12 Mart 2022 Cumartesi

Yeni hukuk düzenine giderken temel dayanak hukukun üstünlüğü ilkesi olmalı SAMİ SELÇUK-11/03/2022

Eski Yargıtay Birinci Başkanı Ve Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Sami Selçuk, ‘Bilkent Deklarasyonu’nun yansımalarını hukuki perspektifle değerlendiriyor

Metinde “hukuk” sözcüğü 29, “hukuk devleti” ve “anayasanın üstünlüğü” ilkelerinden bir kez söz edilmesine karşın “HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ İLKESİ”ne hiç yer verilmemiştir.

Çünkü ülkemizde hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü ilkeleri eşanlamlı görüldüğünden sık sık birbirinin yerine kullanılmaktadır.

Oysa bunlar değişik anlayışların, dolayısıyla değişik dizgelerin (sistem) ürünüdür. Bu ilkeler, değişik anlamda olduğundan birbirlerinin yerine kullanılamaz. Aşağıda görüleceği üzere 1961 ve 1982 Anayasalarının ikinci maddelerinde Cumhuriyetin nitelikleri sayılırken “hukukun üstünlüğü” yerine “hukuk devleti”nden söz edilmesi dar bir ufuk; değişik maddelerde iki ilkenin birbirinin yerine kullanılması (sözgelimi, 1961 Anayasası, m. 77, 92; 1982 Anayasası, m. 81, 103) ise tam bir kavram kargaşasıdır.

Oysa her iki ilkenin nedenleri de, sonuçları da başkadır.1 Dahası günümüzde artık, özgürlükçü ve çoğulcu demokrasi, hukuk devleti ilkesinin yetersizliğini ortaya koymuştur.

Gerçekten kentsoylu (burjuva) sınıfının ürettiği “hukuk devleti”2 anlayışının boy verdiği Kara Avrupası ülkelerinde, “devlet merkezci” bir yönetim vardır. Devlet her yerde hâzır ve nâzır; Jakoben. Bu ülkelerde yazılı hukuku üreten biricik temel güç devlettir. O yüzden de hukuk hep devletten yana kotarılır, eşitlik ilkesi gözetilmez. Dolayısıyla devlet, kendi yarattığı hukuk nedeniyle yurttaşlarıyla sürekli sürtüşme içinde ve bu hukuku araç kılarak pek çok şeye el atmış durumdadır. Sıkışınca sözgelimi “kamu yararı” gibi peçeli, içeriği ve sınırları belirsiz ve tartışmaya açık kavramlara başvurur. Bir bakıma bu devletlerde hukuk gizemli kılınmış (mistikleştirilmiş), siyasallaştırma oyununun bir parçası olmuştur. “Kamu yararı”, “yönetimin takdir hakkı” gibi sınırları ve kapsamı belirsiz kavramlara yaslanan yönetim, hukukta da etkisini göstermiş, “özel hukuk” ve “kamu hukuku” ayrımı ortaya çıkmıştır. Buna koşut olarak “yargılama birliği” ilkesinden sapılmıştır. Toplum ve hukuk, devletin vesayetinde ve edilgindir. Vesayetçi devletin yukarıdan aşağıya doğru düzenlediği makro anlamda, adı anayasa olan bir toplumsal sözleşme vardır. Bu toplumsal sözleşme ile insan olmanın ve toplum içinde yaşamanın doğal sonucu olan haklar ve özgürlükler, devletin bir lütfu imiş gibi yazıya dökülmüştür. Bu belgenin adı “ANAYASA”dır. Amaç, devleşen “Leviathan devleti” hukukun sınırlarında tutmaktır. Bu ne ölçüde başa­rılırsa, Kant’tan, Rousseau’dan esinlenilen “hukuk devleti”ne, dolayısıyla demokrasiye de ancak o ölçüde ulaşılabilecektir.

Ancak insan için var olan devlet ve onu yönetenler, her an bu hakları ve özgürlükleri bireylerin elinden almaya hazırdırlar. Bireyler ise, bu hakların ve özgürlüklerin kendilerine ellerinden alınamaz bir güç, iktidar olduğu bilincinden yoksun oldukları için çoğu kez bunların sınırlandırılmasına seslerini çıkarmazlar. Oysa demokrasilerde devlet insan içindir. Görevi de, bireylerin doğuştan sahip oldukları hak ve özgürlüklerini uygulamada sağlam biçimde gerçekleştirmek; bu konudaki bütün engelleri kaldırmaktır.

Ne var ki, çoğu kez ve genellikle de ülkemizde yaşanan fenomen şudur: Devlet, sanki bu hak ve özgürlükler kendisinin lütfuymuş gibi algılamakta, onları aşağıda değinilecek olan “hikmet-i hükümet” (devlet mantığı, doğrusu ve gereği3) safsatasıyla kendinden menkul “gizli nedence”lerle (bahane) yerli yersiz yasaklamakta ya da sınırlamaktadır.

Toplumcul (sosyal) devlet anlayışıyla bir ölçüde dizginlenen bu tutum, bugün de sürüyor. Gerçekten Jakoben devlet, sıkışınca orta boy insanların akıl erdiremedikleri yukarıda değinilen, hukukun da bir türlü erişip tanımlayamadığı kör, karanlık, görünmez, devletçi ve bencil bir kavrama başvuruyor: “Devlet mantığı ya da doğrusu veya gereği. Kimilerinin çevrisiyle “devlet aklı”, Osmanlıca deyişle hikmeti kendinden menkul “hikmet-i hükümet” denilen bu fenomenden 6 Ocak 1989’da Fransız Yargıtayında yaptığı konuşmada Başkan Mitterand şöyle yakınmaktaydı: “Hukuk, adalet, hiçbir biçimde ‘hikmet-i hükümet’(kendi çıkarı için hukuku araçsallaştıran devlet mantığı) nesneye kurban edilmemelidir. Uzun yıllar taşıdığım siyasal sorumluluğum döneminde hikmet-i hükümet diye bir nesneye rastlamadım. Ne zaman hikmet-i hükümetten söz edilmişse, bilmelisiniz ki, bu bir başka şeyi gizlemek için uydurulmuş bir bahanedir.”

