6 Aralık 2021 Pazartesi

İktisatçı Erhan Usta Çin modelini anlattı: Türkiye tefeciye mahkum olur Taha Akyol-06/12/2021

İKTİSATÇI ERHAN USTA TAHA AKYOL’UN SORULARINI CEVAPLADI:

EN AZ 40 YIL SEFALETİ HEDEF OLARAK KOYUYORLAR Çin insanların yıllarca hangarlarda yaşayarak güvencesiz çalıştığı bir süreçten geliyor. Türkiye’nin önüne Çin’i model olarak koymak, en az 40 yıl emeği sömürmek, sefaleti hedef göstermek demek.

SUNDUKLARI MODEL DEĞİL ÇARESİZLİK SENARYOSU Yeni model iki ay önce akıllarında dahi yoktu. 'Çaresizlik senaryosu' bir model olarak takdim ediliyor. Kur artışlarının kontrol altında olduğu algısını oluşturmak için çaresizlikten ortaya atılmış bir şey.

128 MİLYARI HEBA EDEN ALBAYRAK EKİBİ İŞ BAŞINDA Berat Albayrak ekonomi yönetimine tamamen hâkim. Yönetimini getirmekle kalmadı, ekonomi politikalarını da kurgular durumda. 128 milyar doların heba edilmesi, Berat Albayrak ve ekibinin marifeti.

BU POLİTİKAYI 2023’E KADAR SÜRDÜRME İMKÂNI YOK Erdoğan’ın bu politikaları Haziran 2023’e kadar sürdürme imkânı yok. Ekonomi bu yükü kaldıramaz. Politikalar devam ederse enflasyon hızla yükselecek, işsizlik artacak ve yoksullaşma derinleşecek.

Cumhurbaşkanı’nın ekonomik büyüme konusunda Çin’i örnek göstermesinin anlamı nedir?

Çin, kalkınmak isteyen bir ülke için örnek olabilir. Ancak Çin’in gelişme hikayesi bugün başlamıyor. Bugün Çin’i model alalım diyorsanız 40 yıl öncesine gitmeniz gerekir. Yıllarca insanların büyük hangarlarda yaşayarak çalıştığı, hiçbir sağlık ve sosyal güvencesinin bulunmadığı, karın tokluğuna yaşamak için çalışmaktan başka çaresinin olmadığı bir süreçten geliyor Çin.

Çin, 1980-2020 döneminde, ortalama olarak, milli gelirinin yüzde 41.6’sını tasarruf etti. Bu tasarrufları da üretken yatırımlarda kullandı. ABD başta olmak üzere birçok gelişmiş ülkeden ciddi miktarda doğrudan yatırım çekti. Bu kaynaklarla konut, AVM veya gereksiz alt yapı yatırımları yapmadı. Bu paraları ülkesini bir üretim üssü yapmakta kullandı. Böylece, 1980-2020 döneminde Çin’de sabit sermaye yatırımlarının GSYH’ya oranı yüzde 39,4 olarak gerçekleşti.

Tabii tasarruf edip kaynaklarını da üretken yatırımlarda kullanınca sürdürülebilir yüksek bir büyüme elde etti. 1980-2020 döneminde Çin’in ortalama büyümesi yüzde 9,3 olarak gerçekleşti. Ayrıca Çin, büyümenin oluşturduğu imkanları gelişme/kalkınma için kullandı.

Biz Devlet Planlama Teşkilatını kapatırken, Çin bunları güçlü bir merkezi planlama ile yaptı. Devlet kapitalizmi ile özel sektör iş birliğini güçlü bir şekilde koordine etti. Sanayisini güçlendirdi, dönüştürdü. Teknolojiye yıllarca yatırım yaptı. Şu anda dünyada 500 büyük şirket sıralamasında ABD’yi geçerek ilk sıraya yükseldi.

Çin, hâlâ ciddi gelir adaletsizliğinin olduğu, kapalı bir ülke.

Şu anda Türkiye’nin önüne Çin’i bir model olarak koymak en az 40 yıl çalışanların emeğini sömürmek anlamına gelir. Bugün dahi zor geçinen işçilerimizi iyice süründürmek anlamına gelir. İyi-kötü var olan sendikal hakları yok etmek anlamına gelir.

Çin, bugüne kadar çevre kaygısı olmadan üretim yaptı. Şimdi bir yandan Türkiye’de iklim değişikliği bakanlığı kuracaksın, diğer yandan çevre duyarlılığı olmayan Çin’in 40 yıl önceki halini model alacaksın.

