18 Şubat 2022 Cuma

Bizde o ortam yok da, bizim ortam nasıl ortam? İskender Öksüz-18/02/2022

Bizim insanlarımızın, yurt dışındaki başarı hikâyeleriyle gurur duyuyoruz. Aziz Sancar gibi, Özlem Türeci ve Uğur Şahin gibi, rahmetli hocam Oktay Sinanoğlu gibi tanınmışlardan başka, basınımızda adı geçen fakat birinci grup kadar yaygın tanınmayanların isimlerini geçen yazımda vermiştim. Kısa ve rastgele ama göğüs kabartan bir listeydi. Sonra sordum: Niçin burada değiller? Ardından bir yorum yapmıştım: Mülakatta kalırlardı her halde! Bu yorum ne kadar ciddî, ne kadar şaka? Samimiyetle söyleyeyim, emin değilim. Ciddiyeti yarıdan fazla galiba.

Bu noktaya gelindiğinde genellikle, “Burada o ortamı bulamıyorlar.” denir. “Bu ortam” anahtarı bütün kapıları açar. Ortam… Hani doğa bilimlerinde “ekosistem” denilen şey. Öyle ya penguen Kızıl Deniz’de yaşayamaz. Deveyi Finlandiya’ya götürüp üretemezsiniz. Hadi daha kibar örnek olsun, kaktüs, Alaska’da yaşamaz; kardelen, Mısır’da. İşte tıpkı bunun gibi bazı insan tiplerinin hoşlanacağı, bazılarının da tahammül edemeyeceği, yaşayamayacağı ortamlar vardır, ekosistemler vardır demek ki.

BİZİM ONLARA İHTİYACIMIZ YOK Kİ!

Bilim adamlarımızın, yenilikçi girişimcilerimizin bulamadıkları ortam ne ola ki? Tek tek sayılır: Laboratuvar yok, maaş az vs., vs., vs.. İşin aslı başkadır. Gerçekten ortam yoktur ama mesele laboratuvardan ibaret değildir. Uçak konmayan havaalanları, geçilmeyen köprüler yapan bir ülke için laboratuvar, bunların zekâtı bile değildir. Öyle hovardaca harcamalarımız var ki, birkaç bilim ve fikir adamına boş harcamalarımızın onda birini versek istediklerinden fazla gelirleri olur. Bulunmayan ortam bu değil.

Ortam gerçekten yok. Çünkü bu ortamın, bu Türkiye’nin, bilim adamlarına, fikir adamlarına ihtiyacı yok! Belki daha doğru ifade şudur: Öyle bir ihtiyacı, ne biz duyuyoruz ne de her kademedeki kamu veya özel sektör duyuyor.

Şimdi üniversiteyi düşünün. Hiç “Şu araştırmaya yeterli fon ayırıyoruz.”, “Hayır ayırmıyoruz!”, “Falan alandaki bilim adamlarına ihtiyacımız var, ne yapıp edip bulalım, yetiştirelim.” gibi bir tartışmaya şahit oldunuz mu? Kulağımıza çarpan, bazen de yüreğimizi yaralayan tartışmalar bambaşka: “Falanca efendi rektör olsun mu? Filanca kişi gerçekten bütün akrabalarını üniversiteye mi almış? Hiç mi atıf almamış? Ne! Yayını da mı yokmuş!” Belli ki bizim üniversiteden beklediğimizle, o “ortamın” bulunduğu ülkelerdeki üniversitelerden beklenenler aynı değil. Bizim ihtiyaçlarımız daha farklı. Belki doğru söz, “daha süflî”. Maslow piramidinin en altında. Biz, “Biraz da biz yiyelim!” diyoruz.

BİRAZ DA BİZ YİYELİM EKOSİSTEMİ

Özel sektör yatırımcısını düşünün. Neyi tercih etsin? Her 5 yeni girişimden 4’ü ilk yıl batıyor. Birinci yıl ayakta kalan her 5 girişimden 4’ü de beşinci yıl sonuna kadar batıyor. Zaten bir teşebbüsün, bir yatırım maliyetini çıkarması için 5 ila 10 yıl gerekir. 5 yılda çıkaranlar istisnadır. Mesela Amazon, onlarca yıl bilançosunda kâr göstermemişti. Çünkü hedefi büyümekti.

Şimdi siz, Türkiye’de yatırımcı olsanız, iş insanı olsanız, yenilikçi yatırımı mı tercih edersiniz; büyücek bir hafriyat (toprağı kazıp taşıma) ihalesi peşinde koşmayı mı? Geçiş garantili köprüler, hasta garantili hastaneleri mi, bağışıklık tedavisini mi tercih edersiniz? Hele garantiler dolar cinsindense! Hatta bir adım daha ileri gidelim: Kendi başınıza iş yapmayı mı, devlete çalışmayı mı tercih edersiniz?

Eğer birinci yolu tercih edenler çoğunluktaysa, bu da dönüp tekrar ortamı etkiler. Derler ki, ceviz ağacı da çam da, altında başka cins bitki yetişmeyecek şekilde toprağı zehirler. Burada da benzer bir mekanizma çalışır. Çünkü piyasada yatırılacak paranın, açılacak kredinin hacmi sonsuz değildir. Kârlı olan kamuya çalışmaksa kamu da kendine çalışanlara verilecek parayı, yine kamudan alır: Vergi alır. Zam yapar. Bunlar yetmezse karşılıksız harcar, bu da enflasyon yapar. Sonuçta, yukarıda saydığım kâr garantili işler, hemen bütün kaynakları emer bitirir. Başka teşebbüslere kaynak kalmaz. Kredi piyasasında devletin, kaynakları tüketmesine “crowding out” diyorlar. Bu İngilizce söz, bir yeri kalabalıklaştırıp, başkalarının girmesine engel olmak anlamına geliyor. Ben işi kredi piyasasından daha geniş tuttum.

ÖZEL SEKTÖR DE ASLINDA DEVLET SEKTÖRÜDÜR

“Biraz da biz yiyelim.” ekonomilerinde, devlet sektörü, devlet sektörüdür, peki… Fakat devletten beslenen özel sektör de aslında devlet sektörüdür. Bu ekonomilerin sözde “iş adamları”, hayatlarında rekabet etmemişlerdir. Verimlilik, yenilik, risk hesabı yapmak gibi sıkıntıları olmamıştır. Yabancı ülkelerde de iş yapalım, mal ve hizmet satalım diye bir dertleri de yoktur.

Sonra bir gün iktidar değişir. Giden iktidar zamanında büyüyüp serpilen, o anlı şanlı firmalar da iktidarla birlikte göçü göçüverir. Çünkü onlar, kuvöze doğup, kuvözde büyümüş, kuvözde ihtiyarlamış, sakallı bebekler gibidir. Kendi başlarına ne beslenebilir, ne de nefes alabilirler. Onların yerini, yeni hafriyat ve inşaat firmaları alacaktır. Yenilikçi yatırım arayanlar, bilimin sınırlarını genişletmeye çalışanlar da uygun ortamlara göçmeye devam eder. Sonra gazetelerde okuruz: Bir Türk harikalar yarattı! “At konuştu!”, “Toplama- çıkarma yapan kedi!” haberlerinin hemen yanındaki sütunda.

Yeme sırası bizde ekonomilerinde, sıranız geçmeye görsün. Aç kalırsınız, çünkü bileğinizin hakkıyla rızkınızı kazanmayı hiç öğrenmediniz ki.

Karamsar bir yazı oldu. Fakat yanlış değil. Tek tük istisnalar var. Basınımızın bu istisnaları vermekle işlediği günah da… Onları başka bir yazıda ele alayım.

16 Şubat 2022 Çarşamba

İslamcı(!) 28 Şubat yaşıyoruz Murat Aksoy/13 şubat 2022

Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Hayri Kırbaşoğlu, Türkiye’nin İslamcı(1) 28 Şubat dönemi yaşadığını ifade etti. Kırbaşoğlu; “28 Şubat” denilen süreçte, egemenlerin o gün statükoya biat etmeyen, boyun eğmeyen kesimlere uyguladığı baskıcı yöntemleri bugün bu siyasi iktidar aynen ve daha fazlasıyla kendisine biat etmeyen, muhalefet eden partilere, kişilere, kurumlara karşı tahammülsüz ve hırçın bir biçimde dozunu her gün arttırarak uyguluyor.” dedi.

AK Parti sadece muhafazakârlar için değil, farklı toplumsal kesimler için de bir umuttu. 20 yıllık iktidar deneyimine baktığımızda bu iktidar deneyimi muhafazakârlık açısından baktığımızda nasıl tanımlarsınız?

Üzüntü, hayal kırıklığı ve fiyasko. Bu fiyaskonun getirdiği siyasi, ekonomik, sosyal hemen hemen bütün kategorilerde maalesef tam bir yıkım ve çöküş. Bunu dışardan objektif bir bakışla herkesin görmesi mümkün, ülkenin içine düştüğü durumu rakamlar açısından baktığımızda bile kolayca görmek mümkün.

Bugün karşı karşıya olduğumuz tablonun, kendini kendisini dindar, muhafazakâr hatta sağcı milliyetçi olarak tanımlayan kesimler açısından çok daha vahim anlamı var.

Ne gibi?

Çözümün adresi ve kaynağı olması beklenen veya böyle olacağı iddia edilen, bu iddia ile yola çıkan bir dünya görüşü, maalesef problemin kaynağı haline ge(tiri)ldi ve bu memlekette, sol, sağ, liberal, Atatürkçü, milliyetçi vb. hiçbir ideolojinin yol açmadığı kadar büyük bir tahribata ve yıkıma yol açtı. Bu 20 yılın özeti budur; din dahil her alanda “tam ve kusursuz yıkım”.

Asıl vahim olan AK Parti’nin bir proje partisi olduğunun ortaya çıkmasıdır. Ki bu konuda partiye yakın Abdurrahman Dilipak ve başka isimlerin açıklamalarına açık istihbarat olarak herkesin ulaşması mümkün. AK parti bir proje partisi idi ve iflas etti. Ama ülkeyi de şimdiye kadar olmadığı kadar siyasi, ekonomik, sosyal bütün alanlarda çok büyük bir yıkımla, çok ciddi bir tehlike ile karşı karşıya bıraktı.

TÜRKİYE VARLIK-YOKLUK NOKTASINA GELDİ

Nedir o tehlike?

Geçmiş dönem iktidarları zamanında da ekonomik krizler, hayat pahalılığı vs. oldu. Özgürlükler, düşünce ve ifade özgürlüğü problemi yaşandı. Ama bugün Türkiye bu sorunlardan daha ağırını, bir var olma-yok olma sorununu yaşıyor. Ülke var olma ya da yok olma noktasına geldi. Türkiye şu anda siyasi, ekonomik, sosyal, iç ve dış politikada adeta ikinci bir kurtuluş mücadelesi verecek duruma geldi. Türkiye, Türkiye karşıtı ülkelerin değil, bu siyasi iktidarın siyasi tercihleri ve ölümcül siyasi hataları nedeniyle kusursuz bir çöküş, kusursuz bir yıkım döneminin eşiğine geldi. Bunu söylemek için kehanette bulunmaya, kâhin ya da müneccim olmaya da gerek yok.

Siz bu muhafazakâr dünyanın ne kadar içindeydiniz?

Ben aileden dindar kökenden geldiğimi söyleyemem. Ege’nin ortalama bir ailesinden geliyorum. Benim ilahiyatçı olmamın sebeplerinin başında 70’li yılların İslami hareketleri geliyor. O bakımdan ben, bu hareketin her safhasında içerisinde oldum ve hala da içerisindeyim. Diğer yandan ben kendimi diğer ilahiyat camiasından veya İslami kesimden farklı kılmaya gayret ettim. Bunu da her daim eleştirel olmak ve iktidar olana sürekli muhalefet yaparak sağlamaya çalıştım. Mesela Erbakan hocamızla çalışırken de muhaliftim, eleştiri yapardım. Akademisyen olarak da, yazdıklarım çizdiklerimle de eleştirel yaklaşıyorum. Erbakan dışında, Turgut Özal, Hasan Celal Güzel, Aydın Menderes, Muhsin Yazıcıoğlu, Aykut Edibali dahil sağdaki hemen bütün liderlerle çeşitli şekillerde ve zeminlerde çalıştım, temas halinde oldum, ama en yoğun olarak Erbakan hocamızla çalıştığımı söyleyebilirim.

AKP dönemine gelince, Erdoğan’la da hem belediye başkanlığı döneminde hem de başbakan olduğu dönemde daha sonraki dönemlerde irtibatlarım oldu, yine meclis başkanları, yardımcıları, genel başkan yardımcıları, danışmanları, bakanlar veya milletvekilleri aracılığıyla bilgi notlarını AK Parti’ye sundum. Ancak bunların tamamı eleştireldi. Yani o zaman da eleştirel ve muhaliftim. Özetle AKP raydan çıkıncaya kadar YÖK, Diyanet, Dış politika başta olmak üzere, aklımın erdiği her konuda iktidarın hemen bütün çalışmalarına katkıda bulunmaya çalıştım. Ne onlara ne de diğer partilere kapımı hiç kapatmadım, kapatan AKP olmuştur ben değil.

Dolayısıyla ben, baştan beri eğriye eğri doğruya doğru demeye gayret ettim. Bu yüzden hep dışarıda muhalefette durdum.

ÖZEL SOHBETLERDE HEPSİ ŞİKAYETÇİ

Birlikte çalıştığınız insanlar bu dönemde yaşananlardan hiç mi şikâyet etmediler?

Sadece çalıştıklarım değil, parti çevresinden pek çok insan da özel sohbetlerde veya uygun ortamlarda olan bitenlerin yanlışlığını ifade ediyor ve partiyi eleştiriyorlardı. Ancak onlar bunu kamusal alanda söylemiyorlar ama bana “hocam sen bunları söylemeye devam et” diyorlardı. Ben onlar istediği için değil, kendim inandığım için doğruları söylemeye devam ettim, etmeye de devam edeceğim.

İnanan biri olarak beni bir nebze rahatlatan, şudur ki, bu zulümler, bu haksızlıklar, bu dejenerasyon, bu yolsuzluk, bu kokuşmuşluk, bu çürümüşlük ve bu statükocu konformizm gerçeğini hiç kabullenmedim. Yazılarımda, konuşmalarımda bunları sürekli eleştirdim.

MAZLUMDER’in bir sloganı vardı; “Kim olursa olsun mazlumdan yana, kim olursa olsun zalime karşı.”  28 Şubat’ta bütün ilahiyat ve diyanet dünyası süt dökmüş kediye döndüğü bir dönemde biz birkaç ilahiyatçı olarak paşalara da albaylara da karşı resmen kamu önünde baskılara karşı mücadele ettik. Ben o süreçlerde bilhassa başörtüsü yasağına karşı olduğum için üç defa soruşturma geçirdim, disiplin cezaları yedim ve üniversiteden atılma noktasına geldim.

Şunu açıkça itiraf edeyim; 28 Şubat’ı yaşamış, onunla mücadele etmiş, hukuken mağduru olmuş biri olarak bugün yaşadığımız “dindar, muhafazakâr İslamcı(!) 28 Şubat!” tır. Bu açıdan 28 Şubat üzerine din ve milliyetçilik sosu dökülmüş bir biçimde bugün de devam ediyor.

İSLAMC(!) 28 ŞUBAT’I YAŞIYORUZ

Bunu açar mısınız?

Bunu açmadan önce şunu ifade edeyim; bugünden geriye baktığımızda 28 Şubat’ın zaten AK Parti’nin önünü açmak için atılan adım olduğunu anlıyoruz görüyoruz.

“Dindar, muhafazakâr İslamcı(!) 28 Şubat!” derken kast ettiğim, “Laik, Kemalist (!) 28 Şubat” denilen süreçte, egemenlerin o gün statükoya biat etmeyen, boyun eğmeyen kesimlere uyguladığı baskıcı yöntemleri bugün bu siyasi iktidar aynen ve daha fazlasıyla kendisine biat etmeyen, muhalefet eden partilere, kişilere, kurumlara karşı tahammülsüz ve hırçın bir biçimde dozunu her gün arttırarak uyguluyor.

Aynı baskıcılık, aynı tek tipçilik aynı dayatmacılık bugün de hâkim. Egemen statükonun bakışı ve mantığı aynı. Sadece uygulayan iktidarlar farklı. Bugün yaşadıklarımızın 28 Şubat’taki süreçlerden hiçbir fark yok. O gün 28 Şubat’a biat edenlerle, etmeyenler ayrımı vardı. Bugün de mevut iktidara biat edenler ve etmeyenler ayrımı var.

