16 Eylül 2021 Perşembe

Hem sen bunun farkındasın hem de polis farkında Barış Terkoğlu/16 Eylül 2021

Bir şehir ölüm kokar mı? İnsanları beton mezarlar altındaysa kokar. Yıllar önce Gölcük depreminden sonra öğrendim bunu. Yardıma gitmiştik. Gücümüz enkaz kaldırmaya yetmiyordu. Günlerce çöpleri kireçlediğimizi hatırlıyorum. Yönetilemeyen, sistemin çöktüğü bir şehirde sıradan bir işin ne kadar önemli olduğunu o gün öğrenmiştim. “Gittin de ne yaptın” dediklerinde “Çöp kireçledim” diyordum. O günden beri hep dünyanın çöplerini aradım.

Geçen hafta pazartesi…

Türkiye, o bağlantıyı ilk kez bu köşeden öğrendi. TCDD’ye yeni müdür olarak Abdülkerim Murat Atik atanmıştı. Atik, bugün binlerce yıl hapis cezası alan Adnan Oktar grubunun elemanıydı. 1999 ve 2008 operasyonlarından firar ederek kurtulmuştu. Adı, son operasyondaki dosyada da yer alıyordu.

Bulmak zor da değil...

Mahkeme evrakına bakıp birer birer aktarmıştım...

MASAK raporunda gruba hâlâ para aktardığı yer alıyordu. Polisin dosyaya koyduğu notlarda grupla halen bağlantılı görünüyordu.

Bu kadar da değil...

Mahkeme tutanaklarına yansıyan bilgilere göre, Oktar grubuna yapılan operasyonda ele geçirilen silahın ilk sahibi de oydu. Şirketinin ortakları, Oktar davasından firardaydı.

Devletin elindeki bilgiler, Atik’in Adnan Oktar grubunun finans bölümünde faaliyet gösterdiğini, yönetici İbrahim Tuncer’e bağlı olduğunu söylüyordu. Üstelik, bilmesi gerekenler bunları gayet iyi biliyordu. Atik, basit bir memuriyete başvursa güvenlik soruşturmasını geçemeyecek, kendisine “memur olamazsın” denecekti. Ancak buna rağmen Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın imzasıyla Atik, TCDD Genel Müdürü yapıldı. Üstelik, şirketiyle sürekli TCDD’ye iş yapan Atik’e, çok değil birkaç ay önce, TCDD’nin ilk özelleştirme ihalesi, 40 milyon Avro’ya verilmişti.

Benim açığa çıkardığım ilişkilerin ardından ise jet hızıyla görevi bırakmak zorunda kaldı.

OKTAR VİDEOSUNDAKİ DETAY

Peki, her şey bitti mi?

Cumhuriyetin ilk yıllarında, 31 Mayıs 1927’de, anayurdu demir ağlarla örmek için kurulan 94 yıllık kurum, nasıl oldu da 10 günde üç müdür birden gördü?

Bu açık bir devlet krizi değil mi?

Kurumların ve geleneklerin içini boşaltan, bir ayağı partide öbür ayağı bürokrasideki yönetme işinin çarpık resmi, tam da bu değil mi?

Devletin en sıradan işi için bile istihbarat raporları devreye giriyor ya... Nasıl oldu da en kritik kurumlardan birinin başına getirilen isme dair istihbaratın üstü örtüldü?

Geçen pazartesi olayı duyurduğum yazıda şunları yazmıştım:

“ ‘Bu nasıl olur’ diye kritik isimlere sordum... Murat Atik’in kız kardeşi Ayşegül Esra Atik’in AKP’deki görevlerinden, vekil adaylığından bahsettiler. Murat Atik’in annesinin, Erdoğan ailesinden bazı isimlerle yakınlığını anlattılar.”

Gerçekten de yazıdan sonra önüme Adnan Oktar’ın ilginç bir videosu düştü. Kendi televizyonunda, yetiştirdiği isimleri tanıtan Oktar’a öğrencileri sıralıyordu:

“Ayşegül Esra Atik, AK Parti İstanbul 24. Dönem 1. Bölge, 26. Dönem 2. Bölge milletvekili adayı.”

Programda, Oktar’ın eski öğrencisi Ayşegül Esra Atik’in, AKP’li isimlerle fotoğrafları gösterilirken, şu ifadeler kullanılıyordu: “Annesi de sizi ve arkadaşlarınızı çok sever, Esra Atik de sizi çok sever, çok yakındınız. Hemen her gün bizi misafir ederdi annesi.”

