31 Ocak 2022 Pazartesi

Otoriterlik toplumun onayını nasıl alıyor? Bekir Ağırdır/31 Ocak 2022

Neredeyse tüm Batı ülkelerinde otoriterliğe yatkın liderler ve partiler yükselişte, kimileri iktidarda. Sebebi, dünyanın yeni çağın problemlerini çözememesi ve toplumların çözülemeyen sorunların şerrinden kaçıp devletlere sığınması. Yönetimler ise değişimi kavramak yerine halktan aldıkları güçle otoriter siyaset üretiyorlar. Sorunları çözmeye değil, riskleri duvarın ötesinde tutmaya yöneliyorlar. İşte yeni otoriterliği öncekilerden ayıran rıza süreci böyle gerçekleşiyor

İnanması çok zor ama bu hafta ülkede üretim durdu. Üstelik mucize diye gözlerdeki ışıltılarla anlatılan yeni ekonomik programa karşın enerji yetersizliği nedeniyle üretim durdu.

Dünya gazetesinin haberine göre geçen hafta sonu BOTAŞ’ın doğalgaz kısıtlamasını duyurmasının hemen ardından Türkiye Elektrik İletim Anonim Şirketi (TEİAŞ) de sanayiciye elektrik kısıtlaması uygulayabileceğini açıklamıştı. Cumartesi günü uygulamanın ilk adımı sanayi bölgelerinin tek tek TEİAŞ tarafından aranmasıyla atıldı. Sanayiciye yazılı bir belge yollanmazken, 72 saatlik kesintiye uymayacaklar için “cezai müeyyidesi olacak” denildi.

Ülkenin ne halde olduğunu göstermesi bakımından bu olayın bir başka vahim yönü daha var, sorunun yönetim biçimi. Kamuoyuna doyurucu bilgi vermek yerine tercih edilen yöntem telefonla talimat ve tehdit. Yönetim biçiminin ve tarzının ne olduğunu bundan daha iyi gösterecek bir şey var mı?

Peki böylesine önemli bir olayın muhalefetin de ekranlardaki tartışmalarında hatta sosyal medyanın bile yeterince gündeminde olmaması normal mi sizce?

Sorun yeterli gaz tedariki mi, İran’a Rusya’ya ödeme problemi mi, İran’la yeni fiyatlama problemi mi, stoklama düzeni ve kapasitesi mi, planlama sorunu mu? Derli toplu bir açıklama yapılmadığına göre anlaşılan hepsi birden. Ve anlaşılan bir kez daha yönetilemeyen bir meseleyle karşı karşıyayız. 

Biz neleri konuştuk…

Bu hafta yalnızca sanayi üretimi değil kar nedeniyle hayat da durdu. Özellikle İstanbul’da. Ve biz kar yağışı boyunca merkezi otoritenin kurumlarının mı yerel yönetim kurumlarının mı işini eksik yaptığını tartıştık. Daha ilginci belediye başkanının kar yağarken nerede olduğu, kimle olduğu, ne yediği konusunda haber, haberi yalanlama, yalanlamayı da yalanlama ile çok ama çok meşguldük.

Bir doğal felaketin ya da ekonomik felaketin yönetiminde uzlaşmalar üretememek, konuşamamak, tartışamamak bile nasıl bir meseleyle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.

Halbuki Cumhurbaşkanı muhtemelen cuma gününden bildiğini varsaymamız gereken enerji kısıtlamasının nedenleri, sonuçları konusunda kamuoyunu bilgilendirmeyi değil camide Sezen Aksu’yu hedef almayı seçti.

Ardından da bu kez RTÜK kanalları tek tek arayıp yine sözlü olarak Sezen Aksu’nun şarkısının çalınmaması talimatını buyurmuş.

Kamuda artık yöntem kural koymak değil, sözlü talimatlar ve tehditlerle yönetmek. Talimat ve tehditler de gerçek sorunları yönetmek üzerine değil, keyfi kararlarla yaşamı bir yöne doğru eğip bükmek üzerine.

Sezen çıkışının amacı farklı

Sezen Aksu’nun bizzat Cumhurbaşkanı’nın sözleriyle hedef alınmasını gerçek sorunları örtmek, gündemi değiştirmek olarak değerlendirmek doğru değil kanımca. Uzun süredir mesele gündemi değiştirmek amacının çok dışında artık. Cumhurbaşkanı o konuşmayı yaparken yüreğinden geçeni söyledi. Yıllar önce bir heykele ucube derken de Tophane’de sanat galerilerine saldırılırken söyledikleriyle de samimi fikrini ortaya koyuyordu, şimdi de. Öncelik artık ekonomi değil; tüm unsurları, değerleri, pratikleriyle bir hayat tarzı ile mücadele.

Cumhurbaşkanı disiplinli bir toplum, disiplinli bir ekonomi, disiplinli bir hayat arzuluyor. Denge denetleme mekanizmaları, güçler ayrılığı kalmamış, aksine tümü tek elde toplanmış bir sistem, kendi toplum ve hayat tahayyülünü dayatıyor.