Üstelik bugün iktidara biat etmeyenlere yapılanlar, 28 Şubat’ta yapılanlardan çok daha acımasızca çok daha zalimce. Mesela bana o dönem fakülte yönetimini ve fakültenin gidişatını ve seviye kaybını tamamen akademik perspektiften eleştirdiğim için -bunu hakaret olarak kabul edip- üçüncü ceza olarak disiplin cezası verdiler. Fakülteye/Üniversiteye karşı dava açtım ve 28 Şubat döneminde bu davayı kazandım. Şu anda benzer bir dava olsa kazanmam mümkün olabilir mi sizce?

AK PARTİ İSLAMCI BİR PARTİDİR

Peki AK Parti İslamcı mı, muhafazakâr mı, devletçi mi?

AK Parti kendisini İslamcı olarak nitelemeyebilir ama İslamcılığın bütün söylemlerini tepe tepe kullanıyor. Dolayısıyla bunları kullanan bir partinin; “Ben muhafazakârım” demesi onu İslamcı nitelemesinden kurtarmaz.

Maalesef AKP, İslam’ın itibarını da İslami değerleri de ayaklar altına aldığı icraat ve uygulamalarıyla çok yıprattı, korkunç derecede zedeledi. Bu anlamda İslamcılık, AK Parti için politik rant olarak devşirme aracı. Bunu söylerken bizim dürüst, ahlaklı, dindar insanlara hiçbir sözümüz olmadığını belirtmeye de gerek yok, olamaz da zaten.

Şunu ifade edeyim…

Buyurun…

İslami öğretiyi, değerleri 1’den 100’e kadar sıralayalım. AK Parti bu 100 başlığın istisnasız hepsini ayaklar altına aldı, almadığı, dejenere etmediği tek madde kalmadı. Dolayısıyla İslam’ın hem de gayri İslami hedef ve idealler için çirkin biçimde kullanılmasına karşı; bunlar İslamcı değil diyerek aklamaya çalıştığınız zaman bu partinin yaptığı gayri ahlaki, politik amaçlı din istismarını ve dini politik amaçla araçsallaştırma eylemini meşrulaştırmış, kamufle etmiş, üstünü örtmüş olursunuz.

Sonuç itibarıyla hiçbir parti, politik rant devşirme amacıyla dini istismar etme, dini araçsallaştırma konusunda AK Parti ile boy ölçüşemez. O yüzden İslamcı ya da Siyasal İslamcı’dır yani İslami tepe tepe kullanan ve ayaklar altına alan bir siyasi hareket anlamında İslamcıdır. Nitekim “AKP’nin elinden dini alın geriye hiçbir şey kalmaz” mealinde bilhassa sosyal medyada dolanımda olan değerlendirmeler gerçeği çok büyük ölçüde yansıtmaktadır.

Maalesef bilhassa iktidar çevrelerinde Müslümanlık gibi güya en iddialı oldukları konuda inanılmaz bir bilgisizlik, cehalet ve bilgi kirliliği söz konusu. Mesela benim niçin -önceki dönemlerde de yaptığım üzere – bu iktidar ve yozlaşmışlıklarını eleştirip muhalefet ettiğimi anlamak için kimsenin umurunda olmayan şu ilkeye bir bakalım: Peygamberimiz diyor ki, “zalim de olsa, mazlum da olsa kardeşine yardım et”. “Ya Resulallah” diyorlar “mazlumu anladık da zalime yardım olur mu” diyorlar. “Olur” diyor, “onun zulmünü engelleyerek” diyor. Yani ben iktidarın yaptıkları yanlışları görmezden gelip, onlara karşı üç maymunu, hatta dört maymunu – dördüncüsü “ama bizden” maymununu –  oynadığım zaman, onların uçuruma doğru gitmelerine engel olmak bir yana, bir tekme de ben vurmuş olurum. Halbuki ben tam tersine bunların yaptıkları ölümcül hatalar ve yıkımlar karşısında hem onları hem de ülkeyi kurtarmak için onları uyarmalı ve engel olmalıyım. Benim kendime çizdiğimi misyon da bu.

CİHAT YAPTIKLARINA İNANIYORLAR

Bunu AK Parti’ye oy veren sıradan muhafazakârlar, mütedeyyinler görmüyorlar mı?

Türkiye’de muhafazakâr kesimde 70’li yılardan gelen bir dalga var. Bu dalgada komünizm öteki, öcü, düşman olarak gösterildi. Komünizmle mücadele için yapılacak her şey, cihat olarak sunuldu ve cihat yapmak için de her yol mubah gösterildi. Hatta tamamen askeri strateji ile ilgili olan – harp hiledir rivayeti- bile bu kirli amaç için kullanıldı.

Ben 70’li yıllarda MTTB geleneğinden gelen bir insanım. O yıllarda MTTB gibi şiddete çok fazla başvurmamış bir teşkilatta bile mevcut düzen küfür rejimidir deyip kendi fakültemizin  sıralarına, diğer eşyalarına zarar veren bir zihniyet zayıf da olsa o zaman da vardı. Kendileri gibi düşünmeyenlerin kadınlarını cariye, mallarını ganimet gibi gören bir zihniyet, o zaman da çeşitli İslami guruplar içerisinde vardı. Bu zihniyet AK Parti döneminde en gelişmiş hale erişti.

Şunda zerre şüpheniz olmasın; iktidarda kendileri olmalarına rağmen sırf mağduriyet yaratmak için hala “bu ülkede küfür düzeni var ve biz küfür düzenine karşı mücadele ediyoruz ve bu mücadelede her şey mubahtır” diyen bir zihniyet hala egemen, hatta geçmişte olduğundan çok daha güçlü bir halde.

Dolayısıyla bu insanlara, helaldi, haramdı, ahlaktı, vicdandı, dindi, imandı gibi vaaz u nasihat söylemiyle hiçbir şey anlatmak mümkün değil.

DİN ZEHİRLENMESİ YAŞIYORLAR

Neden, bu kadar zor mu bu?

Ben bunu uzun zamandır düşünüyorum. Bunu kavramsallaştırmaya da çalışıyorum. Bu durumu ben; din yorgunluğu falan da değil resmen “DİN ZEHİRLENMESİ” olarak tanımlıyor ve yorumluyorum. Bence yaşadığımız yozlaşmışlık, çürümüşlük ve kokuşmuşluk artık dini çevrelerdeki bir dejenerasyon değil resmen din zehirlenmesi.

Din ruhlara gönüllere zihinlere huzur bahşeden bir şifa olması gereken– ya da İslami jargonla söyleyecek olursak, insanların her iki dünyada mutlu olması için gönderilen –  bir öğreti iken şu anda iktidar çevrelerini zehirledi, en azından belli bir kesimi zehirlemiş durumda. Acı olan ise bunun hazır bir panzehiri de yok. Şu anda bugünkü iktidara destek olanlar içerisinde, IŞİD’den, Kaide’den, Taliban’dan, Şebab’tan hiçbir farkı olmayan şiddet yanlısı ve nefret kusan bir zihniyet yaygın ve egemen, en azından dışa yansıyan görüntüler bu şekilde, hatta İlahiyat akademyasında bile bu zihniyetin örneklerine bol bol rastlamak mümkün.

Bugün yapılanların İslam’la, İslam geleneğiyle, Kur’an’la, sünnetle uzaktan yakından alakası olmadığını istediğiniz kadar söyleyin kulaklarını tamamen tıkamış vaziyetteler.

ELDE ETTİKLERİ RANTI KAYBETMEKTEN KORKUYORLAR

Tek neden bu mu?

Değil elbet. Bunda, AK Parti’nin bu kesimlere bilinçli olarak empoze ettiği; “Biz gidersek bütün bu kazanımlar gidecek” söylemin de etkisi var. Burada kazanım ise öyle zannedildiği gibi din-iman, adalet, fazilet, ahlak falan değil esas olarak rant, iktidar rantı.

İktidar yandaşlarının, “iktidarın mutlu azınlığının” yaşantılarına bir bakın. Lafa gelince firavunvari diyerek eleştirdiklerine benzer bir zenginleşme yaşıyorlar. Bugün artık şunu anladık; bunların dertleri din, iman değilmiş. Bütün dertleri “şimdiye kadar laik, Kemalist kesimler yedi, şimdi biz yiyelim” imiş. Elde ettikleri rantı korumak için de “Biz gidersek, kazanımlarınız gider” propagandası yapıyorlar. Bu da İslam’a aykırı olan uygulamaları İslam diye yutturarak bir beyin yıkama yöntemiyle yapılıyor. Anlatılanların, yaptıklarının hiç birisinin İslam’la alakası yok ama iktidar elinden gittiği zaman nimetlerinden mahrum kalma korkusuyla insanları dinle ve rant kaybıyla korkutarak bir arada tutmaya çalışıyorlar. Bunun da “din zehirlenmesi” denebilecek olgu ile doğrudan bağlantısı var.

İÇİNE GİRDİKLERİ SARMAL DEĞİŞMELERİNE İZİN VERMEZ

Değişme olasılığı yok mu AK Parti’nin?

Bu imkân “devenin iğne deliğinden geçmesi” ne kadar mümkünse o kadardır. Zira “Nasıl yaşarsanız, öyle inanmaya başlarsınız” diye bir söz vardır. Artık AK Parti camiasında özellikle fanatik yandaş iktidar rantından nemalanan kesim bütün boyut ve kesimleriyle geri dönülemez bir noktaya gelmiş durumdalar. Yozlaşma, kokuşmuşluk, çürümüşlük, dejenerasyon ve statükocu konformizm onları tamamen esir almış durumda. Bir insanın 20 yıllık geçmişine baktığınız zaman artık onun ne yapacağını, ne yapamayacağını, nerede geri adım atacağını veya atmayacağını bilirsiniz, kestirirsiniz. Ben AK Parti’nin geldiği noktada geri dönmenin mümkün olmadığını düşünüyorum, bunu zaten her geçen gün yaşayarak da görüyoruz.

Kategorik olarak AK Parti’ye karşı değilim ama sosyolojik bir vakıa olarak görünen o ki artık isteseler de düzelmeleri, doğru yola gelmeleri, ıslah olmaları mümkün değil. Kendileri faraza isteyebilir fakat mevcut dejenere yapı, içine girdikleri sarmal buna asla müsaade etmeyecektir. Zaten mümkün olmadığını da yaşayarak görüyoruz. Şu anda resmen bu topluma siyasi, ekonomik ve sosyal açıdan maddi-manevi her tür zulüm ve işkence yapılıyor. Yaptıkları ölümcül hataların, siyasi, ekonomik, sosyal ölümcül faturasını millete ödetiyorlar.

İtiraf edelim ki, zor bir durum karşı karşıya olduğumuz…

Hem de çok zor. Bu zehirlenmenin tedavisi bayağı bir zaman alacak. Önümüzde her alanda olduğu gibi dini alanda da ciddi bir restorasyona ihtiyaç var. Özellikle ilahiyat ve diyanet camiasında, dindar kesimlerde sağduyulu olanlara çok ihtiyaç var.

MUHALEFET ELİNDEN GELENİ YAPIYOR

Peki bu propaganda nasıl etkisiz kılınabilir?

Bu konuda muhalefet elinden geleni yapıyor. Bu iktidar yandaşı kesime biraz daha güven aşılamalı. Eğer bu başarılabilirse AK Parti tabanında çözülmenin çok daha hızlı olacağı kanaatindeyim.

Muhalefet içinde AK Parti’den kopan partiler de var. Onların varlığı bir güven vermez mi bu kesimlere?

Verir ama bunun bir ortak sesle güçlü bir biçimde sürekli dillendirilmesi önemli. Bu kesimlere gelecek restorasyon döneminde toplumda dinlerine, imanlarına, mezheplerine, ideolojilerine bakılmaksızın herkesin eşit, özgür ve güven içerisinde olacağına dair güven verilmesi yeterli olacaktır. Bu bağlamda rahmetli Aliya İzzetbegoviç’in “TEVHİD sadece aynı dine inanan insanların bir arada barış ve adalet içinde yaşaması değil farklı din ve ideolojilere mensup insanların bir arada barış ve adalet içerisinde yaşaması demektir” şeklindeki bakış açısı, toplumsal uzlaşma ve barış için bir çıkış noktası olacaktır.

İktidar muhalefetin bunu başaracağından korktuğu için Lübnanlaşma, Suriyeleşme, Iraklaşma Yemenleşme gibi kaotik örnekler üzerinden kendi çevrelerinde korku ve endişe yaratarak, ötekileştirme söylemiyle bu endişeleri canlı tutmaya çalışıyor. Ancak benim güvencem bu gidişatın gidişat olmadığını o kesimden bazı insanlar da görüyor ve artık daha yüksek sesle bunu dile getirmeye başlıyorlar.

Umutlu musunuz?

Umutlu olmak istiyorum. Önümüzdeki süreci kazasız, belasız, barışçıl ve demokratik yolarla hatta gerekirse bu iktidarı da işin içine katarak atlatmak zorundayız. Bu iktidarın yaptığı gibi devri sabık yaratma, rövanşizm ve intikam duygusuyla değil, demokratik özgürlükçü eşitlikçi, kimlikler üstü bir Türkiye’yi birlikte kurma duygusuyla hareket etmeliyiz.

Sosyal medyada sık sık Cemil Meriç’in bir aforizmasını kullanıyorum; “Evladım bu memlekette ilerici-gerici yoktur, sağcı-solcu yoktur. Bu memlekette namuslular ve namussuzlar ile bunların kavgası vardır. Siz namuslulardan yana olun bakın ne kadar kalabalık olduğunuzu göreceksiniz”. Bilhassa Millet ittifakı partilerinin temsil ettiği ve bugünlerde topluma ilan edilecek bir “Ortak iyi” var. Ve bu ortak iyiye varmak için ortak akılı kullanarak yeni bir dönem açılması lazım. Bu süreçte gerekirse AK Parti de dahil edilmelidir. Dediğim gibi sırf bu güzel memlekete ve güzel memleketin insanına olan saygım ve sevgimden dolayı, iktidarın bütün yaptıklarına rağmen bunu söylüyorum.

DEĞİŞİMİ DERECE İLE ÖLÇMEK MÜMKÜN DEĞİL

Erdoğan ile çalışma imkânı buldunuz mu, bugünkü Erdoğan ile o günkü Erdoğan arasında nasıl bir değişim var?

Derecelendirilemeyecek kadar büyük bir değişim dönüşüm var. AK Parti’nin ilk yıllarında sol, liberal kesimlerin desteklediği gibi biz de destekledik. Bilhassa Mehmet Aydın Hoca Devlet Bakanı olunca biz Türkiye’de dini düşüncede bir aydınlanma, rönesans yaşanabilir diye düşündük. Hatta onun bakanlıktaki odasından çıkmaz olduk. Büyük hayallere evet aynen büyük hayallere, umutlara kapıldık.

Fakat sonradan anladık ki hocamız bu ülkenin müzmin bir sorununu çözmek için kendisini buna vakfetmek yerine herhalde kendisini daha fazla önemsemiş olmalı ki, bu hayallerimizin hepsi de suya düştü. Ülkenin yetiştirdiği en iyi ilahiyatçı unvanı verilen bu kişinin şu anda nerede olduğunu bile bilmiyoruz. Adeta buharlaştı. Bu da bizim bir şok bir hayal kırıklığı oldu.

Peki muhalefetin performansını nasıl buluyorsunuz?

AK Parti dönemi, bir tek parti /tek adam rejimi olarak büyük bir yıkıma yol açtı buna hiç şüphe yok. Bu sürecin olumlu tarafı AKP karşı ülkeyi yıkımdan kurtarmak için farklı dünya görüşlerine sahip insanları bir araya getirmesi oldu. Bir araya gelemez dediğimiz kesimlerin bir araya gelerek bir uzlaşma kültürü yaratmaya başladığını görüyoruz. Ülke için büyük kazanım bu. Siyaseten AK Parti’nin iktidardan uzaklaşması ilk etapta büyük kazanç olacak ama geleceği inşa için partilerin kimlikler üzerine çıkarak ortak bir yol, ortak bir siyasi akıl üretmeleri çok daha önemli ve değerli hale geliyor.

Ben bir biçimde muhalefetteki tüm partilerle şu veya bu şekilde irtibat halinde olmaya ve dağarcığımdaki mütevazı katkıları sunmaya çalışıyorum.ve bu yönde bir çaba olduğunu görmek beni mutlu ediyor. Elbette bu süreçte her parti ve liderinin, kadrolarının özel bir yeri var ama özellikle Sn. Kılıçdaroğlu, Meral Akşener ve Temel Karamollaoğlu’nun hem partilerini yenileme, güncelleme ve dönüştürme iradesi hem de muhalefeti bir arada tutma çabaları takdire şayan. Millet ittifakı Ali Babacan’ın tabiriyle “Nasıl yaparız da uzlaşırız” modunda ve bu çok çok önemli bir zihniyet değişimi demektir. Kaldı ki bu ittifakın temeli yerel seçimlerde atıldı ve muazzam başarılı oldu. O başarı aslında iktidar olanaklarını düşündüğünüzde kazanılanın 100 katı ile çarpılması gereken bir başarı değerindedir.

