18 Ocak 2023 Çarşamba

Sessiz çığlıktan kaçış Ali Bardakoğlu-18/01/2023

İnsanoğlu kadim dönemlerden bu yana fizik dünyada görülemez tek ve yüce Yaratan karşısında elle tutulur gözle görülür nesneleri tanrı/tanrıça olarak icat edip onlarda birtakım güçler vehmetti. Bunu kendi iç dünyasındaki çekişme ve arayışın dışa vurumu olarak okumak da mümkün. Milattan önce Kommagene kralı I. Antiochos, bugün Adıyaman ilinin sınırları içinde kalan Nemrut dağının tepesinde doğu ve batı yamaçlara Yunan ve Pers tanrıları yanında kendi taş oymasını da inşa ettirerek onlarla birlikte sonsuza kadar var olmak ister. Ölümsüzlük arzusunun yontturduğu bu kayaları aradan geçen iki bin yılı aşkın zaman bir hayli aşındırmış olsa da kralın bu hevesi bir nebze karşılık bulmuş görünüyor.

İnsanın ölümsüzlük arayışının veya inancının reenkarnasyon, ruh göçü veya yeniden diriliş gibi isimler altında sadece Hindular ve Budistler arasında değil eski Yunandan Şamanlara, Kızılderililerden Orta Doğunun bazı mistik çevrelerine kadar geniş bir yaygınlığa sahip oluşu, insanın ölümlülüğe bir türlü razı olamayışının dışa vurumu gibi durmaktadır. Hasılı, yaşadığı hayatın çok kısa, emellerinin çok uzun ve yaşama arzusunun çok güçlü oluşu sebebiyledir ki insanoğlu tarih boyunca hep ölümsüzlük arayışı içinde oldu, içtiğinde ölümsüzlüğe kavuşacağına inandığı “âb-ı hayat”ı aradı, bu yönde zengin bir destan, mitoloji ve edebiyat üreterek ölümün acı gerçekliğine karşı zihnen bir direniş gösterdi.

***

Antik çağdan bu tarafa tanrı ve tanrıça heykelleri hep mermer, bronz gibi zamana karşı dirençli materyallerden yapılageldi. Eski dönemlerde göçebe toplumlarda gayrimenkul mülkiyetinin ölülerine ait mezar taşları ile başladığı bilinir. İslam öncesinde Cahiliye Arapları yeri ve gökleri yaratanın Allah olduğunu söyleseler de O’nun katında şefaatçi olacağına inandıkları putlarını genelde kayalardan veya tahta gibi sert malzemeden üretmişlerdi.

***

Hz. İbrahim ve sonrasında Peygamberlerin tevhit mücadelesi daha etkili sonuç vermeye başladı; tek bir yüce yaratanın ezeli ve ebedi olarak var olduğu, onun dışında her şeyin fâni/ölümlü olduğu inancı ısrarlı biçimde tekrarlanarak zihinlere kazındı. Semavi dinlerin bu mesajı geniş kitlelerde karşılık buldu ve her vesileyle sıkça tekrar edilerek en baskın inanış ve kabulleniş haline geldi. Ancak yüce ve tek yaratanın ölümsüzlüğü meseleyi bir yönüyle sükûnete kavuştursa da insanın ölüm gerçeği karşında çaresizliği devam etti. Vahye dayalı dinler olan Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’ın insanoğluna ahiret hayatında ebedi hayat ve kurtuluş vadinde bulunması, aynı zamanda insanın ölümle yok olma bunalımına düşmemesi ve ölüm karşısında çaresiz kalmaması çağrısı idi.

