İnsanoğlu kadim dönemlerden bu yana fizik dünyada görülemez tek ve yüce Yaratan karşısında elle tutulur gözle görülür nesneleri tanrı/tanrıça olarak icat edip onlarda birtakım güçler vehmetti. Bunu kendi iç dünyasındaki çekişme ve arayışın dışa vurumu olarak okumak da mümkün. Milattan önce Kommagene kralı I. Antiochos, bugün Adıyaman ilinin sınırları içinde kalan Nemrut dağının tepesinde doğu ve batı yamaçlara Yunan ve Pers tanrıları yanında kendi taş oymasını da inşa ettirerek onlarla birlikte sonsuza kadar var olmak ister. Ölümsüzlük arzusunun yontturduğu bu kayaları aradan geçen iki bin yılı aşkın zaman bir hayli aşındırmış olsa da kralın bu hevesi bir nebze karşılık bulmuş görünüyor.
İnsanın ölümsüzlük arayışının veya
inancının reenkarnasyon, ruh göçü veya yeniden diriliş gibi isimler altında
sadece Hindular ve Budistler arasında değil eski Yunandan Şamanlara,
Kızılderililerden Orta Doğunun bazı mistik çevrelerine kadar geniş bir
yaygınlığa sahip oluşu, insanın ölümlülüğe bir türlü razı olamayışının dışa
vurumu gibi durmaktadır. Hasılı, yaşadığı hayatın çok kısa, emellerinin çok
uzun ve yaşama arzusunun çok güçlü oluşu sebebiyledir ki insanoğlu tarih
boyunca hep ölümsüzlük arayışı içinde oldu, içtiğinde ölümsüzlüğe kavuşacağına
inandığı “âb-ı hayat”ı aradı, bu yönde zengin bir destan, mitoloji ve edebiyat
üreterek ölümün acı gerçekliğine karşı zihnen bir direniş gösterdi.
***
Antik çağdan bu tarafa tanrı ve tanrıça
heykelleri hep mermer, bronz gibi zamana karşı dirençli materyallerden yapılageldi.
Eski dönemlerde göçebe toplumlarda gayrimenkul mülkiyetinin ölülerine ait mezar
taşları ile başladığı bilinir. İslam öncesinde Cahiliye Arapları yeri ve
gökleri yaratanın Allah olduğunu söyleseler de O’nun katında şefaatçi olacağına
inandıkları putlarını genelde kayalardan veya tahta gibi sert malzemeden
üretmişlerdi.
***
Hz. İbrahim ve sonrasında Peygamberlerin
tevhit mücadelesi daha etkili sonuç vermeye başladı; tek bir yüce yaratanın
ezeli ve ebedi olarak var olduğu, onun dışında her şeyin fâni/ölümlü olduğu
inancı ısrarlı biçimde tekrarlanarak zihinlere kazındı. Semavi dinlerin bu
mesajı geniş kitlelerde karşılık buldu ve her vesileyle sıkça tekrar edilerek
en baskın inanış ve kabulleniş haline geldi. Ancak yüce ve tek yaratanın
ölümsüzlüğü meseleyi bir yönüyle sükûnete kavuştursa da insanın ölüm gerçeği
karşında çaresizliği devam etti. Vahye dayalı dinler olan Yahudilik,
Hıristiyanlık ve İslam’ın insanoğluna ahiret hayatında ebedi hayat ve kurtuluş
vadinde bulunması, aynı zamanda insanın ölümle yok olma bunalımına düşmemesi ve
ölüm karşısında çaresiz kalmaması çağrısı idi.