Ama burada tekrar vurgulamak gerekirse Millet ittifakının bu memlekete AKP iktidarına son vermek gibi tarihe geçecek fevkalade büyük hizmeti dışında ve ondan da öte asıl büyük hizmeti, din, mezhep, ideoloji, cinsiyet, sınıf ve hayat tarzı üzerinden bu ülkede fay hatları yaratarak politika yapma dönemine son vererek kapatması; gerilim ve çatışma değil uyum ve uzlaşma kültürü üzerinden ülkenin geleceğini “ORTAK AKIL İLE ORTAK İYİYE DOĞRU” vizyonuna oturtmasıdır. Bu gerçekleştiği takdirde AKP döneminin “yalancı baharına” mukabil, ülkemiz ve bölgemiz açısından bir “gerçek bahar” yaşanması pekala mümkün ve gereklidir. Edindiğim bilgiler ve yaptığım gözlemler ışığında Millet ittifakı hareketinin bu ulusal ve bölgesel ölçekli kapsayıcı, kuşatıcı ve uzlaşmacı vizyonunu  -ki ileride demokratik sisteme geçildiğinde buna isterse AKP-MHP de katılabilir – hayata geçirecek donanıma ve adanmışlığa sahip kadroların ve birikimin bu ülkede fazlasıyla mevcut olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

Bu ülke bu uzlaşma kültürünü inşa ettiği anda, siyasi, ekonomik ve sosyal alanda gerçek anlamda bir şahlanma dönemine girecektir. Barışarak, uzlaşarak, ortak akılla ortak iyiye ulaşmak amacıyla girişilecek bu çabanın, bu -hamasi değil- gerçek anlamda yeniden dirilişin ve ulus olarak – lafta değil fiili olarak- şahlanmanın Cumhuriyetin kuruluşunun ikinci yüzyılı başı olan 2023’e denk gelmesi dilek, temenni, dua ve niyazımızdır. Kendimizden ziyade geleceğimiz, gelecek nesillerimiz, evlatlarımız ve torunlarımız için bu dilek, temenni ve duaların gerçekleşmesine ihtiyacımız var, hem de çok.

15 Şubat 2022 Salı

Erdoğan ve Araplar Taha Akyol-15/02/2022

Cumhurbaşkanı Erdoğan iki günlük gezi için Birleşik Arap Emirlikleri’nde bulunuyor. Gezi şerefine, Dubai’de Burc’el Halife kulesi ışıklı Türk bayrağı ile aydınlatıldı, İstiklal Marşı’mız çalındı.

BAE’nin devlet Başkanı Şeyh Halife bin Zayed el Nahyan’ın adını taşıyan bu yapı, dünyanın en yüksek kulesidir.

Erdoğan Dubai’de en yüksek protokolle karşılandı.

Bunlar memnuniyet veren gelişmelerdir fakat “Orta Doğu” kültüründe dostluklar ve düşmanlıkların kaygan tabiatını da unutmamak lazım.

Aynı kule, 2 Ekim 2020 gecesi Kıbrıs Rum bayrağıyla aydınlatılmıştı. BAE, stratejik ortağı Rum Cumhuriyetinin 1960’taki kuruluşunu kutluyordu. Böyle görkemli kutlamayı Atina bile yapmamıştı. (https://greekcitytimes.com/2020/10/02/burj-khalifa-lights-up-with-the-colours-of-the-cypriot-flag/

‘İHVAN’ POLİTİKASI

Ak Parti iktidarı 2011’deki Arap Baharından sonra adım adım Katar dışındaki hemen bütün Araplarla ihtilafa sürüklendi. İsrail’le neredeyse düşman devletler haline gelmiştik. Şimdi Erdoğan bütün bu ilişkileri düzeltmek istiyor.

Hem diplomatik yalnızlıktan çıkmak hem döviz kaynağı yaratmak için.

Zararın neresinden dönülse kardır, Erdoğan’ın Araplarla ve İsrail’le ilişkileri düzeltmek istemesi doğru bir politikadır.

Yanlış olan; İhvan-ı Müslimin’e destek vermek ve Mısır’daki darbeye karşı çıkmak uğruna bütün kurulu Arap rejimlerini karşımıza almaktı. Darbe demokratik dille elbette eleştirilmeliydi ama dış politikayı on yıl buna kilitlemek yanlıştı.

Çok şey yazılabilir, ben çatışmanın boyutlarını göstermek için sadece sembolik bir tek olaydan bahsedeceğim: Başbakan Erdoğan, darbeye destek verdi diye Ezher Şeyh’ini bile ağır dille eleştirmişti. (25 Ağustos 2013)

Bu, Türkiye başbakanının işi miydi?

Mısır hükümeti de Türk diplomatlara “pasaport izni” çıkarmamış, Türkiye’ye geri göndermişti! (29 Ağustos 2013)

DOĞU AKDENİZ’DE YALNIZLIK

Kurulu Arap rejimleri İhvan’ı tehdit görüyordu. Türkiye’nin İhvan’a böylesine ölçüsüz destek vermesi, hatta topraklarını İhvan üyelerinin propaganda çalışmalarına açması, Arap rejimlerini Türkiye aleyhine çevirdi.

Suud’un ve Körfez şeyhliklerinin Türkiye aleyhine kabul edilemez açıklamalarını buraya almıyorum. Her Arap Ligi toplantısında Türkiye’yi kınadılar…

Türkiye’nin “Arap rejimlerini değiştirmek istediğini” iddia ettiler.

Doğu Akdeniz’de Türkiye’yi dışladılar. 15 Ocak 1919’da Kahire’de kurulan “Gaz Forumu” bu dışlanmanın bir ifadesiydi. Forum, Mısır’la birlikte Yunanistan, Rum Yönetimi, İsrail, İtalya, Ürdün ve Filistin’den oluşuyordu!

Libya açıklarındaki Nemesis tatbikatı, güney Ege’deki bir deniz tatbikat için Suudilerin F-15-C uçaklarının Girit Souda Askeri Üssü’ne konuşlanması gibi çok ortak askeri tatbikatlar da yaptılar.

Türk mallarına açık ve gizli ambargo uyguladılar…

‘TOPUNUZ BİR ARAYA GELSENİZ’

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tepkisi şöyle oldu:

“Arap Ligi kalkıyor hala Türkiye aleyhine oradan karar çıkartıyor… Sizin topunuz bir araya gelseniz zaten bir tane Türkiye etmezsiniz. Buna rağmen siz petrolünüzle konuşuyorsunuz, dolarınızla konuşuyorsunuz... Ama Türkiye duruşu ile konuşuyor…” (13 Ekim 2019)

Yürümedi tabii.

2021 Mart’ından itibaren Erdoğan ve Çavuşoğlu Mısır’a sıcak mesajlar vermeye başladılar. Mısır’la görüşmeler devam ediyor.

Erdoğan Ağustos 2021’de Şeyh Tahnun bin Zayed el Nahyan’ı kabul etti. İlişkiler başladı. Swap ve yatırım anlaşmaları imzalandı.

Ankara’nın dolara çok ihtiyacı var… BAE’nin Abu Dabi Kalkınma Holdingi’nin Başkanı Muhammed Hasan el Suwaidi ise “Türkiye’de alım yapmak için harika bir zaman. Varlık Fonu’yla görüşüyoruz” diyor. (Financial Times, 12 Ocak)

Dolar karşısında Türkiye’nin ticari varlıkları ucuzladığı için…

O ZAMAN GÖRMEK LAZIMDI

Bütün bunları öngörmek ve o sert kavgalara girmemek gerekirdi. İdeoloji ve hamaset değil, diplomasi yapmak gerekirdi.

O zaman tecrübeli diplomatlar çok uyardılar. Saygın tarihçi Şükrü Hanioğlu, dış politikada Osmanlı imajı vermekten sakınmak gerektiğini yazdı…

Bunlara kulak vermek gerekirdi.

Batı’dan kopmamak, hiçbir işe yaramayan S-400’leri alma uğruna F-35’leri ve yatırımları kaçırmamak gerekirdi.

Hülasa Türkiye Cumhuriyeti’nin yerleşmiş dış politika geleneğinden ayrılmamak gerekirdi…

Hasarı ağır oldu ama düzeltmeye çalışmak doğru, bundan sonra iyi olur inşallah.

Türkiye Batı’dan Doğu’ya savruldu Taha Akyol-14/02/2022

Emekli Büyükelçi Nacı Koru, Taha Akyol’un sorularını cevapladı.

"Demokrasi ve hukuk devleti uygulamalarındaki sicilimiz Batı’nın benimsediği temel değerlere ve ilkelere açıkça ters düşüyor. Batı’nın, otoriter Doğu’dan farkı işte burada yatıyor. Doğu, menfaati gerektirdiği ve tehdit oluşturmadığı sürece ilkesiz ilişkiden kaçınmaz. Zira inandığı yegâne düsturu, otoriter rejiminin varoluşsal güvenlik kaygılarıdır."

"Türkiye’ye bugüne dek yaşamadığı ölçüde bir yalnızlığı getirdi. Batı’dan yatırımı bir yana bırakın, turist bile alamıyoruz. Unutmayalım, AB Türkiye’yi ciddi ölçekte yaptırım uygulamakla uyardı. Bu nedenle artık Mavi Vatan’ın adı bile geçmiyor. ABD’nin yaptırımları zaten bir yıldır uygulanıyor"

"Rusya ve Çin’le ilişkilerimiz bu ülkelerin temsil ettiği otoriter, içine kapalı, dışlayıcı ve korumacı değerleri sahiplenmeyi, benimsemeyi gerektirmiyor. Batı’yla ilişkilerimiz, aslî ve belirleyicidir; ilkeseldir. Rusya ve Çin’le ilişkilerimiz ise ortak çıkarlara ve saygıya dayalı bir zeminde gelişmelidir."

Cumhurbaşkanı Erdoğan, AİHM’i ve Avrupa Konseyi’nin ‘ihlal süreci’ kararını tanımadığını söyledi. Bu süreç nedir, ne sürede nereye kadar gidebilir?

Sayın Cumhurbaşkanı tarafından yapılan siyasi açıklama bir tutumu ortaya koyuyor. Fakat, mesele öncelikle hukukidir. Türkiye, Avrupa Konseyi’nin kurucu üyesidir. Konsey, demokratik değerler ve ilkeler üzerine kurulmuştur. Konsey’in kurucu üyesi olan bir ülke ilk kez böylesi bir durumla karşılaşıyor. İsmimizi an itibarıyla Avrupa Konseyi’nin tarihine yazdırmayı başardık.

Konsey üyeliğinin askıya alınması hemen olacak bir şey değil, aylar sürecek görüşme ve değerlendirme süreci yaşanıyor. Fakat, bu durumla karşılaşmak Türkiye’ye önemli itibar ve zemin kaybettirir. Demokrasi ve insan hakları alanında konuşamaz hale gelirsiniz.

Taraf olunan ikili ve çok taraflı anlaşmalar anayasa maddesi hükmündedir, ulusal yasaların üzerinde bağlayıcılıkları vardır. Avrupa Konseyi kararlarına uymak mecburiyetindeyiz. Bu, tartışmaya açık bir konu değil. Siyasi açıklamalar, hukuki gerekçeler, hasmane tutum beyanları bu gerçeği değiştirmiyor.

Son tahlilde, Avrupa Konseyi üyeliğinden tek yanlı çekilmek için egemenlik hakkımızı da kullanabiliriz tabiatıyla. Bununla birlikte böylesi bir tasarrufun sonuçlarının ülkemiz için ağır olacağını bilmeliyiz.

BATI-DOĞU FARKI

Batı ile ilişkilerimizde iyileşme mi, daha da bozulma mı görüyorsunuz?

Batı’yla ilişkilerimiz maalesef giderek bozuluyor. ABD ve AB’yle ilişkilerimizin geldiği aşamayı herkes biliyor, görüyor. Bir başarı hikayesinin uzağına savrulduk. Dış politikamızın Batı’yla ilişkiler boyutu tıkandı, ilerleyemiyor. İlişkilerimizi günlük ilişkiler boyutunda alver münasebetine indirgedik. Demokrasi ve hukuk devleti uygulamalarındaki sicilimiz, temel hak ve özgürlüklerdeki kısıtlayıcı tercihlerimiz, siyasi alanı daraltıcı girişimlerimiz Batı’nın benimsediği temel değerlere ve ilkelere açıkça ters düşüyor. Özgürlükçü Batı’nın, otoriter Doğu’dan farkı işte burada yatıyor. Doğu, menfaati gerektirdiği ve tehdit oluşturmadığı sürece ilkesiz ilişkiden kaçınmaz. Zira inandığı yegâne düsturu, otoriter rejiminin varoluşsal güvenlik kaygılarıdır. Batı’da durum farklıdır. Batı’yla ilişkilerimiz bozulurken, Doğu’yla ilişkilerimizin güçlenmesi bir başarısızlığa işaret ediyor. Bu tespiti dürüstçe yapmalıyız.

Bu durum, Türkiye’ye bugüne dek yaşamadığı ölçüde bir yalnızlığı getirdi. Batı’dan yatırımı bir yana bırakın, turist bile alamıyoruz. Unutmayalım, AB Türkiye’yi ciddi ölçekte yaptırım uygulamakla uyardı. Bu nedenle artık Mavi Vatan’ın adı bile geçmiyor. ABD’nin yaptırımları zaten bir yıldır uygulanıyor. Gereksiz hayalciliğe kapılmayalım: Bu aşamanın daha gerisine de düşebilir, yalnızlaşabiliriz. Batı’nın bunu istediğini sanmıyorum, çünkü Türkiye hala değerli bir ortak ve müttefik. Fakat ilişkilerimizde tahammül sınırını zorlarsak, istemediğimiz izolasyon şartlarını kendi elimizle yaratabiliriz.

Batı’nın Türkiye’yle ilişkilerini bekle-gör yaklaşımına bağladığını, aktif bir tutum izlemediğini, bizi izlemeyi tercih ettiğini düşünüyorum. Türkiye’nin Batı’yla ilişkilerde vardığı yol kavşağında önünde duran bir seçenek, dostluk ve işbirliği. Diğer seçenekse, rekabet ve husumet patikası. Sonuçta, tercih bize bağlı olacak.

BOZULAN PSİKOLOJİ

Türkiye 2010’larda Batı ile en sıcak ilişkilere sahip ülkeydi, niye ve nasıl uzaklaştı?

Türkiye, 2010’lu yılların başına kadar Batı nazarında örnek gösterilen bir ülkeydi. Siyaseten ve hukuken geri plana atılmış sorunları çözme, ekonomisini geliştirme, yapısal reformlar yapma, hak ve özgürlükler alanını genişletme, komşularıyla ilişkilerini düzeltme iradesini ortaya koyuyordu. AB’ne tam üyelik müzakerelerini başlatmış, yabancı yatırımın aktığı, kişi başına düşen gelirini 13 bin dolara yaklaştırmış, önüne büyük hedefler ve vizyon koyabilen bir ülke haline gelmişti. Bu iradeyi sergileyebilen benzer durumda çok ülke yoktur.

Son on yılda, yukarıda sıraladıklarımın tamamını aksi yönde, geriye sararak yaptık. Demokrasi, hak ve özgürlükler, hukuk ve adalet, ekonomi ve diğer alanlarda ulaştığımız aşamanın çok gerisine düştük. Her yıl hazırlanan küresel ölçekteki sıralamalar ismini duymadığımız ada devletlerinin bile gerisinden geldiğimizi ortaya koyuyor.

Hesap verebilir şeffaflıktan uzaklaştık. Liyakatin yerini sadakat aldı. Bu hal Türkiye’yi sadece Batı’dan değil, daha vahimi geniş ölçekli küresel çok taraflılıktan, bütünleşmeden ve ortaklıklardan uzaklaştırdı. Bir de garip bir sosyolojik durum oluştu: Türk halkının yarısı Batı’ya şüpheyle yaklaşıyor, fakat sorulduğunda büyük çoğunluk yaşamak için Batı’yı seçeceğini söylüyor. Bu durum toplumsal psikolojinin bozulduğuna işaret ediyor.

Bunlar bizim tercihlerimizle oldu; şimdi neticeleriyle yaşıyoruz. Nedenlere ilişkin çok sayıda varsayım konuşulabilir, fakat sonuç değişmiyor. O halde, başkalarıyla hesaplaşmadan önce kendimizi sorgulamalıyız.

