28 Haziran 2021 Pazartesi

İki milliyetçilik arasında İYİ Parti Görkem Dirik-28/06/2021

London School of Economics’de Milliyetçilik ve Kriz Çalışmaları üzerine yüksek lisans yapan Görkem Dirik "Türkiye'de oluşturulabilecek yeni bir milliyetçilik anlayışı yerleşik ve değişimci dinamikler arasındaki tercihe bağlı" diyor.

Latince “doğmak-doğuş” anlamına gelen “nasci-nascor” kelimesinden türetilerek Batı dillerinin hemen hepsine “nationalism-nacionalismo-nationalismus-nationalisme” şeklinde giren milliyetçilik, Türkçe’ ye ise “yaratılış ve doğum” üzerinden yapılan kutsiyet atfını ve derinliğini yansıtamayan ve fakat daha ziyade kabile vurgusu yapan Arapça kökenli “kavim & tabiiyet” kelimesinden türetilerek eklemlenmiştir. Bireyleri “kutsal ve yüce” vazifelerin isimleri bilinmeyen, cisimleri net olmayan neferlerine dönüştürebilme yetisine sahip olan “milliyetçilik” Türk siyasi tarihinde de hemen hemen bütün partilerin ideolojilerine bir tutam serpmek zorunda kaldığı bir “ateşleyici güç” vazifesi görmüştür. Öyle ki, siyasi kutuplaşmanın günümüze oranla nispeten daha entelektüel bir çizgide seyrettiği 1980 öncesi Türkiye’sinde sol siyaset dahi milliyetçilik girdabından nasibini almış ve Milli-Sol, Türk Solu, Ulusalcılık (milliyetçilik ve merkez sol bileşimi) gibi sıfatlar ile seçmeni etkilemeye çalışmıştır. Siyasi spektrumdaki bütün aktörleri bu derece etkileyebilen bir ideolojinin bilimsel ve akademik anlamda bir masasının bulunmaması milliyetçiliğin hem lümpenleşmesini hem de her siyasi fikriyata kolayca entegre edilebilen bir mekanizmaya dönüşmesine neden olmuştur.

Dahası, askeri darbelerin Türkiye’deki siyasete bilimsel yaklaşan kadroları hemen hemen ortadan kaldırması ve siyasi entelektüelleri etkisiz hale getirmesi Türk siyasetinin aşırı hızlı bir şekilde kutupsuzlaşmasına sebebiyet vermişti. Genel olarak, 1990’lı yıllara girildiğinde Sovyetler Birliğinin yıkılması sonucu buharlaşan “güvenlik endişeleri” milliyetçi tandansta olan partilerin “dış tehditlere karşı bireylerin ülke için teyakkuz halinden” taban konsolidasyonu sağlayabildiği önemli bir damarını kesmişti. Spesifik olarak, MHP’nin ideolojik dayanağındaki bağımsızlığını yeni kazanmış Türk Dünyasına yönelik siyasi ve kültürel köprüleri kurabilme öncülüğünün önce Özal ardından da Demirel önderliğinde gerçekleşmesi MHP istisnacılığına vurulmuş bir darbe oldu. Milliyetçiliğin ve Türkçü fikriyatın MHP tekelinden çıktığının bir işareti olan bu durum diğer siyasi partilerin Milliyetçilik yaklaşımlarını MHP baz alınmadan da yapılabileceğini kanıtlamıştı. Dolayısı ile farklı yaklaşımlarda bulunarak kendi milliyetçilik normlarını ve ritüellerini geliştirebilen partiler, MHP’nin ‘milliyetçi girdabını’ By-Pass edebilme yetisini kazanmışlardı.

2000’li yılların ortalarından itibaren liberal-İslam doktrinli AKP’nin Türk siyasetindeki sert yükselişi MHP’nin oylarının kademeli olarak düşmesine neden olmuştu. Buna rağmen Devlet Bahçeli parti ideolojisini ve tabanını Batı tarzı Seküler-Atatürk Milliyetçiliğinden uzaklaştırmamaya gayret etmişti. Ayrıca, dönemin AKP’sine karşı verdiği siyasal mücadelede ekibini alanında saygın büyükelçi, bürokrat, general ve akademisyenlerden oluşturarak MHP’nin “saha siyasetinden masa siyasetine” dönüşümünü tamamlamıştı. Türk siyasetine ‘Çözüm Sürecinin’ de eklemlendiği bu yıllarda Milliyetçilik tekrar ve daha sert bir şekilde MHP’nin tekeline geçmiş ve AKP’nin bütün gayretlerine rağmen ne MHP ne de MHP’nin tabanı AKP içerisinde eritilebilinmişti.

