Çelik21/02/2023

18. yüzyıl Avrupa’sında eğitim, bilim ve araştırma, daha önceki yıllardan başlayan yüzlerce bilim insanının gayretli çalışması ve azmi ile kilise egemenliğinin dışına çıkmayı başardı. Çoğu kilise temelli okullar değişerek ve dönüşerek gelişti. Oysa bizde ise değişim ve dönüşüm medreselerin dışında ayrı bir kulvarda devam etti.

Avrupa bu dönüşümü yaşarken, Osmanlı toplumunda geleneksel eğitimi üstlenen kurumlar olarak medreseleri, enderunu ve tekkeleri görürüz.

Kendini değiştirmesi mümkün görünmeyen bu kurumlarla yol alınamayacağı, fazla bir ilerlemenin olamayacağı ve yeni kurumlara ihtiyaç olduğu 18. Yüzyıl’ın ikinci çeyreğinden itibaren düşünüldü.

Darulfünun’un (fen bilimleri evi) açılması fikri ilk kez Mustafa Reşit Paşa tarafından gündeme getirildi.

1867’de Darulfünun üç bölüm olarak eğitime başlıyor. Hikmet ve Edebiyat, İlm-i Hukuk, Ulum-u Tabiiye ve Riyaziye olmak üzere. Teoloji (ilahiyat) alanı medreseye bırakılıyor. 1871’den 1881’e kadar öğrenci kabul eden Darulfünun eğitim faaliyetlerini sürdürüyor. Zaman zaman duraklamalar geçirse de 1900 yılı başında bu kurum yeniden eğitim vermeye başlıyor.

Açılan bu kurum, üniversite fonksiyonu görmesine rağmen üniversite yerine Darulfünun denilmeye, fakülte yerine medrese (hukuk medresesi gibi) denilmeye devam ediliyor.

Üniversite anlayışının alt yapısının oluştuğu gelişmeler 1900 yılından itibaren yeniden hızlanıyor.

Bu arada klasik medreseler de ister istemez gönülsüz de olsa bu dönemlerde bir miktar dönüşüm geçiriyor. Medreselerde görev yapan bazı müderrislerin sayıları az da olsa batıdan çevriler yaptıkları, hepsi olmasa bile, bazı medreselerin müfredatlarında bu yeni bilgilerin verildiği biliniyor. Ancak bu dönüşüm istenilen seviyede medrese eğitimine yansıtıldığını söyleyemeyiz (Cevat İzgi, Osmanlı Medreselerinde İlim, Riyazi İlimler, İz Yayıncılık,1997).

Osmanlı medreselerinde hakim İslam anlayışı, nakilci Eşari anlayış yerine, akılcı Maturidi anlayış olsaydı Darulfünun’a gerek kalmadan bilimsel gelişmeler medreselerin bünyesinde yürüyebilir miydi, bu kurumlar kendilerini yenileyebilir miydi? Çok zor görünüyor. Medrese, Cumhuriyet döneminde kapatılmadan önce (Tevhid-i Tedrisat, 1924), varlığı ve yokluğu zaten tartışılır bir vaziyetteydi.

Sadece bu farklılaşma Osmanlıda değil diğer İslam topluluklarında da oldu. Batı yanlıları, batı karşısında geleneğe sarılanlar ve üçüncü bir grupta ise batıdan ilim alalım ancak irfanı bizim değerlerimiz oluştursun diyenler olmak üzere. Bu yaşananlar daha sonra Türk toplumunda hala karşılıklarını gördüğümüz aydın farklılaşmasının temellerinin atıldığı dönemler olarak kabul edilmekte.

II. Meşrutiyetin ilanından sonra Darulfün biraz daha canlandı. İlk kez Darulfünun’un yürüttüğü eğitim ve öğretim işlerine, yönetici ve müdderris tayinlerine o günkü siyasi iktidarların karışmasının doğru olmadığı açıkça dillendirildi. Ziya Gökalp, o günün siyasilerine “Ele mülkün dizginini alınız, bırakınız ilmi yapsın muallim” diye şiir diliyle seslenebildi. Kısa bir dönem de olsa, Darulfünun’da değişik kademede müderrisler yöneticilerini kendileri seçti. Buna siyaset kurumu müdahil olmadı.

1914’de Darulfünun’un öğrenci sayısı üç bin civarında öğretim üyesi sayısı ise yüze yaklaştı.

O günkü Osmanlı siyasetinin yakınlaştığı Almanlar askeri alanda olduğu gibi bilim alanında da Darilfünun’a destek için Almanya’nın saygın üniversitelerinden (Van Humbolt gibi) öğretim üyesi gönderdiler. Çoğu sosyal bilimci olan bu öğretim üyelerinin arasında sadece dört kimyacının olduğu bilinir. Cumhuriyet Türkiye’sinde 1933 yılında yapılan Üniversite Reformundan sonra değil, bu dönemde de Batı’dan öğretim üyelerinin gelip ders verdiği fazla bilinmez. Bu arada yurtdışında eğitim görmüş Türk öğretim üyelerinin Darulfünun’daki varlıklarını da unutmamak gerekir. Neredeyse Darulfünun’daki öğretim üyelerinin yüzde yirmi, yirmi beşini yabancı öğretim üyelerinin oluşturduğu da bir gerçek. Ancak I. Dünya Savaşı döneminde yabancı öğretim üyeleri tamamen İstanbul’dan ayrılmak durumunda kaldılar.