Bizim tasarruflarımızın milli gelire oranı Çin’in ancak yarısı kadar. Biz Çin’e göre aşırı borçlu bir ülkeyiz.

Özetle, Çin modeli demek Türk milletinin önüne en az 40 yıl sefaleti hedef olarak koymaktır.

NEYİ DEĞİŞTİRİYORLAR?

Cumhurbaşkanı Erdoğan, “bugüne kadar yüksek faiz düşük kur modelini denedik, netice alamadık, şimdi model değiştiriyoruz” diyor. Neyi değiştiriyorlar?

Türkiye 1980’den itibaren ihracat odaklı büyümeyi esas alan bir ekonomik model uygulamaktadır. Bunu başardığı zamanlar olmuştur, başaramadığı zamanlar olmuştur, ama bu hedeften hiç vazgeçmemiştir.

Ak Parti de kendisinden önceki hükümetlere benzer bir model uygulaya gelmiştir.

Ak Parti 2002 yılı sonunda iktidar olduğunda, reformları yapılmış ve siyasi bedeli başka siyasi partilerce ödenmiş tertemiz bir reform ortamı devraldı. Ayrıca küresel likiditenin oluk oluk bizim gibi gelişmekte olan ülkelere aktığı bir dönemdi. Ak Parti geldiğinde IMF ile bir program yürütülüyordu. Ak Parti bu programı aynen devam ettirdi, hatta süresini uzattı ve 5,5 yıl kesintisiz bir şekilde IMF ile program yürütmüş oldu.

Güçlü tek başına iktidar, AB’ye tam üyelik perspektifi, Türkiye’ye ciddi yabancı kaynak girmeye başladı. Burada iktidarın temel hatası bu kaynakların üretken alanlarda veya ticarete konu alanlarda kullanılmasına ilişkin tedbir almamasıydı. Hatta AVM, konut, ihtiyaç fazlası alt yapı yatırımları yapılmasını hükümet bizzat teşvik etti. Tabii bu esnada ciddi kentsel rantlar oluştu. Yasal olarak bu ranttan vergi almak mümkün olmadığı için bu rant müteahhit ve yerel/merkezi iktidar sahipleri arasında paylaşıldı. Yıllarca süren bu durum iktisadi olarak Türkiye’yi bitirdiği gibi kentleşme, yolsuzluk gibi ciddi sorunlara yol açtı.

19 yıllık Ak Parti hükümetleri döneminde Türkiye yaklaşık 600 milyar dolar cari açık verdi. Diğer bir ifadeyle bu miktarda net dış kaynak kullandı. Artı, kendi tasarruflarımızı da yatırımlarda kullandık ama ülkemizin üretim kapasitesi bu miktarın çok çok altında arttı. Bunun sebebi bu kaynakların önemli kısmının betona gitmesidir. Daha da vahimi bu esnada oluşan yolsuzluklardan elde edilen gelirlerin önemli kısmı yurt dışına çıkartıldı.

DIŞ KAYNAK?

Dış kaynak olarak dış borçlar?

Bu 600 milyar doların yaklaşık 320 milyar doları dış borç şeklinde geldi. Kalanı yabancılara gayrimenkul, banka, sigorta şirketleri, reel sektör şirketleri ve hisse senedi satılması şeklinde geldi. Türkiye şimdi dışarıdan kullandığı bu borçları geri ödeme sıkıntısı çekiyor. 10 yıldan fazla süredir ekonomide alınan kararlarda ciddi hata yapılması, verimlilik kaynaklı bir büyüme yapısı oluşturulamaması, hukuk dışı ve anti demokratik uygulamaların yaygınlaşması, kurumların aşırı yıpratılması/itibarsızlaştırılması, istişarenin yok olması, ehliyet ve liyakatin tamamen kaybolması, partili cumhurbaşkanlığı sistemiyle tek adam rejimine geçilmesi gibi nedenlerle dış kaynak girişinin giderek azalması ve sonunda durma noktasına gelmesi Türkiye’yi en kırılgan ülkelerden biri haline getirmiştir. Özellikle Mart 2021’den sonra işlerin hiçbir şekilde toparlanamaması ve bunun piyasalar tarafından algılanması sonucu Mart ayında 6,88’e kadar gerileyen dolar kurunun 14 liraya yaklaştığını görüyoruz.