Görünen odur ki, tek tanrılı dinlerin ulûhiyet ve nübüvvet (peygamberlik) yanında ahiret hayatını inanç esaslarının üçüncü temeli yapmasının ve ahirete ilişkin vaadinin müntesipleri arasında etkin bir inanca dönüşmesi, söylenmesi kadar kolay olmuyor. Elbette bunun birçok sebebi olabilir. Ama insanların ölümlülüğü kabullenmekte hayli zorlandıkları ve ölümle yok oluşa karşı dünyada elle tutulur bir direnç üretme arzusu içinde oldukları çok açık. Gerçekten de tasavvur, tahayyül, düşünce, merak, ilgi ve bilgi yönüyle fizik dünyanın çok ötelerine uzanabilen insan, bedeninin ve duyu organlarının sınırlılığı içinde adeta bir hapis hayatı yaşıyor. Bu yetmiyormuş gibi ölümle yok oluş da insan için en büyük acı olarak daima önünde duruyor ve yanı başında tek tek ölüp toprakta çürümeye terkedilenleri gördükçe bu acıyı daha da yüksek dozda tekrar tekrar hissediyor. Hayatın nimetleri arttıkça dünyayı terk etmek daha zorlaşıyor ve ölüm gerçeği yaşanılan hayatı zehir eden bir azaba dönüşebiliyor.

***

İnsanın ölüm karşısında paniklemesi yüzündendir ki Kur’an-ı Kerîm varoluş, hayat, ölüm, ölümlülük ve ebedi yaşayışa farklı vesilelerle atıfta bulunmakta ve bunun üzerinden temel mesajlarını vererek insanı bu gerçeğe hazırlamakta ve ona metanet vermektedir. Nitekim Kur’an-ı Kerîm’de iki yüz civarında ayette hayat ve diriliş, yüz altmışı aşkın ayette ölüm, yüzü aşkın ayette de ölümsüzlük/ebedilikten söz edilir. Ölüm gerçeği ve korkusu, ölüm sonrası hayat, kurtuluş ve ölümsüzlük ümidi sadece dinin değil, felsefenin de en tartışmalı konularından biridir. Hatta mitolojide, halk inanış ve hikâyelerinde, şiir ve musikide, diğer edebiyat ve sanat dallarında da bu yönde zengin bir birikim bulunduğundan bu vadide söz uzar gider.

***

İslam dini, sözü fazla uzatmadan ve farklı anlamaya da mahal vermeden açık bir dille Yüce Yaratan dışındaki her varlığın, canlı cansız her şeyin yok olacağını, ölümlü olduğunu, bâkî ve ebedî olanın ise Allah olduğunu bildirmiş (el-Kasas, 28/88; er-Rahmân, 55/26), Hz. Peygamber’in de ölümlü olduğunu özellikle belirtmiştir (el-Enbiyâ, 21/34; ez-Zümer, 30/39). Ancak ölüm, her şeyin sonu değildir; ahirette insanlar dünyada yapıp ettiklerinden hesaba çekildikten sonra mükafat veya azab yönünde ebedi bir hayata başlayacaklardır. Öte yandan bir kimsenin ölüm ile sevap-günah defteri kapansa bile geride kalıcı iyilikler bırakabilmişse sevap hanesi açık tutulacak, kötü bir yol açmış ve kötülüğe öncülük etmişse o zaman da o kötülük sürdükçe işlenen günahtan payına düşen olacaktır. İslam dininin bu konuda mesajı çok açıktır.

Tarihsel süreçten günümüze doğru insanoğlunun hayat serüvenine göz attığımızda ise, ölüm karşısında çaresizlik ve arayış içindeki insanın çok farklı ataklarına şahit oluyoruz. Bunların bir kısmına yukarıda kısaca temas ettim. Tek tanrılı din mensupları arasında bile, önemli görülen bazı şahıslar hakkında olağanüstü anlatılar üretilerek ayaklarının yerden kesilmesi veya kutsal görülen şahsiyetlerin halen yaşıyor olduğuna ve bir gün tekrar dünyaya eksik kalmış misyonunu tamamlamak üzere veya yeni bir misyonla geri geleceğine inanılması ölüme karşı varoluş ve ayakta kalma mücadelesinin beslediği insani hamleler grubundan olmalıdır. Yaptığı bir iyiliğin karşılığını ahirette alacağına inandığını, ibadetin de hayır ve hesenâtın da gösterişten uzak ve Allah için yapıldığında anlamlı olacağını her fırsatta söylediği halde bunun diğer insanlarca bilinir ve görünür olmasına, konuşulur ve anılır olmasına bu kadar özenilmesi de benzeri bir açıklamaya muhtaçtır.