S-400’LER BİZE KAYBETTİRDİ

S-400’ler ne kazandırdı, ne kaybettirdi?

S-400 sistemini satın almakla ben şahsen kazanımımızın olmadığını düşünüyorum. Türkiye’ye yönelebilecek bir hava/füze saldırısı ihtimalini NATO’nun güvenlik şemsiyesi zaten caydırıyor. NATO, bu caydırıcılığı sağlıyor. Türkiye’deki NATO tesisleri bu amaçla kuruldu.

S-400 alımının ne kaybettirdiği gayet açık: ABD ve diğer NATO müttefikleriyle ilişkilerimizde derin bir güven bunalımı yarattık. Şüphecilik, güvensizlik ve aidiyet sorunları yaşıyoruz. Müttefiklerimizden askeri malzeme, teçhizat ve silah alımlarında sorunlarla karşılaşıyoruz. ABD’nin CAATSA yaptırımları bu nedenle uygulanıyor. Dünyanın en gelişmiş 5. kuşak F-35 uçaklarını yine aynı sebeple alamıyoruz. F-16 uçaklarımızı bile yenileyemiyoruz. NATO tarafından Yunanistan’a yapılan askeri yatırımlar bile Türkiye’nin yarattığı güvensizlikle bağlantılı. Bu tablonun yarattığı ciddi güvenlik risklerinin farkına varmalıyız.

NATO ittifakı içindeyseniz, NATO standartlarıyla hareket eder, tercihlerinizi buna göre uyarlarsınız. Türkiye, S-400 satın alan tek NATO ülkesi. Başkalarında kusur aramayalım: Bu yanlış tercihi bilerek yaptık, şimdi beklenen sonuçlarıyla yaşıyoruz.

RUSYA VE ÇİN?

Rusya ve Çin’le ilişkiler geliştirmek, Batı ile ilişkilere alternatif olabilir mi?

Türkiye, Batılı bir ülkedir. Batı’nın temsil ettiği değerler, demokratik, hak ve özgürlüklerin korunmasına dayalı, çağdaş ve evrensel hukuk değerlerini titizlikle koruyan, kanun devleti değil, hukuk devleti olmayı önceleyen; liberal, özgürlükçü, çoğulcu ve katılımcı siyasi, toplumsal ve ekonomik sistemine dayanır. Bu sistem, gelişime, ilerlemeye ve bütünleşmeye açıktır. Bu değerleri korumalı, sahip çıkmalıyız.

Bu anlayışla bakıldığında, Rusya ve Çin’le geliştirdiğimiz ilişkilerin Batı’ya alternatif değil, dış politikamızdaki ilkelerimizi tamamlayıcı nitelikte olması gerektiği sonucuna varabiliriz. Rusya ve Çin’le ilişkilerimiz bu ülkelerin temsil ettiği otoriter, içine kapalı, dışlayıcı ve korumacı değerleri sahiplenmeyi, benimsemeyi gerektirmiyor. Batı’yla ilişkilerimiz, aslî ve belirleyicidir; ilkeseldir. Rusya ve Çin’le ilişkilerimiz ise ortak çıkarlara ve saygıya dayalı bir zeminde gelişmelidir. Burada mesele, ilkesel bir aidiyettir. Türkiye, Batılı bir ülke olma tercihini üç yüzyıl önce yapmıştır. Bu tercih rastlantısal değildir, bilinçli bir tutumu yansıtır.

UKRAYNA’DA ROLÜMÜZ?

Ukrayna krizinde Türkiye arabuluculuk yapmak gibi bir prestiji, bir başarıyı sergileyebilir mi?

Sanmıyorum. Ukrayna krizi, Rusya ile Batı Bloku arasındaki daha geniş hesaplaşmanın önemli bir parçası haline geldi. Bugün Rusya NATO’nun tehlikeli şekilde yakınına sokulduğunu düşünüyor; Avrupa güvenliğinin temel parametrelerinin yeniden tanımlanmasını istiyor. Bunun yolunun öncelikle Ukrayna’nın tarafsızlaştırılmasından geçtiğine inanıyor. Başka talepleri de var. Bunlar, Batı’nın kabul edebileceği şeyler değil. Yapısal ve büyük ölçekli bir meseleden bahsediyoruz.

Çözüm, Batı ve Doğu arasında, son kertede ABD ile Rusya’nın masaya oturarak konuşmalarıyla bulunacak. AB’nin de bu konuda belirleyici etkisi yok, zira AB askeri bakımdan tutarsız, bölünmüş ve zayıf bir yapıya sahip.

Türkiye’nin ferdi sonuç getirmekten uzak bir çıkış aramak yerine, geniş ölçekli bir düzenlemenin etkili üyesi olması, barış ve istikrara katkıda bulunmaya çalışması daha akılcı ve gerçekçi görünüyor.

İSRAİL’LE İYİ İLİŞKİLER?

Türkiye’nin İsrail’le ilişkileri iyileştirme politikasını nasıl buluyorsunuz?

Olumlu karşılıyorum. Türkiye, çok az sayıda ülkenin sahip olduğu müstesna bir konuma sahip. Bu konum, komşularıyla ve bölgesindeki tüm ülkelerle dostane ilişkiler geliştirmeyi gerektiriyor. İsrail, bu bakımdan istisna değil.

Türkiye’nin tarihsel olarak Musevilerle ve İsrail’le dostluk ilişkileri var. İsrail’in Filistin halkına yönelik onaylamadığımız politikaları var. Fakat bu politikalar İsrail’le düşmanlık ilişkilerini mazur göstermez. Dostluk ve işbirliği, ikna edici etki tesis etmemizi kolaylaştırır.

İsrail’in bölgesinde yalnızlaştırılması ne Türkiye’nin ne bölge ülkelerinin çıkarına hizmet eder. Filistin davasına sahip çıkmak önemli ve değerlidir. Bu ilkesel bir tutumdur. Ancak, bunun ötesine geçerek, popülist siyasi yarar sağlamaya dönük bir gayretin içine girmek üretken değildir, kalıcı olamaz, dış politikada zarar getirir.

ARAPLARLA İYİ İLİŞKİLER?

Türkiye Arap Orta Doğusundan da koptu, nasıl oldu bu; şimdi düzeltme çabası beklenen sonucu verir mi?

Diğer ülkelerle olduğu gibi, Arap Orta Doğusu’yla ilişkilerimizi gerginleştirmek, gerilimi yükseltmek akılcı ve kalıcı bir politika değildi, zararlı sonuçlar üretti. Bu politika Türkiye’nin Orta Doğu’da Müslüman Kardeşler’le yakın ilişki geliştirme hedefinin parçasıydı. Ancak bunda bölgesel dengeleri iyi değerlendiremediğimizi düşünüyorum. Tarihi ve bölge ülkelerinin duyarlılıklarını, güvenlik algılarını doğru okumaya çalışmalıyız. Akılcılıktan uzaklaşmamalıyız.

Şimdi açılım politikalarıyla tüm komşularımızla ve Arap Orta Doğusu’yla ilişkilerimizi onarmaya çalışıyoruz. Bu süreç zaman alacak, çünkü gerçek niyetlerimizle ilgili ciddi kuşkular ve güvensizlik yarattık. Şu anda niyetlerimiz ölçülüyor. Zaman, iyi niyet, tutarlılık ve samimiyet gerekiyor. Sabırlı olmalıyız. Uluslararası ilişkilerde dostluk ya da düşmanlık kalıcı değildir, çıkarlar ön plandadır. Bu bir zorunluluktur. Değerler sisteminiz örtüşüyorsa, ilişkiler gelişerek, dostluğa dönüşür.

TÜRKİYE EKSENSİZ KALDI

Türkiye bugün dünyanın neresinde ya da dış ilişkilerde nasıl bir “eksen” sergiliyor?

Türkiye kendine yeni bir eksen yaratmaya çalışırken, eksensiz kaldı. Çıpası kopmuş bir geminin fırtınalı havada açık denizde karşılaştığı çetin sorunları tecrübe ediyoruz. Fırtına dinse, bu defa geminin yelkenlerinin işe yaramayacak ölçüde hasar gördüğünü fark edeceğiz. Sürekli yalpalama halindeyiz, bu durum dost ve müttefiklerimizde güven sorunu yaratıyor. Çok taraflı bir ilişki geliştirelim derken, gündelik ve taktik açılımlar yapıyoruz. Stratejik, hedefleri belirli bir dış politikamız yok. Olsa olsa dış politika yerine belirsiz dış ilişkilerden bahsedebiliriz.

Tarihte pek çok ülke bu tip dönemlerden geçmiştir. Türkiye tekil örnek değildir. Fakat Türkiye’nin yaşadığı zor coğrafya akılcı, belirli, tesadüflere yer vermeyen, iyi düşünülmüş bir dış politikanın üretilmesini ve uygulanmasını zorunlu kılıyor. Son on yıldır dış politikada geçirdiğimiz aşamalar yaşadığımız tutarsızlıkları sergiliyor. AB, NATO, ABD, Rusya, Çin ve komşularımızla yaşadığımız sorunlar ortada. Bu, ne yazık ki bize dış politikada bir başarı öyküsü anlatmıyor.

Bir ülkenin kendiyle barışık ve tutarlı olması, inandırıcılık, saygınlık, güvenilirlik gibi sonuçlar üretir. Türkiye’nin potansiyeli ve deneyimiyle bu sonuçları kolaylıkla üretebileceği açık. Üretemiyorsak, nedenini başka yerde, uzaklarda değil, kendi tercihlerimizde aramak gerekir. Şimdi, kendimizi hapsettiğimiz dar alandan çıkmaya çalışıyoruz.

NASIL BİR EKSEN?

Dış ilişkilerde ya da dünyadaki yeri konusunda Türkiye nasıl bir “eksen” sergilemeli?

İlkeli, ortak çıkar alanları geliştirmeye yönelik, işbirliğine açık, kendini ve yaslandığı değer-ilke sistemini tanımlamış ve özümsemiş bir dış politika geliştirmeli; bu anlayışa bağlı olduğumuzu ortaya koymalıyız. Dostumuz ya da hasmımız olan tüm taraflar nezdinde saygınlık ve nüfuz kazanmamız buna bağlıdır.

Türkiye’nin ekseni temelde Batı aleminin parçasıyken, Doğu’yla, yakın bölgesiyle ve uzak coğrafyasıyla dengeli ilişkiler üzerine oturmalıdır. Güvenlik, istikrar ve refahın ortak zeminde paylaşımını ön plana çıkarmalıdır. Maceracı bir dış politikanın tehlikeli ve zararlı sonuçlarını yaşayarak deneyimledik. Devam eden, ağır maliyetler yükleyen ve zarardan başka bir şey üretmeyen bu uygulamalardan artık uzaklaşmalıyız. Akılcı, yapıcı, üretken ve uzak görüşlü yaklaşımlar sergilemeliyiz. Bunu oluşturabilmek, öncelikle açık fikirli ve şeffaf olmaktan, ardından empati geliştirmekten, yapıcı davranmaktan, liyakatli ve yönetimde deneyimli kadrolara rol vermekten geçer.

Dış politika işbaşında tecrübe edilerek öğrenilecek, bir yap-boz tahtası değildir. Dış politika yoğun emekle, büyük sabırla, zorlukla inşa edilir, ancak yanlış adımlarla kolayca bozulur. Bozgunların maliyeti yüksektir. Bunu akılda tutmalıyız. Sabit fikirli olmamalıyız. Aynı şeyi tekrarlayarak farklı neticeler alınmaz. Yanlışlar tekrarlanarak, doğruya ulaşılmaz.

Türkiye’ye yakışan, dış politika eksenini kişiselleşmiş hezeyandan uzak, kurumsal aklı öne çıkaran, ağırbaşlı bir yaklaşıma oturtmaktır. İttifak ve ortaklık bağlarına saygı duyan, ilkeli ve değerler odalı, çok taraflılık üzerine kurulmuş bir zeminde dış politikayı yeniden inşa etmektir. Bu birikime ve deneyime sahibiz. Kendimize güven duymamız yeterlidir.

NACİ KORU KİMDİR?

Emekli Büyükelçi Naci Koru 1981’de Hariciye’ye girdi. Çeşitli diplomatik temsilciliklerde çalıştı. Chicago Başkonsolosu, Riyad Büyükelçisi, BM Cenevre Ofisi nezdinde Türkiye Daimi Temsilcisi, son olarak Dışişleri Bakan Yardımcısı olarak çalıştı. ‘Diplomasi Günlüğü’ adlı sitesinde dış politika makaleleri yazıyor. (https:// www.nacikoru.com

11 Şubat 2022 Cuma

Prof. Dr. Sencer Ayata, ekonomik krizin sosyo ekonomik sonuçlarını Murat Sabuncu'ya yorumladı/10 Şubat 2022

"Araştırmalar 'gelecek' kaygısının en üst düzeye çıktığını gösteriyor"

Türkiye'de "eşitsizlik" algısının arttığını "vurgulayan Ayata, "Çok sayıda kamuoyu yoklaması var, uluslararası araştırmalar var. Bunların hepsi; şu anda Türkiye'de eşitsizlik algısının arttığını, bundan dolayı hoşnutsuzlukların arttığını, dünya ölçeğine göre mutsuz kişi oranlarının en yüksek seviyeye ulaştığını, kurumlara karşı güvenin kaybolduğunu, gelecek kaygısının en üst düzeye çıktığını, korkunun ve endişenin arttığı nıve buna bağlı olarak bir karamsar tablonun oluştuğunu gösteriyor" dedi.

Toplumun her kesiminin yüksek enflasyonu, işsizliği ve geçim sıkıntısını konuştuğuna dikkat çeken Ayata, bu konuda özetle şunları söyledi:

"Bu süreçte büyük bir kesim özellikle kurla başlayan ve onun sonunda gelen spekülatif ataklar sırasında geçim sıkıntısına düşüp enflasyon, hayat pahalılığı altında ezilirken, başka kesimler de çok hızlı zenginleşti. O birkaç gece içerisindeki zenginleşmeyi konuşuyoruz ama bunun açık belirtileri var. Mesela her türlü lüks taleplerinin patlama noktasına gelmesi. Demek ki bir kesimin elinde de muazzam servetler birikti. Gelir eşitsizliğinden çok, daha ziyade servet eşitsizliğine doğru Türkiye gitti. Bunlar ilerde daha çok sonuçları ortaya çıkacak gelişmeler. Bütün toplumun bir anlamda söylediğimiz kesimler dışında zarar gördüğünü söyleyebiliriz."

"Derin yoksulluk Türkiye'de genişledi"

Derin yoksulların en ciddi darbeyi yiyen kesim olduğuna işaret eden Ayata, dar anlamda işsizlik oranının yüzde 12 olduğunu, TÜİK'e göre bile geniş anlamda işsizlik oranlarının yüzde 22,5'i bulduğunu, işsizliğin 25-30 bandına çıkabileceğini anlattı. Prof. Ayata, Türkiye'de genişlediğini vurguladığı "derin yoksulluk" içinde toplumun yüzde 30'una varan bir kesiminin bulunduğunun altını çizdi.

İş bırakma eylemlerinin siyasete ve sosyal hayata sonucu ne?

Emeğin marjinalleşmesi ve insanların çok düşük ücretlerle çalışmayı kabul etmek zorunda kalmasının getirdiği sosyal patlamalar ve itirazlar olduğunu belirten Murat Sabuncu, iş bırakma eylemleri ve grevleri hatırlattı. AKP döneminde hızlı bir sendikasızlaştırma süreci ile karşı karşıya kalındığını belirten, son olayların, 1990'ların başındaki 'Madenci Yürüyüşü'nü ve o günlerdeki emek kesiminin hareketliliğini hatırlattığını söyleyen Sabuncu, Prof. Ayata'ya "O günlere tekrar geri mi dönüyoruz?" sorusunu yöneltti.

Ayata; gelişmeleri daha çok sendikalar açısından ele almak istediğini ve üç kesim üzerinde durulması gerektiğini belirterek soruyu özetle şöyle yanıtladı:

"Birincisi doktorlar; onların çok açık beyanatları oldu. Sorunlarını çok iyi bir şekilde ortaya koydular. Buradan çıkan sonuçlar var; sağlık çalışanları ve eğitim çalışanlarına ayrılan kaynaklar güvenlik için ayrılan kaynakların çok gerisine düştü. Bu aslında devletin de konuya nasıl baktığını gösteriyor.