Ancak siyasi olarak 7 Haziran 2015 genel seçimlerinde büyük bir oy sıçraması yakalayan MHP için bu iki sebepten ötürü ‘Pirik Zafer’ niteliği taşımaktaydı.

Birincisi, devlet politikası olarak bütün siyasi aktörlerin katılımı ile başlaması gereken ‘Çözüm Süreci’, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve partisinin olası siyasi kazanımları hesaplanarak AKP tekelinde ve AKP merkezli yürütülmüştü. Cumhurbaşkanı Erdoğan ise Çözüm Süreci ile Kürt kökenli vatandaşların oylarını AKP çatısı altında birleştirebilmenin hesapları içerisindeyken hem HDP’ye hem de MHP’ye yüksek oranlarda oy kaybetmişti. Yaşanan bu kayıplar AK Parti’nin HDP’ye oy veren Kürt kökenli seçmenleri ‘bulanıklaştırma’ yöntemi ile görmezden gelmesine ve siyasi retoriğinin kurumsal ve salt olarak HDP’ye odaklanmasına yol açmıştı. Siyasi arenada en ince stratejik hesapların yapıldığı bu dönemde HDP, AK Parti’nin diğer siyasi partilerin hareket alanını kısıtlama amaçlı kullandığı bir ‘yakar top’ haline dönüştürülerek ‘dokunanın yandığı’ bir ‘siyasi dışlanmışlık’ içerisine sürüklendi. Bu durum ise HDP’nin kademeli radikalleşmesine ve etnik çizgi üzerinden siyaset geliştirmesine neden olarak Türkiye partisi olabilme hedeflerini sekteye uğratmıştı.

İkincisi, çözüm sürecinin planlanan siyasi başarıya dönüşmemesi sebebiyle güvenlikçi politikalara sert bir dönüş yapma kararı alan AKP yönetimi kendisini eş zamanlı olarak FETÖ ile de mücadele içerisinde buldu. İki cephede birden devam eden bu mücadele Türkiye’nin 15 Temmuz sonrası tamamlanan güvenlik bürokrasisinin restorasyonunu ve yeni devlet ideolojisinin temellerini oluşturmuştu. Bu yeni devlet ideolojisinin en kritik noktasını ise “milli olmak ve beka” gibi söylemler ile yapılandırması nedeniyle yıllardır MHP’yi AKP’lileştirmeye çalışan Cumhurbaşkanı Erdoğan kendisini ve partisini engellenemez bir şekilde MHP’lileşme sürecine sokmuştu. Dahası, güvenlik bürokrasisinin FETÖ unsurlarından temizlenmesi ile açılan kadrolar bu yeni ideolojiye ve AKP-MHP yakınlaşmasına paralel olarak ulusalcı ve milliyetçi bürokratlar ile doldurulmaya başlanmıştı. Bu iç içe geçmenin neticesi olarak da MHP seküler-Atatürkçü-Milliyetçi çizgiden uzaklaşarak muhafazakâr milliyetçi çizgiye evrilmeye başlamıştı.

Türk siyasetindeki bu ideolojik sapmalar ve partiler içerisindeki tektonik sarsıntılar MHP’ye de sıçrayarak partinin en kaliteli kadrolarının Meral Akşener etrafında konsolidasyonunu doğurdu. Geleneksel MHP milliyetçiliğinin AKP politikaları içinde eritilmesine karşı çıkan Akşener ve ekibinin Kongre gerçekleştirmelerine engel olunması kaçınılmaz bir şekilde İYİ Parti hareketini doğurdu.

İKİ TARZ-I MİLLİYETÇİLİK

MHP’nin Seküler-Milliyetçi kadroları ve siyasi elitler ile partileşen Meral Akşener yeni milliyetçilik anlayışını Ernest Renan temelli bir yapı üzerine inşa etmeye başladı. Ancak, İYİ Parti’nin eski ve yeni milliyetçilik kavşağında yaşadığı ideolojik ikilem ise tam bu noktada başladı.