Yani önceki yazıda ifade ettiğim gibi...

Yalnız Oktar’ın anlattığına göre; sadece Murat Atik değil, AKP’li kardeşi ve annesi de Oktarcı idi. Oktar, AKP’de Ataşehir kurucu kadın kolları başkanlığından MKYK üyeliğine uzanan Ayşegül Esra Atik’in kendi müridi olduğunu söylüyordu.

Ancak bir ayrıntı daha vardı ki o daha dikkat çekiciydi. Özellikle programda Murat Atik’in ismi söylenmiyordu. Geçen yazıda bunun nedenini şöyle özetlemiştim: “Bugün Murat Atik, Oktarcılardan resmi olarak ayrılmış görünüyordu. Ancak organik ilişkisi devam ediyordu. Buna ‘kadife geçiş’ diyorlardı.”

Kısacası Murat Atik’in adı “kadife örtü”nün altında tutuluyordu.

POLİS PEŞİNDE, SARAY İŞİNDE

Ancak meseleyi düşünürken çok ilginç bir ayrıntı ile daha karşılaştım: Adnan Oktar grubuna yapılan operasyonda polisin hazırladığı Murat Atik ile ilgili bir fezleke. Fezlekede, Murat Atik başlığının altında inanılmaz bir ayrıntı vardı: “Soruşturma kapsamında iletişimi kayıt altına alınan ... numaralı telefonun Sun Ulaş. Mü. Rek. San. Tic. Ltd. Şti. adına kayıtlı olduğu...”

Fezlekenin devamında şirketin ticari bilgileri yer alıyordu...

Şirketin adı size tanıdık geldi mi?

Doğru tahmin ettiniz. Murat Atik’in, henüz genel müdür olmadan beş ay önce, TCDD yönetimi ile medyanın önünde, 40 milyon Avro’luk özelleştirme sözleşmesi imzaladığı Sun Grup’un ta kendisi...

Yani...

Polis, Murat Atik’in şirketini takip edip Oktar grubuyla bağını açığa çıkarırken, devletin tepesindeki bir el o şirkete tarihi bir ihaleyi verdi. Polis, Atik’in telefonlarını izleyip “kayıt altına alırken”, Erdoğan onu alıp TCDD’ye genel müdür yaptı.

Eminim Murat Atik’in devletin zirvesi tarafından kollandığını gören polisler de duruma çok şaşırmıştır!

10 günde üç müdür birden gördüğümüz dikiş tutmaz düzen, bize ülkede kırmızı alarmın çaldığını haber veriyor. Devlet, koruma kalkanlarını en yukarıya kaldırırken, her türlü suça bulaşanlar, AKP ile bağları sayesinde, rahatça duvarları aşabiliyor. Erdoğan’ın dolmakaleminden akan mürekkep ile en kritik görevlere gelebiliyor. Olay, Atik’le kapatılacak gibi değil. Biri yeni istifa etmiş ikisi görevde, üç bakanın Oktar grubu ile açığa çıkmış organik ilişkisini aylardır tartışıyoruz!

Yönetilemeyen enkazdaki bir ülke, birikerek çöpleşmiş bir düzen, her yere yayılan koku... Neyse ki aklımızda kireç niyetine taşıdığımız gerçekler var.

Muhalefetin laiklik sınavı İbrahim Kiras-16/09/2021

Artık herkes görüyor ki mevcut iktidarın varlığını sürdürebilmesi ancak muhalefetin çok vahim bir yanlışa sürüklenmesi durumunda mümkün olabilir. Örneğin, Türk toplumundaki kültürel fay hatlarını harekete geçirebilecek bir kavga ortamında -kötü yönetim yüzünden epeydir kan kaybetmekte olan- iktidar partilerinin tabanında kayda değer bir konsolidasyon oluşması mümkün.