1915 yılında Darulfünun’da yapılan yenileştirme ve Almanya’dan getirilen yabancı bilim insanlarının katkısının, Cumhuriyet döneminde, yapılan Üniversite reformunun (1933) bir prototipi olduğu, konuyu araştıran birçok bilim insanları tarafından dile getirildi (Prof. Dr. İlhan Tekeli).

Cumhuriyetinin kuruluşundan sonra 1925-29 yıllarda Milli Eğitim Bakanı (Maarif Vekili) olarak görev yapmış olan Mustafa Necati bey “Darulfünun’un gelişmesi ve ilerlemesi gene Darulfünun’dan beklenebilir. Politikacıların düzeltmek için karışması eldeki durumu daha da kötüleştirir” demektedir (Hareld E.Wilson, İlhan Başgöz, Türkiye Cumhuriyetinde Eğitim ve Atatürk, Dost Yayınları, 1968). Üniversite özerkliğine Mustafa Necati bey bu sözleriyle dikkat çekiyor.

Bütün bununla birlikte şüphesiz diğer devlet kurumlarının olduğu gibi Darulfünun’un da iyileştirilmesine ihtiyaç olduğu şüphesizdi. Darulfünun’un iyileştirilmesi amacıyla 1927 yılından itibaren yurtdışına öğrenci yollandı. Devletin dışında kendi imkanlarıyla yurt dışına yüksek eğitime gidenler önceden olduğu gibi bu dönemde de vardı.

I. Dünya Savaşı öncesi ve sırasında yurtdışından gelen öğretim elemanlarının tamamına yakını Alman bilim insanlarından oluşurken, Cumhuriyetin ilk döneminde bu sefer rota Fransa’ya çevrildi. Bu sefer gelen yabancı bilim insanlarının tamamına yakını Fransız’lardan oluştu. Bunların çoğunluğu doktorasız olmalarına rağmen o dönemde müderris muamelesi gördü.

1933 ÜNİVERSİTE REFORMUNDAN BUGÜNE YÜKSEK ÖĞRETİMİMİZ

Prof. Albert Malche’nin (Cenevre, İsviçre) raporu da dikkate alınarak, 1933’de, yapılan üniversite reformu ile Darulfünun’dan üniversiteye geçildi. İstanbul Üniversitesi kuruldu. Daha doğrusu Darulfünun tabelası İstanbul Üniversitesi olarak değişti.

Cumhuriyet döneminde reform yapanlar işe, öğretim üyesi tasfiyesi ile başladı.

Darulfünun’da görevli öğretim üyelerinin yaklaşık 2/3’i tasfiye olundu (Durmuş Günay, Türkiye’nin Üniversite Sorunu, Büyüyen Ay Yayınları, 2019). Konuyu detaylı öğrenmek isteyenler Türkiye Bilimler Akademisinin “Türkiye’de Üniversite Anlayışının Gelişimi I, 1861-1961, TÜBA, 2007” yayınına bakabilirler. Tasfiye olunanlar arasında çok değerli bilim insanlarının bulunduğunu göreceklerdir. Akademik müktesebatlarına bakılmaksızın maalesef yeni rejimin hoşuna gitmeyenlerin tasfiye edildiği anlaşılıyor.

Tasfiye edilen Darulfünun mensuplarının bazıları İslam coğrafyasının değişik yerlerine Mısır, Afganistan ve Hindistan gibi ülkelerin yüksek öğretim kurumlarına muhaceret etti.

1933 Üniversite reformundan sonra, Türk Yüksek Öğretiminin yeniden yapılandırılmasında görev yapan çoğu Alman vatandaşı bilim insanı, Cumhuriyet Türkiye’sindeki üniversitelerin gelişimini daha objektif değerlendirdiler diye düşünüyorum. Bu anlamda TÜBİTAK Yayınları arasında yer alan Ticaret hukuku hocası olan Prof. Dr. Ernst E. Hirsch’in Anıları, 1997, iyi bir kaynak sayılabilir. Prof. Hirsch Hatıratı’nın Türkiye ile ilgili bölümünde, kuruluş dönemini bir yabancı bilim insanı olarak (İstanbul Üniversitesi, Hukuk Fakültesi, 1933-43, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi 1943-52) yaşananları ve nereden nereye gelindiğini anlatır.

İstanbul Üniversitesinin 1933 de kuruluşunu aynı dönemde Yüksek Ziraat Enstitüsü, Ankara, (1933) takip eder, daha sonra bu Enstitüden Ziraat ve Veteriner Fakülteleri çıkacak ve Ankara Üniversitesi bünyesine alınacaktır. Sonra sırasıyla İstanbul Teknik Üniversitesi (1944), Ankara Üniversitesi (1946) kurulacak ve Türk Yüksek Öğretiminin temelini bu üç üniversite oluşturacaktır.

Reform sonrası kurulan İstanbul Üniversitesinde Profesör öğretim üyelerinin asli görevleri arasında henüz araştırma yapmadan söz edilmiyordu. 1934 yılında çıkan İstanbul Üniversitesi Talimatnamesi’nde doçent olmak için doktora yapma şartının aranmadığı, sadece Batı dillerinden birisini bilme şartı yer alıyordu (Feza Günergun, Kaan Ata, Türkiye’de Üniversite Anlayışının Gelişimi, TUBA, 2007).