‘Qu’est-ce qu’une nation?’ (Millet Nedir?) çalışmasında Renan millet olabilmenin en temel unsurunun o milletin günlük olarak referanduma tabi tutulmak suretiyle toplumu oluşturan bireylerin birlikte var olabilme isteklerini periyodik olarak ortaya koyabilmelerinin önemini vurgular (La nation c’est un plebiscite de tous les jours). Bu referandumun ise siyasilerin topluma sunacakları söylemler ile gerçekleşeceğini belirten Renan, Batı tarzı seküler milliyetçiliğin (Yurttaşlık – civic nationalism) toplumların milliyet bilincinin 5 temel prensip olan okur yazarlık-matbaalaşma-eğitim seviyesi-kitle iletişim araçları-sanayileşme ile paralel ilerlediğini savunur. Buna göre toplumlar;

l Okuyup yazdıkça öğrenir-bilinçlenir

l Öğrendikçe bilgiyi aktarmak ister (matbaalaşma)

l Bilgi aktarımı yaygınlaştıkça eğitim seviyesi artar

l Eğitim seviyesi arttıkça iletişim artar

İletişim arttıkça toplumu oluşturan farklı unsurlar birbirlerine bağlanır ve mutabakata vardıkları üst kültür etrafında ‘sanayileşip’ refah seviyelerini artırabilirler

Edebiyat ve sanatın ‘üst kültür’ oluşturmada topluma sunabileceği tiplemeler, ritüeller ve betimlemelerin ulus ruhunun tesisi sürecinde en önemli bileşen olduğunu belirten Benedict Anderson ise milliyetçiliğin aktüel anlamda canlı tutulması için siyasilerin geçmişin ‘hayali cemaatlerinden’ ve ‘kurgusal karakterlerinden’ nostaljik bir beslenme noktası yarattıklarını belirtir. Buna göre, milli duyguları sürdürülebilir kılmak amacıyla atıf yapılan geçmiş imparatorlukların ve öne çıkan tarihi şahsiyetlerin siyasiler tarafından ‘günahlarından ve kusurlarından’ arındırılmak suretiyle ‘rol model’ olarak topluma sunulması birleşik toplum ruhunun oluşmasında en önemli araçtır. Ancak, Batı Tarzı seküler ve yurttaşlık temelli milliyetçiliğin yukarıda sıralanan 5 kriterini tam olarak içselleştiremeyen uluslar için etnik milliyetçiliğe yönelme potansiyeli bulunmaktadır.

Fransız ihtilali ile modern devletlerin artık kral-hanedan soylarına dayanmadığını belirten Hans Kohn bu durumun uluslaşma ve ortak ulus bilinci oluşturabilmek için toplumları teşvik ettiğini savunur. Doğu Milliyetçiliğinin sınırlarının tam da bu noktada belirdiğinin altını çizen Kohn, bunu kuramsallaştırdığı Etnik Milliyetçilik (Doğu) – Yurttaş Milliyetçiliği (Batı) dikotomisi ile açıklar.

Buna göre, Doğu Avrupa ve Orta Doğu toplumlarının homojen algılarının ve üstüncü bakış açılarının ülke içindeki azınlık etnisiteler üzerinde uygulanan saldırgan politikalara zemin hazırladığını belirtir. Dahası, kabile bağlarının kökleşmiş etkisiyle oluşan akrabacılık (cronyism), dini kurumların toplumlar üzerindeki hegemonyası, kölelik ve sosyo-ekonomik sınıflaşma gibi faktörler bireylerin bilgi edinebilme kanallarını tıkamıştır. Bu durum ayrıca okuma-yazma imtiyazının ayrıcalıklı bir zümrenin (hanedan ve aristokrasi) tekeline girmesine sebep olmuştur.

Dolayısı ile, sınıf ayrımı üzerinden yasakçı yönetim modellerinin ‘çoğunluğun mutlak üstünlüğü’ bazlı totaliter zihniyetleri beslemesi; etnik çoğunluğun ele geçirdiği imtiyazları azınlıklar ile paylaşmak istememesi; çoğunluğun “millete mutlak sadakat” anlayışı üzerinden azınlığın var oluş haklarını yok sayması ve onlara karşı agresif tutumlar almasına neden olur.

İYİ Parti’nin de eski ve yeni milliyetçilik arasında yaşadığı bu ideolojik sıkışma ‘Yatay’ ve ‘Dikey’ tanımlaması üzerinden daha net anlaşılabilir. Buna göre, yukarıdan aşağıya doğru çizilecek dik bir çizgi üzerinde ülke içindeki etnik gruplar çoğunluk-azınlık kriterinde konumlandırıldığında çoğunluğu oluşturan grubun azınlıklara ‘üstten baktığı’ pozisyonda olduğu ortaya çıkacaktır (Etnik Milliyetçilik).