Devlet eski bildik kodlarına tek tip yurttaş, tek tipli toplum kodlarına geri döndü. Bu iktidarla değişen önceki dönemin makbul vatandaşı, tek tipi Sünni, Türk, seküler iken şimdi Sünni, Türk, dindar ve elbette milliyetçi. Cumhurbaşkanı da siyasi iktidarın tüm ortakları ve kadroları da Batı karşıtlığında, tüm dünyanın Türkiye’nin karşısında olduğunda, her türlü kültürel farklılığın, siyasi muhalefetin denetim altında tutulması konusunda mutabıklar.

Aynı kadrolar kar felaketinde de orman yangınlarında da sel felaketlerinde de bu denli açık ayrımcılıktan kaçınmıyorlar. Çünkü yapmak istiyorlar, yapabiliyorlar, hatta tersini yapmaları yasak.

Daha önemlisi de iktidar ve devlet tüm organları ve kadrolarıyla olağanüstü bir dönemden geçildiğine inanıyor. Her gün güçlenerek süren küresel siyasal ve ekonomik egemenlik bölüşüm kavgasının Türkiye’yi hedef aldığı düşünülüyor. Bu olağanüstü dönem nedeniyle de her türlü toplumsal ve siyasal muhalefetin küresel bölüşüm kavgasının manipülasyonu olacağı paranoyasından bakılıyor.

Olağanüstü koşullar bahanesi bu topraklarda devletin ve iktidarların hep kullandığı bir gerekçe oldu. Çünkü bu gerekçeye sığınılarak hep devletin yeniden yapılanması ve hatta günlük, küçük düzeltmeler bile ertelendi.

Politik bir amaca döndü

Olağanüstü koşullar gerekçesi ve devletin, iktidarların körüklediği korkular beraberce bir başka amaç için kullanıldı asıl. Toplumun olağanüstü yöntemlere razı edilmesinin politik aracı oldu bu durum.

Örneğin Kürt meselesi. Meseleyi şöyle de tanımlamak mümkün. Kürt meselesi, Türklerin kendi haklarından vazgeçmeye razı edildiklerinin toplamıdır bir bakıma. Kürt meselesinin yarattığı olağanüstü koşullar ve tedbirler gerekçesiyle, bölünme paranoyası da kullanılarak Türkler ve tüm bir toplum nelere razı edildi? Yönetime katılma hakkından, devletin demokratikleşmesi talebinden, insan hak ve özgürlüklerinden, düşünme ve ifade özgürlüğünden, örgütlenme özgürlüğünden kendi rızasıyla vazgeçmeye mecbur kaldı toplum.      

Önümüzdeki seçim süreci bugünkü güçler ayrılığı kalmamış, yerel yönetimlerin bile her gün daha çok merkeze bağlı hale getirildiği sistemin daha da güçlenerek, katılaşarak devamı için toplumsal rızayı üretme süreci. Bu nedenle önümüzdeki soru, bu söylemler ve politikalar gerçek felaketlere, can derdine, geçim derdine karşın toplumsal rızayı üretmeye yeter mi?

İnsanlık tarım ve sanayi toplumundan sonra şimdi de bilgi toplumuna geçiyor. Teknolojik devrim küreselleşmeyi ve bilgi toplumuna geçişi tetikledi. İki süreç birbirini etkileyerek ve çoğaltarak çağ değişimini zorluyor. Ulus-devletler ve siyasi yapılar değişimin öncüsü, düzenleyicisi olmak yerine eskinin yeni yöntemlerle sürdürülmesi eğilimine girdi. Küreselleşme ve bilgi toplumuna geçiş sürecinin ürettiği yeni sorunlar geleneksel siyasi ve toplumsal sorunlarla birleşti. Yeni sorunlar giderek devletler arası geleneksel egemenlik ve çıkar çatışmalarıyla birbirini besledi. Toplumlar ve bireyler bu karmaşık sorunlar yumağının çözümü için yeniden ulus-devletlere döndüler.

Gelişmiş veya gelişmemiş tüm toplumlarda değişimin gereklerini yerine getirme arzusu ile değişime direnmek, değişimin risklerinden kaçınmak arzusu siyaseti belirler hale geldi. Değişimin hayatın her alanını kapsaması, değişime dair küresel ve ulusal ütopyaların olmaması felaket söylemlerini, korkuları besledi. Hemen her ülkede şovenlik, lümpenlik, fanatiklik, ayrımcılık temelli siyasi hareketler güçlenmeye başladı. 11 Eylül terör saldırıları ve ardından Batı’nın seçtiği güvenlik ve savaş politikaları büyük zihni kırılmalar üretti. Yeni küresel bölüşüm kavgasına Batı’da İslamofobi, Müslüman coğrafyada Batı karşıtlığına dayalı popülist hareketler birbirini besledi. Toplumların farklı demokratikleşme seviyelerine karşın son yıllarda yapılan neredeyse tüm seçimlerde şoven, popülist, otoriter eğilimlere yaslanan siyasi partiler ve liderler kazandı. İnsanlığın elindeki en eski ve en gelişmiş kurum olarak ulus-devletler, şoven, popülist, otoriter iktidarların eliyle yeniden inşa edilmeye başladı.