***

Fanilik ve ölümle yok oluş endişesi günümüzde kalıcı hayır anlayışımızı da etkisi altına almış durumdadır. Bugün “sadaka-i câriye” denince genelde insan merkezli, sağ elin verdiğini sol elin bilmediği, insana doğrudan dokunan veya insanlığın ortak geleceğini onaran hayırlar değil, devasa camiler ve binalar da dahil taş ve beton yığınları anlaşılmakta, çoğu zaman bu da yetmeyip en görünecek yere mermer ve maden levhalarla isimler kazıtılmaktadır. İyilikte yarışma ve başkalarına iyi örnek olma açısından bu tür arzular makul görülebilirse de esasen insanoğlunun kalıcılık/ölümsüzlük arayışının nerelere kadar sirayet edebileceğini göstermesi cihetiyle dikkat çekicidir.

***

Şöhreti ve kendini önemsemesi arttıkça adının her yerde geçmesini, herkesçe anılmayı veya heykelinin yapılmasını isteyen bir kimseyi benlik, kibir veya kişilik zaafıyla suçlamak, o insanın dünyada kalıcılık tutkusunu ve yok oluşa direnişini görmeye engel olmamalıdır. Göz önündeki insanların sağlığında beton yığınlarına isminin verilmesine razı oluşu, etrafındaki kimselerin taş ve toprakta onun adını yaşatmak, adeta heykelini dikmek için yarışması, bunu normalleştiren geniş bir kamuoyunun da bulunuşu garip ama gerçek. Tanrılarını taştan yontan önceki asırların insanına karşı modern insanın çeşitli yanıltıcı gerekçe ve duygularla yaşadığı bu yöneliş, belki de onun iç dünyasındaki ölümsüzlük tutkusunu taşa toprağa yansıtma ve dünya gözüyle görüp seyretme zevkini simgeliyor.

***

İnsanın hayatta kalma mücadelesinden daha büyük arzusu bir şekilde toprakta yok oluşun kahredici azabından kurtulmaktır; hem de ölümün hak ve değişmez bir alın yazısı olduğunu sürekli mırıldanarak. İnsanoğlunun bu en talihsiz ve anlamsız ölümsüzlük savaşını ise Kur’an (el-Hümeze, 104/1-3) çok özlü ve çarpıcı bir şekilde ifade ediyor:

“Mal biriktirip sürekli onu sayan

Biriktirdiğinin kendisini ölümsüz kılacağını sanan

Zavallı insan”

***

Bu anlatımın amacı sadece belli bir şahsa işaret değil, her dönemde yeryüzünde sınırsız örneği bulunan bir insan tipolojisini açığa çıkarmak, dünyada servet, güç ve kudreti arttıkça bu yönde hırsı da artan insanın iç dünyasını/yarasını deşmek ve ona ayna tutmaktır.

Olup bitene dışardan soğukkanlı biçimde bakan biri, biraz da Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in bu konuda ne dediğinin farkında ise, Müslüman toplumlarda iyi işler yaparak ahirette kazanılacak ölümsüzlüğe inanışın çok zayıf olduğu şeklinde bir izlenim edinebilir ve bunda da çok haksız değildir. Günümüz İslam toplumlarında her canlının ölümü tadacağı, kefen giyeceği ve mezar çukuruna gireceği, hayatın fani olduğunun sıkça telaffuz edilmekte oluşu ve bu konuda güçlü bir retoriğin bulunması bu durumun aksini ispat etmeye yeterli olmaz.

***

Sözün özü, yüzyıllar geride kaldı ama, insanoğlunun gösterişli yapıların içine sığınarak ölümün sessiz çığlığından kaçışı ve yok oluşa karşı direnişi I. Antiochos’un taş yontmasından bu yana farklı formlarda da olsa hız kesmeden sürüyor.

17 Ocak 2023 Salı

Direksiz Direklerde sallanıyoruz A. Yağmur TUNALI/17 Ocak 2023

Namazı dinin direği kabul eden bir din anlayışı bütün direkleri yıktı. Giderek dinin merkezine koyduğu namazı -ve dolayısıyla dini- manasından kopardı ve risksiz kazanç şirketlerinin bayrağı haline getirdi. Bunu göreceğiz. Yoksa aldanmaya ve aldatılmaya devam ederiz.