SANAYİ PAYI KÜÇÜLDÜ

Yeni modelden bahsediyorlar, bu nedir?

Hükümetin kafasında yeni bir model yok, uyguladığı bir model de yok. Üst üste yapılan hatalar sonrasında işi toparlayamayacağını gören Erdoğan ve ekibi “çaresizlik senaryosunu” bir model olarak takdim etmektedir.

İddia ettikleri gibi bir modeli uygulayacak hangi alt yapıyı hazırlamışlardır? Sanayide hangi dönüşümü yapmışlardır? Teknolojiye yatırım yapılmış mıdır? Türkiye’nin hem mal hem de finansman açısından dışa bağımlılığı artmıştır. İmalat sanayinin GSYH içindeki payı hala yüzde 20’nin altındadır. Halbuki cari fazla veren ülkelerde bu oran uzun yıllar boyunca yüzde 35’in üzerinde seyretmiştir.

Eylül ayı içinde Cumhurbaşkanı imzasıyla yayınlanan Orta Vadeli Program’da yeni model yoktu. Yeni model nasıl bir modelse iki ay önce dahi akıllarında yoktu. Ortada yeni bir model yok. Ekonomideki bozulmanın, özellikle kur artışlarının kontrol altında olduğu algısını oluşturmak için çaresizlikten ortaya atılmış bir şeydir yeni model dedikleri…

Eski Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın her yıl açıklanan orta vadeli programı yeni bir model olarak sunması ayrı bir kepazelikti. Özellikle partili cumhurbaşkanlığı sistemine geçtikten sonra ekonomik sorunların çığ gibi büyümesi sürekli yeni model takdimlerini beraberinde getirmiştir.

TL’Yİ ERİTEREK İHRACAT?

TL’ye değer kaybettirerek, yani ucuza mal satarak döviz kazanarak yatırım yapıp büyümek mümkün mü?

Mümkün değil, hele makro ekonomik göstergeleri ve üretim yapısı bizim gibi olan bir ülkede hiç mümkün değil.

Türk lirasına değer kaybettirerek kısa süreli ihracatı cazip, ithalatı pahalı hale getirebilirsiniz ancak bu kalıcı olmaz. Bunun kalıcı olabilmesi için ücretleri reel olarak sürekli geriletmeniz gerekmektedir. Ancak o zaman emek yoğun sektörlerde belli bir rekabet gücü kazanabilirsiniz. Bu da başka milletlere ırgat olma anlamına gelmektedir. Ak parti Türkiye’yi ırgat ülke yapmaya çabalamaktadır.

 

Türkiye 2 aydır cari fazla veriyor diye sürekli cari fazla vereceğiz demek bu işi bilmemek demektir. Türkiye 1994, 1998-99 ve 2001 krizinde, 2002 ve 2019 yıllarında kesintisiz bir şekilde 8-9 ay süren cari fazlalar vermiş ama bu durumu sürdürememiştir. Bu dönemlerin ortak özelliği, Türk lirasının aşırı değer kaybetmesidir. Bugün de aynı durumu yaşıyoruz.

CARİ AÇIK SORUNU

Neden böyle, neden sürekli cari fazla veremiyoruz?

Madde madde anlatayım:

-Türkiye, ithalat yapmadan üretim yapamıyor. Özellikle ara malı ve sermaye malında dışa aşırı bağımlıyız. 20 yıllık Ak Parti hükümetleri bu bağımlılığı azaltacak tedbirler almadığı gibi artırdı.

-Finansman açısından dışa bağımlıyız. Hem mevcut borçlarımızı ödemek hem de üretimimizi finanse etmek için dış kaynak ihtiyacımız var. Yurt içi tasarruflarımız mevcut yatırımlarımızı dahi finanse etmeye yetmiyor. Kurun sürekli artması istikrarsızlık demektir. İstikrarsız bir ekonomiye de dış kaynak gelmez. Uzun vadeli veya doğrudan yatırım hiç gelmez.

-Kur istediği yere gitsin diyemeyiz, dış borçlarımız çok yüksek. Yıl başında dış borç stokumuzun TL karşılığı 3,2 trilyon lira idi. Bugün 6,2 trilyon liraya çıktı. 11 ayda dış borçlarımızdaki artışın ne anlama geldiği, 2021 yılı vergi gelirlerimizin 1 trilyon lira olduğu düşünülürse daha iyi anlaşılacaktır.