Bu zihniyetle yürümez

Bu dönem küresel ara buzul dönem. “Buzul” çünkü bilgi toplumu ve hayat, şoven ve otoriter iktidarlar eliyle ulus-devletlerin yeniden inşası hedefleniyor. “Ara” çünkü bilgi toplumu ve hayatın geldiği evre ve ritim bu zihniyetlerle yönetilemez, yönlendirilemez.

Neredeyse tüm Batı ülkelerinde otoriterliğe yatkın liderler ve partiler yükselişe geçti, kimileri iktidarda. Bunun sebebi, yeni çağın siyasal örgütlenme problemlerini de toplumsal ve küresel problemlerini de çözememiş olması. Bu çözümsüzlük kaygıları, korkuları besliyor, insanları lümpenleştiriyor ve fanatikleştiriyor. Hem dünyada hem Türkiye’de insanlar çözemedikleri tüm meselelerin şerrinden devlete sığınma eğilimindeler. Demokratikleşme yolundaki her adım korkuyla ve otoriter eğilimlere kapılmayla karşılık buluyor. Bu korku insanların devlete sarılmalarına, o sarılış da ulus-devletlerin güçlenmesine neden oluyor.

Yükselişin nedeni

O güçle ulus-devletler değişimi kavramak ve yönetmek yerine durdurmayı hedefleyen otoriter siyasetler üretiyorlar. Gücü savunan devletçi politikalarla sorunları çözmeyi değil, riskleri duvarların ötesinde tutacak çareler arıyorlar. Bu nedenle tam da hayattan, değişimden duyulan korkuyla üretilen ötekilerden, öcülerden korunmayı, onları mümkünse yok etmeyi hedefleyen siyasi söylemler ve liderler yükseliyor. Bu yeni otoriterleşmeyi öncekilerden ayıran rıza üretme süreci işte böyle yaşanıyor.

Toplumun büyük bir kesimi, Türkiye’de son 10 yılda yapılan seçimlerde kimliklerinden, kutuplaşmanın ürettiği zihni ve ruhi ambargolardan oy verdi ama sonuçta da görüldüğü kadarıyla yarısı, iktidarın otoriterleşme eğilimini bir bakıma onaylamış oldu. Denklemin diğer yarısında kalanlar, yani değişimi yakalamak isteyen, meseleleri temkinle ele alan kalabalıklar ise bu eğilime rıza göstermedikleri için ötekileştirilmeye, şiddet politikalarıyla baskı altına alınmaya çalışılıyor.

Gündelik hayatın karmaşıklaşması ve ritminin hızlanması, metropollerde tanış olunmayan kalabalıklarla yan yana yaşama zorunluluğu hem davranışlarımızı hem de zihin haritalarımızı değiştiriyor. Bu karmaşada yarın ne olacağını, neyle karşılaşacağımızı eskisi kadar kestiremiyor, bilemiyoruz. Bu nedenle sürekli endişeliyiz, hatta korkuyor, paranoyalara kapılıyoruz. Ayrıca kendimizi güvende hissetmeye, güvenli alanlar yaratmaya ihtiyaç duyuyoruz. Herkesin birbirinden ve gelecekten korktuğu böylesi bir müşterek duygu durumu, sorunları kolay yoldan, izledikleri güvenlikçi politikalarla erteleme, öteleme yolunu seçen ulus-devletler için bulunmaz fırsat.

Yaşanan karmaşanın hepimizin gücünün ötesinde, bizi aşan bir nedeni olduğu anlatısına dayanıyor iktidar. Gözle görülemeyen, koklanmayan, dokunulamayan virüs yerine bir dış düşman koyuyor. Onun yanına bir de iç düşman yerleştiriveriyor. İktidarın popülist söylemi korkuyu, endişeyi yarattığı bu belirsiz düşmanlar üzerinden cisimleştiriyor adeta. Değişim zorunluluğunu üreten tüm dinamikleri, yeni düşmanların ya da düşmanlaştırılmış muhaliflerin komploları olarak konumluyor. Özgürlük taleplerinin, farklılıkların, yeni ihtiyaçların düzenin bozulmasına yönelik birer saldırı olduğu fikrini yaygınlaştırıyor.

Popülist hareketler doğrudan ve aleni olarak özgürlük taleplerine karşı çıkmıyorlar belki ama özgürlük ve farklılık taleplerinin düzeni, istikrarı bozan ve kaosa neden olan talepler olduğu algısını oluşturmaya ya da beslemeye çalışıyorlar. İnsanlığın içine düştüğü kaostan toplumu korumak için gerekenin evrensel hukuku gözeten düzenlemeler yerine, hukuku hırpalamak pahasına devleti güçlendirmek gerektiğini ima ediyorlar. Türkiye’de de güçlü devletin sembolü olarak asker, polis, askeri teknoloji, güçlü toplumun sembolü olarak da milliyetçilik ve din bu temel üzerinde yükseliyor.