Başbakan William Pitt’in dilinde hikmet-i hükümetin karşılığı “devlet zorunluluğu”dur. Mitterand’dan 206 yıl önce Pitt de, 18.11. 1783’te Komünler Meclisinde şöyle diyordu: “Zorunluluk, birey özgürlüklerini çiğnemenin özrüdür; zorbaların bahanesi, kölelerin inancıdır.”

Bütün bunlar, Kara Avrupası ülkelerinde devleti, birey zararına dokunulamaz, hatta 1982 Anayasa’sının ilk metninin başlangıç bölümünde kutsal bir nesneye dönüştürmüştür. Toplumun kavgası, bu dokunulmazlığı ve kutsallığı sarsma kavgasıdır.

Bunun sonucu olarak Kara Avrupası’nda toplum devletçi kurallara bağlı, içine kapalıdır. İktidar tektir. Yargı da bundan payını almıştır. Erkler ayrılığından ne denli çok söz edilirse edilsin, yargılama birliği sağlanamamış, yargılamayı bağımsız kılma kavgası bir türlü bitmemiştir.

Görülüyor ki, “hukuk devleti” alanındaki savaşım (mücadele), devletin topluma ve bireye karışmasını azaltma savaşımıdır. Temel amaç, kanımca “az devlet, çok hukuk” formülüyle özetlenebilir. Son çözümlemede dar bir ufuktur bu.

Sonuç ve özet olarak böyle bir devlet, “insan devlet içindir” diyen bir devlettir, dolaysıyla hukuk açısından tam olarak meşru değildir.

Öyleyse yeni hukuk düzeni kurulurken ve devletin temel yasası oluşturulurken hukukun üstünlüğü ilkesinden yola çıkılmalıdır.

Gerçekten “hukukun egemenliği” (rule of law), daha yaygın anlatımla “hukukun üstünlüğü4” ilkesinin boy verdiği Anglo-Sakson hukukunun egemen olduğu ülkelerde toplum, sözleşmeci ve uzlaşmacıdır; saydam ve dışa açıktır. Birey ise yarışmacıdır. Girişim gücü, devlette değil, bireyde ve sivil toplum örgütlerindedir. Dolayısıyla devlet, merkezci değildir. Toplum çoğulcu olduğundan erk / iktidar tek değil, parçalıdır. Çok kutuplu kurumlar, kuruluşlar devletin bir kesim temel görevlerini üstlenmiştir. Çoğulculuk kurumsal parçalanmayı, işbölümünü yaratmış, toplum kendi hukukunu kendi üretmiştir. Özetle devletin karşısında özerk bir hukuk vardır. Her şey üretilen bu hukukun hakemliğinde çözülmektedir. İşte bireyle devlet, bu nedenlerle hukukun karşısında eşit konumdadır. Devlet de, birey de, toplumun ürettiği ve dayattığı hukuka bağlıdır. Toplumun ürünü olduğundan başat, egemen güç hukuktur. Devlet gücü ise ikincil plandadır. Kısaca hukuk, toplumun, devletin, bireyin üstündedir; yaşanarak, Sokratik yöntemle öğretilmekte ve uygulanmakta; bu durumuyla somut, ancak esnek ve de devletten göreli olarak bağımsızdır. Toplum, devletin vesayetinde değil, tersine devlet toplumun içindedir. Bu yüzden genellikle yazılı bir anayasaya gerek duyulmamıştır.

Bunun sonuçları ise ortadadır: Hukuk devletten bağımsızdır. Bu yüzden adı anayasa olan ve insanı insan yapan, devletin lütfu olmak şöyle dursun, koruma görevini devletin üstlendiği hak ve özgülükleri yazılı sözleşmeye döken bir toplumsal sözleşmeye, anayasaya gerek duyulmamıştır. Devletten bağımsız olan bu hukuka göre, yargılama erki, bütün erklerden bağımsız ve çok güçlüdür. Yargı birliği örselenmemiştir. Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay ayrımına gidilmemiş, tek bir Yüksek Mahkeme bütün işlevleri üstlenmiş; hukuk birliği sağlanmıştır. Hukukta özel hukuk, kamu hukuku gibi katı ayrımlara ve kavramlaştırmalara gerek duyulmamış, her boydaki yargıç, Başkan Trump’ın bir kararını iptal eden ilk mahkeme yargıcının yaptığı gibi, her derecedeki mahkeme, bir yasanın anayasal kurallara, bir tüzüğün yasal düzgülere aykırı olup olmadığına karar verebilmektedir. Bu yüzden Kara Avrupa’sı hukuk dizgesinde görüldüğü üzere “bekletici sorun” sorunsalı söz konusu değildir.

Kısaca çoğulcu toplum gereğince iktidar, parçalı ve aşağıdan yukarıya doğru biçimlenmiştir.

Bütün bunlar, “hukukun üstünlüğü” ilkesinin nasıl bir gelişmenin sonucu olduğu ve niçin demokrasinin Anglo-Sakson ülkelerinde boy verdiği, Kara Avrupa’sı ülkelerinde, deyim yerinde ise, “üstünlüğün ya da üstünlerin hukuku”nun neden egemen olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu yüzdendir ki, bir Fransız yazarı Cohen-Tanugi, ses getiren yapıtında, Anglo-Sakson ülkelerinde “devletsiz hukuk”tan, Kara Avrupası ülkelerinde ise “hukuksuz devlet”ten söz etmektedir. Hiç de haksız değildir.

Görülüyor ki, “hukuk devleti” kavramı, kapalı bir toplumda “devlet, benim” diyen anlayışın hukukla sınırlandırılması kaygısını; “hukukun üstünlüğü” kavramı ise, herkesin ve bu arada devlet ile bireyin hukuk karşısında aynı düzeyde, boyda ve çizgide olduklarını vurgulamaktadır. Hukuk devleti anlayışına göre hukuk, devletin tekelindedir ve hiç kuşkusuz devlet, hukuku üretirken kendisini bireye oranla daha ayrıcalıklı bir yere oturtmakta, hukuku kendi yararına kotarmaktadır. Bu nedenle hukuk devleti deyişi, bir yandan devleti hukukun sınırları içine çekme ülküsünü yansıtırken, öte yandan bu ülküye henüz ulaşılamadığının örtülü bir biçimde itiraf edilmesi anlamına gelmektedir. Buna karşılık, bir kez daha vurgulayalım ki, hukukun üstünlüğü anlayışında hukuk, devletin tekelinde olmadığından, ister istemez hukuk karşısında devlet ve birey eşit düzeydedir.