1946 yılında çıkartılan Üniversite Yasası’nda doçent olmak için ilk kez doktora ön şartı getirildi. Profesör öğretim üyeleri için bilimsel araştırma yapmak ve yaptırmaktan söz edildi. Ancak doktora öğrencilerinin lisansüstü ders almaları henüz söz konusu değildi (Alman ekolü etkisi).

 

Gerek Darulfünun döneminde ve gerekse de Cumhuriyetin ilk döneminde Batı ülkelerine eğitim için öğrenciler gönderildiyse de bunların çoğu lisans eğitimi sonrası ihtiyaca binaen geri çağrılıp üniversite de görev veriliyor. İlk üniversite kuruluşunda Almanya kaynaklı üniversitelerden getirilen öğretim üyelerinin önemli bir boşluğu doldurduğu bilinir. Yabancı hocaların Türkiye’de kalma süreleri aynı olmadı. Bunlardan İstanbul Tıp Fakültesinde en uzun süre çalışanlardan Prof. Dr. Schwartz on sekiz yıl kalıyor. Türkiye’den ayrılmadan önce Türkçe hazırladığı bir raporu Hükümete sunuyor (İstanbul Üniversitesinin Bugünkü Durumu ve İstikbali,1950-51,Türkiye’de Üniversite Anlayışının Gelişimi,474-497, TÜBA, 2007).

Schwartz bu raporunda özelde İstanbul Üniversitesini anlatmakla birlikte, genelde Türkiye için bilim ve üniversitenin ne anlama geldiğini çok iyi tahlil eder. Dikkatli okunduğunda bu raporun bugün bile geçerli önerileri içerdiği anlaşılır.

1950-1960 yıları arasında sırasıyla KTÜ, Ege, Atatürk ve ODTÜ kurularak, üniversite sayısı yediye,1975’e kadar on üniversite daha kurulup sayı on yediye çıkartılıyor. 1999 yılında yirmisi vakıf olmak üzere üniversite sayısı yetmiş üç iken, bugün itibariyle (2022) yüz yirmi dokuzu devlet, yetmiş altısı vakıf olmak üzere iki yüz beş üniversitemiz bulunuyor. (YÖK İstatistikleri)

Özellikle 2004-2020 yılları arasında yirmi yılda her şehre bir üniversite sloganıyla üniversite sayısı iki katına çıkartıldı. Bazı Anadolu şehirlerinin nüfusundan daha çok üniversite öğrencisini barındıracak devasa kampüsler inşa olundu. Nüfusu az, üniversite eğitimini kaldırmada yeterli alt yapının olmadığı birçok şehirde üniversite açma fikri doğru bir yaklaşım oldu mu? Bu soruyu sormanın yanında, şehirlerin sosyal değişiminde ve modernleşmesinde açılan üniversitenin katkısının olduğu da ayrı bir gerçek.

Türkiyenin NATO’ya girmesinden sonra, Amerikan tarzı eğitim veren bir üniversite olarak önce ODTÜ kuruldu. Bunu sonraki yıllarda Hacettepe Üniversitesi aynı tarzı benimseyen üniversite olarak izledi. Artık NATO üyesi olan Türkiye’de, yeni bir üniversite anlayışı olarak Amerikan ekolü devredeydi. Eğitim için yurt dışına giden öğrenciler için tercih edilen en cazip üniversiteler Amerikan üniversiteleri oldu. Bu üniversiteleri daha sonra diğer devlet (Boğaziçi gibi) ve vakıf üniversiteleri (Bilkent, Koç, Sabancı gibi) takip etti. Bunda eğitim kalitesi ve bilimsel çıktıları en üst seviyede olan bir ülkenin üniversitelerinin cazibesinin göz ardı edilemezliği yatıyor. Bugün de bu cazibe diğer Batı Avrupa üniversitelerinin önünde yer alıyor.

AK Parti’nin göreve geldiği yıllardan itibaren bilim ve teknoloji için ayrılan kaynaklar önceki yıllara göre bir hayli artırılmasına rağmen, maalesef bu kaynakları kullanacak yeterli donatıda bilim insanımızın azlığını o günlerde TÜBİTAK’ta çalışan birisi olarak şahit oldum. Ülke için bilim ve teknolojinin hayati oluşu bilinmekte ise de Ar-Ge’ye ayırılan kaynak 2022 itibariyle milli gelirden (GSMH) ancak yüzde 1.13’ e çıkartılabildi. Oysa birçok saygın ülkede Ar-Ge harcamalarının payı yüzde 3-5’ler arasında bulunuyor.

2022 yılı verilerine göre bugün Türk Yüksek Öğretiminde kayıtlı öğrenci sayısı sekiz milyon civarında. Bunların yaklaşık üç milyonu ön lisans, dört buçuk milyonu lisans, üç yüz elli bini yüksek lisans ve yüz on bini ise doktora öğrencisi.

YÜKSEK ÖĞRETİMDE NEREYE GELDİK?

Buraya kadar özet olarak anlatılanlar bir ülkenin iki yüz yıllık üniversite algı ve anlayışının kısa hikayesiydi. Ancak geldiğimiz yer itibariyle övünülecek bir seviyede olmadığımızı biliyoruz.