Buna karşılık, sağdan sola çizilen bir çizgi üzerinde yapılacak konumlandırma eşit düzlemde olacağından çoğunluk-azınlık kriterinin buharlaştığını ve/veya ‘üst-alt’ derecelendirmesinin ortadan kalktığı görülecektir (Eşit Yurttaş Milliyetçiliği).

İYİ Parti’nin teoride ‘Yatay’ (Seküler-Yurttaşlık temelli) milliyetçiliği savunan ve fakat reel-politikada gittikçe artan ‘Dikey’ (etnik milliyetçi) eğilimlere de kayıtsız kalamaması parti içindeki MHP kökenli eski anlayış ve taban ile partinin yenilik ve ilerlemeci kanatları arasındaki sıkışmışlığı da ortaya çıkarmaktadır. Bu sıkışmışlık içinden ‘90’ların orta-sağ anlayışı’ ile bir damar açmaya çalışmak Türkiye’nin aktüel sosyo-politik ve sosyo-kültürel gerçeklerinin 90’lar dinamikleri üzerinden okunamayacağı gerçeğine çarpabilir.

Yaşanan bu ideolojik salınım karşısında İYİ Parti, Türkiye’nin hali hazırda dönüşen dinamiklerini göz önünde bulundurabilmesi sadece parti için değil Türkiye için de belirleyici olabilir. Bu bağlamda, kendine özgü bir ekol yaratabilecek ve Türkiye’deki milliyetçiliğin yeni toplum ve dünya gerçekleri ile uyumlu normlarını belirleyen, yani ‘Terzi işi Milliyetçilik’ (Tailor-made Nationalism) anlayışı İYİ Partinin Türkiye içinde özgün bir konum kazanabilmesinin yolunu açabilir. Ayrıca, bu özgün konum Türkiye içinde artan etnik ayrışmanın da önüne geçebilecek bir ‘dalga kıran’ olabilir. Bu noktada, İYİ Parti ve Türk siyasetinin ülke içindeki çeşitliliklere daha toleranslı bir yaklaşım ortaya koyabilecek bir retorik üretebilmesi ve daha yumuşak, geçirgenliklere açık ve hoşgörülü bir milliyetçiliğe geçiş yapabilmesi için ‘Kültür Milliyetçiliği’ bir model olabilir. Etnik ve lengüistik farklılıkların zenginlik olarak görüldüğü; kültür, edebiyat, sanat, dil alanlarında verilecek ‘nazik ve centilmen’ mücadelenin hem aynı toplum içindeki farklı etnik grupları hem de ülkeleri ve insanlık medeniyetini ileriye götürebileceği gerçeği Türkiye’nin yeni rotası için bir başlangıç noktası olabilir.

Dolayısı ile, ‘kendileri gibi olmayanlarla birlikte var olabilme’ yetisinin uygar ve medeni toplum anlayışının temelini oluşturduğu gerçeğini saptayabiliriz. Buna karşın, etnik milliyetçi eğilimlerin bu kaideye tamamen tezat oluşturan eğilimler yarattığını da belirtebiliriz. Sonuç olarak ise İYİ Parti’nin ve Türkiye’de oluşturulabilecek yeni bir milliyetçilik anlayışının yerleşik dinamikler (geleneksel anlayış) ile dünyada oluşabilecek yeni trendleri öngörmek suretiyle ilerici-değişimci dinamikler arasında yapılacak tercihe bağlı olabileceğini var sayabiliriz.

22 Haziran 2021 Salı

Tanrı ile “Temsil-Takva” ve Devlet ile “Temellük-Hukuk” İlişkilerinin Farkı Prof.Dr. İlhami Güler

Tanrı ile Temsil ve Takva İlişkileri

1. Temsil İlişkisi

Tanrı’nın mahiyeti, zâtiyeti, inniyeti varlıktan başka türlü/aşkın (Gayb) olduğu için; insan, duyu ve düşünce katları ile onu kavrayamaz. Bu durumu takdir edemeyen veya buna katlanamayan zayıf düşünceli insanlar, onu putlaştırmak sureti ile göz önüne getirmeye, mücessem hale sokmaya çalışmışlardır (Paganizm). Bu durum, Tanrı’nın mahiyeti mevzusunda böyle olduğu gibi; onun ahlaki karakteri konusunda da aynıdır.