Mağdurlar oyalanıyor

İktidar yeni küresel bölüşüm kavgasını kendi iktidarının devamı için risk ve fırsatlar üzerinden değerlendirirken, topluma karşı ülkenin birlik, beraberlik, yerlilik, millilik üzerinden konumlandırıyor. Kalıcılaşan yoksulluk ve adaletsizlikten mağdur olan kalabalıkları, yarattığı ötekiler ve düşmanlarla oyalıyor. Böylece olabilecek hemen tüm idari yetkileri kendisinde toplamasına rağmen, çağın yarattığı sorunları çözmekte ne kadar yetersiz kaldığını da gözlerden uzak tutmayı hedefliyor.

Öte yandan da toplumun yaşadığı bir gerçeklik var. Ülke üşüyor, sofralarda yiyecek eksiliyor, ülke hayatına dair korku ve endişe hanenin içinde yaşanıyor artık. Ülkenin gençleri umutsuzluk girdabından kurtulmak için kaçacak yer arıyor. Can derdi ve geçim derdi yoğunlaştıkça soyut, popülist iktidar anlatısının harareti anlamını kaybediyor. Hele büyük vaatlerle ambalajlanmış başkanlık sisteminin ürettiği yeni sorunları yaşadıkça artık değişimden ürküntü yerine, değişim arzusu yükseliyor.

Önümüzdeki seçim süreci popülist anlatının hâlâ ve yeniden toplumun yarısının oyunu almaya yetip yetmeyeceğini gösterecek. Muhalefet bu popülist anlatı ve siyaseti yalnızca iktidara karşıdan bir yerden ama yeni bir popülist söylemle mi karşılayacak yoksa toplumun önüne yeni iddia ve ortak ufuk mu koyacak? Toplumsal muhalefetin aktörleri, partileri toplumsal rızayı korku anlatılarıyla mı umut ve gelecek anlatılarıyla mı arayacak?

16 Ocak 2022 Pazar

Devşirmeden devşirilmeye: Gençleri kaybetmenin bedeli Talat Çiftçi/16 Ocak 2022

Mevcut haliyle milyarlarca dolara mâl olan eğitim sistemi, milyonlarca diplomalı işsiz yaratıyor ve onları asgari ücrete mahkûm ediyor. Öncelikle ulusal insan kaynakları planlamasına göre bütün eğitim sistemimizi yeniden tasarlamalıyız

2022 yılına girdiğimiz şu günlerde, artan Covid-19 vakaları ve yüksek enflasyon nedeniyle ülkemizde genel olarak bir belirsizlik, daha doğrusu gelecekle ilgili yoğun bir karamsarlık hâkim. Çalışanların yarıdan fazlasının asgari ücret civarında gelir elde ediyor olması bu durumu iyice zorlaştırıyor. Uzmanların gelir seviyeleri bile giderek asgari ücrete yaklaşıyor. Gelecek aylarda enflasyonun artması beklenirken ekonomik sorunlar ön planda olmaya devam edecek gibi görünüyor. Bütün bunlar yetmezmiş gibi, Türkiye küresel ölçekte en büyük on riskten biri olarak gösteriliyor.

Son günlerde intihar eden Enes Kara hepimizi, gençlerin yaşadığı sorunları tekrar değerlendirmeye zorluyor. Daha önceki yazılarımda yakınen şahit olduğum beyin göçü konusuna değinmiştim.

Bu yazıya tarihimizdeki devşirme kavramından bahsederek başlayacağım. Daha sonra da eğitim ve çalışma amacıyla yurtdışına giden gençlerin, ülkemiz için ne kadar büyük emek, masraf ve umut kaybına neden olduğunu tartışacağım. Bu sorunların çözümü için bazı öneriler sunacağım.

Tarihten günümüze devşirmeler ve göçmenler

Tarih boyunca pek çok devlet, asker ve işçi temin etmek için göçmenlere kapılarını açıyordu. Yabancı askerlerden oluşan güvenlik güçleri ve ordular kuruluyordu. Mısır'a paralı asker olarak geldikten sonra, yönetimi ele geçiren Memlûkleri hatırlarsınız. Çin, Yunan ve Roma İmparatorluğu'nda çeşitli görevlerde çok sayıda köle çalıştırılıyordu. Önemli deniz seyahatleri yapan meşhur Çinli Amiral Zhang Hee Müslüman bir ailede doğmuş bir devşirmeydi.

Devşirme ve köle kavramlarının yaygınlığının onlara meşruiyet kazandırdığını düşünmüyorum. Çocuk yaşta devşirilenlerin, kısırlaştırılanların ve onların ailelerinin yaşadıkları göz önüne alınmalıdır. Saraylarda hizmetkar veya cariye olarak kullanılmak üzere satın alınan kadınların da tacize ve tecavüze uğradıkları biliniyor.