Namaz deyince kişinin ne dediğini ve ne yaptığını konuşamıyorsunuz. Nasıl oluyorsa o her kötülüğü örtüyor. Öyle ya, o dinin direğine sarılmış. Namaz diyerek ortada ne din, ne direk bırakıldığını görenlerin sesi çıkamıyor. Bu sahtekârlık alemi(bayrağı-sancağı), siyaset ve ticarete uzanan yolculuklarda "Bana dokunmayın!" levhası haline geldiğinden beri içimiz boşaldıkça boşalıyor. Nasıl edinildiği anlaşılmaz bir dokunulmazlık zırhı değil bu. Cami ve medrese kürsüsünden yüzyıllarca Tanrı adına ahkâm kesenlerin eseri. Kabuk dindarlığının içini boşalttığı, başlardan, evlerden ırak bir din yorumu. Din yorumundan ziyade din üzerinden ticaret. Dinden başka bir dine gidişi hazırlayan otoban. Görüntü güya dinden. Cami ile namaz, karargâh ve ökse. Cehalet kol gezerken, etrafı korkutarak, ürküterek, cennet arsası dağıtarak, cehennem zebanisi salarak adı konmamış bir terör estirmeleri o kadar kolaylaştı ki...

İş tabii burada kalmıyor. Kaleyi tahkim için, "nass" diyorlar, "O dedi" diyorlar. Yani "Benden konuşan o" tavrına girip dinin esastan reddettiğini getirip dinin direği dedikleri tutamağa asıyorlar. Çarkın nasıl işlediği gayet açık: Hoşlarına gitmeyecek söz ve hareketlerde bulunursanız yandınız. Sizi Tanrı adına mahkûm edişleri gecikmez. Diyelim ki namaz kılmıyorsunuz, yandınız. Gerçi namaz kılıyorsanız da onların şirketinden değilseniz veya onları eleştiriyorsanız sizi yargılayacak yüz çeşit din hükmü uydurmakta gecikmezler. Kalıplar hazırdır.

Din din olmaktan çıktı

Bunun ilk örneklerini gördüğümde çok şaşırmıştım. Kavga Günleri'nde yazdım. 1970'lerin ortalarından itibaren din üzerinden politika yapan Millî Nizam ve sonraki adıyla Millî Selâmet Partisi'ne mensup olanlar kendileri dışındakileri Müslüman tanımamaya odaklı parti dininin işaretlerini veriyorlardı. Sonra hep göreceğimiz bu tavrı ilk defa bir tartışmada duymuştum: "..bir Milliyetçi ile bir Müsülmancı gencin konuşmalarına şâhit olmuştum. Milliyetçi genç, yeterince dindar olmamakla suçlanınca, "Her şeyi yapıyoruz. Her vakit câmide de beraberiz. Yine size yaranamıyoruz…" demişti. Burada "yaranamıyoruz"a dikkat çekmek isterim. İlk şoku o fiilde yaşamıştım. (Kavga Günleri, 378. sayfa)

Burada kaç türlü arızanın varlığını erbabına bırakmak isterim. Yalnız şunu söylemeden geçemem: Dini böyle bir siyasi tekele almak, sonra cemaatlerde de açıkça gördüğümüz "Bizdensen Müslümansın, değilse zındıksın.." kafası, dinin din olmaktan çıktığını gösterdi, uyanmadık.

Kırk beş yıl önceki bir şahitlikten bahsettim. O zamanlardan bu işin nereye varacağı belliydi. Ancak dar çevrelerde konuşuldu. Bezirgânlar bağıra çağıra "Din bu!" dediler. "Öyle değil!" diyecekler, sahtelik ve siyaset de olsa din adıyla olunca seslerini yükseltemediler. Klasik dönemlerdeki itirazlar okunmadı, bilinmedi ve duyulmadı. Osmanlı'da bu kadar bağırıp çağırmalarının topluma hâkim olmasına ne devlet erkânı, ne kurulu düzen ve ne de aydınların çoğunluğu fırsat verirdi. Sıkça söylerim; Klasik edebiyatımız, -o zamanda yaşayanlar bunlar gibi sahtekâr olmadıkları halde- ham sofu eleştirileriyle doludur. Karamsar görüntülerle içinizi karartmak istemem; fakat apaçık gerçek budur ve mutlaka konuşulacaktır.