Görünen odur ki, tek tanrılı dinlerin
ulûhiyet ve nübüvvet (peygamberlik) yanında ahiret hayatını inanç esaslarının
üçüncü temeli yapmasının ve ahirete ilişkin vaadinin müntesipleri arasında
etkin bir inanca dönüşmesi, söylenmesi kadar kolay olmuyor. Elbette bunun
birçok sebebi olabilir. Ama insanların ölümlülüğü kabullenmekte hayli
zorlandıkları ve ölümle yok oluşa karşı dünyada elle tutulur bir direnç üretme
arzusu içinde oldukları çok açık. Gerçekten de tasavvur, tahayyül, düşünce,
merak, ilgi ve bilgi yönüyle fizik dünyanın çok ötelerine uzanabilen insan,
bedeninin ve duyu organlarının sınırlılığı içinde adeta bir hapis hayatı
yaşıyor. Bu yetmiyormuş gibi ölümle yok oluş da insan için en büyük acı olarak
daima önünde duruyor ve yanı başında tek tek ölüp toprakta çürümeye
terkedilenleri gördükçe bu acıyı daha da yüksek dozda tekrar tekrar hissediyor.
Hayatın nimetleri arttıkça dünyayı terk etmek daha zorlaşıyor ve ölüm gerçeği yaşanılan
hayatı zehir eden bir azaba dönüşebiliyor.
***
İnsanın ölüm karşısında paniklemesi
yüzündendir ki Kur’an-ı Kerîm varoluş, hayat, ölüm, ölümlülük ve ebedi yaşayışa
farklı vesilelerle atıfta bulunmakta ve bunun üzerinden temel mesajlarını
vererek insanı bu gerçeğe hazırlamakta ve ona metanet vermektedir. Nitekim
Kur’an-ı Kerîm’de iki yüz civarında ayette hayat ve diriliş, yüz altmışı aşkın
ayette ölüm, yüzü aşkın ayette de ölümsüzlük/ebedilikten söz edilir. Ölüm
gerçeği ve korkusu, ölüm sonrası hayat, kurtuluş ve ölümsüzlük ümidi sadece
dinin değil, felsefenin de en tartışmalı konularından biridir. Hatta
mitolojide, halk inanış ve hikâyelerinde, şiir ve musikide, diğer edebiyat ve
sanat dallarında da bu yönde zengin bir birikim bulunduğundan bu vadide söz
uzar gider.
***
İslam dini, sözü fazla uzatmadan ve farklı
anlamaya da mahal vermeden açık bir dille Yüce Yaratan dışındaki her varlığın,
canlı cansız her şeyin yok olacağını, ölümlü olduğunu, bâkî ve ebedî olanın ise
Allah olduğunu bildirmiş (el-Kasas, 28/88; er-Rahmân, 55/26), Hz. Peygamber’in
de ölümlü olduğunu özellikle belirtmiştir (el-Enbiyâ, 21/34; ez-Zümer, 30/39).
Ancak ölüm, her şeyin sonu değildir; ahirette insanlar dünyada yapıp
ettiklerinden hesaba çekildikten sonra mükafat veya azab yönünde ebedi bir
hayata başlayacaklardır. Öte yandan bir kimsenin ölüm ile sevap-günah defteri
kapansa bile geride kalıcı iyilikler bırakabilmişse sevap hanesi açık
tutulacak, kötü bir yol açmış ve kötülüğe öncülük etmişse o zaman da o kötülük
sürdükçe işlenen günahtan payına düşen olacaktır. İslam dininin bu konuda
mesajı çok açıktır.
Tarihsel süreçten günümüze doğru
insanoğlunun hayat serüvenine göz attığımızda ise, ölüm karşısında çaresizlik
ve arayış içindeki insanın çok farklı ataklarına şahit oluyoruz. Bunların bir
kısmına yukarıda kısaca temas ettim. Tek tanrılı din mensupları arasında bile,
önemli görülen bazı şahıslar hakkında olağanüstü anlatılar üretilerek
ayaklarının yerden kesilmesi veya kutsal görülen şahsiyetlerin halen yaşıyor
olduğuna ve bir gün tekrar dünyaya eksik kalmış misyonunu tamamlamak üzere veya
yeni bir misyonla geri geleceğine inanılması ölüme karşı varoluş ve ayakta
kalma mücadelesinin beslediği insani hamleler grubundan olmalıdır. Yaptığı bir
iyiliğin karşılığını ahirette alacağına inandığını, ibadetin de hayır ve
hesenâtın da gösterişten uzak ve Allah için yapıldığında anlamlı olacağını her
fırsatta söylediği halde bunun diğer insanlarca bilinir ve görünür olmasına,
konuşulur ve anılır olmasına bu kadar özenilmesi de benzeri bir açıklamaya
muhtaçtır.