Ancak şunu da önemle vurgulamak gerekir ki, tarihselci/hermeneutik felsefe, insanın tarihsel bir varlık olduğunu; tarihsel koşullar ve koşullanmalar içinde, belli bakış açıları, anlayışlar, çıkarlar, amaçlar ve değerler güdümünde düşündüğünü, yarattığını, ürettiğini; düşündüğü, yarattığı, ürettiği her şeyin tarih içinde değiştiğini ve dönüştüğünü belirlemiştir. Öte yandan tarihselliğin en önemli özelliği zaman içinde bir kez olup bitmesi, yinelenmemesidir. Bütün bu nedenlerle tarihselci/hermeneutik felsefede insanlara ve toplumlara ilişkin her şey, tarihsellikleri, kendi tekillikleri, bir kez oluşları içinde ele alınıp kavranır, anlamlandırılır. Hukuk, hukuk devleti, özgürlükçü hukuk devleti ya da hukukun üstünlüğü de, hukukçular ne denli en üst derecede soyut ve kapsayıcı kavramlar ve ilkeler üretirlerse üretsinler, tarihsellikleri, kendi tekillikleri, bir kez oluşları içinde ele alınıp kavranacaktır. Çünkü hukuk da, etik de, ne denli küresellik, hatta evrensellik iddiasında bulunursa bulunsun, tarihsel bir varlık olan insanla ilgilidir; belli bir insan sınıfının, toplumunun ve kültür çevresinin ilgisinden, çıkarlarından, eğilimlerinden, görüşlerinden, dolayısıyla siyasetinden soyutlanamaz, soyutlanamamakta; bundan payını almaktadır. Dolayısıyla hukuk devleti ya da hukukun üstünlüğü konularında tarihin sonu gelmemektedir; nitekim gelmemiştir de.5

Özetle, hukukun üstünlüğü temeline dayanan devlet, halka yararlı olmak peçeleme gerekçesiyle halk adına halkın yarattığı katma değerlerden ve halktan aldığı vergilerden zorla pay alan ya da bu ortamı yaratan silahlı bir güç değil; tam tersine varlık nedeni, insanını, halkını mutlu ve özgür kılmak olan, onlara sürekli hesap veren, içi görünürcesine saydam ve hukuksal bir yapıdır.

Demek, hukukun üstünlüğü ilkesi her açıdan geniş bir ufuktur. Dolayısıyla yeni bir hukuk düzenine doğru yol alınırken temel dayanak hukukun üstünlüğü ilkesi olmalıdır.

------------

1- Ayrıntılı bilgi için bkz. Cohen-Tanugı, Le droit sans l’ Etat, sur la démocratie en France et en Amérique, Paris, 1987.

2- A. Rechtsstaat, F. Etat de droit, İn. State of law, İ. Stato di diritto, İs. Estado de derecho). Hukuk devleti kavramını Almanya’da “hukuk tabanında duran devlet”, “kendini hukuk üzerine kuran devlet” biçiminde ilkin Kant ortaya atmış; 1798’de Placiding ve 1813’te Welcker bu­günkü deyişle “hukuk devleti” (Rechtsstaat) terimini kullanmışlardır (Özlem, Doğan, Tarihselci Düşünce Işığında Bilim, Ahlak ve Siyaset, s. 69, 85.

3- A. Staatsräson, F. la raison d’Etat, İn. The reason of State, İ. la ragione di Stato, İs. la razón de Estado, OT. Hikmet-i hükümet.

4- F. suprématie du droit, İn. supremacy of law, İ. supremazia del diritto, İs. supremacía de derecho.

5- Özlem, Doğan, Tarihselci Düşünce Işığında Bilim, Ahlak ve Siyaset, İstanbul, 2016, s. 73, 100, 101.

Her yerinden dökülen bir eğitim sistemi Yaşar ÖZAY/12 Mart 2022

Eğitim sistemimiz bir yamalı bohçaya dönmüş durumda. 20 yıllık Ak Parti döneminde 9 Millî Eğitim Bakanın değiştiği, her gelenin kendine göre bir sistem ortaya koyduğu sistem içinden çıkılmaz bir hale döndü. Eğitim sistemimiz, uluslararası (PISA ve TIMSS) sınavlarda başarılı olmadığı gibi, ulusal (LGS, LYS, YGS) sınavlarda da başarıyı ortaya koyamadı. Eğitim fakültesinden mezun olan öğretmen adayının ÖABT'de kendi branşında sorulan 40 soruda, yüzde 20'lik başarı sergilemesi ayrı bir çıkmaz. Bütün eğitim kurumlarımızda yabancı dil eğitimi var. Ama konuşmada "What is your name?" demekten öte bir şey öğrenemeyen, dört işlemi yapmaktan aciz, kendisini doğru şekilde ifade edemeyen öğrenciler, ilk 500'e giremeyen üniversiteler, uluslararası yayını olmayan öğretim üyeleri ile temsil edilen okul öncesinden üniversiteye kadar her yerinden dökülen bir eğitim sistemimiz var.

Peki nerede yanlış yapıldı?

Eğitim sistemimizin başında milli olduğu yazılı. Fakat bu millî sözcüğü burada bizden olsun yandaş olsuna dönüşmüş durumda. Her gelen hükümet kendine göre bir eğitim sistemi ortaya koymaktan, sonuçları ne olursa olsun ortaya koyduğu sistemi savunmaktan vazgeçmedi. Sistemi sloganlarla götürmeye çalıştılar. Geçmişte Turgut Özal'ın dindar nesil yetiştireceğiz. Bir elinde Kur'an, bir elinde bilgisayar olacak söylemi bütün bir milleti heyecanlandırmıştı. Nedense ortaya bir felsefe konulamamıştı. Oysa eğitim sisteminin bir felsefesi olmak zorunda. Yamalı bohçaya dönen eğitim sistemi, bu bağlamda felsefesizdir. Sorun bu değildir. Sorun bu felsefi temele ilişkin düzenlenmeyen, içsel tutarlılığı olmayan eğitim sistemi ve yapısıdır. Müfredat ve sistem bir birbiriyle uyumlu değildir. Bu yüzden de, eğitim sistemimizin köşe taşları, ana fikir ve düşünce sistemleri ortaya çıkmamıştır.