Günümüzde de tecavüze uğrayan kadınlar ve çocuklar konusu gündemde yerini koruyor. Türkiye'de yurtlarda tecavüze uğrayan çocuklar konusu haber olmuştu. ABD'de 18 yaşından küçük kız çocukları ile ilgili bir dava devam ediyor. Birleşik Krallık Prensi Andrew de tecavüzle suçlandığı için ülkesinde rütbeleri söküldü.

Tarihteki savaşların ganimetleri arasında esirlerin önemli bir yeri vardı. Onlar pazarlarda eşya gibi alınıp satılıyordu. Asya, Afrika ve Avrupa'da esir alınan erkekler için kısırlaştırılma merkezleri kurulmuştu. Aslında esir ticaretinin en korkuncu, Afrika'dan Amerika'ya tarlalarda ve madenlerde çalıştırmak üzere götürülen milyonlarca insana yaşatıldı.

Amerika'ya önemli bir göç de II. Dünya Savaşı döneminde yaşandı. Özellikle Alman Nazi rejimi, başta Yahudiler olmak üzere azınlıkları ve muhalif görüşe sahip olanları ülkeyi terk etmeye zorladı. Amerika'nın, Avrupa'yı bilimsel, teknolojik ve sanatsal açılardan geride bırakmasında o göçmenlerin rolü oldu.

Nazilerden kaçan bilim insanlarından bir kısmı da Türkiye'ye gelmişti. Onların değerli katkılarını, yetiştirdikleri hocalardan şahsen dinlemiştim. Aslında, yükseliş döneminde Osmanlı İmparatorluğu için çalışan İbrahim Müteferrika ve Humbaracı Ahmet Paşa gibi pek çok Avrupalı vardı.

Osmanlı'da devşirme ve Taife-i Efranciyan

Fatih'in İstanbul'un fethi sırasında topların yapılması için görev verdiği Macar Urban'dan sıklıkla bahsedilir. Fetih'ten sonra Sultan, Venedik'ten bir portre ressamı ile birlikte madalyon, saat ve gözlük ustaları istemişti. Fatih'in aynı zamanda, medrese kurmak üzere Orta Asya'dan Ali Kuşçu gibi bir alimi davet etmesi çok anlamlıdır. Bence bu olaylar, onun küresel bir imparatorluk vizyonu hakkında ipuçları veriyor. Ne yazık ki ondan sonra gelen padişahlar onun kurmak istediği medrese modelini devam ettirmediler. Piri Reis'in Risalesi medreselerin zaman içinde ne kadar bozulduğunu anlatır. Yeterince yerel uzman yetiştirilmediği için Avrupalılara talep devam etti.

Yıllar içinde Osmanlı yönetiminde sayıları artan yabancı uzmanlar, "Taife-i Efranciyan" olarak isimlendirildi. Onlardan özellikle tıp ve mühendislik alanlarında faydalanıldı. Bu sırada, Avrupa'da geliştirilen teknolojileri takip edebilecek okullar kurulmadığı için bilim ve teknoloji alanında yerel bilgi birikimi oluşamadı.

 Osmanlılar devşirme sistemini kullanarak güçlü bir bürokrasi ve ordu oluşturdu. Bu maksatla, özellikle Balkan ülkelerinden yetenekli Hristiyan gençler devşiriliyordu. Minyatürde görülen kırmızı renkli kıyafetli çocuklara eli sopalı bir görevli nezaret ediyor. Onlar bir süre Türk ailelerin yanında yetiştirildikten sonra yoğun bir eğitimden geçiriliyordu.

Sınırlar genişledikçe devşirilebilecek insan kaynağı artmaya devam etti. Devşirilenler arasından pek çok önemli yönetici, asker ve uzman yetişti.

(Not: Devşirme konusu pek çok açıdan tartışılmaya devam ediyor. Bir Güney Koreli öğrencinin bu konuda yazdığı kapsamlı doktora tezi ilginizi çekebilir.)

Osmanlılar, bilim ve teknoloji alanlarında Batı ülkelerinin gerisinde kalındığını fark ettiği zaman eğitimli ve deneyimli insan ihtiyacını karşılamak üzere, yine Avrupa ülkelerinden yardım istediler. 18. yüzyıldan itibaren okullar ve fabrikalar kurmak amacıyla bilim insanları ve ustalar getirildi. Osmanlı ordusunu yeniden yapılandırmak için de Batılı uzmanlar görevlendirildi. Ne yazık bu adımlar imparatorluğun kaderini değiştirmek için yeterince faydalı olmadı. Batı ile bilim, teknoloji, sanat ve sanayi konularında ara açılmaya devam etti.

Avrupa'nın Osmanlı'dan devşirmeleri

16. yüzyıldan itibaren Osmanlı topraklarında faaliyet gösteren ve 19. yüzyılda sayıları binlere ulaşan misyoner okullarının temel amacı Hristiyan mezheplerin yayılmasını sağlamaktı. Aslında misyonerler, mezheplerinin yanında dillerini de öğretmeye gayret ettiler. Bu süreçte, bir taraftan da kendilerine yardımcı olacak kişileri yetiştirmeye ve devşirmeye başladılar.