***
Fanilik ve ölümle yok oluş endişesi
günümüzde kalıcı hayır anlayışımızı da etkisi altına almış durumdadır. Bugün
“sadaka-i câriye” denince genelde insan merkezli, sağ elin verdiğini sol elin
bilmediği, insana doğrudan dokunan veya insanlığın ortak geleceğini onaran
hayırlar değil, devasa camiler ve binalar da dahil taş ve beton yığınları
anlaşılmakta, çoğu zaman bu da yetmeyip en görünecek yere mermer ve maden
levhalarla isimler kazıtılmaktadır. İyilikte yarışma ve başkalarına iyi örnek
olma açısından bu tür arzular makul görülebilirse de esasen insanoğlunun
kalıcılık/ölümsüzlük arayışının nerelere kadar sirayet edebileceğini göstermesi
cihetiyle dikkat çekicidir.
***
Şöhreti ve kendini önemsemesi arttıkça
adının her yerde geçmesini, herkesçe anılmayı veya heykelinin yapılmasını
isteyen bir kimseyi benlik, kibir veya kişilik zaafıyla suçlamak, o insanın
dünyada kalıcılık tutkusunu ve yok oluşa direnişini görmeye engel olmamalıdır.
Göz önündeki insanların sağlığında beton yığınlarına isminin verilmesine razı
oluşu, etrafındaki kimselerin taş ve toprakta onun adını yaşatmak, adeta
heykelini dikmek için yarışması, bunu normalleştiren geniş bir kamuoyunun da
bulunuşu garip ama gerçek. Tanrılarını taştan yontan önceki asırların insanına
karşı modern insanın çeşitli yanıltıcı gerekçe ve duygularla yaşadığı bu
yöneliş, belki de onun iç dünyasındaki ölümsüzlük tutkusunu taşa toprağa
yansıtma ve dünya gözüyle görüp seyretme zevkini simgeliyor.
***
İnsanın hayatta kalma mücadelesinden daha
büyük arzusu bir şekilde toprakta yok oluşun kahredici azabından kurtulmaktır;
hem de ölümün hak ve değişmez bir alın yazısı olduğunu sürekli mırıldanarak.
İnsanoğlunun bu en talihsiz ve anlamsız ölümsüzlük savaşını ise Kur’an
(el-Hümeze, 104/1-3) çok özlü ve çarpıcı bir şekilde ifade ediyor:
“Mal biriktirip sürekli onu sayan
Biriktirdiğinin kendisini ölümsüz
kılacağını sanan
Zavallı insan”
***
Bu anlatımın amacı sadece belli bir şahsa işaret değil, her dönemde yeryüzünde sınırsız örneği bulunan bir insan tipolojisini açığa çıkarmak, dünyada servet, güç ve kudreti arttıkça bu yönde hırsı da artan insanın iç dünyasını/yarasını deşmek ve ona ayna tutmaktır.
Olup bitene dışardan soğukkanlı biçimde
bakan biri, biraz da Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in bu konuda ne dediğinin
farkında ise, Müslüman toplumlarda iyi işler yaparak ahirette kazanılacak
ölümsüzlüğe inanışın çok zayıf olduğu şeklinde bir izlenim edinebilir ve bunda
da çok haksız değildir. Günümüz İslam toplumlarında her canlının ölümü tadacağı,
kefen giyeceği ve mezar çukuruna gireceği, hayatın fani olduğunun sıkça
telaffuz edilmekte oluşu ve bu konuda güçlü bir retoriğin bulunması bu durumun
aksini ispat etmeye yeterli olmaz.
***
Sözün özü, yüzyıllar geride kaldı ama,
insanoğlunun gösterişli yapıların içine sığınarak ölümün sessiz çığlığından
kaçışı ve yok oluşa karşı direnişi I. Antiochos’un taş yontmasından bu yana
farklı formlarda da olsa hız kesmeden sürüyor.