Kültürel fay hatlarımızın başında gelen dindar-laik çelişkisi ne yazık ki Türk toplumunun bir türlü üstesinden gelemediği bir mesele. Çünkü iki tarafın da -siyaset kurumunun da bilinçli veya bilinçsiz olarak beslediği- doğal ve anlaşılır korkuları var. Bir taraf geçmişteki yanlış örneklerin de etkisiyle dinin toplumdaki görünürlüğüne yönelik baskıların geri gelmesinden çekiniyor, dindarların -başörtüsü serbestliği gibi- kazanılmış haklarını kaybedebilecekleri endişesini taşıyor. Öbür taraf ise mevcut siyasi retoriğe de bakarak belirli bir kesimin din anlayışı doğrultusunda insanların hayatlarına müdahale edilmesi ihtimaline karşı teyakkuz gösteriyor.

Bu teyakkuz psikolojisiyle de iktidarın aslında belli bir amaca yönelik olan çıkışlarını “laiklik elden gidiyor” demeden haberleştiremiyor “bir kısım medya”. Bugünlerde bazı gazetelerdeki sonu gelmeyen “Diyanet”li, “laiklik”li manşetler veya sosyal medyadaki “Diyanet kapatılsın” benzeri etiketler ve bunlara cevaben yazılıp çizilenler muhtemelen iktidarın geleceğe yönelik ümitlerini arttırıyordur. Bu tartışmaların bir sonraki aşaması heyecanla bekleniyordur. Nihai aşamanın ise seçim sandığında olması temenni ediliyordur.

***

Geçmişte işler az çok yolunda giderken “Biz din partisi değiliz, milli görüş gömleğini çıkardık, İslam ülkelerine laikliği tavsiye ediyoruz vs” diyebilen AK Parti son yıllarda ise -kademeli şekilde kişiselleştirilen yönetimi altında icraat başarılarını ileri sürerek oy alamaz olunca- ideolojik temsil kartını oynayıp taban konsolidasyonuyla oy alma kolaycılığını keşfetti.

İşler ne kadar kötüye giderse dozu o kadar arttırılan “dini temsil” iddiasının, muhafazakâr kesimlerde yeterince güçlü biçimde reddedilmemesi yüzünden de bugün toplumda dindar insanların helal-haram hassasiyetleri ve adalet duyguları sorgulanıyor; hatta İslam’ın inananlarına bu ahlakı vermediği görüşü savunulabiliyor.

“Laik” cenahtan gelen eleştirilerin kimi zaman iktidarla birlikte dinî değerleri de hedef alabilen -veya öyle yorumlanabilen- ölçüsüz dili ise dindar insanları inançlarıyla birlikte AK Parti iktidarını da savunmaya yöneltiyor. Tabanının psikolojisini iyi bilen iktidar partisinin pireyi deve yapabilme kabiliyeti de bunu kolaylaştırıyor elbette. CHP’li siyasetçiler partilerinde son yıllarda yaşanan bir dizi değişimin neticesinde bu konularda artık dikkatliler. Türkiye’nin ihtiyacı olan kapsayıcı bir siyaset dilini benimsedi nihayet ana muhalefet partisi. Ama parti yönetiminin hassasiyeti partinin destekçisi ve hatta sözcüsü gibi görülen yayın organlarında görülmeyince, iktidarın istediği şekilde “din diyanet konuları” üzerinden bir kavga ortamı yaratılabiliyor.

Bu doğrultuda daha önce Ayasofya İmamının çıkışları parti tabanını bile rahatsız edecek sertlikte olduğu için istenen sonucu vermemişti. Ama mevcut Diyanet İşleri Başkanı karşı tarafın heyecanlı pehlivanlarını güreş minderine çekebiliyor. Bu çerçevede “CHP medyası” diye adlandırılan yerlerde yazılıp çizilenler iktidar partisi tabanındaki “CHP korkusu”nu harekete geçirmek için bulunmaz malzeme oluyor.

***

Buna karşılık ana muhalefet partisinin Diyanet’i eleştirilerinin hedefine alması çok büyük yanlış olur. “Atatürk’ün kurduğu”, yani Osmanlı mirası olmayan çok az sayıdaki “cumhuriyet kurumlarından” biri durumundaki Diyanet İşleri’nin kaldırılmasına en güçlü şekilde itiraz etmesi gerekenler CHP’liler olmalı. Meselenin “böyle bir kurumun varlığı” değil, kuruluş amaçlarından uzaklaştırılmış olması olduğu anlatılmalı. Ülkedeki bütün kurumlar yozlaştırılırken, partizanlaştırılırken, etkisizleştirilirken Diyanet’in de bundan nasibini aldığı vurgulanmalı. Diyanet’in ortadan kalkacağı veya bugünkü gibi fonksiyonsuz kalacağı bir ortamda önü açılacak “cemaatleşme”nin risklerine dikkat çekilmeli. Elbette yaklaşık yüz yıl önce kurulan bu teşkilatın bugünün şartlarına uyumlu hale getirilme ihtiyacı da kabul edilmeli.