İyiler var da…

Bunlar var, şükür ki iyilerimiz de var. Toplumun sigortası iyilerimizdir. Kenarda kalan, hâkim sahteliğin dışında yaşayan, ölçüleri sağlam kimseler, gruplar, anlayışlar iyi ki var. Bizim örneklerimiz onlardır. İyi örneklerin vitrini yoktur. Çünkü "Bey böyleyim" demezler. Çünkü kendini gösterme gayreti inancın safiyetini, samimiyetini bozar. Gösteriş, inanışın büyülü iklimini darmadağın eder.

Bugün yaşadığımız, "Acaba?" dedirtmeyecek kadar açık bir gerçek, bu din tekellerinin sapkın anlayışlarıdır. Yüzyıllara uzanan tarihi seyrini bilenlerden okumak mümkün. Siyaset bunlara alabildiğine alan açtı. Eskiden çok gizli veya gizliydiler. Sessiz ve derinden gidiyorlardı. Merdiven altından kafa göstermekle kalmadılar, artık devletin her yerindeler. Şekil dindarlığının, meyhanedeki insanımıza da, camidekine de benzer şekilde tesir ettiği açıktır. Artık ölçü koyucular camidedir. Onların derdi de kendilerine müşteri toplamak olunca belli bir yere gelindi. Evet, camideki cemaat değil, onlar için müşteridir. Bu hususu her yönüyle analiz edecek sosyologların, psikologların ilim namuslarını ve cesaretlerini toplamalarını bekliyoruz.

Halk, bir zamanlar yaptığını-yaşayışını beğenmediği ham hocaların kullanıldığı şirket ağlarına düşmüştür. Merdiven altındakiler de artık Diyanet'tedir. Bir zamanlar Diyanet'i  "Tâğûtî rejimin aracı" kabul eden cemaatler kendi türlü türlü dinlerini -risksiz kazanç şirket talimatnameleri'ni demeliydim- şimdi Diyanet'le birleştirmiş görünüyorlar. Memlekette bir din politikası kalmadığı için herkes, her yere sızabiliyor, her türlü anlaşma ve birleşme yapılabiliyor. Çünkü kayıt dışılık devlete hem sızdı, hem de açıktan girdi. Bunları bilmez, anlamaz ve konuşmazsak düştüğümüz bataktan çıkamayız.

"Bir kez gönül kırdın ise.."

Bunlar şirket. Cübbelerinin uzun kolları altında el ovuşturarak milleti sağacaklar. Ya biz, okumuşlar, güya düşünenler, güya bilenler, güya aldatılamayacak olanlar? Sadece sade insanlar değil, neredeyse bütünüyle bizimkiler, o acayip kılıklarla din diyanet olmaz demiyor. Namaz ve cami merkezli o kılık ve kabuk aldatmacasının sahteliğini söylemiyor. Üstelik çok şeyi de bilmiyor. Mesela, dinin namaz kılmayana bir ceza öngörmediğini, ancak dosdoğru kılanı iyileştireceğini bilmiyor. Namaz kılmaktan maksadın, iyi insan olmak için, çalmamak, çaldırmamak, öldürmemek, yalan söylememek ve her şeyi içine alacak bir anlayışla hak yememek olduğunu bilmiyor. Namazın amaç değil, araç olduğunu bilmiyor. Amaç derken de en süflî araç gibi, günah çıkarma aleti halinde bir sapkınlıkla anlamanın yarattığı sıkıntıyı düşünmüyor. Yunus'un "Bir kez gönül kırdın ise/Bu kıldığın namaz değil" deyişindeki manayı düşünmüyor.