Misyoner okullarından mezun olan çok sayıda genç Batı'da eğitimlerine devam ettiler. Kimileri de Avrupa'daki ticaret merkezlerinde yerleştiler. Osmanlı topraklarında Avrupa ülkelerinin ve şirketlerinin temsilcileri olarak da görev aldılar. Hatta bu ülkelerin koruması altına girerek kapitülasyonlardan da faydalandılar. Osmanlı toprakları kaybedildiği zaman, bu gençler Avrupa ve Amerika ülkelerine yerleşme imkânı buldular.

Günümüzde göçmenler ve devşirilenler

1970'lerde Çin'den yüzerek Hong Kong'a kaçan biri ile tanışmıştım. Her şeyini geride bırakarak yeni bir hayata başlamıştı. Günümüzde birçok kıtada ciddi nüfus hareketleri yaşanıyor. Özellikle de savaşlar ve kıtlıklar nedeniyle birçok ülkeden Avrupa ve Kuzey Amerika'ya doğru kalabalık bir sığınmacı akını var. Denizlerde boğulma riskine rağmen yola çıkan göçmenler bana o Çinli arkadaşımın hikayesini hatırlatır. Suriyeli Aylan bebeğin cansız bedeni de aklımdan çıkmıyor.

Artmakta olan sayılar nedeniyle, hedef ülkeler de onlara engel olmaya çalışıyor. Göç alan ülkelerde halk sosyokültürel sorunlardan şikâyet ediyor. Geçenlerde Danimarka çözüm olarak, niteliksiz sığınmacıların cebine para koyarak onları ülkelerine göndermeye başladı.

Türkiye de son dönemde, özellikle iç savaşların yaşandığı ülkelerden milyonlarca göçmen aldı. Bu göçmenlerin iyi eğitimli olanları Batı ülkelerine gitmeye çalışıyor. Burada kalanların bir kısmı desteklerle geçinmeye gayret ediyor. İş kuranlar ve vasıfsız işçi olarak çalışanlar var. Ne yazık ki onların ülkemize entegrasyonunun gerçekleştiği söylenemez. Hatta, son günlerde şiddete dönüşen bazı gerginlikler bile yaşanıyor.

Gelişmiş ülkeler, yaşlanan nüfus nedeniyle, genç göçmenleri devşirerek insan kaynakları eksiklerini karşılamayı hedefliyorlar. Bu amaçla öncelikle öğrencileri ve kalifiye uzmanları seçerek ülkelerine kabul ediyorlar. Onların kısa sürede, aranan yetkinlikleri kazanarak ekonomik katma değer yaratmaları hedefleniyor.

Devşirilen gençlerimiz

Son yıllarda yapılan PISA sınavlarında, ülkemizdeki orta öğrenimdeki kalite sorunu net bir şekilde görülüyor. Buna ilaveten, en iyi üniversitelerimiz bile dünya sıralamalarında geriliyorlar. Bu tabloya rağmen iyi yetişmeyi beceren gençlerimiz de yurt dışına gitmeye çalışıyorlar. Örneğin, son yıllarda artan sayıda hekim yurtdışına gidiyor.

Genç akademisyenlerin de gelir seviyeleri yükselen enflasyonla birlikte düştüğü için yurt dışında iş aradıklarını öğreniyoruz. Bilgisayar ve yazılım uzmanları da küresel ölçekte artan talep nedeniyle, yurt dışına yöneliyorlar. Gidemeyenler ise uzaktan çalışabilecekleri işler arıyorlar.

Ortaöğrenimde ve üniversitelerdeki kalite sorunları nedeniyle, imkânı olan aileler, çocuklarını yurt dışında okutmaya çalışıyorlar. Almanya'daki yabancı öğrenciler arasında Türkiye'den gidenler en ön sırada yer alıyor.

KPSS'de birinci olanların bile işe girme şansını kaybetmesi gençlerde ciddi bir umutsuzluğa neden oluyor. Artık adil bir değerlendirme ile iş bulabileceklerine inanmıyorlar. İyi eğitim alanlar bile Türkiye'de kimseye muhtaç olmadan yaşayabileceklerini düşünmüyorlar.

Üniversite öğrencisi Enes Kara'nın intiharının büyük bir hassasiyetle karşılanmasının pek çok nedeni var. Geçmiş yıllarda yurt yangınlarında çok sayıda çocuk ölmüştü. Ayrıca, tecavüze uğrayanların korkunç şartlarda yaşamak zorunda kaldıklarını gördük. Yakın geçmişte FETÖ tarafından devşirilen öğrencilerin ülkeye verdikleri zarar çok büyük oldu. Özel olarak yetiştirilen o öğrencilerin torpille önemli görevlere getirildiği unutulamaz.

Gençlerin umutsuzluğunu vurgulayan bu tablo toplumda ciddi bir infiale neden oldu. Bu şartlar altında gençlerin yurt dışına yönelmelerine herkes üzülüyor ama kimse şaşırmıyor.