Ülkemizde üniversite öğretimi, daha öncesini saymazsak, Darulfünun’dan bugüne bir asrı geçen bir süredir devam ediyor. Manzara şu ki, ülke yönetimine egemen olan güç sahipleri başlangıçtan günümüze, bir türlü üniversitenin üstünden ellerini çekip bağımsız ve akademik özerk bir kuruma dönüşmesine izin vermediler. İdeal anlamda akademik özgürlük ortamı tesis olunamadı. Üniversitelerimiz kurumsallaşamadığı gibi bilgi üretiminde de yetersiz kaldı.

Defalarca öğretim üyesi tasfiyesi yapıldı (1933, 1946, 1961, 1972, 1981 ve 2000 yılı sonrasında olmak üzere). Kabul edilen anlayışın dışında farklı fikir ve görüşleri savunanlar uzaklaştırıldı. Oysa üniversiteler her türlü görüş ve düşüncenin hür ve kimseden çekinmeden savunulduğu yerler olarak tanımlanıyordu. Ülke kalkınması ve ilerlemenin motorunu oluşturan bu kurumlar bir sola bir sağa savruldu. Bir kaçının dışında Dünya ile boy ölçüşecek ülke kalkınmamıza, bilim ve teknoloji üretmemize katkı veren üniversitelerimiz olmadı.

Son yıllarda Dünya’da üstlendiği misyon ve görevler açısından üniversitenin anlamı, düne göre bir hayli değişti. Artık tek tip bir üniversiteden söz edilmiyor. Birçok gelişmiş ülkenin iyi üniversitelerinin uluslararası kampüsleri(denizaşırı) bulunuyor. Bilginin ticarileştiği, ülke ekonomilerine katkı sağlayan onlarca bilim ve teknoloji ürünü üreten araştırma üniversiteleri var. Teknoparkları var. Patent ve faydalı modellerin geliştirildiği, yapılan araştırma ve yayınların ekonomik faydaya dönüşen çıktıları bulunuyor.

Profesyonel futbol takımlarının uluslararası futbolcu transferi gibi iyi bilim insanlarını yapılarına katmak için birbiriyle yarışıyorlar. Dünyanın gelişme yolunda olan ülkelerinden parlak zekaları kapma yarışı sürüyor. Farklı disiplinler bir araya gelerek birlikte muazzam işler çıkartıyorlar. Klasik zevkine yapılan çalışmalarının modası geçmiş durumda. Sadece yayın sayıları ve alınan atıf sayıları ölçüt olarak neredeyse kabul görmemeye başladı. Sosyal alanlarda da öyle, Dünyaca görüşlerine saygı duyulan ekonomistler, felsefeciler, sosyologlar ve diğer sosyal bilimcileri var. Verilen diplomaların uluslararası kabul değeri ve mezunlarının her yerde rahat iş bulduğu üniversite anlayışı öne çıkmış durumda

Ülkenin değişen iktidarlardan bağımsız mantıklı ve tutarlı uzun vadeli gerçek bir bilim ve üniversite politikası bugüne kadar olamadı. Rövanşist anlayışın yol açtığı politik hırs üniversite algımızda ve uygulamalarımızda etkili olmayı sürdürüyor. Yüksek öğretimin sorunlarına sadece günübirlik çözümler getiriliyor.

Modern üniversite kampüslerine sahip olmakla birlikte, akademisyenlerimizin ve eğitim verdiğimiz öğrencilerin standardını istenilen düzeye yükseltmeyi de başaramadık. Her üniversitede dişe dokunur iş yapan akademisyenlerimizin sayısı bir elin parmaklarını geçemiyor. Özellikle Anadolu’da bulunan üniversitelerimiz yerel kabuğu kıramıyor.

İlkokuldan, profesör oluncaya kadar yaşadığı şehrin dışarısını görmeyen öğretim üyelerimiz var.

En yumuşak karnımız, ideolojik farklılık üzerine üniversite algısı oluşturmak ve yapılanmak, hem siyasetin ve hem de zayıf akademik algı düzeyi düşük akademisyenlerimizin işine geliyor. Bugün özellikle üniversitede en verimli çağlarında bilim üretmesi gereken genç akademisyenlerin hedefleri bilim ile uğraşmak bir şeyler üretmek olmaktan uzaklaşıyor.

Politika yapmak, bürokratik bir üst görev almak ya da milletvekili olmak birçok akademisyen için cazip hale gelmiş durumda. Bilime katkısı olan akademisyen sayımız ise çok sınırlı. Son yıllardaki uluslararası bilim göstergelerimiz, bilimsel yayın sayılarımız irtifa kaybettiğimizin önemli bir göstergesi. Ayrıca başarı düzeyi yüksek, lider bilim insanı olma potansiyeli taşıyan yüzlerce genç beyinlerimizi dışarıya kaçırdık ve hala kaçırmaya devam ediyoruz. Beyin göçünü tersine çevirecek ne ciddi politika ne de onların çalışacağı ve destekleneceği demokratik ve akademik ortamı hazırlayabildik.

Bilim anlayışımıza gelince, önceki yıllarda egemen olan yüzeysel pozitivist dogmatik ve ideolojik anlayışın yerini, 2010 sonrası muhafazakar gelenekçi bir anlayış doldurmaya başladı. Üniversiteleri teslim ettiğimiz muhafazakar görünümlü yöneticilerin bir kısmının akademik görgü ve bilgisi maalesef yeterli değil. Uluslararası yayını olmayan onlarca üniversite yöneticimizin olduğu her gün medya haberlerine düşüyor. Bilim ve teknoloji yönetiminden bihaber bu yöneticiler maalesef siyasetin gölgesinden dışarı çıkamıyorlar.