"İkincisi; hastalık koşulları ve devamlı can güvenliği sorunu varken doktorlar bu koşullarda sosyal güvenlik ihtiyaçlarının ve çalışma koşullarının yeterince dikkate alınmadığını ifade ediyorlar. Bunun yanında doktorlar nerede konuşsalar şiddetten söz ediyorlar.  Doktorlara karşı şiddet Türkiye'de çok yaygınlık kazanmış vaziyette. Doktorlara meslek olarak verilen önem ekonomik bakımdan daha marjinalleştirilirken diğer yanda şuna dikkat ediyorum: Aslında doktorların burada dile getirdiği bir statü kaybı. Bunu çok önemli görüyorum. Bunun arkasında bir zihniyet var."

"Beyaz yakalı, eğitim düzeyi yüksek, vasıf olarak yüksek belirli bir kesimin bir şekilde kendisini ciddi olarak mağdur hissettiğini görüyoruz. Burada şuna dikkat edelim; bu kesimin bir kozu da var; gücü ve otoritesi var. Nereden kaynaklanıyor; eğitiminden, donanımından ve vasfından kaynaklanıyor. Bir çıkış kapısı da elde etmiş vaziyetteler. yurt dışında doktorlar kapışılıyor.  Sadece bu sene 3 bine yakın doktor ülkeyi terk etmiş."

'Esnaf kuryeler' ve dijital örgütlülük

Son dönemde hak talepleri karşılanmadığı için iş bırakma eylemleri yapan işçilerin örgütlenmesine ilişkin olarak da Prof. değerlendirme yapan Ayata, şunları söyledi:

"Özellikle metal iş kolunda çalışanlar, Türkiye'nin en gelişmiş ekonomik havzası olan Marmara bölgesinde çalışıyorlar. Şirketlere bakınca, çoğu Türkiye'nin tamamen formel sektöründe yer alan, en teknoloji yoğun biçimde işçi kullanan ve aynı zamanda da en büyük şirketleri. Buralarda ne özellik var; ciddi olarak sendikalaşma ve örgütlülük var.

"Burada da neden söz ediyoruz; ciddi bir vasıftan ki çoğu eskinin mühendisine yakın teknisyenler ya da madenciler gibi, bulunması, risk yüksek olduğu için zor elemanlar. Burada sendikalı ve örgütlü bir gücün protesto hareketine katıldığını görüyoruz. Bu eylemlerde bana en ilginç geleni 'esnaf kuryeler' oldu.

"Esnaf kurye sistemi ve bu sektör belli bir dijital ekonominin içinde hareket eden bir sektör. Bu kadar örgütlü olmayan bu kadar atomlaşmış olan, ayrı ayrı çalışan kesimler nasıl oluyor da Türkiye'nin her yanında böyle bir eylem içine girebiliyorlar? Sanıyorum oradaki en önemli cevap artık tamamıyla bu dijital ekonominin içinde olmaları. Bu örneklere baktığınızda bir örgütlülük özelliği görüyorsunuz."

"Başkanlık sistemi tuzağı; tek güç tek sorumluya dönüştü"

Ekonomik krizin iktidara yansımalarını da değerlendiren Prof. Ayata, öncelikle parlamenter sistemden başkanlık sistemine geçişe ilişkin bir noktaya dikkat çekerken şunları söyledi:

"Başta iktidar partisi bir anlamda bu başkanlık sisteminin tuzağına düşmüş durumda. Bu tuzaktan kendisini kurtaramıyor. Çünkü başkanlık sistemine gidiş sürecinde, anayasanın kendisi ve yasaların kullanılış biçimi dahil, gücün tek elde olması bu modele doğru sürükledi. Güç tek elde olunca, toplum bu kadar karamsar olunca, bu kadar hayat zorlaşınca, bu kadar şikâyetler ve çekilen acılar artınca vatandaş etrafına bakıyor ve 'Başka sorumlu yok' diyor. Bir anlamda tek güç bugün tek sorumlu anlayışına dönüşüyor.

"Bu başkanlık sisteminin yarattığı bir tuzaktır. Daha çoğul bir yapıda bu sorumluluk farklı partiler tarafından, hatta iktidarı oluşturan, devleti oluşturan farklı güçler tarafından da paylaşılırken şimdi parmaklar tek bir sorumluyu gösteriyor. Makam tek güç bende, tek karar alıcı benim, bütün uygulamaları da ben yaparım, demiş."

"Muhalefetin buluşması iktidar için sonun başlangıcı olabilir"

Prof. Dr. Sencer Ayata, Millet İttifakı'nın genişleme sürecini değerlendirirken, 12 Şubat Cumartesi günü yapılacak muhalefet zirvesine de değinerek, özetle şu görüşleri dile getirdi:

"Sanki ittifak yapısının ya da isminin değişmesi konusu geri kalmış gibi. Ancak sorunlar bitmiş değil. Bir aday belirlenmesi süreci var. İdeolojik olarak oluşmuş siyasi fay hatları var. Bunların bir şekilde birbirlerine yakınlaşması söz konusu. Ama öbür yandan bir avantajı var. Öbür sistem, yani başkanlık sistemi büyük ölçüde dumura uğramış, zarar görmüş durumda.

"Giderek de yurttaşların kafasında bu sistem işlemiyor, kanısı yaygınlaşmakta. Bu sebeple yüzde 60'a varan muhalefetin oy oranı, bütün bu partilere, aralarındaki anlaşmazlıklara rağmen moral veriyor, bir güç ve umut kaynağı oluyor. Çünkü yüzde 60 var ve bizim için de, istediklerimizi gerçekleştirmek için de bir umut doğdu. Bu, 'bir parlamenter sisteme geçelim ve bu iktidar değişsin' rüzgârı yaratıyor. 12 Şubat'taki muhalefet partilerinin buluşması iktidar için sonun başlangıcı olabilir."

9 Şubat 2022 Çarşamba

Hasan Sabbah ve Alamut-1 Tarih, ona baktığınız pencereye göre değişkenlik gösterir Emre Ergül/09.05.2020

"Feodalizme karşı devrimci muhalefet; tüm Ortaçağ boyunca kendini, koşullara göre kimi zaman mistik, kimi zaman açık mezhep sapkınlığı, kimi zaman da silahlı ayaklanma biçiminde göstermiştir... Hatta, 16. yüzyılın din savaşları adı verilen şeylerde bile, her şeyden önce çok ciddi sınıf çıkarları söz konusudur... Eğer bu sınıf savaşımları o çağda, dinsel bir nitelik taşıyor, eğer çeşitli sınıfların çıkar, gereksinme ve istemleri din maskesi altında gizleniyor idiyseler, bu hiçbir şeyi değiştirmez ve çağın koşulları ile kolayca açıklanır..."  (Friedrich Engels / Köylüler Savaşı)

“Erenlerin çoktur yolu

Cümlesine dedik beli

Gören bizi sanır deli

Usludan yeğdir delimiz”

(Muhyiddin Abdal)   

Tarih, ona baktığınız pencereye göre değişkenlik gösterir. Bu değişkenlik, öznel bir bakışın herhangi bir tarafına eklemlenmekten ziyade gerçek ile yalan arasındaki konumlanıştan kaynaklanır. Bu iki zıt konumlanışın tarihe bakışındaki en temel fark ise bir tarafın tarihe egemenlerin penceresinden diğer tarafın ise ezilenlerin penceresinden bakmasıdır. Bir tarafın bakış açısında zulüm ve sömürü kurumlarının çarpıtmalı yansımaları vardır, diğer tarafta ise eşitliği, adaleti ve özgürlüğü isteyen kesimlerin haklı taleplerinin yansımaları vardır. Bu iki bakış açısından ilkinde sarayların ve saltanatların çarpıtmalarını, ikincisinde ise ezilmişlerin çığlıklarını görürsünüz.

Tarihe sarayların penceresinden bakıldığında katillerin ‘’kahraman’’ kahramanların da ‘’katil’’ olduğu görülür. Çünkü ‘tarih, kahramanlar tarafından değil; kahramanları asanlar yani krallar tarafından’ yazılır. Egemenler, sömürgen bozuk düzenlerine başkaldıran düşünceleri, insanları ve hareketleri sadece bedenen katletmekle kalmaz aynı zamanda bilinçli çarpıtmalar, karalamalar ve yalanlar yoluyla da ruhen katlederek gelecek kuşaklara aktarırlar. Egemen tarih yazımının bu çarpıtmaları, yazıcı öznenin ezilenlerden yana yer alan politik tutumu temelinde resmi tarihin tersten okunması yöntemiyle aşılabilir. Böylesi durumlarda ‘’terörist’’, ‘’zındık’’, ‘’batıl’’, ‘’sapkın’’ ve ‘’katil’’ tanımları yer değiştirir.

Resmi tarih anlayışının karalamalarına en fazla maruz kalan isimlerden birisi de hiç şüphesiz filozof, ilahiyatçı, astronom, örgütçü, stratejist, mütefekkir ve bilim insanı olan Hasan Sabbah’tır. İbriğini bir cariyenin, havlusunu da başka bir cariyenin tuttuğu resmi tarih yazıcılarının iddia ettiği gibi Hasan Sabbah ve refikleri (yoldaş) ne ‘terörist’ ne de ‘haşhaşi’dir. Hasan Sabbah ve refiklerinin egemenlere ve onların sömürgen düzenlerine korku salan eşitlik ve adalet mücadelesi, haşhaş kullanıp bilinçlerini kaybederek değil; Kerbela ve İmam Hüseyin bayraktarlığında yükselen, Muhtar-ül Sakafi’yle vücut bulan ve Karmatiler ile zirveye ulaşan, senkretik din tandanslı, kurtarıcı karakterli ve felsefi temelli eşitlikçi ihtilal hareketlerinin mirasına olan sadık inanç ve bilinçlerinden kaynaklanmaktaydı. Amaçları “Üstü örtülmüş yalan ve aslı olmayan” hikâyelerle dolu kötü bir dünyayı değiştirip, yerine adil ve eşitlikçi bir düzen kurmaktı. Bunu da o dönem ezilen kitlelerin kendilerini ifade biçimi olan İsmaililik adı altında yaptılar. Teolojik olarak İsmaililik, altıncı İmam Cafer-i Sadık’ın ardından imametin Cafer-i Sadık’ın büyük oğlu İsmail’e geçtiğine ve İsmail’in vefatının (Cafer-i Sadık’tan önce vefat etti.) ardından da imametin onun oğlu Muhammed bin İsmail’e geçtiğine inanlara verilen isimdir. İsmaililik araştırmacısı Farhad Daftary, İsmaililiği şu şekilde tanımlar:

“İsmaililik, İslam dünyasında iktidarın, özgürlükten ve zenginlikten uzak kalan, İslam adına kutsanan ve tanrısal iradeyle açıklanan düzenin kendi zararlarına işlediğini gören bir Müslüman kesimin, ‘Allah’ın yarattığı ve yönettiği’ bir dünyada mahrum konumlarını ve düzene yönelik eleştirilerini, Allah’ın kudretine helal getirmeksizin ortaya koyma yönünde giriştiği büyük ve uzun soluklu bir çabadır.”

1050’lerin başlarında Hımyer kabilesine mensup 12 İmam Şiiliği’ni benimseyen bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Hasan Sabbah, Yemen’den Kufe’ye, Kufe’den Kum’a, Kumdan’dan da Rey’e yerleşen bir ailenin çocuğudur. Hasan Sabbah kendi hayat hikâyesini Sergüzeşt-i Seyyidina’da şöyle anlatıyor:

“Çocukluğumdan yani yedi yaşına bastığımdan beri, çeşitli ilimleri öğrenme merakıyla yanıp tutuşuyordum. Din âlimi olmak istiyordum. 17 yaşına kadar ilim peşinde koştum. Ben ilk başta atalarımın mezhebi olan Şia mezhebinin 12 İmam kolundandım. Rey’de Mısır Fatımileri’nin mezhebinden Emire Zarrab adlı bir kişi vardı. Onunla mezheplerimiz hakkında tartışma yapardık. (İsnaaşeriyye ve İsmaililik – E.E.) O daima benim görüşlerimi çürütür, mezhebimi küçük düşürürdü. İslam inancım şek ve şüphe götürmezdi; Allah’a, peygambere, İmam’a, cennet ile cehenneme, haram ile helale imanım tamdı. Şia’nın (İsnaaşeriyye – E.E.) gerçek din ve akideyi benimsediklerini düşünüyor ve İslam dışında hakkı arama gereği hiç duymuyordum. İsmaili fırkaları felsefe, Mısır’daki halifeleri de filozof olarak düşünüyordum. Emire Zerrab’ın İsmaililik hakkında söylediklerine karşı koymama rağmen onun sözleri kalbimde yer ediyordu. Kendi kendime onun mezhebinin daha doğru olduğunu söyledim. Fakat 12 İmam Şiiliği’ne aşırı bağlılığım yüzünden bu düşüncemi kimseye açıklayamıyordum. Emire Zerrab bana ‘’Gece yatağında düşünürken, bu söylediklerime ikna olacaksın.’’ dedi. Bu kararsızlık ortamında tehlikeli bir hastalığa yakalandım. (Burada Hasan Sabbah, yoğun felsefi ve teolojik tartışmaların ardından kendi çelişkilerini gördüğünü ve bir iç hesaplaşmadan geçtiğini belirtiyor.) “Allah onun etini ve kanını daha iyisiyle değiştirdi” sözü üzerimde tatbik ediliyormuş gibi geldi bana. Kendi kendime “Eğer, Allah geçinden versin, ecel gelirse hakikate ulaşmadan öleceğim.”’ dedim. Nihayetinde kimsenin müdahalesi olmadan o hastalığı atlattım. Bu sırada Necm Sarrac adlı birisinden İsmaililik hakkında bilgi istedim. O bana ayrıntılı izah ve açıklamalarda bulunduktan sonra o mezhebin sırlarını öğrendim. Abdü’l- Melik Ataş’ın mezhebe davette bulunmaya izin verdiği Mu’min adındaki birinden benim biat yeminimi kabul etmesini istemem üzerine o, ‘’Hasan olan senin, Mu’min olan benden mezhepteki rütben daha üstündür. Ben senin yeminini nasıl kabul eder, İmam’ın yapabileceği bir işi nasıl yaparım?’’ dedi. Sözün kısası Mu’min, Hasan-ı Sabbah’ın ısrarına dayanamayarak ondan biat ve bağlılık yemini aldı. Hicri 464/1072 senesinde Irak’ta dai olan Abdü’l-Melik Ataş Rey’e geldi. Beni beğenerek dailik naipliğine (yardımcılığı) tayin ettikten sonra ‘’Artık Hazret’in huzuruna varmanın zamanıdır.’’ dedi ve Mısır’a halifeyi görmem için gitmem gerektiğini söyledi. O sırada halife Mustansır idi. Mısır’a gitmeye karar verdim. Nihayet Sefer 474/Ağustos 1078 yılında Mısır’a ulaştım.’’ (Hasan Sabbah’ın Mısır’a yolculuğu 1076’da İsfahan’dan başlayarak sırasıyla Azerbaycan, Silvan, Musul, Şam’Beyrut, Sayda, Sur ve Akka’dan geçtikten sonra deniz yoluyla Kahire’ye ulaşmasıyla tamamlandı. Bu yolculuk sırasında çeşitli bölgelerdeki Sünni Ulema ile İsmaililik temelli teolojik ve felsefi tartışmalar yaptı.)

