‘İtikattan İmana’ kitabının yazar İlhami Güler “Dünyada ve İslam’da vakıf, özel mülkün kamu menfaati için tahsis edilmesi iken Osmanlı ve Türkiye’de çoğunlukla kamu malının iktidarlarca kendilerini destekleyen gruplara tahsis edilmesi olarak işlemektedir” diyor.
1- Tanrı Tasavvuru ile Devlet
Teorisinin Paralelliği
“Hikmetinden sual olunmaz”
totaliter bir Tanrı tasavvuru ile “Hikmet-i Hükümet” olarak
kavramsallaştırılan totaliter devlet teorisi arasında bir paralellik mevcuttur.
Her ikisi de otoriteyi kadir-i mutlak, mürid-i mutlak karanlık bir güç
odağı-yumağı olarak algılarlar. Bu tasavvurları doğuran şey, aslında tasavvur
ve teoriyi geliştiren insanların ahlaki psikolojileridir.
Yani teoloji ve ideolojiyi aslında bir “psikoloji”
önceler. Kur’an’da Tanrı’nın –insan tekleri ile ilişkisinde- hikmetinden sual
olunur, adil bir zatiyyet/hüvviyet/karakter olduğu “Sünnetullah”
kavramında kendini ifade ederken; O’nun, ne yapacağı belli olmayan totaliter/zorba
olduğu tasavvuru, teolojide “Kader-Cebir” kavramı ile dile
getirilmiştir.
Birinci tasavvur tarihte Mu’tezile
ve Matürîdîlik tarafından teorileştirilmiş iken; ikinci tasavvur,
Eş’arilik ve Tasavvufta teorileştirilmiş ve dile getirilmiştir. Bu
tasavvurlardan birincisi politik alanda yani devlet tasavvurunda “Şura”
ve “İcma”yı yani tartışmayı, oydaşmayı/ortaklığı (şirki), ilkeleri,
kurumları, hukuku ve ortak aklı esas kabul ederken; ikinci tasavvur kişi
kültünü, lideri, çobanı, sultanı, padişahı, kralı, firavunluğu, führeri,
başbuğu, hakanı… yegâne politik özne/irade olarak görür.
Tanrı ve Devlet, şehadet âleminde
somut/fizikî varlıklar/zatiyetler olmadıkları; gayb ve ahlak-hukuk alanında
oldukları için, insanlar tarafından daima doğru takdir edilememe sorunu vardır.
Nitekim müşrikler, Tanrı’nın kozmik gücünü kavradıkları halde (23/85, 87,89);
O’nun ahlaki karakterini doğru kavrayamamışlardır (6/21,91,93,144; 7/37, 10/17,
11/18, 18/15, 29/68, 61/7). Allah, “Esmau’l-Hüsna”sı ile kendi ahlaki
karakterini insanlara tanıtmaya çalışmıştır (59/24) Benzer bir durum, “devlet”
denen hükmi şahsiyetin hukuki sınırlarının belirlenmesinde de ortaya
çıkmaktadır.
Tanrı’nın otoritesini “temsil”
ettiğini ileri süren din adamları (Haham-Ahbar, Ruhban, papa(z) İmam, Mehdi,
Şeyh…), Tanrının otoritesini istismar ettikleri gibi (9/34); devleti temsil
ettiğini ileri süren siyaset esnafı ve bürokratlar da devletin otoritesini ya
doğrudan zorbalıkla veya kanun-hukuk kılıfı ile kolayca istismar
edebilmektedirler: “Aranızda birbirinizin mallarını haksız yere yemeyin,
insanların mallarından bir kısmını bile bile -günaha girerek- yöneticilere
rüşvet olarak vermeyin-rüşvet olarak yemeyin.” (2/188).
2- İman ve Ahlakın Kopmaz Uzantısı
Olarak Hukuk/Adalet
Kur’an’da insanların birbirleri ile olan
ahlaki ilişkilerini ifade eden tümel/külli ahlak kavramlarına/kurallarına atıf
yapıldığı gibi (adalet-zulüm, hayır-şer, maruf-münker, cömertlik-cimrilik,
tayyibat-habisat…); bireysel/özel pozitif (aile, miras, hırsızlık, öldürme,
kölelik…) hukuka da yer verilmiştir (hududullah). Ortada henüz bir “Devlet”
aygıtı olmadığı için, yönetim kamu otoritesini deruhte eden kişilerin
(ulu’l-emr), halkla ilişkilerinde uymaları gereken umumi ahlaki ilkeler tavsiye
edilmiştir (şura, adalet, ehliyet, emanet…).
İslam’da iman, ibadet, ahlak, hukuk,
siyaset ve iktisat arasında kopmaz bir bağ olduğu müsellemdir (şeriat). İslam
tarihinde Fukaha, özel hukuku siyasal iradeden bağımsız/sivil olarak elinden
geldiği kadar içtihat ve kaza ile icra etmeye çalışmıştır. Ancak Emevilerden
itibaren “Devlet/İmparatorluk” yani siyaset esnafı ve emrindeki
bürokrasi ile halk arasındaki siyasi-hukuki ilişki (Kamu Hukuku), birinci kadar
ahlaki ve hukuki (adil) olmamıştır.