Gençlerimizin devşirilmesinin maliyeti

Daha önceki yazılarımda işsiz üniversite mezunları yaratılmasının her yıl milyarlarca dolar kayba neden olduğunu yazmıştım. Şimdi ona, ülkeyi terk eden hekim ve bilgisayar mühendisi gibi seçkin gençlerin eğitimi için harcanan kaynakların da ilave edilmesi gerekecek.

Batı ülkelerinde, örneğin ABD'de bir hekim veya mühendisi yetiştirebilmek için çocukluktan itibaren eğitime harcanan kaynaklar milyon dolara yakın masrafa neden oluyor. Bu nedenle yetişmiş bir uzmanın devşirilmesi elbette tercih ediliyor. Nüfusu yaşlanmakta olan gelişmiş ülkeler için yetişmiş beyinlerin ekonomik değeri ortada.

1981'de Amerika'da doktoramı tamamladığımda, yurda dönmek için Türkiye'deki askeri yönetimden demokrasiye geçilmesini beklemeye karar vermiştim. Benimle aynı zamanda mezun olan bir Güney Koreli arkadaşıma ise ülkesinden, Amerika'dakilere denk bir ücret teklifi gelmişti. O da hemen ülkesine dönmüştü.

Unutmadan ilave etmeliyim. Arkadaşım, o sırada Kore'nin kabinesinde, aralarında dünyanın en iyi okullarından diploma almış kişilerin olduğunu söylemişti. Kore'nin son kırk yıllık dönemde gösterdiği ilerlemenin temelinde, bu süreçte insan kalitesine verilen önem vardır.

Benimle aynı dönemde yurt dışına giden öğrencilerden büyük bir kısmı ülkemize geri dönmedi. Birçoğu çalıştıkları ülkelerde önemli başarılara imza attılar. Aslında pek çok alanda ve özellikle de sanayimizde iyi eğitim almış gençlere ciddi bir ihtiyaç var. Sanayicilerimiz eğitim kalitesinin artırılmasını ve yurt dışından tersine beyin göçün sağlanmasını talep ediyorlar.

Gelin şimdi gençlerin yabancı ülkeler tarafından devşirilmesini engellemek ve gidenlerin de geri dönüşünü sağlamak için neler yapılması gerektiğini tartışalım.

Sorular ve öneriler

Yurtdışına gitmek isteyenlerin ve orada yaşayanların işaret ettikleri konulardan en çok gündeme gelenlerden bir kısmını aşağıda irdeleyeceğim.

İlk ve ortaöğrenimden başlayarak, yüksek PISA notları alabilen ve küresel rekabete uygun gençleri yetiştirmeye başlamalıyız. Bu maksatla öğretmenlik eğitimini geliştirmek ve bu mesleği cazip hale getirmek gerekiyor. En parlak beyinlerin eğitimci olmasını teşvik edebilirsek gelecek nesillerin iyi yetişmesini sağlayabiliriz. Dünya çapında başarı örneği olarak gösterilen Finlandiya modelinin özü bu.

Bu arada ilk ve orta öğrenim seviyesindeki çocuklarımızın emniyetli olmayan yurtlarda kalmasını engellemek gerekiyor. Yurt demişken, üniversite öğrencilerinin de barınma ve beslenme sorunları olduğunu unutmayalım. Bu konularda gerekli önlemler alınmaz ise yurtlarda yanan veya tecavüze uğrayan gençlerle ilgili haberleri tartışmaya devam edebiliriz.

Aslında ülkemizin en temel sorunu, insan kaynakları planlaması yapılmadan üniversite ve bölümlerin açılması. Bu sistemin diplomalı işsizliğe neden olduğunu daha önce de yazmıştım. Üstelik yeterince akademik kadro olmadan açılan üniversiteler akademik kalite sorunu yaratıyor.

Bir süredir, mahkemelerde deneyimsiz hakimler konusu tartışılıyordu. Adalet Bakanı da yetersiz akademik kadrolarla açılan hukuk fakülteleri konusunda öğrencileri uyardı. Daha önce de bir veterinerin hukuk fakültesi dekanı olmasından dolayı rahatsız olduğunu söylemişti.

Hukuk eğitimi hakkında duyulan şikâyetlerin benzerleri ne yazık ki pek çok meslek alanında var. İyi eğitim vermeden gençlere diploma vermek en başta onlara ve ülkeye zarar veriyor. İntihaller ve makalesiz rektörlerin varlığı ciddi akademisyenleri rahatsız ediyor.Geçenlerde bir de sahte doçentlik belgesi ile görev yapan biri yakalandı. Boğaziçi Üniversitesi kapısına kelepçe takılmasına kadar giden eylemler de üzüntü veriyor.

Ne yazık ki bu şekilde üniversitelerin imajı yıpranmaya devam ediyor. Öte yandan, iş bulamayan mezunlar, Kredi ve Yurtlar Kurumu'na borçlarını ödeyemiyorlar. Bir an evvel insan kaynakları planlamasına göre üniversite sayısını ve bölüm kontenjanlarını yeniden belirlemek gerekiyor.

