Sorunumuzun, daha doğrusu krizimizin adı,
yargı. Çoğunlukla yargı sorununu ele alan hukukçular probleme yargının
bağımsızlığı yönünden yaklaşır, bağımsızlığı ise idari yeterliliğe indirger,
formel açıdan idari bağımsızlığı sağlayacak çözüm önerileriyle işi
kotaracaklarını zannederler. Oysa ben aynı kanaatte değilim. İdari bağımsızlık,
sorunun bir parçasıdır, ancak tamamı değildir. Ayrıca idari bağımsızlığı sadece
formel açıdan ele almakta yanlıştır. Yargının idari bağımsızlıktan başka mali
ve akademik bağımsızlık sorunları da bulunmaktadır. Bu sorunları hallettiğimizi
var sayalım. Dört başı mamur bir yargıya kavuşmuş olacak mıyız? Tabi ki hayır.
Günümüz itibariyle yargı sadece idari, mali ve akademik bağımsızlıkla
yetinemez. Güçlü ve yaratıcı olması da gereklidir. Yani sorun çok yönlüdür.
Mihenk taşı; çağdaş hukuk felsefesi
Öncelikle ülkemizdeki yargının bulunduğu
durumu tespit etmeliyiz. Bu tespiti yaparken ölçümüz ne olmalı? Yani bir mihenk
taşına ihtiyacımız var. Bu mihenk taşı insanlığın netice-i efkârı olan çağdaş
hukuk felsefesi olmalıdır. Yani felsefeden hareketle çağdaş yargının varmış
olduğu yeri tespit edip, akabinde kendi yargımızla kıyaslayacağız. İlk önce
felsefenin tarifi için Hegel’e müracaat edelim. Hegel, bilindiği gibi,
Descartes ve Hobbes’le başlayan Modern Felsefenin zirve noktasıdır. O, Hukuk
Felsefesi kitabında, felsefeyi ‘’çağı düşüncede kavramak’’ şeklinde tarif
etmektedir. Bu tarifi elde ettikten sonra felsefi açıdan çağımızı kavramaya
çalışalım. Ancak bunun için biraz geriye gitmek lazım. Mitolojik Dönem ile İlk
ve Orta Çağ felsefesine gitmek ve oradan günümüze gelmek iyi olurdu. Lakin çok
zamanımızı alacaktır. Bu yüzden Modern Felsefeden başlayalım. Modern Felsefenin
Aristo’su sayılan Kant, Aydınlanmayı, aklı ve düşünceyi kılavuzlardan
arındırma/özgürleştirme şeklinde ortaya koymuştur. Modern Felsefe
filozoflarının kahir ekseriyetine baktığımızda, onlarda düşünce üzerinde
süregelen dini, etnik ve kültürel ipotekleri kaldırmaya, en azından etkisini
azaltmaya, bu şekilde özgür düşüncenin yolunu açmaya çalıştıklarını görüyoruz.
Bu durumda rahatlıkla diyebiliriz ki Modern Felsefe amaç olarak özgürlüğü
temellendirmiştir. Sonraki filozoflardan Marks, Engels ve Nietsche Modern
Felsefenin düşünce planında temellendirdiği yalın özgürlüğün tek başına
işlevsiz kalacağını düşünerek eleştirmişler, bilhassa Marks ve Engels özgürlüğü
elde etmek için ilaveten güce dayanmak gerektiğini belirtmişlerdi. Yani modern
sonrası felsefe, özgürlüğü bir adım daha öteye taşıyarak, onu güç istenciyle
buluşturmuştur. Günümüze geldiğimizde Jean Paul Sartre, Paul Tillich, Erich
Fromm, Rollo May gibi düşünürler özgürlük ve güç istenciyle yetinilemeyeceğini,
insanın yaratma cesaretini ortaya koyması gereğine vurgu yapmaktadırlar.
Hariri, geleceğin insanına şimdiden ‘’Homo Deus’’ adını vermiştir. Bu izahtan
sonra diyebiliriz ki, Hukuk felsefesi, 21. Yüzyılın yargısını ‘’özgür/bağımsız,
güçlü ve yaratıcı’’ şeklinde vasıflandırmalıdır.