Hasan Sabbah Mısır’da bulunduğu süre zarfında İsmaililik konusunda bilgisini derinleştirdi. Mısır’da kaldığı süre boyunca yönetimde resmi olarak Halife Müstansir Billâh yer alsa da fiili söz sahibi olan kişi vezir Bedrü’l-Cemâlî’ydi. 1052 ile 1072 yılları arasında Mısır’da büyük kıtlık ve veba salgını baş gösterdi. Nil Nehri’nin sularının çekilmesi mahsul elde edememeye sebep verdi. Bu dönemde Halife Mustansir Billah’ın ailesi dahi ülkeden çıkıp Suriye ve Irak’a gitmek istedi. Bu büyük sosyo-ekonomik buhran dönemi tarihe “eş-Şiddetü’l-Uzmâ” (Büyük Felaket) olarak geçti. Ölü sayısı o kadar fazlaydı ki insanlar cesetleri tek tek defnetmek yerine toplu mezarlara gömüyorlardı. İbnü’l-Cevzî’ye göre Mısır’da her gün 10 bin insan can veriyordu. İnsanlar açlıktan ne yapacaklarını bilemez hale gelmişlerdi. Hayvan leşi ve kitap ciltlerini yemenin yanında mezarlıkları açıp insan eti de yemeye başlamışlardı. Bu durum karşısında tedirginlik yaşayan bazı insanlar tövbe edip mallarını infâk ederek ölüme hazırlanıyorlardı. Bu büyük sosyo-ekonomik buhranın Fatımi Devleti’ni faturası oldukça ağır oldu. Halife Mustansir Billâh bu durumdan kurtulmak için eli mahkûm bir şekilde o dönem Suriye’de başarılı bir askeri yönetim sergileyen Akka valisi Bedrü’l-Cemâlî’ye vezirlik teklifinde bulundu. Bedrü’l Cemali’nin tüm tekliflerini kabul eden Halife Mustansir Billah onu geniş yetkilerle donattı ve oğlu Ahmed’i Cemali’nin kızıyla evlendirdi. Fatimiler’de Bedrü’l Cemali’ye kadar vezirler, tenfîz veziri (Yetkileri sınırlı vezirlik) idi. Bedrü’l Cemali’yle beraber vezirlik tefvîz vezirliğine (Tam yetkili vezir) dönüştü. Bu dönüşümden sonra vezirlik hilafet makamının yerine geçti ve bu makamdakilere ‘’Emirü’l- Cuyuş’’ denildi. Bu değişimle beraber vezirlik makamı kalem ehlinden, kılıç ehline geçmiş oldu. Fatimi Devlet yönetimindeki Türkmenlere karşı bir politika izleyen Emirü’l- Cuyuş, Fatimi ekonomisini düze çıkardı, Mekke’deki Cuma hutbeleri tekrardan Fatimi Halifesi adına okunmaya başlandı. Bedrü’l Cemali’nin bu kadar güçlü olduğu dönemde Mısır’a giden Hasan Sabbah, Bedrü’l Cemali’yle sorunlar yaşadı. Hasan Sabbah’a karşı düşmanlık besleyen vezir Bedrü’l Cemali kimi rivayetlere göre Hasan Sabbah’ı Kahire’de hapsetti. Bu konudaki rivayet tartışmalı olmakla beraber Hasan Sabbah’ı Mısır’dan sürgün ettiği kesindir. Hasan Sabbah bu olayı şöyle anlatmaktadır:

‘’O sırada yönetimde Emirü’l Cüyuş vardı. Ben de daha önce anlatıldığı üzere, mezhebin usul ve kaidelerine uyarak Nizar’ın adına davette bulunuyordum. Bu yüzden Emirü’l Cuyuş’un benimle arası iyi değildi. Hayatıma kastetmek için tetikte bekliyordu. Sonunda beni zorla Frenklerden bir grupla gemiye bindirip Magrib (Afrika’ya sürülmüş geminin kaza yapmasından kaynaklı Suriye’ye gitmiştir.) tarafına yola çıkardılar.’’

Hasan Sabbah’ın Emirü’l Cuyuş ile arasının bozuk olmasının temel sebebi, Emirü’l Cuyuş’un Halife Müstansır’dan sonra hilafette Mustansır Billah’ın büyük oğlu Nizar’ı değil, damadı Ahmed’i istemesiydi. İsmailiyye nazariyesine göre de imamet babadan büyük oğula geçiyordu. Nizar’ın adı halef olarak sikkelerde yer aldı. Hatta Müstansır Billah ölümünden önce büyük oğlu Nizar için devlet ricalinden biat almak istedi. Bu isteği Bedrü’l Cemali çeşitli ayak oyunları yaparak erteletti. Zayıf bir rivayete göre Müstansır kendinden sonra hilafetin Nizar’da olacağını Hasan Sabbah’a açıklamıştı. İsmaili imamet aktarım anlayışını ve Bedrü’l Cemali’nin niyetini bilen Hasan Sabbah, başından beri Nizar’ı destekledi ve Bedrü’l Cemali’nin yönetimindeki iktidarın icraatlarını eleştirdi.

Gemi kazasından dolayı Suriye’ye sürgün olan Hasan Sabbah, sırasıyla Halep, Bağdat ve Huzistan’dan geçip 1081’de İsfahan’a vardı. İsfahan’dan Kirman ve Yezd bölgelerine giderek İsmaili propaganda ve örgütleme çalışmaları yaptı. Daha sonra üç yıl kalacağı Damgan’a geçti. Damgan’daki üssünden İran’ın kuzey yaylaları, Hazar vilayetleri ve Alamut kalesinin de içinde bulunduğu Deylem bölgesine çok sayıda dai gönderdi. Hasan Sabbah yaklaşık 9 yıllık propaganda faaliyeti sırasında İran’ın orta ve batı bölgelerinde yoğun Selçuklu otoritesini görmüş, propaganda çalışmaları sırasında zorluklarla karşılaşmış ve takibatlardan zor kurtulmuştu. 9 yıllık propaganda faaliyeti sonucunda devlet tarafından takibe alınan Hasan Sabbah artık merkezi bölgelerde propaganda ve örgütleme çalışması imkânı kalmadığını anlayınca ‘’Ferman padişahınsa, dağlar bizimdir.’’ edasıyla gözünü dağlık bölgelere dikti. Bölgeye gönderdiği dialer ve kendi keşifleri sonucunda hem güçlü mevzisi, hem hâkim bir konumu hem de bölgenin demografik yapısından dolayı ‘’Aluh amut’’ kelimelerinden meydana gelmiş olan ve kartal yuvası manasına gelen Alamut’ta karar kıldı.

İsmaili propaganda çalışmalarından haberi olan ve bundan büyük rahatsızlık duyan Selçuklu veziri Nizamül-Mülk, Hasan Sabbah’ın yakalanmasını emretti. Hasan Sabbah bu durumu ve Alamut’a varan gizli yolculuğunu şu şekilde anlatıyor:

‘’Nizamü’l Mülk’ün bu Müslim Razi’ye beni yakalamak için emir vermesi üzerine, o her yerde büyük bir gayretle beni aramaya başladı. Ondan dolayı Rey’e gitmedim. Daha önce dailer gönderdiğim Deylaman’a gitmek istiyordum. Bunun için önce Sarf ye oradan da Dundabevend ve Rey’in bir kasabası olan Huvar yolundan Kazvin’e vardım ve böylece Rey’den uzaklaşmış oldum. Kazvin’den Deyleman’a, oradan Aşvakar bölgesine oradan da Alamut’a bitişik olan Encirud’a gittim. Orada bir süre ikamet ettim.’’

Deylem baç dailiğine atanan Hasan Sabbah bölgede İsmaili propagandayı yeniden canlandırdı ve kendisine çok sayıda refik buldu. Zeydiliğin merkezi durumunda olan Deylem bölgesi geçmişten o zamana kadar içerisinde senkretik din anlayışına ait birçok unsuru içersinde barındırıyordu. Bölge Zerdüştlük, Mani ve Mazdekçiliğin önemli merkezlerinden birisiydi. Hasan Sabbah daha önceden Alamut’a gönderdiği dailerin uzun süren propaganda çalışmaları aracılığıyla kaleyi içten fetheder hale geldi. Hasan Sabbah son planlamalarını yapıp dailer aracılığıyla kaledeki birçok kişiyi İsmaili davaya kattıktan sonra 4 Eylül 1090 tarihinde kılık değiştirip kendisini ‘’Dehhuda’’ adlı bir öğretmen şeklinde tanıtarak kaleye girdi. Kaleye girdiği esnada kalenin sahibi ve yönetici Mehdi isimli bir Zeydi’deydi. Mehdi’nin en yakın adamları Hasan Sabbah’ın Alamut’a gönderdiği Hüseyin Kaini tarafından İsmaili yapılmıştı. Dehhuda adlı kişinin Hasan Sabbah olduğunu öğrenen Mehdi kaleden ayrılmaya karar verdi. Hasan Sabbah Mehdi’ye daha sonra Girdkuh ve Damgan valisi olacak olan Reis Muzaffer Mustavfi’ye iletmek üzere bir mektup verdi. Mektupta Mehdi’ye kalenin bedeli olarak 3 bin altın dinar ödenmesi gerektiği yazıyordu. Muzaffer Mustavfi mektubu alır almaz parayı hemen ödedi. Mektup şöyle:

‘’Reis- Allah onu korusun-, Alamut’un bedeli olarak 3 bin dinar altını Alevi-yi Mehdi’ye ödesin. Selam peygamberlerin en seçkinine ve onun evladına olsun. Allah bize yeter. O ne güzel Vekil’dir.’’

Alamut’u bir üs haline getiren Hasan Sabbah Mısır, Suriye, Azerbaycan ve diğer bölgelere İsmaili propagandayı yaymak için çok sayıda dai gönderdi. Bu dailer kent ve kasabalarda İsmaili hücreler oluşturdu. Bu hücreler darü’l-hicre şeklinde kullanıldı.

Alamut’un Hasan Sabbah tarafından ele geçirildiği öğrenen Melikşah ve veziri Nizamül-Mülk bundan hayli rahatsızlık duydu ve Hasan Sabbah’ı ortadan kaldırmak için planlar yapmaya başladılar. Öncelikle Hasan Sabbah’a bir heyet gönderen ve kendisine biat etmesini isteyen Melikşah’a Hasan Sabbah’ın cevabı ise şöyle oldu:

‘’Biz imamızdan başka birilerinin emirlerine boyun eğmeyiz. Sultanların maddi ihtişamı bizi etkileyemez. Sultanınıza söyleyin, bıraksın bizi hücremizde barış içinde yaşayalım. Eğer rahatsız edilirsek, ellerimize silahlarımızı almak zorunda kalacağız.’’ dedi. Bu cevaptan da anlaşılacağı üzere Hasan Sabbah, kendilerine saldırmayan hiç kimseye saldırı düzenlemedi. Nitekim Hasan Sabbah Alamut’a henüz yerleşmişken ilk saldırı Rudhar bölgesi valisi Yorun Taş’ın kumandasındaki Selçuklu kuvvetleri tarafından yapıldı.

Yorun Taş, sık sık Alamut eteklerini saldırı düzenlemeye başladı, Hasan Sabbah’ın davetini kabul eden bölge halkını öldürüp mallarını yağma etti. Bu saldırılar esnasında Alamut civarında yaşayan halk erzak sıkıntısına bağlı olarak açlık çekmeye başladı ve umutsuzluğu ve hoşnutsuzluğu doğurdu. Hasan Sabbah bu durumu dönemin Mısır Fatimi halifesi Mustansir Billah’ı devreye sokarak çözdü. Halka Mustansir Billah’ın kendilerine yardım göndereceğini ve yakında başarıya ulaşacağını anlattı. Halk bu haberden sonra aldığı motivasyonla saldırılara direndi. Bundan dolayı oraya ‘’belde-i ikbal’’ yani iyi talih/başarı kenti dendi. Yorun Taş’ın ani ölümüyle beraber kuşatma son buldu. Oldukça büyük düşman saldırısına maruz kalan Hasan Sabbah mecburen savunma pozisyonuna geçti. Yorun Taş’ın başarısız olduğu haberi duyan Melik Şah küplere bindi. Nizamül-Mülk ile beraber yeni kuşatma planları yaptı. Tarihler Haziran 1092’yi gösterdiğinde Hasan Sabbah ve yoldaşlarını ortadan kaldırmak için Rudbar ve Kuhistan’a Arslan Taş ve Kızıl Sarık komutasında iki ordu gönderdi. Bu iki güç Rudbar ve Kuhistan üzerinden Alamut’u kuşatma planı yaptı. Kuşatma yaklaşık 4 ay sürdü. Arslan Taş komutasındaki ordu da Alamut’u kuşattı. Kuşatma esnasında Alamut Kalesi’nde Hasan Sabbah’la beraber yetmiş kişi vardı. Erzak yollarının kesilmesinden dolayı erzak tükenme noktasına geldi. Hasan Sabbah Kuşatmayı kırmak için bölgedeki davetçilere acil haber saldı. Dai Dihdar Abu Ali Kazvin bölgesinden yaklaşık 300 kadar kişiyi, silahı ve erzağı Alamut kalesine getirdi. Tarihler Eylül-Ekim 1092’yi gösterdiğinde yeni gelen savaşcılar çevredeki halk orduyu saldırı düzenledi ve bozguna uğrattı. Kızıl Sarık komutasındaki güçler ise Kuhistan’da başarılı olup İsmaililier’in yaşadığı Dara Kalesi’nin ele geçirmek üzereyken Hasan Sabbah ve yoldaşları ilk eylemlerini yaptılar. Tarihler 16 Ekim 1092’yi gösterdiğinde azılı bir Şii düşmanı olan ve iftirada oldukça usta olan Nizamül-Mülk, sufi kılığına giren Tahir Arrani isimli bir fedai tarafından öldürüldü. Nizamül-Mülk’ün ölümünden 35 gün sonra da Melikşah öldü. Bu haberi alan ordu tüm güçlerini geri çekti. Bu eylemle aynı zamanda sadece İsmaili davet yaptığı için Nizamül-Mülk’ün emriyle acımasızca katledilen dai Tahir El Neccar’ın da intikamı alınmış oldu. Tam bu sıralarda İsmaililikte de büyük iç çatışmalar yaşanmaya başladı. Dönemin İsmaili imamı ve Fatimi Halifesi Müstansır vefat etince vezir Efdal (Bedrü’l Cemali ölünce yerine oğlu Efdal vezir tayin edildi.) hızlı davranıp Müstansır’ın küçük oğlu Ahmedi namıdiğer Müstali’yi tahta oturdu. Oysa İsmaili imamet anlayışına göre imamet Müstansır’ın büyük oğlu Nizarda’ydı. Bu durumun farkında olan İran, Irak ve Suriye İsmailileri Müstali’nin imametini kabul etmedi ve imametin gasp edildiğini düşündü. Hasan Sabbah, Nizar’ın gasp edilmiş imam olduğunu söyledi ve Mısır’daki Fatimi Karargahıyla tüm bağını kopararak bağımsız bir Nizari İsmaili Devleti kurmuş oldu. Bu ayrışmanın ardından İsmaililer Nizariler ve Mustaaliler (Mustaliler de daha sonra Tayyibiye ve Hafıziyye olarak bölündü.) olarak ikiye ayrıldı. Nizar’ın ölümünden sonra Hasan Sabbah hüccet oldu. Hüccet, imamın gizlilik döneminde ki temsilcilerine verilen isimdir. İmam değil, imama zemin hazırlayan kişidir. Nitekim Hasan Sabbah kendisini hiçbir zaman imam olarak tanımlamadı hatta vefat etmeden önce vasiyetinde ‘’İmam ülkesine geldiğinde, onun yanında yer alın.’’ dedi.

Melikşah’ın ölümünden sonra Selçuklu Devleti on yılı aşkın sürecek olan taht savaşlarına sahne oldu. Melikşah’ın oğlu Berkyaruk ile Muhammed arasında çıkan kavgalardan dolayı devlet otoritesi zayıfladı. Bu durum Hasan Sabbah’ın İsmaili propagandayı ilerletebilmesine katkı sundu. Bu süreçte çok sayıda kale ele geçirildi ve İsmaili davaya insan kazandırıldı. Berkyaruk iktidarda kaldığı müddetçe İsmaililer’e karşı herhangi bir savaş yapmadı. Berkyarık 1105’te ölünce yerine kardeşi Muhammed Tapar geçti. Muhammed Tapar iktidarı alır almaz Alamut’a küçük seferler düzenletti. Alamut’un tek seferde büyük bir orduyla alınamayacağının farkında olan Tapar, yıpratma taktiğiyle Alamut’taki direnişi zayıflatacağını düşündü. Muhammed Tapar Alamut’a yönelik ilk büyük saldırıyı 1107’de yaptı. İlk olarak Kuhistan’daki Şahdiz Kalesi’ne saldırı düzenleyen Selçuklu kuvvetleri kaleyi işgal etti. İsmaililer büyük bir direniş göstermelerine rağmen hem sayıca az olmaları hem de karşı tarafın teknik üstünlüklerinden dolayı acımasızca öldürdüler. Kalenin sorumlusu Dai Ahmet bin Abdülmelik’i tutuklayıp, Isfahan’ın sokaklarında teşhir ettikten sonra taşa tutup derisini yüzerek katlettiler.