Özel mülkiyetin (mal), canın (hayat),
onurun (ırz-izzet-şeref) ve özgürlüğün (akıl-din) korunması olarak
“Makasidu’ş-Şeria” ile devletin meşru (hukuki-adil) otorite/erk/yetke/güç
(Toplum Sözleşmesi) olarak belirmesi, aynı şeylerdir. Devlet veya hukuk, Tanrı
tarafından bize doğuştan verilmiş bu haklarımızın başkaları tarafından ihlal
edilmesini engelleyen kolektif organizasyondur.
3- “Hukuk”un Yozlaştırılması Veya
Yasal Soygunun Kılıfı Olarak “Kanun”
Frederic Bastiat, “Hukuk” adlı
kitabında bu konuyu ele alır. Bastiat’a göre hukukta yozlaşma birbirinden tamamen
farklı olan iki nedenden dolayı ortaya çıkmıştır: 1- Ahmakça bir aç
gözlülük ve 2- Sahte bir yardım severlik iddiası. İnsan,
ya ihtiyaçlarını çalışarak, sahip olduğu yeteneklerini doğal kaynaklara tatbik
ederek emekle, üretimle, kazançla karşılar veya başkalarının emeklerinin ürünü
olan mallara çökerek yaşar.
Hukukun temel amacı, kolektif gücün
soygunu çalışmaya tercih ettiren beşeri eğilimi durdurmak için kullanılmasıdır.
Bütün hukuki tedbirler, mülkiyeti korumalı ve yağmayı ise cezalandırmalıdır. Ne
var ki kanunlar, ya birilerinin buyrukları veya bir insan grubunun eseridir.
Hukuk, müeyyidesiz olarak ve yetkilendirilmiş meşru bir güç kullanımı
olmaksızın hayata geçirilemeyeceğinden dolayı, gücü temin etme ve kullanma
görevi de kanunları yapan (siyasal-İG) iradeye bırakılacaktır.
İşte bu olgu, -insanoğlunun doğasında
ezelden beri var olan ihtiyaçlarını en az çabayla karşılama eğiliminden dolayı-
hukukun bozulmasının temel nedenidir. Bazılarının şeytanlığı, bazılarının da
idraksizliği sonucu olarak, her insan acımasız bir soyguna boyun eğmek zorunda
bırakılmıştır. (Bastiat, Hukuk, 18)
Hukukun doğal işlevi, adaletin
korunmasıdır, O kadar ki, halkın kafasında âdeta “Hukuk” ve “Adalet”
tek ve aynı şeydir. Bu yüzden hepimizde “yasaya uygun (kanunî)” olan her
şeyin, aynı zamanda “Hukukî/Adil” olacağı konusunda güçlü bir kanaat vardır.
Yanlış olan bu düşünce nedeniyle soygun olayı (sözde-İG) “Hukukî” hale
getirilerek insanların vicdanında meşrulaştırılabilmekte; hatta
kutsallaştırılmaktadır.
Kölelik, ticari kısıtlamalar ve tekelcilik
taraftarının, -sadece bunlardan yararlananlar arasında değil-; aksine, mağdur
olanların saflarından da çıkması, tesadüfi değildir. Buna benzer olarak ikinci
bir yanlış ise, “hukukun amacının, adaletin hükümranlığını sağlamak”
olduğu iddiasıdır. Bunun yerine “hukukun amacı, adaletsizliğin hükümran
olmasını önlemektir” olmalıdır. Zira kendiliğinden var olan adalet değil;
adaletsizliktir. (Bastiat, Hukuk, 20, 35). Bastiat, bu “Negatif Hukuk”
teorisi açısından müdahaleci, aşırı pozitif hukukçu (yasacı/kanunî), sosyal
adaletçi, refah devleti, sosyalist teoriler yerine anti-tekelci ve “Minimal
(Gece Bekçisi) Devlet” teorisini benimsemektedir.
Bu teorilerin tümü “Yasal Soyguncu”
teorilerdir. Bastiat şunu da vurgulamaktadır: “Tarihin açıkça kanıtladığı
gibi, ne din ne de ahlak tek başlarına hukukun yasal soygunun kılıfı haline
dönüştürülmesini (Kanunîleşmesini) engelleyememiştir.” (Bastiat, Hukuk,
18).
Ortaçağ Avrupa’sında toprak mülkiyetinin
Feodal beylere ait oluşu ve Burjuva sınıfının yükselmesi ile gerçekleşen
Fransız Devrimi ile Krallara ve Kiliseye ait olan toprak mülkiyetleri de büyük
oranda özel mülkiyete geçmiştir.