Ölçümüzü elde ettikten sonra, artık
özgür, güçlü ve yaratıcı yargımız var mı? Sorularına cevap arayabiliriz.
1- Yargımız bağımsız mı, özgür mü?
Özgürlük, Hegel’in de dediği gibi,
zorunluluğu kavramaktır. Burada zorunluluk; sorunu teşhis etmek, akabinde çözüm
ortaya koymaktır. Yargının hangi alanlarında bu zorunluluğu kavramamız
gereklidir? Rahmetli hocam Vakur Versan, derslerinde, bir kurumun tam
bağımsızlığını; ‘idari, mali ve akademik yeterliliğe sahip olması’ şeklinde
tarif ederdi. Bu tarif çerçevesinde üç alana da bakalım.
İdari bağımsızlık
Bir kurum, kendisinin belirlediği
usullerle, kendi idarecilerini seçiyorsa, özerk sayılmaktadır. Günümüz
itibariyle yargının böyle bir idari özerkliğinden bahsedilemez. Bilindiği gibi
2017 yılında yapılan yasal değişiklikle, yargının idari işlerini deruhte eden
Hakimler ve Savcılar Kurulu yeniden kurgulanmıştır. Bu kurguya göre HSK 13
kişiden oluşmaktadır. Adalet Bakanı ve yardımcısı kurulun üyeleridir. Geriye
kalan 11 üyeden dördünü Cumhurbaşkanı, 7 tanesini ise Türkiye Büyük Millet
Meclisi seçmektedir. Meclisteki çoğunluğun yürütmenin elinde bulunduğu gözetildiğinde,
HSK’nın oluşumunda yürütme organının tam anlamıyla belirleyici olduğu
görülmektedir. Bu belirleyicilik yürütmeyle yargı arasında tam bir efendi-köle,
patron-işçi ilişkisine vücut vermiştir. Yargının günümüzdeki mevcut fotoğrafına
baktığımızda bunu rahatlıkla müşahede edebiliriz. Yürütmenin yargının patronu
edasıyla Rahip Brunson, Deniz Yücel, Osman Kavala gibi davalardaki söylemleri
ve bu söyleme uygun sonuç alması nedeniyle Türk ve Dünya kamuoyunda yürütmenin
yargıya her istediğini yaptırabildiği algısı yerleşmiştir. Yine, bu algının
doğal sonucu olarak yürütmeyle irtibatlı suç teşkil eden kimi eylemler hakkında
soruşturma yapılmazken, buna karşın yürütmenin tasarruflarıyla ilgili yapılan
bir takım eleştiriler takibat konusu yapılmaktadır. Kimsenin hukuk güvenliği
kalmamıştır. Yürütmenin hoşlanmadığı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ile Anayasa
Mahkemesinin ihlal kararlarını takmayan, yürütmenin beklentilerine cevap olacak
kararları veren yargı mensupları taltif edilirken, coğrafi teminatları olmadığı
için yürütmenin sözünü dinlemeyen yargıçlar tabiri caiz ise soluğu Fizan’da
almaktadırlar. Yürütme, HSK’da ki konumu vasıtasıyla, sopa ve havuç
politikasıyla yargının efendisi ve patronu haline gelmiştir. Günümüzde yargı,
yürütmenin ‘’vali atar gibi idarecilerini atadığı’’ bir kolonisi
görünümündedir.
Akademik bağımsızlık
Akademik bağımsızlık, her hangi bir
belirlenmeye maruz kalmaksızın bilimin gereğini yerine getirecek çalışmaların
yürütülmesini ve bu çalışmaları yapacak imkânlara kavuşmayı gerektirir.
Yargının günümüz itibariyle hukuk biliminin gereğini yerine getirmesi için
kurtulması gereken bagajları vardır. Buna negatif faktörler diyelim. Bir de
ulaşması gereken imkânlar bulunmaktadır. Buna da pozitif faktör diyelim.
Negatif faktörler; negatif
faktörleri iki gurupta toplamak mümkündür.
a-Negatif unsurların başında ülkede
yaygın olan etnik, dini, kültürel ve ideolojik anlayışın kendini yargıya
dayatması gelmektedir.