Siyasal sistem

Eğitim sistemimiz aşırı derece politize edilmiş bir özelliğe sahiptir. Eğitim sisteminin siyasal işlevi vardır ancak, siyasallaştırılma işlevi yoktur. Cumhuriyet döneminde iktidara gelen hükümetler eğitim sisteminin kalitesini artırmak yerine, eğitim sistemini ele geçirip potansiyel seçmen yetiştirme amacına hizmet etmişlerdir. Bu sebeple koalisyon hükümetlerinde bile Millî Eğitim Bakanlığı hangi partinin elinde olacağı tartışma konusu olmuş, hatta koalisyonların oluşumunu dahi engellemiştir. Eğitim sisteminin lâik ve bilimsel eğitimden uzaklaşması, eğitim sisteminde gerilemeye neden olmuştur. Lâik ve bilimsel eğitim, çağdaş düşünce sisteminin öğrencilere kazandırılması açısından son derece önem arz eder. Lâik ve bilimsel eğitim anlayışı, öğrencilere analitik düşünme, problem çözme, inovatif düşünme ve girişimcilik gibi becerileri kazandırma açısından 21. yüzyıl becerileri ile tutarlılık göstermektedir.

Sekiz yıllık eğitim

Eğitim sisteminde imam hatiplerin hızını kesmek için 1997 yılında getirilen 8 yıllık kesintisiz eğitim ve katsayı uygulaması, aynı zamanda mesleki ve teknik eğitimin de sonunu hazırladı. Mesleki ve teknik eğitim kurumlarının güncelliğini yitirmesi, öğrencilerin genel ortaöğretime yönelmesine, bu durum da işsiz, mesleksiz bir genç kuşağın ortaya çıkmasına neden oldu.

Her bir üniversite uygulaması politik açıdan desteklenebilir olmasına rağmen, mesleki ve teknik eğitim kurumlarına zarar verdi. 1990'lı yıllarda üniversite sınavına giren her 100 öğrenciden yüzde 6'sı üniversiteye yerleşirken, üniversite sayısının ve kontenjanların artmasına paralel olarak, gençler ortaöğretime yöneldi. Üniversite eğitimi cazip hale geldi. Üniversiteyi bitiren fakat iş bulamayan, eğitim aldığı alanın dışında farklı alanlarda çalışmak zorunda kalan bir kuşak ortaya çıktı. Üniversite mezunlarının taleplerini karşılamak, işsizliği azaltmak için pedagojik formasyon uygulaması yapıldı. Para karşılığı verilen sertifikalarla 400 binin üzerinde atanamayan öğretmen grubu yaratıldı. Pedagojik formasyon sertifikası alan herkes kendisini öğretmen olarak gördüğü için, kendi asli mesleğinde de istihdam alanı bulamadığında, huzursuz, mutsuz ve geleceğinden endişeli bir genç nüfus yaratıldı.

Eğitim kavramı unutuldu

Eğitim sistemimiz, merkezi sınavlardan dolayı, eğitim kavramını unuttu, öğretime odaklaştı. Öğretime odaklaşmasıyla birlikte daha fazla öğretmek için yeni dersler açıldı, program zenginleştirildi, yeni kitap ve yardımcı kitaplarla desteklendi. Her şeyi öğretme istek ve arzusu öğrencilerin bireysel özelliklerinin göz ardı edilmesine neden oldu. IQ seviyesi 80 olan ile IQ seviyesi 120 olan öğrenciye aynı müfredat uygulanarak eşitlenmeye çalışıldı. Sonucunda da okuduğunu anlamayan, temel matematik, fen okuryazarı olmayan bir nesil yetişti. Eğitim sistemini siyasallaştırırken, yönetim kademesini de ihmal etmedik. İktidar partileri, iktidara yakın sendika ve STK'lar, yönetici atama sürecine müdahale etti. Liyakatsiz ve yetersiz kişileri eğitim ve okul yöneticisi yaptı. Çalışkan, yetkin ve becerikli öğretmenler bilgisiz yöneticilerin insafına terk edildi

Eğitim sistemimizde "devlet okulu" kavramı, süreçte bilinçli olarak değersizleştirildi. Özel okulların oranını artırmak amacıyla, kamusal kaynaklarla destek sağlandı. Kamuoyunda nitelikli eğitimin adresi olarak özel okullar gösterildi. Özel okullar ile özel üniversiteler paralellik kazandıkları için, maddi durumu iyi olan ancak başarısız öğrencilerin bir şekilde diploma alıp meslek sahibi olacağı algısı yaratıldı. Özel okullar devlet okullarında başarılı olan öğrencileri burslu olarak transfer edip, başarı listelerini süsledi. Üniversiteler eğitim sisteminde yaşanan sorunların çoğu zaman hem nedeni hem de sonucudur. Rektör atamalarındaki uygulamalar, üniversitedeki bilimsel çalışma ortamını olumsuz yönde etkilediği gibi, çalışma barışına da zarar verdi.

Eğitim sisteminin sorunlarını yanlış çözdük. Batı'daki her yeni gelişmeyi, uyarlamadan, ihtiyacımız olup olmadığını sorgulamadan, doğrudan alıp uyguladık. Kısa vadede somut sonuç bekledik. İstediklerimiz olmayınca hızlıca çöpe attık yeni arayışlara girdik. Batı'nın bazı kavramlarını yanlış anladık, yanlış çevirdik. Eğitimsel sorunların çözümünü milli ve bize özgü yöntemler yerine, ithal çözümler ürettik. Sonuç olarak bu eğitim sistemi ile birkaç kuşak kaybettik, bu gidişe dur demez isek kaybetmeye de devam edeceğiz

8 Mart 2022 Salı

Türkiye için Avrasyacılık bitti Galip Dalay-08/03/2022

Oxford Üniversitesi Tarih bölümünde doktora çalışmalarını yürüten, küresel politika analisti, KARAR yazarı Galip Dalay, Rusya'nın Ukrayna’ya yönelik işgal operasyonunun içte ve dışta doğuracağı politik sonuçlarından bahsetti. Dalay, Türkiye'nin 'Avrasyacı tahayyülünün' sonuna gelindiğini vurgulayarak "Avrasyacı tahayyülün Türkiye’nin iç ve dış politikası için bir gelecek oryantasyonu olmayacağı üç aşağı beş yukarı bu süreçte ortaya çıktı. Bundan sonra muhtemelen Kanal İstanbul hadisesi başka çerçevede tartışılacaktır. Toplumun Kanal İstanbul hassasiyetleri, soru işaretleri artacaktır" diye konuştu.