Gelişmiş ve gelişmekte olan pek çok ülkede olduğu gibi biz de üniversitelerin küresel sıralamadaki yerlerine odaklanmalıyız. Dünyada ilk 200 arasına girebilecek kalitede üniversitelere özellikle destek vermeliyiz. Bir taraftan da iş dünyasının kalifiye ara eleman ihtiyacını karşılamak için adımlar atmalıyız. Bu maksatla bazı üniversitelerimizin meslek yüksek okullarına ve meslek liselerine dönüştürülmesi düşünülebilir.

Yukarıda kırk yıl önceki Güney Kore'nin yönetiminden bahsetmiştim. Orada son kırk yılda yapılanları da dikkatle incelemekte yarar var. Örneğin, yüksek teknoloji alanındaki şirketlere uzun yıllar boyunca verilen destekler, günümüzde dünyanın en fazla patent alan ve ihracat yapan markalarını ortaya çıkardı. Benzer yoldan ilerleyen Çin de yurtdışındaki öğrencilerin dönerek iş bulabilecekleri yüksek teknoloji devlerini yarattı. Onlar da yetenekli gençlere cazip iş imkanları sağlıyorlar.

Türkiye'de yüksek teknoloji konusunda küresel rekabete giren önemli şirketler oluşmadan iyi yetişmiş gençlerimizin yurt dışında çalışmayı tercih etmelerine şaşmamak gerekir. Artık yurt dışındaki gençlerin koşup geleceği bilimsel, teknolojik ve sosyokültürel ortamı oluşturmalıyız. Bu maksatla eğitimli gençlerin sesine kulak vererek nasıl bir ortamda çalışmak ve yaşamak istediklerini anlamalıyız.

Anayasa Mahkemesi Başkanı ülkemizde adil yargılama ile ilgili mesele olduğunu söyledi. öte yandan, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının uygulanmaması nedeniyle Avrupa Konseyi Türkiye için ihlal süreci başlatıyor. Tükiye'nin kara para aklama konusunda sorunlu ülkeler arasında gösterilmesi yani Gri Listeye alınması da hoş karşılanmıyor. Bu gelişmeler gençlerde, ülkemizdeki adalet konusunda tedirginlik yaratıyor.

Özet

Son iki yıldır yaşadığımız pandemi üzerine yüklenen ekonomik kriz özellikle gençlerin yaşam kalitesini düşürdü. Onların gelecek ile ilgili hayallerini kabusa dönüştürdü. Bu atmosferde gençlerimizin, FETÖ gibi karanlık organizasyonlar ve yabancı ülkeler tarafından devşirilmesine fırsat vermemek gerekiyor. Bu konuda öne çıkan en önemli sorunları ve çözüm önerilerini aşağıda özetleyeceğim.

Mevcut haliyle milyarlarca dolara mâl olan eğitim sistemi, milyonlarca diplomalı işsiz yaratıyor ve onları asgari ücrete mahkûm ediyor. Öncelikle ulusal insan kaynakları planlamasına göre bütün eğitim sistemimizi yeniden tasarlamalıyız. Orta öğrenim kurumlarının ve özellikle de üniversitelerin yeniden yapılandırılması gerekiyor. Bir taraftan da öğrencilerin barınma ve beslenme sorunları çözülmelidir.

İkinci konumuz katma değerli ürünler üretmek üzere, bilim ve teknoloji temelli kalkınma. Gençlere iyi bir gelecek sunabilmek için özellikle de güçlü bir araştırma-geliştirme altyapısı üzerinde yükselen rekabetçi bir sanayi oluşturulmalıdır. Aksi takdirde bırakın tersine beyin göçünü, gelecekte yetişecek parlak gençlerimizin yabancı ülkeler tarafından devşirilmesini engelleyemeyiz.

Üçüncü konumuz gençlerin iş bulmak ve özgürce yaşamak için ülkemize güveninin sağlanması. AYM Başkanı'nın ve Adalet Bakanı'nın ifade ettikleri sorunların çözülmesi gerekiyor. Onlar olmadan küresel ve yerel imajımızın düzelmesi kolay değil.

Son önerim de Prof. Dr. Aziz Sencer, Prof. Dr. Ufuk Akçiğit, Prof. Dr. Feridun Hamdullahpur ve Prof. Dr. Banu Onaral gibi yurtdışında yaşamayı tercih eden değerli vatandaşlarımızdan oluşan bir komisyonun kurulması. Onlarla yapılacak toplantılara, seçkin okullarda okuyan başarılı öğrencileri de davet etmeliyiz. Bu şekilde, yurtdışında yaşayan insanlarımızın gözünden ülkemizi görmeli ve onların beklentilerini nasıl karşılayabileceğimizi belirlemeliyiz.

SON SÖZ:

İYİ YETİŞMİŞ GENÇLER GELECEĞİMİZİN TEMİNATIDIR. ONLARIN KARANLIK KURULUŞLAR VEYA YABANCILAR TARAFINDAN DEVŞİRİLMESİNE İZİN VERMEYELİM.