Geçmişte yargı ideolojik dayatmaların hegemonyası altındaydı. Günümüzde ise ideolojinin
yerini etnik ve dini belirlenimler almış bulunmaktadır. Geçmişte ideolojik
anlayışın yargı kararlarına yansımasına 27 Mayıs 1960 sonrası Yassıada
Mahkemesinin Adnan Menderes ve üç bakanın idamına ilişkin kararı, Ankara 1 Nolu
Askeri Mahkemesinin Deniz Gezmiş ve arkadaşları hakkında verdiği idam kararı,
Anayasa Mahkemesinin 367 ve Refah Partisini kapatılma kararları örnek
verilebilir. Son zamanlarda ise çoğunlukla etnik ve dini belirlenimlerin
etkisini görmekteyiz. Bu konuda da iki mahkeme kararı vermekle yetinelim. İlki;
İstanbul 23. Ağır Ceza Mahkemesinin 2020/51-2021/11 sayılı kararıdır. Mahkeme
bu kararında evrensel insan haklarının ülkemiz için bol olduğuna, daha dar
çerçevede milli bir insan hakları anlayışına ihtiyaç duyulduğuna değinmektedir.
İkincisi; İzmir 9. Ağır Ceza Mahkemesidir. Anılan mahkeme Eymen isimli çocuğun
öldürülmesi davasında, verdiği mahkûmiyet kararıyla yetinmeyip, ölen çocuğun
ahirette mükâfata kavuşacağını vurgulamıştır.
b-Negatif unsurların ikincisi; Benim merci
aktivizmi dediğim, yasa yolu mercilerinin, denetim yetkilerinin dışına taşarak
verdikleri kararlar teşkil etmektedir. Bilindiği gibi olağan kanun yolu itiraz,
istinaf ve temyizden oluşmaktadır. İstinaflar kendilerine gelen davalarda
yeniden yargılama yapma ve karar verme yetkileri bulunmasına, bu konuda bozma
kararı verme yetkileri olmamasına rağmen, çoğunlukla delil toplama, eylemi
nitelendirme veya sübut konusunda bozma kararı vermekte ve dosyayı yerel
mahkemeye göndermektedirler. Keza Yargıtay sadece hukuki denetim yapma yetkisi
bulunduğuna aldırmaksızın olgusal denetim yapıp, bozma kararı vermekte ve
dosyayı ilk derece mahkemesi veya istinafa iade etmektedir. Yargıtay ve istinaf
daireleri not silahını kullanarak yerel mahkemeleri yetkilerini aşarak
verdikleri kararlara uymaya zorlamaktadırlar.
Pozitif faktör; yargıç ve savcılardan,
yapmış oldukları kovuşturma ve soruşturmalara teorik, pratik ve estetik aklı
yansıtmaları beklenir. Bunu için öncelikle; hukuk biliminin teorik köklerine
ulaşmak, evrensel ölçekte yeni gelişmeleri takip etmek imkânlarına
kavuşturulmaları elzemdir. Saniyen; evrensel hukukun pratiklerinin sergilendiği
Birleşmiş Milletler Adalet Divanı, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi gibi
uluslararası yargı kurumlarında bir süre bulunmaları, buradan elde ettikleri
evrensel hukuk anlayış ve pratiğini ülkemiz yargısına taşımaları sağlanmalıdır.
Salisen; tez ve antitezin ortaya konulduğu yargılama faaliyetinin taraflar
açısından tatmin ve tamir edici bir şekilde sonuçlanması sağlanmalıdır. Yani bu
süreçte mağdurun acısını artırmadan onu tatmin etmek, sanığa zarar vermeden
içindeki insana ulaşmak ve onu dışarı çıkarmak gerekir. Bu incelik ve
hassasiyet isteyen ancak şimdiye kadar üzerinde pek durulmayan ve düşünülmeyen
bir konudur. Ben buna yargılamanın estetiği diyorum. Yargılama estetiğinin
uzmanlarca ele alınıp, ilkelerinin belirlenmesi, akabinde yargı erkini
kullananların istifadesine sunulması isabetli olacaktır.