Siyasilerin de bundan gocunmak şöyle dursun memnun olduğu anlaşılıyor. Akademisyenin değeri sıradan bürokrat konumunda görülüyor. Rektörler artık özellikle Anadolu’da yerel siyasetçilerin arkasında yürür hale getirildiler. Bu anlayışın baskın olduğu üniversitelerin bir şeyler üretmesi ve ülke kalkınmasına katkı vermesi kolay olmayacak. Geliştirip değiştirilmesi gereken üniversite üst kurumları, ülkenin yüksek öğretim politikalarında ve yönetimindeki etkinliği yok mesabesinde. Yeni devlet yönetimi sisteminde her şeye en üstten karar veriliyor. Yapılan atamalardan bile, bu üst kurumların haberi kamuoyu ile birlikte oluyor.

Yüksek öğretimimiz başlangıçtan bugüne en sıkıntılı dönemlerinden birini geçiriyor. Öğretim üyeleri maalesef bir çekingenlik içerisindeler. Bağlı olduğu grup mensubiyetini akademisyenlik ile karıştıranlar, akademik dünyalarını kendilerinden oluşanlarla kurmaya çalışanlar bir endişe oluşturmazken, bireysel akademik düşüncelerini açıkladığı için üniversiteden ayrılmak zorunda bırakılan bilim insanları endişe kaynağı görülüyor. Bu yaklaşımın egemen olduğu atmosfer akademik bir atmosfer olabilir mi? Bu ortamda bilim gelişebilir mi?

Bilimin de sermaye gibi, huzurlu ve hür bir ortamda geliştiğini düşünecek olursak, Türk yüksek öğretiminde köklü bir değişime ihtiyacın duyulduğu muhakkak. Ancak bu değişim yetkin ve liyakat sahibi bilim insanlarının desteğiyle gerçekleşebilir.

 

Türkiye’nin saygın ve büyük devlet olması sadece hamasetle sağlanamaz, yüksek öğretim de dahil kurumlarının ehliyet ve liyakatli insanların yönetiminde, dünya gerçeklerini bilerek çalışmasıyla kazanılabilir.

10 Şubat 2023 Cuma

YIKIM SİYASETİ... ‘ Timur Soykan/10.02.2023

Peki AKP iktidar ne yaptı? Bu soruya yıllarca iktidar yanıt vermedi. 2011 Van depreminden sonra dönemin Maliye Bakanı Mehmet Şimşek açıklamıştı: Duble yol…