 YENİ OLUŞACAK SİSTEM NEYE BENZEYECEK?

 - Bu sürecin tetiklediği uluslararası sistemdeki değişim ve dönüşüm nasıl olacak? Yeni oluşacak olan sistem böyle giderse neye benzeyecek?

Doğru bir soru, Rusya’yı tanımlarken şunu her daim aklımızda tutmamız lazım. Rusya, ABD’den daha fazla nükleer başlığa sahip olan ama İspanya kadar ekonomisi olan bir ülke. Daha farklı ifade edersek, ekonomisi Batı ekonomisinin yüzde 4’üne tekabül ediyor. Batı derken ABD, İngiltere ve AB’nin toplamını kast ediyorum. Rusya jeopolitik bir aktör; geniş bir orduya, silah sanayisine, enerji yataklarına ve nükleer teknolojiye sahip bir ülke. Ama diğer alanlarda kayda değer bir başarısı yok. Yüksek teknolojili bir aktör değil, eğitimde bir aktör değil. Uluslararası finansta değil. Gelişmiş ve çeşitlendirilmiş bir ekonomiye sahip değil.

Bu nedenle Rusya bugün Batı için jeopolitik bir tehdidi temsil ediyor. Çin ise sistemik bir tehdit.

Batı’nın Rusya ve Çin ile rekabeti bir süre sonra sistemik ve jeopolitik söylem setinin dışına çıkmaya namzet gözüküyor. Kısa vadede bu rekabet otokrasi-demokrasi rekabeti olarak lanse ediliyor ve daha da fazla edilecek. Bu şekliyle de otokrasinin de demokrasinin de jeopolitize edildiği bir dönemden geçiyoruz, her iki kavram da jeopolitikleşiyor. Buradan da sadece otokrasi-demokrasi rekabeti söyleminin yeterli görülmeyeceği, bunun yerine medeniyet kavramı ve kategorilerinin etrafına örülmüş siyasal, söylemsel ve değersel bir tartışma ekosisteminin içinde kendimizi bulabiliriz. Yani bu sert rekabet ve kapışma kamusal yansımasını medeniyet söyleminde bulabilir. Ruslara karşı kullanılan ırkçı, tahkir edici nefret söyleminin ötesinde, yeni bir medeniyetçi söylemin inşasına dair emareler ortaya çıkıyor.

Daha önce kutuplaşmayı mümkün, sürdürülebilir kılan bir şey vardı. Bu blokların kendi dünyalarında yaşamasından kaynaklanan bir sürdürülebilirliği bulunuyordu. Doğu Bloku kendi içinde üretip kendi içinde tüketiyordu. SSCB ile ticarette belli sınırlamalar vardı ama enerjiyi, birçok teknolojiyi kendi içinde üretip tüketiyordu. Batı da bağımsız şekilde üretip tüketiyordu. Otoriterleşmenin ve demokrasinin iki kutup halinde nüfuz ettiği durumda böyle bir şey yok. Bunu kullanabiliyor bugün Batı, Rusya’ya karşı. Bunlar nasıl kutuplaşacaklar, son tahlilde aynı havuzun içindeler. Ne kadar mümkün olacak, nasıl sınırlar çizilecek? Rusya’nın fişini çekiyor Batı ama Çin’in fişini nasıl çekecek? Bu, kendi fişini de çekmek anlamına gelecek aynı zamanda…

Yeni dönemin güçlüklerinden bir tanesi bu. Biraz önce de belirttiğim üzere, Soğuk Savaş bittikten sonra bir tarafın sistemi globalleşti. Çin bugün Batı’ya alternatif sistem önererek yükselmiyor. Batı’nın sistemini en az Batılılar kadar iyi kullanarak yükseliyor. En az Batılılar kadar kapitalist. Buna karşın, Çin’in siyasal sistemi ise arkaik. Bir taraftan hâlâ tek parti, komünist yönetim ile yönetilen bir ülke, diğer yanda en az ABD kadar da kapitalist.

'ÇİN, BATI'NIN MEVCUT DÜZENİNİN KAZANANI'

- Küreselleşmenin içinde iç içe daha küresel ve daha az küresel halkalar oluşabilir mi?

Aynen öyle, küreselleşme içindeki farklı halkaların farklı ölçekte küreselleşme süreçlerine dahil olduklarını ve onun nimetlerinden faydalandıklarını görüyoruz. Bu hep böyleydi zaten. Daha da hız kazanacak. Peki Çin gerçekten sistemik ölçekte Batı’ya meydan okumak istiyor mu? Çin, Batı’nın mevcut düzeninin kazananı konumunda. Rusya’nın kaybetme hadisesi biraz da buradan kaynaklanıyor. Rusya “Eğer Çin, Batı’ya alternatif uluslararası bir ekonomi düzeni kursaydı, Rusya buna entegre olur” derdi. Ancak Çin mevcut uluslararası ekonomik sistemin tamamıyla parçası. Bu nedenle de Batı ile bu ölçekte sert kapışmaya giren, bu ölçekte oradan kopan bir Rusya’nın Çin’in küçük ortağı olmaktan başka şansı yok.

Çin, Rusya’ya eşit ortak muamelesi yapmaz. En nihayetinde bu iki ülkenin siyasal psikolojileri farklı. Çin yükselişte olan bir gücün siyasal psikolojisine sahip. Rusya ne kadar jeopolitik meydan okuma naraları atarsa atsın, düşüşte olan bir ülkeyi temsil ediyor. Ve düşüşte olan bir ülkenin siyasal psikolojisine sahip. Bu nedenle buradan alternatif bir sistem çıkacağını düşünmüyorum. Çin’i uluslararası iktisadi düzenin dışına atarsanız alternatif bir düzen inşa edebilir, o kapasitesi var. Rusya jeopolitik bir aktör. Rusya, alternatif bir uluslararası ekonomik düzeni inşa edebilecek kapasiteye sahip değil ve Çin de Rusya için böyle bir işe girmez. Ruslar, Çinlilerin küçük ortaklarına nasıl davrandıklarını görmek istiyorlarsa Çinlilerin İranlılara nasıl davrandıklarına baksınlar. Çinliler İranlıların uluslararası yaptırımların altında olmalarını sonuna kadar kullanıyorlar.