Örneğin, Yunanlılar, kendilerinde bulunan bütün nitelikleri, Tanrılarına atfetmişler; ihtiyaçlarına ve korkularına göre ayrı ayrı tanrı tasavvurları ve putları oluşturmuşlardır. Tanrı’nın mahiyetinin varlıktan başka türlü (aşkın-sonsuz) ve insanın eksik ve kötü niteliklerinin Tanrıda olamayacağını düşünememişlerdir.

Bu duruma bütün dünya halklarında rastlamak mümkündür. Latin halkları, bir “mucize” olsun diye babasız doğan Hz. İsa’yı, pagan kodları ile kolayca tanrılaştırmışlardır. Arap müşrikler, aşkın bir Tanrı (Allah) inancına haiz oldukları halde (43/87); onun ahlaki karakteri ile ilişkiye girmek için aracı (şüfeâ) putlar oluşturarak (10/18) “Allah’ı gereği gibi takdir edememişlerdir.” (6/91). Tek ve aşkın Tanrı inancına haiz olan Yahudiler, “Yehova (Orduların Rabbi)”yı -ahlaki bağlamda- kendi ihtiyaçlarına, korkularına ve karakterlerine göre tasavvur etmişlerdir.

Hz. Nuh ile başlayıp Hz. Muhammed ile sonlanan vahiy/peygamber din(ler)inde, Tanrı, kendinin mahiyetinin varlıktan başka türlü (aşkın) olduğunu söylemiş (42/11; 114/1-4) ve ahlaki karakterini insanlara tanıtmıştır (Esmau’l-Hüsna-Sünnetullah). Mü’minler, Tanrı ile ahlaki ilişkilerinde bu ahlaki tasavvuru koruyamamış; onun ideal tasavvurunu, kendi heva-heves, ihtiyaç, korku ve çıkarlarına göre tahrif etmişlerdir. Hatta bununla da yetinmeyerek, oluşturulan din adamları sınıfı ve Kilise gibi kurumlar ile onun kendini, karakterini, dinini-davasını yüzde yüz “temsil” ettikleri iddiasında bulunmuşlardır. Bu yolla da cahil mü’minleri sömürmüş (9/34), onlara zulüm ve işkence etmişlerdir (Hariciler).

Abbasiler döneminde bazı Halifelerin, kendilerini Allah’a nispet etmeleri (Zıllullah=Allah’ın gölgesi, Kaimbiemrillah=Allah’ın emri ile kaim, Mu’tesimbillah=Allah’a yapışmış, Adudullah=Allah’ın pazusu…) de bu kabildendir. Şiîlikteki dinsel-siyasal “İmamet” dogması/doktrini de aynı saiklerden doğmuştur. İmamların hepsi masum/n/dur. Sünni Tasavvuftaki –sırları kutsanmış (kuddise sırruhu)- Şeyh, Gavs, Kutup, Veli, Mehdi, Mesih… kavramları da, mükemmel birer “temsil” iddiasıdır.

Kur’an, bu temsil iddiasını şöyle reddeder: “İnsanlardan öyleleri vardır ki, dünya hayatı hakkında söyledikleri, senin hoşuna gider; bir de söylediklerine Allah’ı şahit tutar. Hâlbuki o, düşmanlıkta en amansız olandır.” (2/204). Özetle, Tanrıyı veya O’nun dinini mutlak olarak “temsil” iddiası, ister iyi niyetle ve cehaletle; isterse, art niyetle oluşturulmuş olsun, doğurabileceği muhtemel sonuçları açısından doğru değildir. Bu yolla, insanlar yaptıkları her türlü pisliği, günahı, zulmü kolayca meşrulaştırabilmektedirler.

2. Takva İlişkisi

Kur’an’da Allah ile insan arasında önerilen ideal ahlak ilişkisi, “Takva” kavramı ile ifade edilir. Takva, ahlaki, ilmi, etik ve epistemolojik bir kavramdır. Takva, Esmau’l-hüsna’yı ve Sünnetullah’ı (Allah’ın ahlaki karakteri) kavramış mü’minin, onunla ilişkisinde sürekli teyakkuzda, tetikte olması; “temsil” iddiasından kaçınması; şeytanın “Allah ile aldatması”na (35/5) karşı uyanık ve külyutmaz bir şuur halinde olmasıdır.