-Dış talepteki artışı karşılayacak üretim kapasitemiz yok. Kurun sürekli arttığı, belirsizliğin hat safhada olduğu bir ekonomide kimse üretim kapasitesini artıracak yatırım yapmaz.

-Üretim ve ihracatımızın teknoloji seviyesi çok düşük.

-İhraç ettiğimiz ürünler yoğun olarak yurt içinde kullandığımız ürünler. Bu ürünlerde dış talebin artması içeride alım gücünü düşürecektir.

-Ülkemizde kur-enflasyon geçişkenliği çok yüksek. Kurun artması doğrudan enflasyon ve yoksullaşma demek. Gelir dağılımının son yıllarda aşırı ölçüde bozulduğu ülkemizde bu politika daha fazla sürdürülemez.

-Son olarak, Türk milleti, başka milletlere ırgatlığı kabul etmez.

BERAT ALBAYRAK ÇİZGİSİ?

Berat Albayrak’ın çizgisine mi dönüldü?

Berat Albayrak’ın bir çizgisi var mıydı bilmiyorum ama şu anda Berat Albayrak ekonomi yönetimine tamamen hâkim. Kendisinin bakanlıktan ayrıldığı sıkıntılı dönemde ona sahip çıkan sadece iki isim vardı, bugün ikisini de en kritik bakanlıklara getirildi: Mehmet Muş ve Nureddin Nebati. Merkez Bankası Başkanı operasyonunu da Berat bey yaptı. Enerji Bakanı, SPK ve BDDK başkanları zaten onun daha önce getirdiği kişilerdi.

Berat Albayrak’ın Türkiye ekonomisine verdiği zararın boyutu tahminlerin ötesinde yüksektir. 128 milyar doların heba edilmesi, Berat Albayrak ve ekibinin marifetidir. Albayrak Hazine bakanı olduktan sonra sadece bütçe borçlanmasında yanlış bir strateji takip etmesinden kaynaklanan ilave maliyet 1,3 trilyon liradır. Borçlanma stratejisindeki büyük yanlışlığın Bütçeye şu ana kadar olan maliyeti bir yıllık vergi gelirimizden daha yüksektir.

Berat Albayrak ekonomi yönetiminin her tarafına sadece kendi yönetimini getirmekle kalmadı, ekonomi politikalarını da kurgular duruma geldi. Kendisinin bizzat bakan olduğu dönemdeki başarısızlıkları ortadadır. Berat Albayrak kafasıyla ekonomide başarı mümkün değildir.

MİLLİ PARA SÜREKLİ ERİYOR

TL’ye değer kaybettirmenin faturası ne? Yeni politikalar, “ucuza kapatma” iştahıyla dış yatırım çekebilir mi?

Türk lirasına değer kaybettirmenin faturası, az önce ifade ettiğim gibi dış borçlarımızın TL karşılığının artması demektir. Aynı zamanda bütçenin borçları da olağanüstü artacaktır. Çünkü özellikle Berat Albayrak döneminde yurt içinde altın ve döviz cinsinden olağanüstü borçlanmalara gidilmiştir. Bütçe borç stokunun yüzde 81’i dövize, altına ve enflasyona endekslidir. Bu üç değişkenin de kurla birlikte hareket ettiği düşünülürse kurdaki her artış devletin borcunu artıracaktır.

Kur artışı artan enflasyonla birlikte fakirleşme demektir. Özellikle dar ve sabit gelirliler ile çiftçi ve esnaf enflasyondan en fazla olumsuz yönde etkilenen kesimlerdir.

Kurun yükselmesi ülkemizin kendi vatandaşlarına pahalı, yabancılara ucuz hale gelmesidir. Üretim faktörlerimizin ucuz bir şekilde yabancılara kullandırılması anlamına gelecektir.

 

Kurun hızlı yükselmesi servetin el değiştirmesine de yol açacaktır. Ayakta durmakta zorlanan firmalar ya iflas edecek ya da üretim tesislerini kelepir fiyata yabancılara satacaktır. Hisse senetlerimiz sudan ucuz fiyata yabancıların eline geçecektir.

Biz yabancı sermayeye karşı değiliz ancak varlıklarımızın yok pahasına yabancılaşmasına rıza gösteremeyiz.

Milli paranın sürekli ve aşırı değer kaybetmesi istikrarsızlık demektir. Bunun sonucu da ülkeyi uluslararası tefecilerin eline düşürmek demektir. Nasıl ki, bilançosu düzgün olmayan bir işletme bankadan kredi alamaz, tefeciden çok yüksek faizlerle kredi alır, bu politikalar Türkiye’yi bu hale getirir.