Mevcut iktidarın, normal şartlarda kendi tabanının da tepkisini çekmesi gereken yanlışlarını “Biz aslında dinî bir mücadele veriyoruz” iddiasıyla örtme stratejisine odun-kömür yetiştiren “laik muhalefet” yalnızca CHP’nin sorunu değil, sağ-muhafazakâr siyasetçilerin de sorunu. “Laik” kesimdeki kibirli bakış ve Çağdaş Yaşam’cı at gözlüğü halkın değerlerini önemsemeyen hoyrat bir dille birleştiğinde iktidara yönelik eleştirilerin haklılığı veya haksızlığı önemini kaybediyor. Dindarların büyük çoğunluğunun iktidara yönelik eleştirileri dine karşı saldırı olarak algılamasına yol açıyor. Dolayısıyla sağ-muhafazakâr siyasetçilerin iktidara yaptıkları muhalefet de bu insanlarca “ihanet” olarak görülebiliyor.

Bu bakımdan İYİ Parti’den Gelecek Partisi’ne, Saadet’ten DEVA’ya muhalefetteki sağ-muhafazakâr partiler söz konusu kesimin korkularına ve endişelerine yönelik bir güvence ifade edemedikleri takdirde seçim sath-ı mailinde köpürtüleceği kesin olan bir dindarlık-laiklik kavgasının sonuçları ülkemiz açısından hayırlı olmayabilir.

Erdoğan’ın Cumhur İttifakı çıkmazı HATEM EFE-16/09/2021

Erdoğan’ın Cumhur İttifakı çıkmazı

Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Hatem Ete “Bugün itibarıyla Cumhur İttifakı Erdoğan’ın siyasi akıbetini tehdit eden en önemli dinamiğe dönüşmüş durumda” diyor.

Cumhur İttifakı Türkiye’nin olağanüstü bir döneminde bireysel ihtiyaçlarını ülkenin siyasal iklimiyle örtüştürme imkânı bulan iki lider arasında kuruldu.

Cumhurbaşkanı Erdoğan 2012’den beri kendisini ve iktidarını hedef alan operasyonlar sonucunda ciddi bir “güvenlik” kaygısı taşıyordu. Özellikle FETÖ kaynaklı operasyonların dozu yükseldikçe bu kaygı idari ve siyasi kararlarında daha belirleyici hale geliyor, güç konsolidasyonuna yönelik arayışlarını besliyordu. Cumhurbaşkanlığı makamının anayasal yetki çerçevesini yetersiz bularak AK Parti ve ülke idaresinde ihtiyaç duyduğu güce fiili olarak erişse de bu gücü ve etkiyi başkanlık sistemi üzerinden anayasal bir statüye kavuşturamıyordu.

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, 1 Kasım seçimlerinden sonra il başkanlarının çoğunun desteğini alan parti-içi muhalefetin genel kurultay baskısı altında genel başkanlık koltuğunu kaybetme riskiyle boğuşuyordu.

Meral Akşener etrafında birleşen parti-içi muhalefet yoğun bir gerilim ve çatışmanın sonunda 15 Temmuz darbe teşebbüsünden 1 ay önce, 19 Haziran 2016’da olağanüstü tüzük kurultayı gerçekleştirmiş, MHP kurultayın iptali için yargıya başvurmuştu. Yargı genel merkeze karşı muhalifleri haklı bulsa, MHP kurultaya gidecek ve Bahçeli -kuvvetle muhtemel- genel başkanlığı kaybedecekti.

15 Temmuz darbe teşebbüsü, siyasal gündemi ve iklimi radikal bir şekilde değiştirerek, her iki lidere de farklı bir siyasal bağlam üzerinden hedeflerine ulaşabilecekleri elverişli bir siyasal zemin üretti.