Fazlurrahman, bu konuda şöyle diyor: ”Takva kavramı ile ifade edilen “kendini eleştirme/öz-eleştiri (nefis muhasebesi)”, hiçbir zaman kendini her şeyden masun ( ve de masum-İG) görme anlamına gelmez. Tam aksine, takvanın anlamının ayrılmaz bir unsuru şudur: Bir insan, davranışlarını düzenlemek için kendini mümkün olduğu kadar nesnel şekilde nefis muhasebesine çekse de, hiçbir zaman mutlak doğruyu seçtiği hususunda garantisi yoktur. Eğer bu nefis muhasebesi yeterli olsaydı, “Hümanizm” mükemmelen işler ve böylece “aşkın”a ihtiyaç kalmazdı. Fakat insanların vicdanlarının ne kadar sübjektif olabildiğini biliyoruz. İşte takva, bizzat bu aşkınlığa işaret eder. Zira onun ima ettiği şey, her ne kadar seçim bizim, çaba/fiil bizim ise de; bizim yapıp etmelerimiz hakkında nihaî ve gerçekten nesnel değerlendirme bizim değil, Allah’ın yetkisindedir.” (Fazlurrahman, Allah’ın Elçisi ve Mesajı. Çev: Adil Çiftçi. Ankara. 1997. s 14)

Bu takva durumunun pratik örneği Hz. Muhammed’in hayatında görülür. O, meşhur bir Hadisinde “Hud suresi benim saçlarımı ağarttı” demiştir. Hud suresinde Hz. Muhammed’e: “Emrolunduğun gibi, dosdoğru ol.” (11/112) denmiştir. O da, verdiği kararlarında doğru olup olmadığı kaygısını taşımaktan ihtiyarlamıştır.

Devlet ile Temellük ve Hukuk İlişkileri

1. Devlet ile Temellük İlişkisi

Devlet, İslami bağlamda “Makasidu’ş-Şeria” olan bireylerin malının-mülkiyetinin, can güvenliğinin/emniyetin, onur, ırz ve şerefin, düşünce ve din özgürlüğünün yani temel insan haklarının korunması için oluşturulmuş hukuki kurumlardan oluşan örgütlü bir yapıdır. Bir şahs-ı manevidir (Tüzel Kişilik).  Devleti, devamlılığı olan bürokrasi, hukuki kurumlar (Adliye, Sayıştay, Danıştay, Yargıtay…) ve siyasi erk/hükümet yönetir. Her üç kurumda faaliyet gösteren somut/canlı kişiler (memurlar, hâkimler-savcılar, milletvekilleri-bakanlar) yetki ve görevlerini –yazılı veya yazısız- Anayasadan alırlar. Devlette siyasi erk/iktidar, dinde Tanrı’ya benzer. Dinde oluşturulan teolojik Tanrı tasavvuru, “Hikmetinden sual olunmayan” mutlak, kaprisli, karanlık bir güç odağı/yumağı olabileceği gibi; kendini “Sünnetullah” ve “Esmau’l-Hüsna” sıfatları ile kullarına tanıtmış yani hikmetinden sual olunur ve ne yapıp yapmayacağı anlaşılabilir meşru/saygın bir otorite olarak da tasavvur edilebilir. Siyasi erkin/iktidarın devlet yönetimi de, bu iki tanrı tasavvurundan birine benzer.

Devlet yönetiminde “temellük” ilişkisi, siyasi erkin yani parti, ordu, kabile, kişi (kral, padişah, lider, çoban, firavun, führer, başbuğ, hakan…) devlet kurumunu sahiplenerek yani kendini “Devlet” ile özdeşleştirerek, kendini “Devlet” yerine koyarak/sanarak keyfince, güç istenci ile istediği gibi yönetmesidir. Bu yönetme işi iki türlü olur:

Birincisi, siyasal erk, toplumun konsensüsü, maşeri vicdan veya hakkaniyetle oluşturulmuş hukuk kurumlarını askıya alarak, yasalara uymayarak, zorbalıkla yönetir. İkincisi ise irade, istek, arzu, içgüdü, çıkar ve güç istencini “kanun” kılıfında yani adil olmayan, hakkaniyetsiz yasalar çıkararak (“Kitabına uydurma” veya “Hile-i Şeriyye”) yapabilir. Bu ikincinin içeriğini teşhis edecek olan, halkın maşeri vicdanının keskinliğidir.  Tek kişilik yönetimin, ikinci Tanrı tasavvuruna benzeyen (Bilge Kral) bir versiyonu da –nadir de olsa- mümkündür.