Bilim insanlarının, meslek odalarının uyarılarına rağmen fay hattı üzerine yapılan o yollar, havalimanları çöktü.
Hatay Havalimanı kurutulan Amik Gölü’nün ortasına tüm uyarılara karşın yapılmıştı. Uyaranlar ‘terörist’ ilan edilmişti. Bu yüzden enkaz altında insanlar öldü.
AKP, deprem vergilerini kısa vadeli siyasi çıkarları için kullandı. Müteahhitlerini zengin etti. İmar afları çıkardı. Güvenli konutlar için çok para giderdi. Deprem sonrası hazırlık daha ucuz ve göz boyamak için yeterliydi.
3 ay önceki tatbikat durumu özetliyordu:
İktidar deprem sonrası müdahaleye yoğunlaştı ama orayı da mahvettiğini 6 Şubat Depremi’nde gördük. Felaketten 20 saat sonra AFAD yetkilisi “Her yere ulaşılmış durumda” dedi.
Oysa deprem bölgesi ıssız enkazla doluydu ve görüntüleri sosyal medyadaydı. Hatta binlerce enkaza günlerce ulaşılamayacaktı.
Tek adam rejimindeki liyakatsizlik ve merkeziyetçi zihniyet devlet reflekslerini yok etmişti. Yangında, depremde bile talimat bekleyen hantal yapıyı üç kelime özetliyordu:
“Sayın Cumhurbaşkanımızın talimatıyla.”
Bu yönetim biçimine uygun şekilde afet sonrası müdahale de merkezileştirilmiş ve 17 Ağustos döneminden bile kötü hale getirilmişti.
17 Ağustos’ta AKUT başta olmak üzere pek çok ekip yüzlerce hayat kurtarmıştı. Artık sadece AFAD’ın koordine edeceğini Çevre Bakanı Kurum anlattı:
AFAD’ın koordinasyonu beklenirken saatler, günler geçti. Aşırı soğuklarda, enkazda binlerce insan vardı. Kurtarılabilirlerdi. Hatay’a, Adıyaman’a, Elbistan’a günler boyunca bir tane bile arama kurtarma ekibi gönderilemedi.
17 Ağustos ve geçmiş afetlerde lojistik ve insan gücüne sahip Türk Silahlı Kuvvetleri görevlendirilmişti. Bu sayede yüzlerce enkaza aynı anda müdahale edilmişti.
Akıl almaz bir şekilde, çok hayati bir görev üstlenecek askere talimat verilmedi. 17 Ağustos ile 6 Şubat'ın farkı:
Afetzedeler iş makineleri için yalvarırken vinçler, kepçeler kentlerin girişinde bekletildi.
AFAD izni olmadan hayat kurtaramayacakları söylendi. Eski futbolcu Gökhan Zan’ın tepkisi kalacak akıllarımızda.
Bunların hepsi siyasi kararlardı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın talimatları dillerden düşmezken açıklamaları hep AFAD ya da Cumhurbaşkanı yardımcısı yapıyordu. ‘Siyasetin zamanı değil” diyenler sert siyaset yapıyordu.
Cumhurbaşkanlığının Twitter hesabından skandal paylaşıldı. Erdoğan afet bölgesindeki belediyelerden sadece AKP’li olanları aramıştı.
Muhalefet belediyelerini aramadı. Tepkiler yükselince saatler sonra Adana, Hatay gibi CHP’li belediyeleri aradı
“Siyasetin zamanı değil” sloganı yandaşların dilinden düşmezken AKP Sözcüsü Ömer Çelik, deprem bölgesinde siyasetin zirvesindeydi. AKP’li ve MHP’li vekillerin, Cumhur İttifakı’nın sahada olduğunu vurguluyordu.
AKP Menemen İlçe Teşkilatı, İzmir Valiliği’nin yardım TIR’ın üzerine kendi pankartlarını asarak poz verdi.
Bodrum Belediyesi’nin yardım TIR’ındaki pankartı üzerine Muğla Valiliği’nin pankartının asıldığı görüntüler ortaya çıktı.
Sanayi ve Teknoloji Bakanı Varank depremzedelere gönderilen battaniyeler üzerinden Türkiye’nin üreten bir ülke olduğunu anlatıyordu:
Siyasi kariyer peşindeki eski AKP Kahramanmaraş milletvekili Nursel Kocabaş Reyhanlıoğlu da kendini gösterdi. İmamoğlu’na hakaretleriyle Erdoğan’ın dikkatini çekip yeniden milletvekili listelerine girmeyi başaracak mı? Göreceğiz.
Erdoğan ise felaketin boyutları büyürken bir süre açıklama yapmadı. Kamera karşısına geçtiğinde yalan haberler yapıldığını iddia etti ve ‘deftere yazdıklarını ve zamanı gelince o defteri açacaklarını söyledi.
“Siyasetin zamanı değil” sloganı dillerden düşmezken Erdoğan, “Haysiyetsiz”, “Namussuz kişiler”, “Şerefsizler” diyerek ağır hakaretler etti.
Depremin acısı yaşanırken siyasi istismar vurgusunu sık sık yapıyordu. Asker ve polis de siyasete alet ediliyordu.
Binlerce enkazda arama kurtarma ekibi, vinç yoktu. İnsanlar geceleri eksi 20 derece soğukta çadırsız, battaniyesizdi. Su, seyyar tuvalet, gıda desteği yoktu. Erdoğan deprem bölgesine gittiğinde yine ‘kader’ vurgusu yapıyordu
Kentlere halen arama kurtarma ekipleri, yardım malzemeleri ulaştırılamazken savcılar iktidarı eleştirenlere soruşturma açmak için vakit kaybetmedi. Akademisyen gözaltına alındı, gazetecilere soruşturma açıldı.
Yetmedi. Yıkılmış kentlere yardım götürülemezken afetzedelerin sesini duyurduğu, yardım istediği Twitter’a engel getirildi. Oysa Twitter üzerinden gelen yardım çığlıkları sayesinde çok sayıda insana ulaşılmıştı, insanlar enkaz altından kurtarılmıştı.
Yaratılan korku iklimi enkaz başlarında bile dudaklardan dökülüyordu. Yakınlarını kaybedenler ‘Tutuklanmak’tan bahsedip buna rağmen konuştuklarını söylüyordu. Bu bile toplumun üzerinde kurulan iktidar baskısını anlatmaya yeter.
Depremzedelere battaniye, su, seyyar tuvalet, çadır, hijyen maddeleri ulaştırılamazken RTÜK konteyner için yardım toplanacak yayını engelledi.
Üzerinde bira reklamı var diye depremzedeleri sıcak tutacak polar, eldiven ve berelerin dağıtımına izin verilmedi.
Haluk Levent’in kurduğu AHBAP’ın gönüllüleri binlerce insana büyük yardımlar sağladı. Ancak onlar da yandaşların hedefi oldu. Akit, Misvak saldırdı. Gece gündüz durmadan çalışanlara “Leş kargaları” diye hakaret ettiler. AHBAP’ın sitesi siber saldırıya uğradı.
Yandaş medya kentlerde ıssız, ölüme terk edilmiş binlerce enkaz varken arama kurtarma faaliyeti süren yerlerden yayınlar yaptılar. Depremzedelerin feryatlarından kaçtılar. Bölgeden yayın yapan gerçek gazetecilere yönelik provokasyonlar yapıldı.
Makamlara kurulmuş ünlü yandaşlar, iktidarın beceriksizliğini gizlemek için türlü yollara başvurdu. Hilal Kaplan yeniden TRT Yönetim Kurulu’ndaki maaşını hak ediyordu.
Deprem bölgesindeki en büyük sorunlardan biri iletişimdi. Fatura tahsilatında çok hızlı olan GSM şirketleri halka hizmet veremedi. Yine siyaset akla geldi. Türk Telekom'un nasıl peşkeş çekildiği ve Türkiye'nin internet alt yapısının nasıl yatırımsız bırakıldığı akıllardaydı.
Bu çok büyük felaketten ve kötü yönetimden kaynaklanan yaralarımız hiçbir zaman kapanmayacak. İnsanlar yakınlarının cenazelerini arabalarla, motosikletlerle taşıdı. Cenazeler günlerce sokakta bekledi.
Bu ülkenin güzel insanları, enkaz altındayken borçlarının ödenmesini vasiyet eden temiz insanları bunları hak etmedi.
Her şeye rağmen depremzedenin yaralarını sarmak için halkın muhteşem dayanışması vardı. Gönüllüler havalimanlarını doldurdu. Doktorlar, hemşireler, iş makinesi operatörleri gönüllü olarak deprem bölgesine gitti. Tüm Türkiye yardım topladı.
Tüm bu kötülüklerden, bu felaketten birbirimize sarılarak, dayanışmayla çıkacağız. Bu bilgiselin altına unuttuklarımızı ve yeni gelişmeleri ekleyeceğiz. Unutulmasın diye...