Şahdiz Kalesi’nin işgal edilmesinden hemen sonra Alamut’a yönelik toplamda 8 yıl sürecek kuşatma başladı. Kuşatma boyunca bölgedeki tüm ekinler yakıldı, ambarlar yağmalandı. Alamut’ta yaşayanlar büyük kıtlıkla karşı karşıya kalmalarına rağmen tüm güçleriyle direndiler. Kuşatma sürecinde kalede yaşayan birinin günlük yiyeceği bir ekmek ve üç tane cevizdi. Tarihler Haziran 1117’yi gösterdiğinde Muhammed Tapar, kalelere mancınıkla ateş edilmesi emri verdi. Şiddetli çarpışmalar yaşanırken Mart 1118’de Sultan Muhammed Tapar’ın ölüm haberi gelince ordu geri çekildi. Muhammed Tapar’ın ölümünden sonra tekrar taht kavgaları başladı. Kavgaların sonucunda Sultan Sancar egemenliği eline aldı. Sultan Sancar tahta oturunca tıpkı ataları gibi İsmaililer’e düşmanlık besledi. İlk başta Kuhistan’a ardından da Alamut’a hareket etti. Durumdan haberdar olan Hasan Sabbah, Sultan Sencer’e barış için elçi gönderdi. Gönderilen tüm elçiler Sultan Sancar tarafından reddedildi. Hasan Sabbah, Sultan Sancar’ın barış tekliflerine yanaşmadığını anlayıp saldırılardan vazgeçmediğini görünce sultanın yatağına kabzasına kağıt sarılı olan bir hançer koydurttu. Kağıtta şunlar yazılıydı:

‘’Senden çok uzakta Alamut kayalığı üzerinde yattığım seni aldatmasın, çünkü en yakın kimselerin benim buyruğumdadır ve benimle beraber hareket ederler. Yatağına bu hançeri koyabilen biri onu yumuşak göğsüne de saplayabilirdi. Bu sana ihtar olsun.’’

Sultan Sancar bunun üzerine hemen kuşatmayı kaldırttı ve 1123 yılında Nizari İsmaili devletini tanıyan bir barış antlaşması yaptı. Anlaşmayla beraber çeşitli bölgelerden vergi ve kervanlardan geçiş parası alma hakkını İsmaililere verdi. Hülagü’nün Alamut işgali sırasında Alamut’a giren ve oradaki kütüphaneden çeşitli kitapları alan Moğol vakanüvis Alaaddin Ata Melik Cüveyni, Alamut Kütüphanesi’nde Sultan Sancar’a ait barış fermanlarının olduğunu yazar.

Hasan Sabbah Mayıs 1124’de hastalandı. Vefatının yaklaştığını hissedince kendinden sonra devletin, propagandanın ve ordunun başına geçmesi için 3 kişiyi görevlendirdi. Bozorg Ümid’i kendinden sonraki halefi tayin etti. Propaganda işlerini Dihdar Abu Ali Ardistani’ye askeri işleri de Hasan-ı Âdem-i Kasrani’ye verdi. Onlara ‘’Eğer bir gün imam gelir ve devletin başına geçerse onun yanında yer alın.’’ vasiyetini yaptıktan sonra 23 Mayıs 1124 Cuma günü vefat etti. Naaşı için Rudbar’da türbe yapıldı. Bu türbe Moğollar tarafından yıkılana kadar Nizari İsmailileri için en önemli ziyaretgâhlardan birisi oldu. Nizariler Hasan Sabbah’a ölümünden sonra da büyük saygı duydular ona Seyyidina yani ‘’efendimiz’’ dediler.

"Hasan Sabbah’ın vefatından 1256’ye kadar Nizari İsmaili devleti varlığını sürdürdü. Rükneddin Hürşah yönetimindeki Alamut Kalesi, son dönem yöneticilerinin gerek düşünsel anlamda yozlaşma ve Sünniliğe kayışından gerekse de direnişin yerini uzlaşma isteklerinin almasından ötürü 1256 yılında işgal edildi, yağmalandı ve yakıldı. Ondan ve onun dışında kalan kalelerden sadece birkaçı kalıntılarıyla günümüze ulaştı. (Devamı gelecek)

 

Hasan Sabbah ve Alamut -2

 

"Ey Alamut halkı! bizim hakim olduğumuz beldelerde bugünden gayri kölelik, cariyelik yasaklanmıştır. Kimse köle ve cariye alıp satamaz. Anne ve babalar artık oğullarının köle ve kızlarının cariye olmasından korkmayacak. Ey Alamut halkı! bundan sonra bizim hakim olduğumuz yerlerde topraklar herkes arasında eşit paylaşılacak. Nizamül-Mülk gibi binlerce köyü ve toprağı olup da, o köylerde yaşayanlar gibi aç, fakir ve yoksun bizim topraklarımızda kalmayacak." (Hasan Sabbah)

Nizari İsmaili Devleti döneminde bölgenin sosyo-ekonomik durumu

Hasan Sabbah’ın Nizari İsmaili Devleti’ni kurduğu dönemde, İran toprakları Selçuklu egemenliği altındaydı. Sünni İslam’ın koyu bir savunuculuğu yapan Selçuklu rejimi bölgede Şii karşıtı propaganda örgütlüyordu. İran’da, Gazneli ve Karahanlı hanedanlıklarıyla başlayıp Selçuklu döneminde zirve noktaya ulaşan Türk ve Sünni egemenliği, İran yerleşik kültür ve kimliğiyle ciddi uyuşmazlıklar yaşıyordu. Bölgede asırlardır süren Arap ve Türk egemenliğine rağmen, İran kimlik ve kültürü halkların kolektif belleklerinde korunmaktaydı. Bu ulusal kolektif bellek, sınıfsal çelişkilerle de birleşince bölgede ciddi isyanlar ve başkaldırılar patlak vermeye başladı.

Hasan Sabbah en büyük desteği, kırsal alanda yaşayan topraksız köylüler, esnaf ve sanatkarlar ile yaylacılar gibi alt sınıflardan gelen mülksüz insanlardan aldı. Alt sınıflardan gelen bu insanlar, ikta sisteminden dolayı Selçuklu emirlerinin ve yabancı Türklerin boyunduruğu altındaydı. Kuhistan ve Deylem başta olmak üzere çeşitli bölgelerdeki Selçuklu Emirleri sultan adına toprakları ikta olarak elinde tutuyordu. Toprakları işleyen halka ağır vergi yükü getiriyor, gerektiğinde de toprağı işleyen köylüden sultana yardım etmek için yerel ordu oluşturuyordu. Alt sınıflar, Orta Asya’dan gelen Türk akınlarıyla bölgeye gelen askerlerin kasaba ve köylerdeki talanlarından, Selçuklu’nun asimilasyon politikaları ile ağır vergi yüküne dayanan baskıcı ve sömürücü politikalarından oldukça rahatsızdı. Buna karşın İsmaililer tarafından alınan topraklarda daha adil ve eşit muamele vardı. Selçuklu egemenliğindeki topraklarda yaşayan halk, İsmaili topraklarda yaşayan halka ve düzene imreniyordu.

İsmaililer’in sahip olduğu topraklarda büyük uçurumlara yol açacak sınıf farklılıkları yoktu. Seferler sonucu elde edilen ganimet, bölgede yaşayan tüm halka eşit bir şekilde dağıtılıyordu. Bununla beraber İsmaililer de kolektif bilinç oldukça yaygındı. Belirli bölgelerdeki sulama işlerini yapmak, arazileri ıslah etmek ve kaleleri onarmak bir kamu işi olarak görülüyor ve herkes yeteneği oranında bu işlere gönüllü bir şekilde katkı sunuyordu. Hangi sınıftan olursa olsun yetenekleri elveren kişi bir kalenin valisi ya da daisi olabiliyordu. Kimse kimseye üstünlük taslamıyor, herkes birbirine yoldaş anlamına gelen refik diye hitap ediyordu. Bununla beraber Nizari liderlerin yaşamı da halk üzerinde büyük etki bıraktı. Selçuklu sultanlarına göre oldukça münzevi ve sade bir hayat yaşayan Nizari liderler halkta büyük sempati uyandırmıştı. Tüm bu sosyo-ekonomik etkenler, Nizari İsmaililerin bölgede hızla genişlemesine ve başarısına sebep oldu.

Alamut’ta yaşam, cennet bahçeleri ve haşhaşi yalanları

Hasan Sabbah, Alamut’u ele geçirdikten vefat edinceye kadar odasından sadece iki defa çıkmıştır. Ömrü boyunca ezilenlerin kurtuluş mücadelesine katkı sunmak ve ezen ile ezilen çelişkisinin olmadığı bir dünyayı kurmak için okumuş, yazmış, çalışmış ve yeni daveti (Muktedir Billah’ın ölümünden sonra meşru imamın Must’ali olduğunu savunanların propagandasına ‘’ed- Da’vetü’l-kaime / eski davet’’, imametin Nizar’da olduğuna inananlar ve bunu propaganda edenler de davetlerine ‘’ed- Da’vetü’l-cedide/yeni davet/Talim öğretisi’’ denilmiştir.) yaymıştır. Hasan Sabbah’ın yazdıklarının çoğu yakılmıştır. Bugün bazı bölümleri kaybolmuş olsa da ondan geriye kendi otobiyografisi ‘’Sergüzeşt-i Seyyidina’’, mezhebin esaslarının anlatıldığı ‘’el-Fusulü’l-erba’a’’, ve Sultan Melikşah’a yazdığı söylenen mektup ‘’Cevab-ı Hasan Sabbah be-Rika’a-i Sultan Celaleddin Melikşah-ı Selcuki ve Münacat’’tır. Bu eserlerin orijinalleri bir bütün olarak günümüze ulaşmamıştır.

Hasan Sabbah, tüm ikbali reddederek sade ve münzevi bir hayat yaşamıştır. Alamut’ta yaşadığı süre boyunca en yakınları dahi olmak üzere hiç kimseyi kayırmamış, herkese adil ve eşit davranmıştır. Hasan Sabbah’ın adilliğini ve hakkaniyetini ona düşman konumda bulunan vakanüvisler bile söylemişlerdir. Hasan Sabbah oldukça da katı ve kuralcı bir insandı. Böyle olması da gerekiyordu. Çünkü düşmanın amansız saldırıları karşısında, zevke, sefaya ve eğlenceye değil; düşünmeye, yazmaya, strateji geliştirmeye ve savaşmaya ihtiyaç vardı. Hasan Sabbah ve yoldaşları bu etmenlerden dolayı bırakın haşhaş kullanmayı, Alamut’ta müzik aleti çalmayı ve içki içmeyi de yasakladı. (Güncel bir örnekten yola çıkarsak; Gezi Direnişi döneminde polis saldırıları karşısında alkol kullanımının direnişi zayıflatacağı düşünülerek direniş alanında alkol alınmaması kararlaştırıldı.)' Bu konu, Hülagü’nün Alamut işgali sırasında Alamut Kalesi’ne giren ve oradaki gözlemlerini anlatan ve bu konuyla ilgili ilk ve birincil kaynak olan Cüveyni’nin Tarih-i Cihan Güşası’nda şöyle geçmektedir:

‘’Hasan-ı Sabbah’ın, koyu sofuluk, nefse hâkimiyet, doğruluktan şaşmama, hatadan uzak durma gibi esaslar üzerine bina ettiği kanunlar ve nizamlar yüzünden, Alamut’ta ikamet ettiği 35 yıl zarfında hiç kimse açıktan şarap içemedi ve şarap küpünün yanına dahi yanaşamadı. Çok sıkı bir düzen kurdu. Mesela kalede ney çalan birini kalenin dışına attırdı ve onun bir daha kaleye girmesine izin vermedi.’’

 

Hasan Sabbah’ın bir eşi, iki kızı, Hüseyin ve Muhammed adında da iki oğlu vardı. Eşini ve iki kızını halktan kopmamaları ve kendi emekleriyle geçinmeleri için Girdkuh yöneticisi Muzaffer’e ‘’Davamıza yardımcı olmaları için bu kadınlara ip eğirt. Yaptıkları işin karşılığı olarak onlara ücretlerini öde.’’ mektubunu yazarak Girdkuh’a gönderdi. Bir oğlunun içki içtiği haberini alan ve bununla ilgili Alamut halkının ‘’Sen bize içki içmeyi yasakladın, kendi oğlun içki içiyor.’’ şikayetleri üzerine oğlu Muhammed’i öldürdü. Diğer oğlu Hüseyin’i ise bir cinayete karıştığından dolayı öldürdü.

Alamut’ta yaşadığı süre boyunca sınıf intiharının, zühd yaşamının ve ‘’ölümden önce ölme’’nin bir sembolü olan dikişsiz beyaz bir elbiseyle dolaşan Hasan Sabbah, Alamut’u sağlam bir askeri üs ve uzun süreli yaşam alanı yapmak için büyük mühendislik çalışmalarına imza attı. Su kanalları açtı, meyve ve sebze yetiştirebileceği bahçeler ve tahıl ambarları oluşturdu. Alamut’taki arazilerin ıslah edilmesiyle elde edilen bu meyve sebze bahçeleri, resmi tarih yazıcıları tarafından ‘’Mum söndü’’ iftirasında olduğu gibi daha sonraki süreçte “Huri gibi kızlarla afyonkeş fedailerin aşk ve meşk yaptıkları sahte cennet” kurgusu üzerinden karalama kampanyasının aracı yapıldı. Hasan Sabbah ve refiklerinin Alamut’ta haşhaş kullandığına ve huri gibi kızlarla cennet hayatı yaşadığına dair bir bilgi ilk dönem ve birincil kaynakların hiç birisinde geçmez.  Hasan Sabbah’a oldukça fazla düşmanlık beslemesine rağmen o dönem yaşamış ve Alamut’u görmüş tarihçilerden birisi olan Cüveyni, kitabında bu tarz karalamalara yer vermez. Cüveyni kendi gözleriyle gördüğü Alamut Kalesi’ni şöyle tasvir eder:

‘’… Kütüphaneyi görme istediği padişaha arz ettikten sonra ona ‘’Oradaki nefis kitapları ziyan etmemek gerekir.’’ dedim. Bu teklifim, padişahın hoşuna gitti. Emri üzerine oraya gidip Kur’an-ı Kerimler’den ve faydalı kitaplardan elime geçenleri çıkardım, kürsilerden (Usturlabın bir parçası) rasat aletlerini, zatu’l halak (Yıldız gözetleme aleti) ve tam usturabları (Yıldızların yükseklik derecesini bulmaya yarayan alet) ve bunun gibileri aldım. O kale çok sağlam bir şekilde inşa edilmişti. Demir bile o duvarlara işlemez, oradaki küçük bir taş parçasını yerinden oynatamazdı. Taşların ve kayaların içinde çeşitli uzunlukta ve genişlikte, taş ve kireç kullanarak büyük hacimli su depoları yapmışlar. ‘’Kayadan evler yonttuğumuz’’ ayetinin dediğini yerine getirmişlerdir. Bunun dışında çeşitli sıvı ve katı yiyecekler için ambarlar ve mahzenler inşa etmişler. O kale yağma edilip yiyecekler çıkarılırken yağmacının biri, bal deposunu su havuzu sanmış ve yunus balığı gibi oraya dalmıştı. Bahru ırmağından kalenin dibine kadar bir su yolu açmışlar ve kalenin yarısını dolaşan o su kanalının önünü taşla kesmişlerdi. Kalenin biraz aşağısında denizi andıran, taştan havuzlar vardı. Kaleden inen su depolanmak için orada birikir, fazlası dışarı atılırdı. Ta Hasan-ı Sabbah’ın zamanında yani 170 yıl önce konmuş olan bazı sıvı ve katı yiyecekler, oradaki depolarda bozulmadan kalabilmişti. ‘’

Hasan Sabbah Alamut'a yerleştikten sonra şöyle bir hutbe verdiği rivayet edilir:

"Ey Alamut halkı! bizim hakim olduğumuz beldelerde bugünden gayri kölelik, cariyelik yasaklanmıştır. Kimse köle ve cariye alıp satamaz. Anne ve babalar artık oğullarının köle ve kızlarının cariye olmasından korkmayacak. Ey Alamut halkı! bundan sonra bizim hakim olduğumuz yerlerde topraklar herkes arasında eşit paylaşılacak. Nizamül-Mülk gibi binlerce köyü ve toprağı olup da, o köylerde yaşayanlar gibi aç, fakir ve yoksun bizim topraklarımızda kalmayacak."

Alamut’ta dönemin şartları içinde oldukça gelişmiş olan bir haberleşme ve iletişim ağı bulunmaktaydı. Bu haberleşme kimi zaman kaleler arası aynalarla kimi zamanda güvercinler aracılığıyla yapılmaktaydı.

Alamut aynı zamanda bir düşünce ve felsefe okuluydu. Kale içinde bulunan kütüphane arkeologların tespitlerine göre İskenderiye kütüphanesinden daha büyüktü. Bu kütüphane Moğol orduları tarafından tahrip edilmiş, günümüze sadece Cüveyni’nin kurtarabildiği kitaplar ulaşmıştır.

Fatımiler, Suriye Nizarileri için 1123 yılında çıkan Nizari İsmaili karşıtı risalede ‘’Hashishiyya’’ kavramanı kullansa da bu kullanımın iktidar kavgası veren Ortodoks Şii Fatimileri’nin, Nizari İsmaililer’I için ‘’din sapkınlığı’’ anlamında kullandığı tarihsel ve teolojik bir gerçektir. Bir bütün olarak Hasan Sabbah ve refikleri için ‘’haşhaşi ve cennet bahçeleri’’ kavramlarının nasıl ortaya çıktığıyla ilgili hem filolojik hem de tarihsel olarak çeşitli izahlar olsa da bu tanımları, günümüzdeki bağlamıyla ilk olarak kullananların batılılar olduğu bir gerçektir.