Sözün özü şu: Cami ve namaz üzerinden dinin katledildiğini görecek ve söyleyeceğiz. Bu hususu ilahiyatçılarımızın büyüklerinden çok dinledim ve tanıdıklarımla çok konuştum. Hocaların Hocası Hüseyin Atay'dan defalarca duyduğum şuydu: "Namaz dinin 82 farzından biridir, o kadar."  Yine Hocaların Hocası E. Ruhi Fığlalı'dan öğrendiğim de şu: Yalnız buna odaklanan, cami üzerinden, namaz üzerinden din konuşan dini anlamamıştır. 6 yaşındaki kıza tecavüz edeni savunan sözüm ona Şeyh Efendi bu sapkınlığa herhalde bu anlayışla düştü. O olay ve benzerleri bir turnusol kâğıdıydı. Kimlerin takkesi düştü ve kelleri göründü, düşünmedik, konuşmadık.

Ahlakı reddeden bir din olamaz. Ahlakın olmadığı yerde din yoktur ki o gösteriş yatış kalkışı olsun. Hadi söyleyeyim: Hüseyin Atay Hoca bununla da kalmıyor ve diyordu ki: "Namaz Müslümanın putu haline getirildi." Yani bugün o namaz dediğiniz, namaz değildir. Hoca 96 yaşında ve hayatta. İsteyen gerekçelerini ondan da dinleyebilir.

Diyeceğim şu ki namaz üzerinden baskı kuranlar susturulmadıkça gideceğimiz yer kalmamışa benzer. Dini ve hayatı korumanın yolu, namaz ve din dövizini devamlı gözümüze sokanları tedavülden kaldırmakla açılacak. Bu kadar açık konuşulacak bir meseledir. Din ticaretinin organı, camiler, cemaatler, tarikat görünüşlü yapılarsa yapacağınız ilk iş budur.  Bunu daha ağır sözlerle söyleyenleri dinlemek ve anlamak mecburiyetindeyiz.

İşin özü

Geçen haftaki yazımdan sonra bir okuyucum Hazret-i Ömer'in sözlerini gönderdi. Bunu söyleyen o kadar din hükmü ve büyük sözü var ki… Şöyle diyor: "Bir kimsenin kıldığı namaza, tuttuğu oruca bakmayınız. Konuştuğunda doğru söylüyor mu? Kendisine bir şey emânet edildiğinde emânete riâyet ediyor mu? Dünya ile meşgul olurken helâl-haram gözetiyor mu? Ona bakınız." (Beyhakî, Sünenü'l-Kübrâ, VI, 288; Şuab, IV, 230, 326) Mesele budur. Anladığım şu: Namaz kılan iyi insan değilse hiçbir şey değildir, görünüşüne, gösterişine aldanılmaz. Kılmayan, iyi insansa dinin hedeflediği insan profilindedir. Etiket kimseyi kurtarmaz. Hedef iyi insan olmaktır. Ritüeller bunu sağlayacak psikolojik donanıma yardım etmiyorsa hiçbir kıymeti yoktur.

Objektif olmak zorundayız. İnanç konusunda da hayat içinde ölçülebilir gerçeğe bakılır. Ölçü, ne namaz kılmak, ne camiye gitmek, ne de bir partiye, cemaate bağlılıktır. Ölçü bozulduğu için diyorum ki, namaz ve cami üzerinden konuşmayı bıraktığımız zaman insanı ve hayat içindeki davranış değerlerini görür hale geleceğiz. Laiklik de bunu sağlamak içindir. İnsanlık bu din sahtekârlıklarından bunaldıkça bunaldığı için bu yolu buldu ve dini saf haliyle yaşanabilir hale getirmek istedi. İleri toplumlar laikliği kurallara bağladı ve uyguladı. Klasik Osmanlı devrinde, -adı konmasa da- öz halinde biz de uyguladık. Şimdiki bezirgânlar bırakmıyorsa, bilenler sustuğu veya susturulduğu içindir. Demek ki bugün yaşadığımız, utanç ötesi dehşet manzaralarının sebebi hepimiziz.

 

Eski Diyanet İşleri başkanımız Ali Bardakoğlu, dediklerimizi, demek istediklerimizi daha net ve daha keskin görüşle söylüyor: "Şu anda yaşadığımız dinin Müslümanlıkla ilgisi yok. Müslümanlar şeyh veya siyasi liderlerine tapan putperest oldular. Aklı, sevgiyi, barışı, bilgiyi, bilimi, ahlakı, adaleti, özgürlükleri, sanatı, estetiği ve hukukun üstünlüğünü terk ettiler."

İşin özeti budur.