FETÖ ile mücadelenin yegane siyasi hedefe dönüştüğü bir ortamda; 2009 yerel seçimlerinden beri bütün siyasal süreçlerde Erdoğan’a karşı muhalefetle birlikte hareket eden, bu çerçevede, 2010 referandumunda CHP ile birlikte Hayır blokunda yer alan, 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Erdoğan’a karşı CHP ile birlikte çatı aday formülünü hayata geçiren, 2011 seçimleri sırasında doğrudan partisini hedef alan FETÖ’nün iddialarını 17/25 Aralık 2013’ten itibaren siyasi söylemlerinin merkezine yerleştirmekte beis görmeyen Bahçeli, radikal bir kararla, FETÖ tehdidine karşı Erdoğan’a destek vermeye başladı.

15 Temmuz sonrasında FETÖ tasfiyesine odaklanmış siyasi gündem, Bahçeli’ye Erdoğan’a destek karşılığında liderliğini koruma ve toplumsal desteğinin üzerinde bir nüfuz kullanma imkânı sağladı. Erdoğan da kritik bir dönemde Bahçeli’den aldığı destek üzerinden, iktidarını daha büyük bir siyasi, toplumsal, kurumsal, bürokratik ve sembolik desteğe/meşruiyete dayandırmış oldu.

15 Temmuz darbe teşebbüsünden yaklaşık üç ay sonra, 11 Ekim 2016’da Bahçeli MHP grup toplantısında, Erdoğan’ın uzunca bir süredir gündeminden düşürdüğü başkanlık teklifini kamuoyuna duyurdu. Erdoğan ve Bahçeli’nin yetkilendirdiği küçük bir ekibin kapalı bir süreç sonunda hızlıca hazırladığı sistem değişikliği paketi 16 Nisan 2017 referandumunda yüzde 51,4 gibi küçük bir farkla kabul edildi.

Ankara 3. Asliye Hukuk Mahkemesi MHP-içi muhalefetin gerçekleştirdiği tüzük kurultayından 1 yıl; Bahçeli’nin önerisi, katılımı ve desteğiyle hazırlanan 16 Nisan 2017’deki başkanlık sistemine geçiş referandumundan 2 ay sonra, 21 Haziran 2017’de, olağanüstü kurultayı iptal ederek Bahçeli’nin genel başkanlığını garantiye aldı.

Böylece, 15 Temmuz darbe teşebbüsünün üzerinden bir yıl geçmeden, Erdoğan ve Bahçeli, kurdukları ittifak üzerinden hedeflerine ulaşırken Türkiye’yi de yeni bir siyasi eksene oturttular. Bu ittifakla Türkiye siyasetinde yeni bir dönem başladı. Siyasal öncelikleri, söylemi, politikaları, kurumları ve kadroları ile yeni bir dönem.

İTTİFAKI MAHKUMİYETE DÖNÜŞTÜREN YANLIŞ TERCİHLER

Bahçeli’nin 11 Ekim 2016’daki başkanlık önerisiyle fiilen, 20 Şubat 2018’de de resmen kurulan Cumhur İttifakı Türkiye’yi daha ileriye taşıma hedefiyle değil, Türkiye’yi krizden çıkarma misyonuyla kuruldu. 15 Temmuz darbe teşebbüsünün görünür kıldığı zaafları ve krizi giderme, yaraları sarma duygusundan beslendi.

Kuruluş gerekçesi ve üstlendiği misyon dolayısıyla sürekli ve kalıcı olamayacak, konjonktürel ve süreli olması gereken bir ittifaktı. Ancak, birçok yanlış tercih ve karar neticesinde, 15 Temmuz sonrası siyasal psikolojiye yaslanılarak, geçici bir süreliğine müracaat edilebilecek bir ittifak sürekli hale getirilerek kalıcılaştırıldı ve kurumsallaştırıldı.

Bunu sağlayan en kritik tercih, başkanlık sistemine geçiş oldu. 15 Temmuz’un ürettiği beka sendromu baz alınarak kurgulanan başkanlık sisteminde denge-denetleme mekanizmaları, kurumsal teamüller ve siyasi müzakere süreçleri ayak bağı görülerek bütün yetkiler Cumhurbaşkanında toplandı. Aşağıda detaylandıracağımız üzere alelacele kotarılan bu kurgu birçok alanda ciddi maliyetler üretti, ancak Başkanlık sisteminin siyaset üzerindeki esas etkisi, Cumhurbaşkanlığını yüzde 50+1 desteğe endeksleyerek siyasi partileri ittifak kurmaya zorlaması oldu.