'AVRUPA'NIN BÜTÜN KITAYI İÇERECEK BİR GÜVENLİK MİMARİSİ OLMAYACAK'

İkinci parçalanma, Avrupa güvenliğinde ortaya çıkıyor. Uzun süre Avrupa güvenliği başlığında liderlerin dile getirdiği şu yaklaşım vardı: ‘Soğuk Savaş bitti, biz Rusya’ya daha önce düşman gözü ile baktık. Tehdit olarak gördük. Ama Soğuk Savaş bitti, yeni dünyadayız. Bu yeni dünyada Rusya’ya, bir düşman gözüyle değil Avrupa güvenliğinin partneri gözü ile bakmalıyız” tarzı söylemler Avrupa’da yaygınlık kazanmaya başlamıştı. Macron da bunu dile getirdi. Rusya’ya artık tehdit değil, partner gözü ile bakmalıyız dedi. Almanya da benzer şekilde ifade etti. Türkiye’nin Rusya’dan S-400 almasının stratejik anlamı ne ise, Almanya’nın Rusya ile yaptığı Kuzey Akım-2 projesinin stratejik anlamı da odur. Aslında uzun süredir Avrupa güvenliği daha bütünlük içinde bir çerçevede sağlanabilir mi tartışması yürütülüyordu. Şimdi Avrupa güvenliği tartışmasının bütün ekosistemi değişti. Neyi kastediyorum? Artık şu net, Avrupa’nın bütün kıtayı içerecek bir güvenlik mimarisi ortaya çıkmayacak. Avrupa’nın Batı, AB, NATO, Avrupa’yı kapsayan bir güvenlik mimarisi olacak.

'BU MİMARİDE TÜRKİYE'NİN KONUMU HENÜZ TANIMLANMIŞ DEĞİL'

- Güvenlik mimarisi parçalı değil miydi zaten? Monolotik, yekpare bir Avrupa güvenliği zaten yoktu…

Yoktu ama Rusya burada nasıl yer almalı diye tartışmalar vardı.

Gerçekçi miydi? Eğer NATO daha önce genişlemiş olsaydı, Ukrayna’yı alsaydı, bugün Rusya bunu yapamazdı yorumları da var. Rusya’nın Avrupa güvenlik mimarisinin parçası olduğunun düşünülmesi ne kadar gerçekçiydi? Bugün yaşananda bu bakış açısı ne kadar sorumlu?

Şüphesiz meşru bir soru, bugünkü kadar düşman gözüyle tanımlanmayabilirdi. Avrupa güvenliğinde Rusya’nın konumuna dair tartışmalar sona erdi. Burada gri kalan kalmadı. Rusya Avrupa Güvenlik mimarisinin net düşmanı, tehdit edeni konumuna geldi. İkincisi, daha önce Avrupa güvenliği tartışmalarını tetikleyen hususlardan biri de ABD’nin Asya-Pasifik’e daha fazla yoğunlaşacağı, asıl rekabet ve kapışmanın Çin ile olacağı ve bu nedenle Avrupa’daki yükümlülüklerini azaltacağına dair öngörü idi. Şimdi bu da kısmen revize edilecek. ABD artık iki tehditli bir stratejiye yönelecek gibi. Dolayısıyla Amerika’nın Asya-Pasifik’teki rekabet nedeniyle Avrupa’ya sırtını dönebileceğine dair analizlerin şu an için doğru olmadığı ortaya çıktı. Üçüncüsü Brexit’ten sonra İngiltere ile Avrupa arasında hoşnutsuzluklar, Avrupa güvenlik mimarisinde İngiltere’nin pozisyonunun nasıl bir mahiyette olacağına dair kafalarda soru işaretlerinin doğmasına yol açmıştı. Son yaşananlar, Ukrayna’da İngiltere’nin Batı’nın en aktif bir-iki ülkesinden biri olmasının da hasebiyle, şöyle bir resim ortaya çıkardı. Brexit’e rağmen İngiltere, Avrupa güvenlik mimarisinde çok önemli bir rol oynayacak. Burada asıl mesele Türkiye’nin konumunun tanımlanması ile alakalı. Avrupa güvenlik mimarisinde Türkiye’nin konumu henüz tanımlanmış değil.

SERT JEOPOLİTİK MÜCADELE, DEĞER SÖYLEMİ VE YENİ MUHAFAZAKÂRLIK

Türkiye’ye geçmeden önce, bugüne kadar uluslararası jeopolitik dengeler, sistemik değişiklikler iç siyasetleri de etkiledi. İkinci Dünya Savaşı bitiminde kurulan yeni sistem birçok ülkede komünist rejimleri, anti-kapitalist rejimleri doğurdu. Diğer yanda Türkiye, Rusya korkusu ile küçük Amerika olmaya çalıştı. İç yapısında demokrasiye, çok partili yapıya Rusya korkusu yüzünden geçti. Demokrasiler-otokrasiler arasındaki kamplaşma süreci iç siyasetleri nasıl etkiler? Ülkeler içinde Rusya’ya yakın unsurlar tasfiye mi olacak? Basın özgürlüğü olabilir, teşebbüs hürriyeti olabilir, nasıl bir iç siyasal bir dinamik bekliyor küresel olarak birçok ülkeyi?

Buna benzer süreçler, ülkelerin jeopolitik kimliklerini veya global jeopolitiğin mahiyetini belirlemek ile kalmıyor. Ülkelerin iç siyasetine de boyasını çalan bir mahiyeti var. Bu yaşadığımızı 1945 sonrasında yaşananlarla 11 Eylül 2001 tarihinden sonra yaşananların karışımı bir şey olarak okuyorum. 45 sonrasında yeni bir sistem doğdu. 11 Eylül ise Batı’nın ortak ötekisini Müslümanların üzerinden inşa etti. Yeni dönemde ise hem jeopolitik hem kimliksel tarafı güçlü olan bir sürece gidiyor gibiyiz. Dış politikada veya jeopolitik düzlemde girdiğimiz yeni süreçte Batı’nın ortak ötekisini Rusya ve Çin oluşturacak. Rusya ve Çin merkezli dil duyacağız. Bu dil, demokrasi-otokrasi merkezli gidecek. Bu dilin değersel ve medeniyetsel yansımaları, tonları, rengi olacak.