Mali bağımsızlık
Anayasamızın devleti kurgulayan
düzenlemesine baktığımızda kuvvetler ayrılığı sisteminin benimsendiğini
görmekteyiz. Kuvvetler ayrılığı sisteminde yasama, yürütme ve yargının
birbirlerinden ayrı ve bağımsız kuvvetler oldukları, keza aralarında eşitlik bulunduğu
malumdur. Bütçenin yürütme tarafından hazırlandığı ve kontrol edildiği,
yargının mali yönden yürütmenin inisiyatifinde olduğu, yürütmenin bu yetki ve
takdirini ‘’patron benim’’ dercesine estetikten uzak bir şekilde kullandığı da
bilinen bir gerçektir. Hemen hemen her dönemde yargıç ve savcıların mali
problemle boğuştuklarını sağır sultan bile duymuştur. Nitekim 1998-1999 Adli
Yıl açılış konuşmasında Yargıtay 1. Başkanı Sayın Mehmet Uygun utana-sıkıla bu
hususu dillendirmiş, eleştiri yağmuruna tutulmayı göze alarak yargıçların
vicdanıyla cüzdanı arasında sıkıştıklarını belirtmişti. Yargının bağımsızlığı,
yasama ve yürütmeye denkliği dikkate alındığında, yargıç ve savcıların mali
haklarının, yasama ve yürütme organlarını temsil edenlerle eşitlenmesi ve bu
hususun anayasal güvenceye bağlanması gerekmektedir.
2- Yargımız güçlü mü?
Marks ve Engels, özgürlüğün, düşünürler
arasında soyut felsefi bir tartışma konusu olmaktan öte somut bir olguya
dönüştürülerek hayata geçirilmesi gereğine inanmış ve öğretilerini buna göre
oluşturmuşlardır. Özgürlüğün yaşanılan bir olguya güç sayesinde dönüşeceğinin
farkındadırlar. Bu yüzden gücü göz ardı eden inanç ve öğretileri eleştirerek,
özgürlüğün güçle tahkim edilmesinin önünü açmışlardır. Nietzsche gücü yadsıyan
Hristiyanlığa Deccal isimli kitabıyla neredeyse savaş açmıştır. 20. Yüzyılın en
büyük edebiyatçılarından Nikos Kazancakis’te güçle desteklenmeyen değerlerin
bir anlam ifade etmeyeceğini, Yeniden Çarmıha Geriliş isimli muhteşem romanında
‘’kuvvetli olmazsa, adalet ne yapabilir, adil ve dürüst olmayan bir dünyaya
kendini nasıl kabul ettirebilir? Biz adaleti kuvvetle tahkim ederken, onlar
adaletsizliği silahlandırıyor! Bugün onlara erdemin de izzetli olduğunu
göstereceğiz. İsa sadece bir kuzu değil, aynı zamanda bir aslandır’’ sözleri
ile dillendirir. Bu girizgâhı, adaleti tesis eden yargının, güçle tahkim
edilmesi gereğine değinmek için yaptım.
Yargının iddia, savunma ve hükümden oluşan
üç sacayağı bulunduğu malumdur. Bu faaliyeti yürüten hukukçuların günümüz
itibariyle göstermelik birkaç düzenleme dışında teminatlarının olmadığı bir
gerçektir. Birleşmiş Milletler Yargı Bağımsızlığı Temel İlkeleri ile Bangolar
Yargı Etiği İlkeleri gibi uluslararası temel belgelerde yargı mensuplarının
örgütlenme hakkına yer verilmesine rağmen, ülkemizde yargı mensuplarının her
hangi bir haksızlığa maruz kalmaları halinde veya yargı bağımsızlığının ihlal
edilmesi durumunda, bu ihlallere karşı duracak örgütleri kurmalarına sıcak
bakılmamakta, kurulanlara da hayat hakkı tanınmamaktadır. Yargı camiasında
adını sıkça duyduğumuz Yargıçlar Sendikasının kuruluşu hayli ilginçtir. Kuruluş
işlemleri için emniyete gidildiğinde, evraklarının emniyet tarafından
alınmaması, bunun üzerine belgelerin emniyete bırakılıp kaçılması, akabinde
evrakların emniyete bırakıldığına dair resmikabul sayılacak bir yazının temini
için yapılan girişimler Hollwood filmlerine konu olacak niteliktedir. Bu
sendikanın başkan ve üyelerinin son on yılda nasıl bed bir muameleye tabi
tutuldukları da malumdur. Bundan başka yargılama faaliyetlerinin yerine
getirilmesi için gerekli vasıtalardan mesela iddia makamının kendine bağlı bir
adli kolluktan, keza avukatın delil toplamak yetkisinden mahrum bulundukları
bir vakıadır. Tüm bunlar bize güçsüz bir yargı erkiyle karşı karşıya bulunduğumuzu
göstermektedir.