2. Devlet ile Hukuk İlişkisi

Bu ilişki tarzında devleti yöneten bürokrasi, hukuk kurumları ve siyasal iktidar, yönetme işini, ikinci Tanrı tasavvurunda olduğu gibi (Esmau’l-Hüsna-Sünnetullah) ahlaki ve hukuki bir çerçevede deruhte eder. Adaleti, liyakati, hakkaniyeti ve insafı esas alır. Yönetme süreci “Hikmet-i Hükümet” kavramı ile ifade edilen ve “Hikmetinden sual olunmayan” anlamına gelen keyfi, karanlık, denetimsiz, zümre çıkarı ve güç istencine dayanan bir süreç değildir.

Yöneticilerin tümünün görev ve yetkileri, Anayasa ve hukuki kurumlar ve ilkeler tarafından belirlenmiştir. Yönetme işinin şeffaf ve denetlenebilir, hesap sorulabilir, hesap verme şeklinde olması esastır. Hukukun Üstünlüğü, Yasama-Yürütme ve Yargı erklerinin ayrılığı, İnsan Haklarının yasal garanti altına alınması ve Anayasal Demokrasi, modern devletin üzerinde ittifak/icma edilmiş ve herkese maslahat temin eden evrensel kural ve kurumlarıdır. İslami metafizik (denenme) açısından böyle bir yönetim icraatı, Tanrı’nın insanlara yüklediği bir sorumluluk ve emanettir (4/58; 33/72).

Sonuç

Bugün İslam dünyasında ve Türkiye’de mü’minlerin Tanrı ile olan ilişkisi “Takva” ilişkisi olmaktan çok, “Temsil” iddiası; devlet ile olan ilişkileri de “”Hukuk” ilişkisi olmaktan çok “Temellük” ilişkisi olduğu aleykelbeyan ve izahtan varestedir.

10 Haziran 2021 Perşembe

Çok büyük korkum var, Türkiye’de ekonomik kriz derinleşebilir! “Başkandan emirle para politikası olmaz” Prof. Daron Acemoğlu/26 Mayıs 2021

Dünyanın önde gelen ekonomistlerinden, Massachusetts Teknoloji Enstitüsü (MİT) öğretim üyesi Prof. Dr. Daron Acemoğlu; Türkiye ekonomisinde krizin derinleşmesi ihtimalini değerlendirirken, “Çok büyük korkum var” dedi. “Türkiye’de başkanlık seçimine gidip de tüm güç sarayda toplanınca bunun ekonomi politikası üzerinde de büyük bir etkisi oldu” diyen Acemoğlu, Hazine ve Maliye Bakanlığı’ndan istifa eden, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın damadı Berat Albayrak’ın ekonomi yönetimi için, “Berat Albayrak altında kurulan kadrolar, yapılması gereken şeylere doğru yaklaşımı getiremedi” değerlendirmesini yaptı. Acemoğlu, Türkiye’de bankaların durumunun ‘göründüğünden de daha kötü olduğunu’ söyledi

Prof. Dr. Daron Acemoğlu, T24 ekranında Murat Sabuncu’nun konuğu oldu. Video söyleşide Sabuncu’nun sorularını yanıtlayan Acemoğlu, dünyada popülist iktidarların durumundan, demokrasi ve ekonomi ekseninde Türkiye’nin geldiği noktaya, pandeminin ardından dünyada beklenen değişimden, Türkiye ekonomide atması gereken adımlara, pek çok konuda değerlendirmelerde bulundu. Acemoğlu’nun açıklamaları özetle şöyle:

 “Otoriter popülist rejimler devlet kapasitesini zayıflatıyor”

Son 10-15 yıldır dünyanın her tarafında milliyetçi ve otoriter popülist rejimlerin yükseldiğine dikkat çeken Prof. Dr. Daron Acemoğlu, “Bu rejimler ya da bu hareketler, iktidara geldiklerinde genelde devlet kapasitesini zayıflatıyorlar. Bu hem bir strateji hem de istemeden yaptıkları bir şey çünkü hukuka bağlı bir şekilde yönetemiyorlar. Bunu Hindistan’da, Brezilya’da, Türkiye’de, Rusya’da, Macaristan’da görüyoruz. Ve tabii Amerika’da Trump altında gördük. Benim, Trump seçilir seçilmez yazdığım şey; bunun bir tek gelir dağılımına, beyazlar ve siyahlar arasındaki ilişkiye değil aynı zamanda devletin kapasitesine çok büyük bir negatif etkisi olacağı konusu. Aslında çok açık. Bundan önceki büyük virüs krizi olduğunda, Ebola zamanında Amerika, aynı kurumlar çok daha efektif bir şekilde, problemlerle çok daha baştan başlayarak, buna önlem alarak nasıl başa çıkılır diye göstermişti. Şimdi Amerika’yı çok daha fazla etkileyen Koronavirüs olduğu zaman Trump altında tamamen çöktü. Çünkü ocak ayında alarmı çalan birçok bilim adamı, bürokrat vardı. Kimse dinlemedi, bazıları kovuldular. Ve tamamen bir moralsizlik var. Ve görüyorsunuz Trump gider gitmez nasıl hızlı bir şekilde aşıya geçildi. Şu anda Amerika’da dünyada hiçbir yerde olmadığı kadar kolay test yapılıyor. Trump’ın başta olduğu sürede 6 ay sürdü testlerin doğru dürüst yapılabilmesi. Bu tamamen, kısa sürede bile devlet kapasitesinin ne kadar hızlı çöktüğünü gösteren bir şey ama oylarla Trump’ı iktidardan attı Amerika halkı ve onun yerine çok çok daha başarılı, aklı başında kapasiteyi yeniden artıran bir yönetim geldi” dedi.