İç politikalarda bu sürecin yansımalarını göreceğiz. Son yıllarda Avrupa’da özellikle aşırı sağcı partilerin Putin imgesi ile özdeşleşmesinin bir sonucu olarak, aşırı sağ partilerin ciddi manada hem meşruiyet hem kimliksel kriz yaşayabilecekleri bir döneme giriyoruz. Batı ile Rusya arasındaki kapışma derinleşir ve uzun erimli bir döneme girerse, ki elimizdeki veriler, ilk işaretler bunu gösteriyor, bu, mevzubahis partilerin kimliksel krizlerini biraz daha da ön plana çıkaracak.

GÜÇLÜ TEK ADAM REJİMLERİNİN SONU MU?

Türkiye’de de neo-con meselesini tartışmamız gerekecek. Rusya’ya gösterilen tepki, jeopolitik meydan okumaya karşı jeopolitik karşı duruşun ötesine geçti. Çok toptan, çok holistik bir tepki var. İnsanın aklına gelmeyecek bir tepki süreci yaşanıyor. Güvenlik dengelemesi değil, bile isteye bir kutup oluşturma, daha ciddi bir öteki yaratmaya dair. Türkiye’de ise iki başlığı ele almak lazım. Birincisi, sistemik yeniden kurulma konusunda İnönü’nün meşhur “Yeni bir dünya kurulur ve Türkiye orada yerini alır” sözü. Fakat burada problemler var. Türkiye’yi yeni kurulan düzende kim nerede görmek istiyor, bu önemli. Türkiye’nin şu ana kadar getirdiği jeopolitik bagajları var. Geçmişi, ait olduğu eski kamp, alışkanlıkları, değerler silsilesi var. Ancak, siyasal ve jeopolitik geçmişin örtüşmediği Rusya ile daha önce olmadığı kadar angaje olan bir cari durum söz konusu. Dünyanın Türkiye’ye bakışından hareket edersek Türkiye nasıl konumlanacak?

Önce iç siyasal trend ile alakalı bir şey ekleyeyim, oradan Türkiye’ye geçeyim. Uzun süredir global siyasette güçlü tek adam rejimleri revaçtaydı, bu güçlü tek adam rejimlerinin nirvana’sını, en sembol ismini Putin temsil ediyordu. Putin bir dönem güçlü tek adam rejimlerinin en güçlü argümanıydı: “Soğuk Savaş’tan sonra küçümsenmiş, dağılmış bir Rusya’yı tekrardan canlandırdı ve küresel çapta güçlü bir devlet olarak tarih sahnesine döndürdü, itibar kazandırdı” deniyordu. Orbán’dan Modi’ye giden resimde asıl referans Putin’e yapılıyordu. Bugün Putin yaptığı ile güçlü tek adam rejimlerinin aleyhine en büyük örneği de temsil etmeye başladı. Putin’in yaptıkları, tek bir adama bu kadar yetki vermenin ne kadar tehlikeli olduğunu gösterdi. Ülkesini global siyasette kısa sürede paryaya dönüştürmeyi başardı… İnsanlar canlı yayında her gün, bir adam yüzünden bir ülkenin ne kadar geri gidebileceğini, nasıl paryaya dönüşebileceğini, ne büyük bir hata yapabileceğini ve bunun sonucu olarak da ne ölçekte maliyet ödeyebileceğini görmeye başladılar. Bir ülkenin uluslararası ekonominin dışına atılabileceğini görmeye başladılar.

Belirsiz dönemler otoriteye duyulan ihtiyacı da artırabilir, insanların korktukça otoriteye daha fazla ihtiyaç duyacaklarını da dikkate almamız lazım. Bence Putin örneği sistemden ziyade tek adam rejimlerine yapılan yatırımların ne kadar yanlış olabileceğini herkese gösterdi. Yatırımlar sisteme mi yapılmalı, aktöre mi yapılmalı, tartışması vardı. Bunu kısmen 2017’de biz de yaptık Türkiye ölçeğinde. Sisteme değil aktöre yatırım yaptık, yani siyasal sistem değiştirdik ama siyasal sistem aktöre göre dizayn ettik… Bu mantığın yanlışlığını görüyoruz. Önümüzdeki dönemde güçlü tek adam rejimlerinin ciddi manada imaj kaybedeceği döneme giriyoruz gibi.

JEOPOLİTİK KIRILGANLIK, ANTİ-RUSYA DOZAJINI BELİRLİYOR

Türkiye’nin sistemdeki yerine dönecek olursak…

Mevcut Ukrayna krizinde Türkiye için birçok meydan okuma var. Her şeyden önce Ukrayna’nın kendisi Türkiye’nin önemli ticaret partneri, kuzey komşusu, güvenlik alanında önemli iş birlikleri yapılan bir ülke. Hem onun güvenliği hem de Karadeniz’in güvenliğinden dolayı önemli. Eğer Rusya, Ukrayna’yı kukla rejimle yönetecekse, Karadeniz’i büyük oranda Rus gölüne dönüştürmüş olacak demektir. Yarın bir gün Karadeniz’de başka bir ülkeye Rusya’nın benzeri bir hamlede bulunmayacağını kim ileri sürebilir? Bu tartışma ayrıca Rusların Avrupa güvenliği ile alakalı Amerikalılarla pazarlığını da temsil ediyor. Bir de bütün bunların sonucu uluslararası düzene bakan tarafı vardı.

Türkiye bugüne kadar şöyle bir siyaset izledi; çok sert bir şekilde anti-Rusya olmadan Ukrayna tarafında durmaya çalıştı. Yani anti-Rusya olmadan pro-Ukrayna olmaya çalıştı. Rusya’ya karşı birçok konuda kırılganlıkları var. Türkiye ile Batı’nın ortak zemini nedir? Türkiye birçok Batı ülkesinden de önce Ukrayna’ya askeri mühimmat, drone verdi. Ukrayna’nın askeri kapasitesini tahkim eden bir rol ifa etti. İkincisi, Ankara’nın söylem dozajını arttırdığını görüyoruz. İşgal ve savaş kavramının daha bolca kullanıldığı bir noktaya geldik. Üçüncüsü boğazlar kapatıldı. Yapılış tarzı da önemliydi. Bir yönüyle Montrö’yü uyguladı diğer yönüyle de yapılış tarzına kendi yorum ve tarzını kattı. Hukukçuların da ifade ettiği gibi Türkiye, Montrö’yü sadece uygulayan ülke değil aynı zamanda onu yorumlama hürriyetine de sahip.