İkinci kritik tercih, seçim arifesinde teknik gerekçelerle kurulabilecek geçici ve süreli bir ittifak yerine siyasetin her alanını belirleyen kalıcı ve kurumsal bir ittifakta karar kılınması oldu. Muhalefetin parçalı olmasından hareketle inşa edilen Cumhur İttifakı beklenenden hızlı şekilde hemen karşıtını üretti. Başkanlık sistemi ve Cumhur İttifakı Millet İttifakının kuruluş gerekçesine dönüştü. Millet İttifakının kurulması ve güçlenmesi Erdoğan’ı Bahçeli’nin desteğine mahkûm ederek Cumhur İttifakının sürdürülmesini zorunlu kıldı. Böylece, Bahçeli başkanlık hediyesi karşılığında Erdoğan’ı kendisine mahkûm etti ve sistemin işleyişini ve geleceğini Cumhur İttifakının devamına endeksledi.

Üçüncü kritik tercih, iktidarın ve ittifakın beka söylemi ve güvenlikçi siyasetin süreklileştirilmesine bel bağlaması oldu. İttifakın resmi söylemi olarak benimsenen beka söylemi ve çözüm olarak müracaat edilen güvenlikçi siyaset süreli bir tehdidi bertaraf etmek üzere müracaat edilebilecek geçici enstrümanlardı.

Spesifik bir tehdit durumunu esas aldığı için geçici, tehdidi gidermeye odaklandığı için de reaktifti. Beka söylemi ve güvenlik siyasetine dayanarak düzen sağlanabilir(di) ama yeni bir düzen kurulamaz(dı). Ancak Cumhur İttifakı “düzen sağlamak” için elverişli görülebilecek enstrümanlarla “düzen kurma”ya yöneldi. Kriz ve olağanüstü durum psikolojisinin süreklileştirilmesi, sahici bir krizi gidermek üzere kurulan iktidarı kriz bağımlısı haline getirdi.

Olağanüstü bir dönemde tedavüle sokulan istisnai enstrümanların iktidar normuna dönüşmesi, Erdoğan’a kısa süreli ve kısmi bir avantaj sağlasa da zaman geçtikçe telafisi zor maliyetler üretti.

31 MART’TAKİ UYARI VE ÇIKIŞ İMKANI

31 Mart 2019 yerel seçimleri bu sistemin, ittifakın ve siyasetin sınırlarını gösterdi. Yerel seçimler, özellikle de İstanbul ve Ankara gibi büyükşehirlerin seçim süreci ve sonucu, bu üç sac ayağa dayandırılan siyasetin ürettiği maliyetleri açığa çıkardı. İstanbul, Ankara gibi büyükşehirlerde rakibi CHP’ye karşı kaybederken Amasya, Kastamonu, Çankırı, Karaman gibi Anadolu şehirlerinde de müttefiki MHP’ye karşı kaybetti. Böylece, İttifak üzerinden yürütülen söylem ve siyasetin büyükşehir seçmenini muhalefete, Anadolu seçmenini de MHP’ye yönlendirdiği ortaya çıktı.

Seçim sonuçlarının en yalın mesajı, toplumun kriz ve olağanüstülük psikolojisinin süreklileştirilerek yeni norm ve düzen olarak dayatılmasına itiraz ettiğiydi. 31 Mart seçimlerinden sonra beklenen sahici bir muhasebeye ve kapsamlı bir siyaset değişimine yönelinmesiydi. Ancak, seçimleri kaybettiren söylem, siyaset ve ittifak sürdürüldü ve muhalefetin sayısal çoğunluğa kavuşmasını engellemeye yönelik -çoğunlukla etkisiz- ittifak mühendisliklerinden medet umuldu.

Erdoğan; 31 Mart 2019 seçimlerinde alınan büyük yenilginin üzerinden 18 ay geçtikten sonra, içinde bulunduğu çıkmazı aşma umuduyla, Kasım 2020’de Berat Albayrak’ın beklenmedik çekilmesi sonrasında reform arayışını dillendirmeye başladı. Erdoğan’ın reform arayışı, uzunca bir süredir, Cumhur İttifakı bünyesindeki donmayı çözerek beklenmedik sert reaksiyonları tetikledi. 15 Temmuz sonrası düzenin mimarı Bahçeli ve İttifakın resmi söylem ve siyasetini oldukça vülgarize bir biçimde temsil ederek ittifakın en müşahhas siyasi aktörüne dönüşen Süleyman Soylu, Erdoğan’ın reform arayışını sabote etmeye yönelik hamlelere yöneldi.