3- Yargımız yaratıcı mı?
Aydınlanma, Kant tarafından “insanın
herhangi bir kılavuza ihtiyaç duymadan düşünme cesareti göstermesi” şeklinde
tarif edilmişti. Tarifte aklın özgürleşmesi kendi başına düşünme cesareti
göstermesine bağlanmıştı. Yaratma edimi için kalem oynatan yazarların
ekseriyeti de cesaret vurgusu yapmışlardır. Mesela Rollo May insanın
yaratıcılığını ele aldığı eserine ‘’Yaratma Cesareti’’ adını vermiştir. Keza
Paul Tillich yine bu konuyu işlediği eserine ‘’Olma Cesareti’’ adını layık
görmüştür. Aydınlanmadan hareketle yaratma edimi için neye karşı cesaret
gösterilmeli? Sorusunu sormalıyız. Konumuz yargı olunca soruyu yaratıcı yargı
için neye karşı cesaretli olunmalı? Şekline sokmalıyız. Yargılamanın tez,
antitez ve sentezden oluşan kolektif bir faaliyet olduğu, sentezin yargıç
tarafından gerçekleştirildiği malum. Dağıtmamak ve uzatmamak için kendimizi
yargıcın işleviyle sınırlandıralım. Ve cesaretin değişik durumlarda ortaya
konuluşunu irdeleyelim.
Medeni Kanunumuzun 1. Maddesi, yargıcın
yasaya göre, yasada hüküm yoksa örf ve âdete göre, ondada hüküm yoksa yasa
koyucu gibi davranarak karar vereceğini belirtir. Bu hüküm Muaz hadisinin
muadilidir. Bilindiği gibi Hz. Muhammed, Muaz Bin Cebel’i Yemen’e vali olarak
gönderdiğinde, ona, kendisine bir dava geldiği zaman neye göre hüküm vereceğini
sorar, Muaz’da önce kitaba bakacağını, kitapta hüküm yoksa peygamberin
sünnetine bakacağını, ondada hüküm bulamayınca kendi reyine göre hüküm
vereceğini söyler. Bu cevabıyla Hz. Muhammed’in övgüsüne mazhar olur.
A-Yargıç yasada, örf ve adette
uygulaması gereken bir hüküm yoksa bile önüne getirilen bir davayı yasa koyucu
gibi davranarak çözer.
Esasen böyle bir durum için yargıcın yaratıcılığı yasa tarafından da kabul
edilmiş bulunmaktadır. Yeri gelmişken Friedrich A. Hayek’in ‘’Hukuk, Yasama ve
Özgürlük’’ isimli kitabındaki yargıcın bu yeterliliğiyle ilgili ‘’yargıcın
terbiye edilmiş sezgisi, devamlı olarak, onu doğru sonuçlara, kendisi için cerh
edilmez hukuki sebepler vermeye, şaşırdığı doğru sonuçlara götürür’’ ifadesini
zikretmek isterim.
B-Bence asıl yaratıcı cesaret,
uygulanması gereken yasa, örf ve adet olması halinde gereklidir. Çünkü
yaratıcılığa engel olacak yasal düzenlemeler, toplumsal örfler ve adetler
kılavuz olarak yargıcı çepeçevre sarmış bulunmaktadır. Peki, bu kılavuzlar
Hayek’in doğru sonuca götürdüğünü belirttiği yargıcın sezgileriyle uyuşmuyorsa,
keza son kullanım tarihleri geçmiş değerleri barındırıyorsa, yargıç, Halil
Cibran’ın Asi Ruhlar isimli eserinde dile getirdiği gibi ‘’Yasa(örf) nedir?
Yasaların cennetin derinliklerinden güneş ışınlarıyla geldiğini kim gördü?