ÖNÜMÜZDEKİ İKİ YIL?

Bir iktisatçı olarak önümüzdeki iki yılı iktisaden nasıl görüyorsunuz?

Bu soruya cevap verebilmek için Cumhurbaşkanının bu süre içinde değişip değişmeyeceği konusunda bir varsayım yapmak gerekiyor. Sayın Erdoğan’ın bu politikaları Haziran 2023’e kadar sürdürme imkânı yok. Ekonomi bu yükü kaldıramaz. Ya Erdoğan kısa süre içinde bu politikasını değiştirecek ya da yapılacak bir erken seçimle kendisi değişecek.

Bu politikanın devam etmesi durumunda, önümüzdeki aylarda enflasyon çok hızlı bir şekilde yükselecek, mal kıtlığı yaşanacak, işsizlik artacak, iflaslar artacak, el değiştirmeler hızlanacak, yoksullaşma iyice derinleşecektir.

Bu politikaların devam etmesi durumunda, bir sonraki safhada da Türkiye şu anda yaşadığı ekonomik krizin yanı sıra ödemeler dengesi ve finansal sistem krizini birlikte yaşayacaktır.

Ben bunların tamamının yaşanmadan ya bir yönetim değişikliği ya da politika değişikliği olacağını düşünüyorum. Çok yüksek faiz artırımıyla başlayacak politika değişikliği, ülkenin komple çökmesini önleyecek ama sorunların çözülmesini sağlamayacaktır.

ÇIKIŞ YOLU?

Nasıl düzlüğe çıkarız?

Erdoğan yönetimiyle düzlüğe çıkmak mümkün değildir. Çünkü Erdoğan, güvenilirliğini tamamen yitirmiştir, iş yapacak bir ekibe ve enerjiye sahip değildir, kirlilik çok artmıştır.

Güveni tesis edecek, belirsizlikleri yok edecek, öngörülebilirliği artıracak; yönetim sistemini değiştirecek, hukukun üstünlüğünü hâkim kılacak, ehliyet ve liyakate önem verecek, kurumlarımızın itibarını ve kapasitesini yükseltecek; üretimi ve ihracatı esas alan bir ekonomi programı uygulayacak; sorunlarının çözümünü bekleyen geniş halk kitlelerinin refahını artıracak yepyeni, tertemiz, dinamik bir yönetimle düzlüğe çıkarız.

"Türkiye’nin önüne Çin’i bir model olarak koymak en az 40 yıl çalışanların emeğini sömürmek, bugün dahi zor geçinen işçilerimizi iyice süründürmek anlamına gelir. İyi-kötü var olan sendikal hakları yok etmek ve Türk milletinin önüne en az 40 yıl sefaleti hedef olarak koymak anlamına gelir."

"Kur istediği yere gitsin diyemeyiz. Yıl başında dış borç stokumuzun TL karşılığı 3,2 trilyon lira idi. Bugün 6,2 trilyon liraya çıktı. 11 ayda dış borçlarımızdaki artışın ne anlama geldiği, 2021 yılı vergi gelirlerimizin 1 trilyon lira olduğu düşünülürse daha iyi anlaşılacaktır."

"Milli paranın sürekli ve aşırı değer kaybetmesi istikrarsızlık ve ülkeyi uluslararası tefecilerin eline düşürmek demektir. Nasıl ki, bilançosu düzgün olmayan bir işletme bankadan kredi alamaz, tefeciden çok yüksek faizlerle kredi alır, bu politikalar Türkiye’yi bu hale getirir."

ERHAN USTA KİMDİR?

Ankara Üniversitesi SBF Maliye Bölümü mezunu. ABD Northeastern Üniversitesi’nde İktisat Politikası ve Planlama dalında bölüm birincisi olarak master derecesi aldı. Devlet Planlama Teşkilatı ve Kalkınma Bakanlığı’nda Uzman, Daire Başkanı, Genel Müdür, Müsteşar Yardımcısı olarak görev yaptı. Samsun milletvekili. İYİ Parti Grup Başkan vekili.