TÜRKİYE, BATI'DAN HANGİ YÖNLERİYLE AYRIŞIYOR?

Peki Türkiye Batı’dan hangi alanlarda ayrışıyor? Birincisi, ekonomik yaptırımlara henüz katılmadı; ikincisi, hava sahasını kapatmadı. Ekonomik yaptırımlara katılmama sebebi, Türkiye’nin diğer Batı ülkelerinden daha fazla Rusya’ya karşı kırılganlıkları var. Rusya, Türkiye’ye en fazla turist gönderen ülke, ikinci en fazla enerji sağlayan ülke konumunda. Yaklaşık 34 milyar dolarlık ticaret hacmi var iki ülke arasında. Mersin’de nükleer reaktör yapıyor. Liste uzayabilir… Dolayısıyla Rusya’ya karşı ekonomik kırılganlık var. Ve ekonomik krizden geçtiğimiz süreçte bu hadise gerçekleşiyor. Son olarak da Türkiye’nin bir yaptırımlar hafızası da var. Hem Körfez Savaşı sonrası Irak hem de İran yaptırımlara maruz kaldığında Ankara da maliyet ödedi. Bunlardan Türkiye de ciddi manada etkilendi. Diğer Batı ülkelerinden farkı, Türkiye’nin ciddi anlamda jeopolitik kırılganlıkları var. Kriz, çatışma alanlarında siz Rusya ile birebir hem çalışıyor hem çatışıyorsunuz. Rusya İdlib üzerinden yüz binlerce mülteci gönderebilir. Jeopolitik kırılganlık, Türkiye’yi anti-Rusya dozajını ayarlamak zorunda bırakıyor.

Türkiye Rusya-Ukrayna arasında klasik bir dengeleme siyaseti izlemiyor, yani net şekilde Ukrayna tarafında. Fakat asıl meselesi Rusya karşıtlığının boyutunu ve dozajını ayarlama. Türkiye siyasetinin parametrelerini ne belirler? Birinci nokta, bu krizin ne kadar derinleşeceği. Bu Rusya için uzun erimli bir batağa mı dönüşecek yoksa belli bir süre sonra Rusya kukla bir rejim inşa etmeyi başaracak mı, yoksa Batı Rusya ile jeopolitik kapışmasını daha üst zemine mi taşıyacak? Ayrıca Türkiye ile Batı arasında son dönemlerde gerçekleşen pozisyonel yakınlaşma aktif iş birliğine dönüşecek mi? Bu noktada Amerikalıların Türkiye’nin F-16 talebini karşılayıp karşılamaması bize bir şey söyleyecek. Bu alanlar, Türkiye’nin Rusya karşıtı dozajını belirlemede ciddi etkiye sahip olacak. Yaptırımlara aktif katılmayacak ama bu yaptırımların sistemik özelliği olması sebebiyle pasif katılmak zorunda kalabilir, en azından bir kısmına.

Türkiye’nin uluslararası konumuna gelecek olursak, durum şu son yıllarda Türkiye dış politikasının en moda tabiriyle “stratejik dengeleme, jeopolitik dengeleme” idi. Türkiye; Batı, Rusya, Çin arasında dengeleme siyasetini gözettiğini söylüyordu. Bu kavram Batı ile Rusya arasındaki ilişkilerin savaş değil rekabet kavramı ile değerlendirildiği bir dönem için geçerliydi. Eğer konuştuğumuz şey rekabet ise gri alanda kalabiliyorsunuz, dengeleme yapabiliyorsunuz ama eğer hadise savaşa dönüşmüş ise ve siz de kurumsal olarak NATO’nun parçası iseniz, orada stratejik dengeleme siyasetinin de limitlerine geliyorsunuz. Bu siyaseti kenara bırakmak zorunda değilsiniz ama bu siyasetin kullanım değerinin, süresinin epey limitlerine geldiğini göreceksiniz. Türkiye dış politikasının bu üst çatısını oluşturan çerçeve şu anda krize girdi. Yeni dönemin, Türkiye’nin NATO kimliğini daha fazla vurguladığı, daha fazla ön plana çıkardığı bir dönem olacağı kanaatindeyim. Ama Batı ile bu yakınlaşma iş birliğine dönüşecek mi, Batılılar aktif olarak karşılıklı kanalları açacak mı; bunun da önemli olacağı kanaatindeyim. Her hâlükârda Rusya’nın uluslararası sistem içinde paryaya dönüştüğü, dışarı atıldığı bir dönemde “Rusya ile Batı’yı dengelerim siyaseti”nin kullanım değerinin limitlerine geldik. Bunun hem dış hem iç politikada sorun olacağı kanaatindeyim.

'AVRASYACILIĞIN SONUNA GELDİK'

Son yıllarda Türkiye’de bir Avrasyacı tahayyül revaçtaydı. Kanaatimce, bu Avrasyacı tahayyülün sonuna geldik. Avrasyacı tahayyülün Türkiye’nin iç ve dış politikası için bir gelecek oryantasyonu olmayacağı üç aşağı beş yukarı bu süreçte ortaya çıktı. Bundan sonra muhtemelen Kanal İstanbul hadisesi başka çerçevede tartışılacaktır. Toplumun Kanal İstanbul hassasiyetleri, soru işaretleri artacaktır.

Sistemik bir meseleden bahsediyoruz. Türkiye, Batı ile ilişkilerini büyük oranda sistemik, jeopolitik başlıklar belirledi. Biz 1856’da Paris Anlaşması’na Kırım Savaşı sonrası dahil olduk. NATO’ya Soğuk Savaş ve Sovyet tehdidinin sonucunda dahil olduk. Bugün de Türkiye-Batı ilişkilerinin geleceği Brüksel’deki bürokratlarca değil global süreçlerin bizi götürdüğü global süreçler, büyük güçler rekabeti tarafından belirlenecek"