İnsanlar Tanrı’nın kalbinde ne olduğunu gördüler mi ya da Tanrı’nın isteğinin
ne olduğunu biliyorlar mı? Ne zaman melekler insanların arasına inip onlara
‘zayıf olanı hayattan zevk almaktan men et, kanun dışı olanları kılıcının
keskin ucuyla öldür ve günahkâr olanların üzerinde demir ayaklarınla yürü’ diye
öğütlediler?’’ deme cesaretini göstermeli midir? Elbette. Peki, gösterenler var
mı? Çok olmasa da var. İki misal vereceğim. Birincisi, Sayın Taha Akyol’un
‘’Onlar da Kahramandı’’ kitabından; Amerika’da 1803 yılında Marbury v. Medison
davasını yürüten yargıç John Marshall, ülkemizde ise 1949 yılında yargıç Refik
Gür ülkelerinde yasaların anayasaya aykırı olamayacağı görüşünü ileri sürdüler,
onların bu girişimleri sonucu her iki ülkede de yasaların anayasaya
uygunluğunun denetim yolu açılmış oldu. İkincisi, Sayın Münci Kapani’nin
‘’İngiliz Demokrasisine Bakışlar’’ isimli çalışmasından. Kapani bu çalışmasında
‘’Parlamento ile baskıcı hükümdarlar arasında kendini gösteren özgürlük
savaşında o dönemde hiçbir teminatları olmadığı halde yargıçlar hükümdara cephe
almışlar, hukukun yorumu ve hukuk yaratma yetkileri sayesinde, kralın
ayrıcalıklarının yavaş yavaş kısılması ve kişi özgürlüklerinin tanınması
konusunda çok etkili olmuşlardır’’ ifadeleriyle yargıcın yaratıcı fonksiyonuna
değinmektedir.
Refik Gür gibi yaratıcı kararlara imza
atan hâkimlerimiz olmakla beraber, yargıçlarımızın kahir ekseriyeti yaratıcılık
bir tarafa özgürlükçü sayılan yasal düzenlemelere dahi mesafeli durdukları,
yorum ve uygulamalarıyla kurulu düzenin devamına hizmet ettikleri kabulden
varestedir.
4- Krizin sorumluluğu kime ait?
Çözüm ne?
Günümüzde yargı her açıdan tam bir kriz
yaşamaktadır. Yargının, idari açıdan, yürütmenin hegemonyası altında varlık ve
kişiliği yok edilmiş, bir bakıma araçsallaştırılmış, yargı bağımsızlığını ve
yargıç güvencesini temin edecek örgütlenme hakkından mahrum bırakılmak
suretiyle güçsüzleştirilmiş, uzun süredir iş yükü altında ezilmiş, akademik
açıdan kendisini geliştirecek enstrümanlardan yoksun bırakılmış, merci
aktivizmine maruz kalmış, yargı süjeleri teknisyen konumuna indirgenmiştir.
Yargının bu zayıf durumundan dolayı sosyal medya görülmekte olan davaları
etkileyici ve yönlendirici bir rol üstlenmiştir. Krizden faydalanan mafya
paralel yargı oluşturmuştur. Kısaca yargı erki S.O.S vermektedir. Krizin
varlığında her hangi bir ihtilaf olmadığı kanaatindeyim. Peki, krizin
sorumluluğu kime aittir?
Jared Dıamond ‘’Yükseliş’’ isimli eserinde
bireysel, ulusal ve kurumsal krizleri atlatmak için on iki faktör sıralar. Bu
faktörlerden bir tanesi de, krizin sorumluluğunu, krizi yaşayan kişi veya
kurumun üstlenmesidir. Buradan hareketle yargının içinde bulunduğu krizin
sorumlusunu belirlemek mümkündür. Sorumlu, yargıdır. Yargı şimdiye kadar hep
kaynağı ve yaratıcısı olmadığı bir özgürlük bekleyişi içinde oldu. Oysa bu
nesnel ve edilgen bir tavırdır. Özgürlük özne olmakla başlar. Nikos
Kazancakis’in ‘’Kardeş Kavgası’’ isimli eserinden esinle; özgürlük, biz yetişip
koparana dek yolun sonunda sarkan bir meyve değil, bilinçli tercih ve
eylemlerimizin her birinde tadını, rengini, kokusunu alıp olgunlaşan bir
meyvedir. Hiç kimse elindeki güç ve imkânları zorlama olmaksızın gümüş tepside
karşıdakine sunmaz. Yargının hüsranı bu edilgen tavrındandır. Ne kadar
sorumluluk yüklenirsen o kadar özgür, güçlü ve yaratıcı olursun. Bu gerçekliğe
işaret eden Viktor E. Frankl ‘’İnsanın Anlam Arayışı’’ isimli kitabında,
sorumlulukla birlikte olmadığı sürece özgürlüğün yozlaşıp yok olacağını, bu
yüzden Nev York’un doğu yakasındaki Özgürlük Anıtının karşısına batı yakasında
bir sorumluluk anıtı dikilmesi gerektiğini belirtir.