1 Aralık 2021 Çarşamba

Türkiye’de siyasal partiler neden ‘cemaat’leşiyor? İlhami Güler-01/12/2021

BATI İCADI OLARAK CUMHURİYET VE DEMOKRASİ

Siyasal parti, Demokrasinin en temel unsurlarından biridir. Toplumun kültürel kimliği, ekonomik gelişmesi ve devletin yönetilmesi hususunda fikri, ideolojisi ve programı olan insanların bir araya gelerek oluşturdukları bir örgüttür. Seçimler sonucu iktidara gelir, ortak olur veya muhalefette kalarak programı doğrultusunda topluma, ülkeye, devlete hizmet eder. Demokrasi, doğası gereği “Tek Parti” değil; çok partili bir rejimdir. Parti, doğası gereği ortak akıl, istişare (şura) yolu ile fikir-çözüm üreten bir yapıdır. Demokrasi ve Parti, geleneksel Kilise ve Feodal bağlılıkların çözüldüğü, şehirleşmiş, mesleki olarak uzmanlaşmış ve bireyleşmiş toplumsal yapılarda ortaya çıkmış bir olgudur. Parti başkanı, kendine partinin iç tüzüğü gereği bazı yetkiler verilmiş bir temsilci ve sözcüdür. Başbakanlık yapacak bazı özel yeteneklerinin bulunması gerekir. Ancak Parti başkanı, karizmatik “Lider” niteliklerine sahip olsa da, düşüncelerini, partinin organlarından özgür tartışma ve oydaşma ile geçirir. Bir “Çoban” değildir. Cumhuriyet ve Demokrasi, bireysel ahlaki sorumluluklarını müdrik insanların oluşturdukları katılımcı rejimlerdir. Diğerleri, bireysel güç istenci veya toplumsal cehalet-sürü niteliklerinin ürünleridir. Cumhuriyet ve Demokrasi, Avrupa’da uzun süren Aristokrasi-Krallık, Feodalite ve Kilise egemenliğinin Fransız İhtilali ile sona erdirilmesinin akabinde Burjuva sınıfı tarafından geliştirilmiştir. Doğu toplumlarında ise, istisnasız, genellikle “Çoban-Sürü İlişkisi” siyasetin egemen kodudur.

TÜRKİYE'NİN SOSYOLOJİK GEÇMİŞİ-GENETİĞİ

Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlıdan gelen ve Aile-Kişi kültüne (Osmanoğulları) dayanan “Saltanat” rejiminin ilga edilmesi ile kurulmuştur. İlk otuz yılı, bu genetiğe yaslanan “Tek-Adam/Tek-Parti” rejimi ile idare edilmiştir. Türklerin tarihsel-toplumsal yaşam formasyonları “Asker”lik (Garnizon), Akraba-Kabile (Yedi sülale) ve Mezhep-Tarikattır. Cumhuriyet döneminde bunlara “Cemaat” ve göçten doğan “Hemşehricilik/Getto”lar eklenmiştir.

Türkler, asker bir millettir. Yani “emir-komuta” zincirine bağlı olarak hareket eder. Hakan, Han, Kağan, Başbuğ, siyasi ve aynı zamanda askeri bir otoritedir. Toplumun tümü de “Er” veya “Ordu”dur: “Bütün Türkler bir ordu/Katılmayan, “kaçak”tır/Töremizde yazılı/Harpten kaçan, alçaktır.” (Z.Gökalp). Kadınlar, evlendikleri zaman, buna: “Er’e gitmek” denir. Hoca, efendi, cenaze namazını kıldırırken, ölen kişi, eğer erkek ise, “Er-kişi niyetine” diye cemaate hatırlatma yapar.

Boylar-Soylar-Obalar halinde göçebelikten yerleşik hayata geçeli uzun bir süre geçmiş olmasına rağmen; tarım ve hayvancılık sürdüğü, endüstri ve şehirleşme gelişmediği için, akrabalık ve sülale/kabile-aşiret yapıları kolayca çözülmemiştir. Küfrederken “Yedi Sülale”nin işin içine karıştırılması, bunun ifadesidir. Evliliklerde akraba içi evlilikler korunmuştur. “Bizim kepeğimizi, bizim köpekler yesin” deyimi, bunu ifade eder.