Erdoğan’ın reform arayışının 15 Temmuz sonrası söylem, siyaset ve ittifak yapısında değişime yol açma potansiyeli, bu düzenin devamından yana olan aktörleri harekete geçirdi. Bahçeli, HDP’nin kapatılması başta olmak üzere bir dizi hamleyle Erdoğan’ın hareket alanını daraltırken; başta İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener olmak üzere muhalefetin Erdoğan’ın reform arayışına potansiyel partner olmayı reddetmesi, Erdoğan’ı dört ay sonra Mart 2021’de reform arayışını sonlandırmak zorunda bıraktı. 31 Mart seçimlerinin gerektirdiği muhasebe ve değişimi gerçekleştirmek üzere 18 ay sonra reform gündemi üzerinden “çıkış” arayan Erdoğan, ittifak bileşenlerinin direnci ve muhalefetin ilgi göstermemesi dolayısıyla reform arayışından vazgeçmek durumunda kaldı.

Bu süreç, Erdoğan’ın hareket marjının oldukça daraldığını ve mevcut durumdan rahatsız olsa bile yeni bir yol bulmakta zorlandığını b ortaya koydu. Bu dört aylık tecrübenin verdiği en güçlü mesaj; 15 Temmuz sonrası düzenin üçlü sacayağı olan Cumhur İttifakı, başkanlık sistemi ve beka/güvenlik siyasetinin siyasal değişim ihtimalinin önündeki engellere dönüştüğü, bunlardan vazgeçmeden anlamlı bir “çıkış” üretilemeyeceği oldu.

Bu tecrübeden hemen sonra 24 Mart’ta gerçekleşen AK Parti kongresi, Erdoğan’ın siyasal çıkmazını bütün açıklığıyla sergiledi. Kongre; slogan seçimi, konuşma içeriği ve kadro terkibi ile Erdoğan ve AK Parti’nin sıkışmışlığı yansıtan bir kongre oldu. Siyasi bir çıkış bulmak isteyen ama çıkış yollarının -çoğunlukla- kendi ittifak bileşenleri ve 15 Temmuz sonrasında kurguladığı iktidar yapısı tarafından kapandığını/kapatıldığını fark eden Erdoğan’ın arada kalmışlık ve karar ver(e)meme hali kongreye yeni bir mesaj üretememe, yeni bir şey söylememe olarak yansıdı.

Kongre, ayrıca, Erdoğan ve AK Parti’nin gelecek seçimleri kazanmak yerine kaybetmemeyi, yeni bir siyasal vizyon üretmek yerine statükoyu korumayı, taban genişletmek yerine mevcut tabanı korumayı önceleyen bir siyasal psikolojiye sıkıştığını gösterdi. Bu yönleriyle kongre bugüne sıkışan, sadece gün atlatmayı önceleyen, bekleyen, yol arayan bir Erdoğan profilini bütün açıklığıyla yansıttı.

Bu üç örnek, Erdoğan’ın siyasi çıkmazını bütün açıklığıyla ortaya koyuyor. 15 Temmuz’un olağanüstü siyasi ikliminde avantaj ve fırsat olarak görünen Cumhur İttifakı, başkanlık sistemi ve beka/güvenlik siyaseti, bugün, Erdoğan’ın iktidarını ve akıbetini tehdit eden en önemli dinamiklere dönüşmüş durumda. Bu dinamikler, zamanın ruhu ve günün ihtiyaçları değiştiği halde, Erdoğan’ın mevcut düzeni sürdürmesine yol açıyor.

Erdoğan’ın, Cumhur İttifakının ve Türkiye’nin bugün yaşadığı krizin en önemli sebebi, geçici bir süreliğine müracaat edilebilecek bir söylem, siyaset ve ittifakın kalıcılaştırılmış olmasıdır.

Başkanlık Sistemi, Cumhur İttifakı ve güvenlikçi siyasetin Türkiye’ye, Erdoğan’a ve AK Parti’ye ürettiği maliyeti ve bu çıkmazdan çıkışın mümkün olup olmadığını yarınki yazıda değerlendirmeye devam ediyorum.