Jared Dıamond’un çözüm için önerilerinden
biride; çit örmektir. Yani muhafaza edilecek ve değiştirilecek birim ve
unsurları belirleyip, bu yönde adım atmaktır. Bunların neler olduğunu
gerekçeleriyle tek tek saymak ve değiştirilmesi gerekenlerin yeniden nasıl
kurgulanmasını anlatmak bu yazının hacmini bir kitap kadar kabartacaktır.
Bunları es geçerek yalnız bir tanesine işaret etmekle yetineceğim. HSK
üyelerinin seçiminde yürütmenin etkisinin acilen ortadan kaldırılması, Adalet
Bakan ve yardımcısının kuruldan çıkarılması gerekmektedir.
5-Mevcut yapının tavrı ne olmalı?
Yargının krizden çıkması için gerekli
yapısal değişiklikleri yakın bir zamanda gerçekleştirmek pek mümkün
gözükmemektedir. Ancak yargının sorumluluğu kabullenmesi halinde mevcut yapı
içerisinde de krizi hafifletmek mümkündür. Bu noktada HSK üyeleri, yargıç ve
savcılar ile yürütmeden beklentimi dile getirmek isterim..
a-HSK üyelerinden beklentim; HSK üyelerinin
ekserisinin seçiminde yürütmenin etkin olduğu, çok azında ise Mecliste bulunan
diğer partilerin rol oynadığı malum. Hepimiz ‘’Sultanın atına binen onun
borazanını çalar’’ atasözünün yerleşik olduğu, minnetin insanları esir aldığı
bir gelenek içerisinde yetiştik. Ancak geldiğimiz nokta bu geleneğin çıkmaz
sokak olduğunu bize göstermiştir. Özgürlüğü esas alan, ‘’minnetin canı
cehenneme’’ diyen bir başka gelenek daha var. Bu geleneğin oluşmasında etkin
olan filozoflardan Jean Paul Sartre’nin ‘’Sinekler’’ isimli oyunundan bir
sahneyi nazara vererek isteğimi dile getireceğim. Oyunun bu sahnesinde; diğer
Tanrıları egemenliği altına alan Zeus, en son kendisine direnen Orastes’le
mücadeleden yorgun düşmüştür. Zeus bitkin bir şekilde Orastes’e sitemle ‘’ey
asi evlat söyle bakalım seni kim yarattı, sen kimsin’’ der. Orastes; ‘’beni sen
yarattın, ancak aptallık ettin, benim kim olduğuma gelince, ben özgürlüğümüm’’
diye cevap verir. Oyunun sahnesi bu kadar. Bu sahneden hareketle HSK üyelerine
kendilerini oraya seçen sayın Cumhurbaşkanı ve partilerin kendilerine egemen
olma isteklerine karşı Orastes gibi, ancak kabalığı bir kenara bırakarak
‘’eksik olmayın, bizi buraya siz seçtiniz, ancak biz sizin değil, bağımsız
yargının idari işlerini yürüten özgür temsilcileriyiz’’ demelerini beklerim.