“Dayanışma” anlamında “Mezhepçilik”, Türklerde daha ziyade Türkmen kökenli “Alevilik” olarak tezahür eder. Bunun sebebi ise, Alevilerin, Osmanlıda takibata uğratılmaları ve dini bağlamda aşağılanmalarıdır. Sünni iktidardan uzak tutulmalarıdır. Sünnilerin bu tavrı da, tersten “Mezhepçilik”tir. Bu sosyoloji, Cumhuriyet döneminde de çeşitli şekillerde devam etmektedir. Diyanet kurumu, “Sünniliği” esas alarak kurulmuştur. Sayın Erdoğan, Muhalefet partisinin başkanının “Alevi” kökenli oluşunu, aşağılama iması ile kendi seçmenlerine ilan etmiştir.

“Tarikat”, Türklerin en yaygın dini örgütlenme tarzıdır. Bir şeyhin etrafında örgütlenmiş müritler topluluğu, sıkı bir şekilde –sorgusuz-sualsiz- birbirine ve şeyhe bağlıdır. Bu bağlılık, siyasal otoriteye olan bağlılıktan daha sıcak ve güçlüdür. Bu örgütlenme tarzı, “dini” olduğu kadar, aynı zamanda “iktisadi”dir. Yoksul kitlelerin hayata tutunma vesilesi olmuştur: “Tekkeyi bekleyen, çorbayı içer.”

“Cemaat” yapıları, Cumhuriyet döneminde Şeriatın-Tarikatın ve Hilafetin ilga edilmesine ve seküler yaşam tarzı telkinlerine-baskılarına karşı ortaya çıkmış, “Tarikat” örgütlenmesine benzer, sosyolojik yapılardır. Reislerini “Hoca”, “Efendi”, “Hoca Efendi”, “Ağabeyi” diye çağırırlar. Dini ve –gizli olarak da siyasi- olan otoriteye ve kendi aralarında birbirlerine bağlılığı, tarikatlardakinin aynıdır.

Hemşehricilik, 1950 sonrası büyük şehirlere doğru oluşan göçün ürettiği dayanışma yapılarıdır. Önceleri, şehirlerin kıyılarında “Gecekondu” şeklinde gettolaşırken; daha sonraları “kentsel dönüşüm”den sonra apartmanlara (TOKİ) taşınsalar da, dernekler-vakıflar şeklinde varlıklarını sürdürmektedirler. İktisadi ve siyasi alanlarda birbirleri ile dayanışmakta ve yer yer “mafyöz” ilişkiler geliştirmektedirler.

SOSYOLOJİNİN SİYASAL TEZAHÜRLERİ

Bütün bu sosyolojik genetik, Türkiye’de demokratik kurumların geliştirilmesinin önündeki tarihsel-toplumsal, kültürel ve politik bagajdır. Tek-adam ve Tek Parti dönemini, “Devrim”den doğan, anlaşılabilir bir kırılma momenti olarak yorumlayabiliriz. 1950’den sonra resmen demokrasiye geçilmiş, muhafazakâr kitleler, Egeli bir çiftlik ağasının oğlu, seküler bir şahsın (Adnan Menderes) önderliğine bir “cemaat” şuuru ile bağlanmış ve onun haksız yere idam edilmesinden sonra, onu “Veli” mertebesine çıkarmıştır. Altmış ihtilalini yapan ordu kurmayları, kendi aralarında ideolojik bir “cemaat” gibi davranmış; ancak nispeten demokratik bir Anayasa yapmışlardır. 1970-80 arasındaki “sol-sağ” ideolojik örgütleme tarzları, demokratik olmaktan çok, “para-militer-militan”, hiyerarşik yapılardı. 1960-2000 arasında “Askeri Vesayet” otoritesi altında sağ-muhafazakâr kitleler, Demirel-Erbakan-Özal ve Türkeş önderliğinde demokrasi oyununu meşru yollardan sahici olarak oynamaya çalışmışlardır. Ancak, Demirel, parti “başkan”ı olduğu kadar “Baba”; Erbakan, “Hoca”; Türkeş ise, “Başbuğ”idi.

M. Kemal’in kurup iktidar yaptığı CHP, 1950 sonrasında “Kemalist” bir ideolojik cemaate dönüşmüş, parti içi demokrasiyi “Kurultay” lar ile sürdürmesine rağmen; muhafazakâr kitleler ile sağlıklı bir köprü kuramamıştır. “Karaoğlan” B. Ecevit’in karizmatik (dürüst-nazik) önderliği, CHP’ye kısa bir dönem iktidar olma şansı vermiş; D. Baykal’ın parti başkanlığı döneminde parti “Katır Kuyruğu”na dönüşmüştür. K. Kılıçdaroğlu’nun başkanlığında Aleviler, kendilerine sığınılacak siyasal bir liman elde etmiş; ancak parti, muhafazakâr kitleler ile sağlıklı bir bağı yine kuramamıştır. Kılıçdaroğlu’ nun bu yönde bir gayret gösterdiği gözlenmektedir. “Hata yaptık” ve “Muhafazakârlarla helalleşmemiz gerekir” ifadeleri, bunun göstergesidir.