4 Şubat 2023 Cumartesi

Kamuda tarikat savaşları var İlahiyatçı Cemil Kılıç/04.02.2023

İlahiyatçı yazar ve Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi öğretmeni Cemil Kılıç ile iktidar eliyle güçlendirilen tarikatların kamuyla savaşını ve Türk toplumunu nasıl etkilediğini konuştuk. Can Uğur

Türkiye’deki tarikat örgütlenmeleri taban bulma anlamında şu an ne durumda?

Yüz binlerce üyesi bulunan tarikatlar var, çok ciddi tabanları var. Üniversitelerden orduya, MEB’den Sağlık Bakanlığı’na, emniyetten yargıya varıncaya değin örgütlenme içerisinde olan tarikatlar, özellikle FETÖ’den boşalan devlet kurumlarını ele geçirme mücadelesi veriyor. Toplumun büyük bölümünde tarikatlara ve çeşitli dinsel örgütlenmelere karşı çok ciddi bir tepkinin de oluştuğunu gözlemliyoruz. Bu anlamda 15 Temmuz kalkışmasının ardından dinsel yapılanmaların toplumda sempati ve hoş görülme açısından da büyük bir erozyona uğradıkları sosyolojik bir gerçek. Bu gerçeğin söz konusu yapılarda art arda ortaya çıkan taciz ve tecavüz olaylarıyla pekiştiğini görüyoruz.   

İktidarın tarikatların örgütlen-mesindeki payı ne düzeyde?

İktidar tarikatlarla iç içe. Onlardan ayrı ve bağımsız davranması neredeyse olanaksız. İktidar partisinin kadrolarının önemli bir bölümü tarikat üyelerinden oluşuyor. Bu nedenle tarikatların kamuda örgütlenmelerinin doğrudan doğruya iktidarca sağlandığını biliyoruz. Kamu kadroları tarikatlar arasında paylaştırılıyor. Kimileyin bu paylaşımda anlaşmazlıkların yaşandığı oluyor. Kamuda örgütlenme bağlamında tarikatlar arasında bir güç savaşı söz konusu.  

‘KOKUŞMUŞ YAPILAR’

Tarikatlara “bu toprakların değerleri” diyenler var, siz ne düşünüyorsunuz?

Tarikatlar tarihsel anlamda bir değer olarak görülse de çağdaş yaşam açısından tüm olumlu işlevlerini yitirmiş, 19. yüzyıldan bu yana kokuşmuş, çürümüş ve bozulmuş yapılardır. Tarihsel görevlerini tamamlamış, tarihin tozlu sayfaları arasına terk edilmesi gereken zaman dışı yapılardır. Tarikatları “değer” olarak görmek, insan hakları, demokrasi, laiklik, akıl, bilim ve Cumhuriyet gibi çağdaş değerleri reddetme sonucunu doğurur. Tarikatları savunmak, tarihin akışını tersine çevirmeye çalışmaktır. Bu da insan aklının ve toplumun evrimini ayrıca dinsel ve inançsal değerlerin yeniden inşa sürecini baltalamaktır.

‘ATATÜRK DEVRİMLERİ İLE...’

İhraç edilme sürecinizdeki temel etmen neydi?

Ben 23 yıl kamuda görev yaptım ve Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluş ilkelerine bağlılıktan ödün vermedim. Atatürk ilke ve devrimleri doğrultusunda Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi verdim. Öğrencilerime inançları müfredat çerçevesinde öğretirken aklı, bilimi, insanlığın hukuksal evrimini ve bütün çağdaş değerleri kılavuz edindim. Hurafelere, bidatlara, mucize ve keramet anlatılarına, din ve mezhep ayrımcılığına karşı çıktım. Bu tutumum ve çalışmalarım başta sapkın tarikatlar, egemen dinci çevrelerin, gerici ve yandaş basının tepkisine neden oldu. Karalama ve kara çalma kampanyaları başlatıldı. Demeçlerim ve açıklamalarım ahlaksızca çarpıtıldı. Saygınlığıma yönelik suikastlar düzenlendi. Kimi dinci terör örgütlerince basın yayın yoluyla tehdit edildim. Birkaç kez, yolda izde, tanımadığım kişilerce önüme duruldu. Tehdit içerikli sözlerle saldırıya uğradım.