b-Yargıç ve savcılardan beklentim; en son tayin
kararnamesinde HSK’nın sopa ve havuç politikasıyla hakim ve savcılar üzerinde
etkili olduğu gündeme getirildi. (Bakınız, Elif Çakır’ın ‘HSK’nın bir elinde
havuç, bir elinde sopa’ makalesi) Bu iddianın doğru olduğuna yakinen şahit
olanlardan biriside benim. Sopa ve havuç politikasının bir kurumda etkinliği o
kurumun ahlaki zafiyet içerisinde olduğunu gösterir. Yeri gelmişken bu konu ile
irtibatlı olduğu için Hazreti Ali’nin ‘’Bir toplum vardır, sevap elde etmek
için Allah’a kulluk eder; bu tacirlerin ibadetidir; bir toplum da
korktuklarından Allah’a ibadet eder, bu da kölelerin ibadetidir; bir bölükte
vardır ki Allah’ı sevdikleri için kullukta bulunur, işte bunlar özgürlerdir’’
sözünü nakletmek isterim. Esasen Hz. Ali’nin bu tespiti beşeri muamelelerimizde
de aynen geçerlidir. Korkarak biriyle iş yapan, o kişiyi efendi; menfaat
beklentisiyle biriyle iş yapan, o kişiyi patron konumuna sokar. Özgürler iş
yaptıklarıyla eşit konumdadırlar. Şimdi Hz. Ali’nin tespitinden hareketle hâkim
ve savcılardan beklentimi dile getirmek isterim. Sopadan korkmak, yasama ve
yürütmeyi efendi edinmek olacaktır. Havuca tav olmak, onları patron haline
getirecektir. En iyisi Diyojenvari ‘’gölge etme başka ihsan istemez’’ demek
olacaktır. Bunu dediğinizde yasama ve yürütmeyle eşit ilişki başlatmış
olursunuz.
c-Yürütmeden beklentim; Hegel’in
efendi-köle diyalektiği bize yürütmenin eşiti olması gereken ancak nesne haline
getirilmiş bir yargıda kendi benliğini bulamayacağını, dolayısı ile kendini
inşa edemeyeceğini, bu durumda özgürlüğü tadamayacağını göstermektedir. Yargısı
özgür, güçlü ve yaratıcı olmayan bir ülkede yasama ve yürütmesinin de aynı
niteliklerden yoksun kalacağı aşikârdır. Yürütmenin yargının üzerinde bilinçli
bir şekilde hegemonya kurma çabaları kendisinin de nesnellikten kurtulmadığını
göstermektedir. Kuvvetler ayrılığı ilkesini özümsemiş uygar ülkeler nezdinde
yürütmenin yargıya her istediğini yaptırdığı algısını oluşturacak davranışlar
sergilemek, yürütmeyi gülünç duruma sokmaktadır. Yürütmenin bir an önce kendi
imajını da yaralayan bu görüntüyü vermekten kaçınması, yargının özgürlüğünün
esasen kendi özgürlüğü olduğu bilincine varmasını temenni ediyorum.
Sonuç; özgür,
güçlü ve yaratıcı olması gereken yargımızın bir kriz yaşadığı malum. Bu krizin
aşılması için yasama ve yürütmenin de kabullenecekleri köklü değişiklikler
gerektiği, bu değişikliklerin yakın bir zamanda gerçekleştirilme iradesini
görmediğimi belirtmek isterim. Krizle ilgili gerçek sorumluluğun yargı
mensuplarında bulunduğu, yargı mensuplarının bu sorumluluğu kabullenerek çözüm
yolunda yapısal değişiklikleri gerçekleştirmenin adımlarını atmaları gerektiği
aşikârdır. Ancak bu aşamada acilen yapılması gereken bir şey var, oda yargı
mensuplarının temsil ettikleri yargı erkinin daha fazla itibar kaybını
engellemek adına bazı riskleri göze alarak sorumlu davranmalarıdır. Son
olarak kriz kelimesinin etimolojisi ile ilgili Jared Deimond’un Yükseliş isimli
eserindeki izahtan hareketle ümitli olabileceğimizi belirtmek isterim. Eserde
yer aldığına göre; kriz kelimesinin Çincesi ‘’Wei-ji’’ dir. ‘’Wei’’ tehlike,
‘’ji’’ ise fırsat ve önemli olay anlamındadır. Buradan hareketle krizin içinde
önemli fırsatları barındıran bir imkân olduğunu belirtmek isterim. Bu yüzden
Churchill ‘’iyi bir krizi asla boşa çıkarma’’ der. Yargının da krizini fırsata
çevirme imkânı var ve bunu değerlendireceğini umuyorum.