Bundan sonra Cumhuriyet ve Demokrasi
rejimleri ile bir Kamusal alan ve kamu hukuku geliştirilmesi kolay olmuştur. “Vergi
Hakkı” ile devlet sınırlandırılmaya ve denetlenmeye başlamıştır. Çünkü
özgürlük ve hukuk, büyük oranda özel mülkiyetin ve devletin sınırlandırılması
etrafında döner. “Kuvvetler Ayrılığı” ilkesi ve kurumsal yapısı ile de
devletin totaliterleşmesinin önüne geçilmiştir.
4- İslam Dünyasında Hukukun Soygun
Kılıfına Dönüştürülmesi
Kur’an, Müslümanları yurtlarından zorla
çıkaran ve onlarla sürekli düşmanlık ve savaş durumunda olan Mekkeli müşrikler
ve onlarla işbirliği halinde olan Yahudilerden alınan ganimetlerin Müslümanlara
dağıtılmasını hukuki/meşru (helal) görmüştür. Bu malların ve mülklerin belli
ellerde toplanmasını/tekelleşmesini yani gazilerin “çiftlik ağası”
olmasını yasaklamıştır (57/6-8).
Diğer taraftan “Fetih”, Kur’an’da
İslam’ın yayılması için kapı açma anlamına gelen Hudeybiye barış antlaşması
(48/1) ve Mekke’nin geri alınması olarak zafer anlamlarında (48/27)
kullanılmaktadır. Hz. Ömer, ordu tanzim ederek Irak topraklarını ele
geçirmesinden sonra, Müslümanların, başka ülkeleri ele geçirmesi bu kavram ile
ifade edilmiştir. Bu eylemin “Cihat” olduğu iddia edilmiştir.
Hz. Ömer, ele geçirilen Irak arazisini
savaşa katılan gazilere dağıtması halinde, sahabelerin birer “çiftlik ağası”
durumuna dönüşebileceğini göz önünde tutarak, bu toprakları devlet mülkiyetine
geçirerek toprağı işleyenlerden haraç (vergi) almayı kanunileştirmiştir. Bu
gelenek, bütün İslam tarihi boyunca devam etmiştir.
Ne var ki, ele geçirilen toprak
mülkiyetinin devlete tahsisinden sonra bu mülkün tasarrufu, Abbasilerle
birlikte “Zıllullah” olarak görülen Halife, Sultan ve onun bürokratik yardımcıları
olan “Vezirler” ve “Paşalar” tarafından yapılmıştır. Böylece mülk
devletin (Miri Malı) dolayımı ile Allah’ın, Sultanın, herkesin ve hiç kimsenin
malı olmuştur.
Toprak mülkiyetinin savaş yolu ile “ganimet”
olarak “dışardan” gelmesi, yani üretim, ticaret, emek, miras veya hibe
olarak “özel mülk” olmaması, siyasal-bürokratik tabakada ve halk
nezdinde ona karşı bir kayıtsızlığı/hukuksuzluğu intaç etmiştir. Osmanlı
şairlerinden Şeyh Galip’in büyük bir öz güvenle “Çaldımsa, miri malı çaldım”
diyebilmesi, bu durumu gösterir. Yani sözde Devletin, Allah’ın ve herkesin olan
mülk-toprak, pratikte “hiç kimsenin” olmuş ve herkes, onu kendine “mal”
etmeye çalışmıştır.
Örneğin, bütün dünyada ve İslam’da
da “Vakıf”, özel mülkün kamu maslahatı ve menfaati için tahsis edilmesi iken;
Osmanlıda ve Türkiye’de çoğunlukla kamu malının siyasal iktidarlar tarafından
kendilerini destekleyen gruplara-kesimlere (tarikat-cemaat) tahsis edilmesi
olarak işlemektedir. Kamu arazilerinin ve imkânlarının siyasal iktidarlar ve taraftarlarınca
kanun ve kararnameler ile kolayca emlak rantına dönüştürülmesi de, hukukun
soygun kılıfına dönüştürülmesidir.
Keza, arazinin/yerin (emlak-arsa) bittiği
yerde, “Emsal” kılıfı/kanunu ile herkese ait olan göğün, ufkun, güneşin,
hava akımının/ruzgarın gasp edilmesi de aynıdır. Gecekondu gaspı, “kılıf”sız,
doğrudan bir gasıptır. Siyasal iktidarlar, oy karşılığı buna kanuni kılıf
hazırlamışlardır.
Türkiye’de hemen herkesin, çöpleri özel
mülkünün dışına süpürmesi, yerlere çöp atmak konusundaki duyarsızlık, bahsetmiş
olduğumuz kamuya/herkese ait yerlerin, “hiç kimseye” ait olmadığı ortak
toplumsal bilinçdışından kaynaklanır.
Türkiye’de “ganimetçi/gaspçı”
toplumsal bilinç, bilinçdışı, bilinçaltı, devlete/kamuya/herkese ait ekonomik
kaynakları/imkânları siyasal iktidar/parti/biz dolayımı ile –kılıfına
uydurarak- kendine peşkeş çekerek, kamuyu/herkesi/muhalefeti “yok”
hükmünde sayar: “Uzayan boynuz, bizden olsun” diye.
ilhamiguler@hotmail.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.