Bütün bu yaşananlar karşısında MEB benden, güvenliğimden ve haklarımdan yana tutum alması gerekirken saldırganların istekleri doğrultusunda davranıp hakkımda hukuksuz soruşturmalar açtı. Aldığım çeşitli cezalar aşama aşama ilerletilip en üst noktaya taşındı. Süreç, ne üzücü ki, benim kamudan çıkarılmamla sonuçlandı.        

‘GÜYA İTİBARINI SARSTIM’

Sizinle ilgili işletilen sürece ilişkin eleştirileriniz neydi?

MEB bürokratları, çıkarılmam için hukuksal dayanaktan yoksun üç gerekçe gösterdi:

 

Sayın Kemal Kılıçdaroğlu ile görüşüp kendisine Muhammedi İslam adlı kitabımı hediye ettiğim için, ayrıca Sayın Meral Akşener’le görüştüğüm ve bir kitabımı hediye ettiğim için, Sayın Ekrem İmamoğlu ve Sayın Mansur Yavaş ile görüşerek kendilerine bir kitabımı hediye ettiğim için güya siyaset yapmak.

Diyanet’in Atatürk karşıtı tutumunu ve İslama aykırı kimi fetva nitelikli yanlış açıklamalarını eleştirdiğim ayrıca devletin ve Diyanet’in tarikatları koruyup kolladığına ilişkin açıklamalar yaptığım için güya devletin kurumlarını küçük düşürmek.

Demografik işgal hareketi olarak gördüğüm yanlış mülteci politikasını ve Cumhuriyetimizin dayandığı milliyetçilik ilkesi karşıtı sözlerini eleştirdiğim için güya cumhurbaşkanının itibarını sarsmak.

Oysa ben çalışmalarımı ve açıklamalarımı Sendikalar Yasası’nın tanıdığı haklar çerçevesinde yaptım. Zira 2006’dan beri Eğitim İş Sendikası’nın çeşitli kademelerinde yönetici olarak yer almaktayım. Yaptığım çalışmalar ve açıklamalarım, yazdığım kitap ve makalelerim mesleğimin ve ilahiyatçı kimliğimin bir gereğidir. Düşünce ve düşünceyi açıklama özgürlüğü anayasal bir hak olup bu hakkın kullanımını suç olarak görmek gerek ulusal ve gerekse evrensel hukuk açısından hiçbir zemine sahip değildir.

Tarikatların insan ilişkilerine bakışları nedir, demokratik bir yönteme sahipler mi sizce?

Tarikat yapılanmasında şeyhe tam bir itaat söz konusudur. Buna biat diyoruz. Biat bireyi kişiliksizleştirir. Biatın olduğu yerde sorgulama ve özgür irade olanaksızdır. Bunların olmadığı bir yapıda demokrasiden ve demokratik bir tutumdan söz edilemez.

‘LAİKLİK DİN ÖZGÜRLÜĞÜDÜR’

Laiklik kavramı tarikatlar tarafından din düşmanlığı biçiminde tanımlanıyor sizce de böyle mi?

Laiklik; eğitimde, yönetimde ve toplumsal yaşamda aklı ve bilimi temel almak, iktidarı din adamları sınıfından alıp halka vermektir. Başka bir deyişle laiklik, rahipler ve mollalar iktidarına karşı çıkmak, dinin bir egemenlik kaynağı olarak görülmesini reddetmektir. Nitekim kimilerine şaşırtıcı gelse de, Hz. Muhammed de 7. yüzyıl Mekkesi’nde şirk dini rahiplerinin siyasal otoritesini reddetmiş ve “la ilahe illallah” sloganı ile insanda ve toplumda içkin Tanrı kavramı üzerinden egemenliği halka taşımıştır. Sonraki dönemde bu anlayış terk edilip egemenlik yeniden din adamları sınıfına teslim edilmiştir. Bu arada halifelerin de çoğunlukla din adamı niteliğine sahip olduğunu anımsamak gerekir.

Öte yandan laiklik, aynı zamanda din ve vicdan özgürlüğüdür. Bu, doğal olarak başka türlü inanabilme hakkını da içerir. Laikliği dinsizlik olarak göstermek isteyenler aslında herkesi kendileri gibi inanmaya, kendileri gibi yaşamaya zorlamak isteyenlerdir. Oysa bu, İslamın en temel ilkelerinden biri olan, “Dinde zorlama yoktur” ilkesine bütünüyle aykırıdır. Laiklik, inananı başka türlü inanana karşı koruyan bir anlayıştır. Laikliğin olmadığı yerde dinsel grupların birbiriyle çatışması hatta savaşması kaçınılmazdır. Bu bağlamda laiklik farklı din ve mezhep üyelerinin aynı toplumda barış içinde yaşayabilmesinin de güvencesidir.

CEMİL KILIÇ KİMDİR?

1975 yılında İstanbul’da doğan Kılıç ilköğrenimini Sinop ve İstanbul’da tamamladı. İstanbul’da Küçükköy İmam Hatip Lisesi’nin ardından Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin Kelam ve İslam Felsefesi Bölümü’nü bitirdi.

Ortadoğu ve İslam Ülkeleri Enstitüsü, Sosyoloji ve Sosyal Antropoloji anabilim dalında yüksek lisans yaptı. Kılıç Atatürkçü Düşünce Derneği ve Eğitim İş Sendikası gibi birçok demokratik kitle örgütünde çalışmalara katılıp yöneticilik görevinde bulundu.