‘’Haşhaşiler” tanımı, İsmaili savaşçıların haşhaş kullanıp eylem yapmaları sebebiyle değil; dinin özünü esasını benimseyenler anlamına gelen esasiyun deyiminin tahrif edilerek “haşşaşiyun”a (afyonkeşler) dönüştürülmesiyle icat edilmiştir. İsmaililer, Kudüs’ü bir Müslüman toprağı olarak gördükleri için dönemin Kudüs kralı Conrad of Montferrad’ı suikastla öldürmüşlerdir. Bu suikastın ardından haçlılar büyük bir paniğe kapılmış, bu savaşçıları assassin olarak tanımış ve bunların bu eylemleri bu kadar fedakârca ver korkusuz yapabilmelerinin afyon çekmeden olmayacağını düşünerek bunlara ‘’Haşhaşiler’’ demişlerdir. ‘’Esasiyun’’ yani dinin esaslarına bağlı kalanlar kelimesi de dönüşerek haşhaşiyun adını almıştır. Oysa ki savaşçılar, bu gücü inançlarından almaktaydılar. Samir Amin’in dediği gibi: ‘’Eylemci Haşhaşilerin tutucu ve net bir imandan başka uyuşturucuları yoktu ve olamazdı.’’

Son derece stratejik ve zor hedeflere siyasi amaçlı suikast düzenleyen savaşçıların, esrara ve kadına düşkün olmaları mümkün değildir. Cüveyni bile İsmaili yöneticilerin yanlarına asla kadın yaklaştırmadıklarını belirtir. Hedeflerini gerçekleştirmek için her türlü kılığa giren ve bunun için düşman saflarında uzun süre ajan şeklinde bulunan savaşçıların hedeflerine ulaşabilmeleri için aklı örten her türlü maddeden uzak durmaları gerekmektedir. Bu maddeleri alan birisinin stratejik hedeflere suikast düzenlemesi mümkün değildir. Aklı örten içki, uyuşturucu vb. maddelerin yasak olması, İsmaililer de yaygın görülen bir uygulamadır. Devrimci İsmaililik, aynı zamanda bir eğitim, kültür ve istihbarat hareketi olduğu için insanı oyalayan ve onun düşünmesini engelleyen her türden madde yasaklanmıştır. 1000’li yıllarda Bahreyn Karmatileri’ni ziyaret eden İsmaili seyyah Nasır-ı Hüsrev, Karmatiler’de de içkinin tüketilmediğini Sefername adlı eserinde yazmaktadır.

Hasan Sabbah ve refikleriyle ilgili bugün gündemde olan karamaların neredeyse tamamı İtalyan seyyah Marco Polo’nun yalanları ve bilinçli çarpıtmalarına dayanmaktır. Marco Polo, Hasan Sabbah’tan yaklaşık 200 yıl sonra Alamut’tan 300 km uzakta olan İpek Yolu’ndan geçerken Hasan Sabbah ve Fedailer hakkında bölgedeki dedikodulardan ve İtalya’da hapishanede kaldığı dönemlerde esir denizcilerin anlattığı egzotik hikâyelerden bir kurgulama yapmış ve bu kurguyu ‘’gerçek’’ diye lanse etmiştir.

Marco Polo, Alamut kalesini görmeden Alamut ve İsmaililik hakkında yazan ve bölgedeki Ortodoks Sünni anlatının karalamalarından etkilenerek Hasan Sabbah’ı bilimsel değil; kendi kurgularından yola çıkarak anlatan bir seyyahtır. Marco Polo, Alamut’taki arazilerin ıslah edilmesiyle elde edilen bu meyve sebze bahçelerini bir kurgu ile ‘’Hurilerle seks partilerinin yapıldığı cennet bahçelerine” çevirmiş, ezilenlerin kurtuluş mücadelesine olan sarsılmaz inançları ve bu inançlarından dolayı dönemin sömürgenlerine karşı korkusuz ve teslim olmayan bir feda mantığıyla gerçekleştirilen eylemleri de ‘’haşhaş içerek eylem yapıyorlar.’’ diye kurgulamıştır.

İlk dönem İslam Tarihi kaynaklarının hiçbirisinde geçmeyen bu kavramlar, cennet deyince aklına huriden başka bir şey gelmeyen ortodoks anlayışın mal bulmuş magribi gibi saldırmasıyla da çok sonraki dönem İslam Tarihi kitaplarına geçmiştir. O döneme kadar tüm İslam Tarihi kaynaklarında sadece ‘’Batıniler’’, ‘’Talimiler’’ ve ‘’Mülhidler’’ şeklinde tanımlanmışlardır.

Hasan Sabbah ve refikleri aynı zamanda bugünkü karşılığı antiemperyalist olan bir duruşa sahiptiler. Haçlı saldırıları sırasında Şam’ı savunan ve ünlü tarihçi İbnü’l Kalanisi tarafından “Şam’ı savunan şerefli ve gururlu kahramanlar” olarak adlandırılan bu kişiler aynı zamanda da Kudüs’ü Selahaddin Eyyubi’ye altın tepside sunmuşlardır.

Hasan Sabbah ve refikleri kendisinden olmayanların derilerini yüzüp içine saman dolduran Selçuklu despotik yönetime karşı ezilenlerin devrimci şiddetini uygulamışlardır. Bu savaşçılar, hiçbir zaman sivil ve masum halka saldırmamış, tam tersine onları sömüren ve zulmeden yöneticilere karşı suikast düzenlemişlerdir.

Genel değerlendirme ve sonuç

Köleci ve feodal toplum aşamalarının devrimci duruşları olarak ortaya çıkan tek Tanrılı dinler, iktidarlaşma süreci ve tarihsel koşulların etkisiyle karşı devrime uğrayıp gericileşmiştirler. Çıkışı itibarıyla kurulu düzene bir isyan dili olan dinler, daha sonraki süreçlerde isyanları bastırmakta en önemli araçlar haline gelmiştir. Her din isyanla başlamış, her isyan da dinle bastırılmıştır. Tecrübe odur ki, hakikati savunanlar her zaman azınlıkta kalmıştır. İsyanların tarafında olanlar mağlup gibi gözükse de onurlu duruşlarıyla ezilenlerin zihin dünyasında yerlerini almışlardır.

Yaşadığımız topraklar, tek tanrılı dinlerin de doğduğu topraklardır. Bu topraklarda zulme karşı kılıç kuşananlar sadece devletin ‘’terörist’’ tanımından değil, aynı zamanda da devletli din adamlarının ‘’zındık, sapkın ve haşhaşi’’ yaftalarından nasibini alır ve almaya da devam etmektedir. Bu topraklardaki iktidar sahipleri, kendi bekası için dini kullanmış, iktidarının bekası ile dinin bekasını eş tutmuş, resmi din anlayışını ‘’hak’’ diğerlerini ise ‘’batıl’’ görmüştür. Bu bağlamıyla Tanrı devlet ve ‘’Allah’ın yeryüzündeki gölgesi’’ sultan anlayışının hüküm sürdüğü bu topraklarda, sömürgen bozuk düzene karşı çıkanlar aynı zamanda Allah’a da karşı çıkıyormuş gibi görülmüştür. Tarihten günümüzde değin verilen ‘’Zındıklık, mülhidlik ve mürtedlik’’ fetvalarının neredeyse tamamı dini değil, siyasi sebeplidir. Bu algı yönetimlerinin ve gösteri toplumunun figüranlığını yapan menfaatperestler, gösteriyi bitiren gongu çalıncaya ve aslanlar da kendi tarihini yazıncaya kadar var olacaktır. Düzen böyle işliyorken düzenin çarklarına çomak sokan insanlar elbette çıkmış ve çıkmaya devam edecektir. Düzenin çarklarına çomak sokanları, tarihin sayfalarında ‘’mülhidler kılıçtan geçirildi.’’ şeklinde görürken modern zamanlarda da ‘’operasyonlarda ölü ele geçirilenler’’ olarak görürüz. Ezilenler, sömürünün olmadığı yeni bir dünya için yapılan eylemlerle yeni moral değerler kazanırken, egemenler o eylemleri yapanları katlederek bu moral değerleri yerle yeksan etmekten geri durmazlar.  Egemenler, sadece katletmekle kalmaz aynı zamanda psikolojik savaş yöntemlerine de başvurarak amansız bir mücadele sürdürürler. Bu bazen bir tarih kitabında olur bazen de bir haber bülteninde. Adanmışların, atanmışlar üzerinde yarattığı gerilim oldukça sıkıntı verici olduğundan onları sadece günümüzde değil, tarihin sayfalarında da yalanlar ve çarpıtmalarla mahkûm etmeye devam ederler.

Hiç şüphesiz resmi tarihin çarpıtmalarına en fazla maruz kalan isimlerden birisidir Hasan Sabbah. Böyle olması da doğaldır doğal olmasına çünkü sömürgecileri, kendi korunaklı kalelerinde hançerletmiştir. Hasan Sabbah düşmanlarına (Sünni Bağdat halifeleri, Haçlılar, Moğollar, Selçuklu Sultanları) öncelikle barış teklif etmiş ama tüm teklifleri geri çevrilmiş ve kendisine saldırılmıştır. Evet, silahlıdır ama kendisine saldırmayanlara ve masumlara karşı hiçbir zaman silah kullanmamıştır. Tarihte, zorun rolünün başarısı ve gerçekliği aşikardır. Yeryüzünde şiddet olmadan kurulmuş tek bir uygarlık dahi yoktur. Esas olan şiddetin niteliği ve yöneldiği hedeftir. Bu bağlamıyla Hasan Sabbah ve yoldaşlarının tüm eylemleri bölge halklarına zulmeden ve onları sömüren yöneticilere karşı olmuştur.

Hasan Sabbah ve yoldaşlarına yönelik ‘’Haşhaşi’’ egemen karalamalarının aksine onlarda oldukça güçlü bir grup, dayanışma ve ideolojik bağlılık duygusu vardır. Egemenler bu gerçeği bilmelerine rağmen tıpkı modern zamanda olduğu gibi bir insanın ulvi değerler uğruna ölümü göze alabileceğine asla inanmak istememişlerdir. Modern zamanlarda feda eylemlerini bir türlü anlamlandıramayan, dünyasını kendi dar dünyalarından ibaret sanan, bireyciliği ve hazcılığı savunanlar, feda eylemleri yapanlar için günümüzde nasıl ‘’beyni yıkanmışlar’’ diyorsa o zamanlar da benzer eylemleri yapanlar için ‘’haşhaş kullananlar’’ demişlerdir.

Hasan Sabbah ve yoldaşları hem içten sızma şeklindeki eylemleriyle, hem gizlilikleriyle, hem ajitasyon-propaganda faaliyetleriyle ve en önemlisi de insanın insanı sömürmediği adil ve eşitlikçi bir dünya görüşü benimsediklerinden dolayı oldukça fazla ‘’tehlikeli’’ olmuşturlar. Tarihin sınıf kavgalarından ibaret olduğu bir gerçektir. Hasan Sabbah ve yoldaşları da tam bu sınıf kavgalarının göbeğinde doğmuş, ezilenlerin saflarında çarpışmışlardır.

Kendi dönemleri içerisinde oldukça ilerici ve eşitlikçi bir anlayışa sahip olan Hasan Sabbah’ın ne günümüz radikal İslamcı örgütleriyle ne de 'FETÖ’yle ne ideolojik ne de pratik anlamda ortak yanı yoktur. Nizari İsmailileri bu örgütlerden, ilim ehli olmaları, komünal, özgürlükçü ve adil bir toplum modeli anlayışlarından ötürü hem ideolojik, hem ekonomi-politik, hem de eylemlerinin yöneldiği hedefler anlamında ayrılırlar.

Hasan Sabbah ve yoldaşlarını bu örgütlerle eş tutmak tarihi bir pot değil, bilinçli bir çarpıtmadır. Hasan Sabbah’ın yapmaya çalıştığı, Mazdek’in, İmam Cafer-i Sadık’ın, Farabi’nin ve İhvan-ı Safa mensuplarının özlemini kurduğu, ezen ve ezilen çelişkisinin bulunmadığı asırların ütopyası olan yeryüzü cennetiydi. Cennet deyince aklına huriden ve uçkurundan başka bir şey gelmeyen ortodoks anlayışın Hasan Sabbah’ın oluşturmaya çalıştığı yeryüzü cenneti modelini de bu tarz karalama kampanyalarına feda etmesi şaşılacak bir durum değildir.

Hasan Sabbah ve yoldaşları davalarına oldukça sadık bir duruş sergilemişler, asla teslim olmamış ve son ana kadar savaşmışlardır. Onların kaybedecekleri ayaklarındaki zincir, kazanacakları ise yeni bir dünya vardı. 1256’da belki Alamut düşmüştür ama gerek örgütlenme biçimleriyle gerekse de ideolojik anlayışlarıyla gelecek kuşaklara önemli miras bırakmıştır. Partilerin olmadığı dönemde sınıf mücadelelerinin din/mezhep kisvesi altında ütopik sosyalist hareketlerle yürütüldüğü bir gerçektir. Bu gerçekliği, günümüz dünyasında bilimsel sosyalizm almıştır. Hasan Sabbah ve yoldaşlarının açtığı yol bugün sosyalist mücadele de hala diri olarak yaşamaktadır. Alamut’un düşüşünün ardından İsmaili dava gizli dervişler aracılığıyla sürmüştür. Bu dervişler aracılığıyla devam eden miras gerek Melamilik, gerekse de Hurufilik gibi çeşitli tasavvufi akımlarla devam ettiği gibi bugün Nizari İsmaililiği’nin değişime uğramış şekliyle olan ‘’Ağahanlık’’ anlayışıyla da çeşitli bölgelerde etkisini kısmen devam ettirmektedir. Hasan Sabbah, Öteki İslam Tarihi’nin en önemli fikir ve eylem insanlarından birisidir.  Özlemi sınırsız ve sınıfsız bir toplumdur. Tıpkı Thomas Müntzer’de, Babek Hürremi’de, Zenc Hareketi’nde, Karmatiler’de, Şeyh Bedreddin’de, Celaliler’de, Mahir’de, Deniz’de, İbrahim’de ve Orhan’da olduğu gibi.

 

  Kaynakça:

1-Alaaddin Ata Melik Cüveyni, Tarih-i Cihan Güşa, Türk Tarih Kurumu, Çeviren: Mürsel Öztürk, Ankara, 2013.

2-Reşidüddin Fazlullah, Camiu’t-Tevarih (İlhanlılar Kısmı), Türk Tarih Kurumu, Çevirenler: İsmail Aka, Mehmet Ersan, Ahmad Hesamipour Khelejani, Ankara, 2013.

3-İbnü’l Esir, El Kamil Fi’t Tarih, Bahar Yayınları, Çeviren: Abdullah Köse, İstanbul, 1989.

4-Şehristani, El-Milel Ve’n-Nihal, Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayınları, Çeviren: Mustafa Öz, İstanbul, 2015.

5- Daftary, Farhad, İsmaililer, Alfa Basım Yayım, İstanbul, 2017.

6- Kaygusuz, İsmail, Hasan Sabbah ve Alamut, Su Yayınları, İstanbul, 2012.

7- Bulut, Faik, Eşitlikçi Dervişan Cumhuriyetleri ve Hasan Sabbah Gerçeği, Berfin Yayınları, İstanbul, 2010.

8- Çelik, Aydın, Fatımiler Devlet Tarihi, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 2018.

9- Karakuş, Nadir, Haçlı Seferlerinde Haşhaşiler, Mana Yayınları, İstanbul, 2018.

10-Duri, Abdülaziz, İslam İktisat Tarihine Giriş, İnsan Yayınları, Çeviren: Sabrı Orman, İstanbul, 2014.

11- Altungök, Ahmet, Eski İran’da Din ve Toplum, Hikmetevi Yayınları, İstanbul, 2015.

12- Ballı, Hasan Hüseyin, Hurufiliğin Doğuşu ve Fazlullah Hurufi, Hikmetevi Yayınları, İstanbul, 2013.

13- Engels, Friedrich, Köylüler Savaşı, Sol Yayınları, Ankara, 1999.

14- Bartol, Vladimir, Fedailerin Kalesi Alamut, Koridor Yayınları, İstanbul, 2016.

15- Alican, Mustafa, Fatımi Halifesi El-Müstansır Billah Döneminde Mısır’da Yaşanan Sosyo-Ekonomik ve Siyasi Buhran Üzerine İnceleme, Tarih Dergisi, Sayı 59, İstanbul, 2014