1970’lerden itibaren Fethullah Gülen “Hoca Efendi”nin “Mehdilik” misyonu ile yaratmış olduğu “Paralel Yapı (The Cemaat)” hiyerarşik örgütlenmesi, devlet kurumlarına sızarak devleti içerden ele geçirmeye çalıştı ve sonunda Partneri Ak Partiye darbe yapma teşebbüsü ile sona erdi. (15-Temmuz-FETÖ). Ahlaki açıdan kendi içine kapalı ensest benzeri bir ilişki ağı oluşturan bu yapı, soru çalmada ve askeri bürokrasiye “kumpas”lar hazırlamada bir beis (kötülük) görmemiştir.

İki binli yılların başlarında kurulan ve merkez sağın dağılması ile bu boşluğu doldurarak iktidara gelen Ak Partisi, yirmi yıllık iktidarının ilk yarısında demokrasiyi daha da geliştirmiş ve politik partneri The Cemaat ile birlikte askeri vesayeti tasfiye etmiştir. Ancak, Ak Partisinin ikinci on yılında yukarıda saydığımız sosyolojik genetik tekrar nüksetmiş; parti, Sayın R. T. Erdoğan’ın karizmatik önderliğinde cemaatleşmeye-tarikatlaşmaya başlamıştır. Demokrasi, sadece seçim ve sandık olarak onaylanıp; sonrasında Sayın Erdoğan, kendi deyimi ile “çoban”lık rolüne soyunmuştur. Politik kültür olarak çobanlığın arkasında 1400 yıllık “Halife” ve “Sultan”, “Biat (koşulsuz itaat)” kodları bulunmaktadır. Son on yıldan itibaren parti içinde bir de “Bizim Uşaklar” olarak nitelenen Karadeniz bölgeciliği hâkim hale gelmiştir (“Bize her yer Trabzon”). Ayrıca bürokraside “partizanlık” ve “Akrabacılık” had safhaya ulaşmış durumdadır. Objektif sınavlarda alınan puanlara itibar etmeden, “Mülakat” ile partililerin, cemaat ve tarikatların akrabaları işe alınmaktadır. Erzurum’da KPSS sınavlarında birinci sırada olduğu halde mülakatlarda elenip işe giremeyen genç, bir tür “Nurcu” cemaati olan “Kırkıncı Hoca”ya intisap ederek iş bulduktan sonra: “Birinci olduğumda iş bulamıyordum; “Kırkıncı” olunca buldum” demiştir. Bu ifade, bugünkü Türkiye’yi özetler niteliktedir. Bu gidişattan rahatsız olan A. Davutoğlu ve Ali Babacan, ayrılarak yeni partiler kurdular.

SONUÇ

Seçim ve sandık, demokrasinin “Elif-Ba”sıdır. Ahlaki bir fazilet olarak demokrasi yani ortak akıl, şura, kurumsal yapılar, emaneti ehline tevdi etmek, kuvvetler ayrılığı, yasama ve yürütmede uzlaşma/konsensüs/icma arayışı, muhalefetin denetleme sorumluluğu, bütçe hakkı (vergilerin nerelere harcandığını vatandaşın sorgulaması) çoğulculuk…tur. Batı, bu kurumları, uzun bir tecrübe sürecinde yaşadığı iç çatışmalardan damıtarak geliştirmiştir. Bizim demokrasiyi içselleştirmemiz için daha bir fırın ekmek yememiz gerekiyor. Demokrasi, her iklimde yetişen bir bitki değildir. İradi-ahlaki bir çaba ve kültürel iklim/atmosfer, eğitim gerektiriyor. Türkiye’nin, Osmanlı bakiyesi, çok etnisiteli, Müslüman toplulukların sığındığı bir ülke olması, demokrasiyi, vatandaşlığı, uzlaşıyı kurmanın bir dinamosu/avantajı olması gerekirken; yukarıda bahsi geçen sosyolojik genetikten dolayı, demokrasiye köstek olmaya devam etmektedir. Kürt sorununun bir türlü çözülemeyişi, bunun göstergesidir.