“Koronavirüs’te en çok insan popülist otoriter rejimlerin olduğu ülkelerde öldü”

Dünyada Koronavirüs’ten en çok insanın öldüğü ülkelerin Brezilya, Türkiye, Hindistan, Rusya ve Trump yönetimi döneminde Amerika gibi popülist otoriter rejimler olduğunu vurgulayan Acemoğlu, “Çin türü otoriter rejimlerde çok şikâyet edeceğimiz şey var. Birçok açıdan Türkiye’de yaşamak Çin’de yaşamaktan daha güzel. Brezilya’da yaşamak Çin’de yaşamaktan birçok açıdan daha iyi. Ama hiç değilse Çin devlet kapasitesini koruyan, artıran otoriter rejim peşinde. Popülist otoriterler ise devlet kapasitesini de devlet gücünü de çökertiyor. Aynı ülkelerde çok büyük, derin ekonomik krizler de var” diye konuştu.

“Popülist otoriter rejimler iktidarda kaldıkça hem muhalefet hem medya zayıflıyor”

Murat Sabuncu’nun, “Popülist liderlerin ve rejimlerin artık sonunun geldiği söylenebilir mi?” sorusuna yanıt veren Acemoğlu, şu değerlendirmeyi yaptı:

“Tabii ama bir problem var burada. Ne kadar uzun zaman bu popülist otoriter rejimler iktidarda kalırsa o kadar hem muhalefet zayıflıyor hem medya, basın zayıflıyor. Bolsonaro’nun bu krizden sonra çok büyük bir şansı yok. Çünkü popülerliği tamamen düşmüş durumda. Brezilya’da medyayı susturamadı, o kadar uzun vakti olmadı. Ve büyük olasılıkla gelecek seçimde çok büyük bir yenilgiyle gidecek. Ama Hindistan’a, Rusya’ya, Türkiye’ye, Macaristan’a bakarsanız, buralarda artık basın özgürlüğü o kadar ortadan kalkmış, muhalefet tamamen yolunu kaybetmiş durumda ki buradan nasıl çıkacağımız zor bir süreç. O kadar kolay değil. Örneğin, Modi’ye karşı bir muhalefetin kendini bulabilmesi, Hindistan’ın çok çok çok heterojen insanlarını, gruplarını bir araya getirmesi çok zor bir süreç olacak.”

“Türkiye’de gündemi belirlemek mafya babalarına kaldı”

Murat Sabuncu’nun Türkiye’de medya ve muhalefete yönelik baskılarla, suç örgütü lideri Sedat Peker’in açıklamalarını anımsatması üzerine Acemoğlu, “Çok acı verici. Normal medyanın olduğu bir ülkede muhalefetin söyledikleri, bilim adamlarının, bu konuda bilgili olan insanların söyledikleri şeyler gündemi belirler ama Türkiye’de ne yazık ki mafya babalarına kaldı. Bu da tabii ki acı verici bir şey ama buradaki dinamikleri de ben Hindistan’dan çok daha değişik görmüyorum, Filipinler’den çok daha değişik görmüyorum. Türkiye’de olanlar tabii ki Türkiye’ye çok özel, bizim problemlerimiz başka problemlerle aynı değil ama bu otoriter popülist rejimlerin de birbirlerine benzeyen çok yönleri var” dedi.

“Berat Albayrak altında kurulan kadrolar, yapılması gereken şeylere doğru yaklaşımı getiremedi”

Murat Sabuncu’nun, “Demokrasi eksikliği ve kurumsal yapıdaki zayıflık Türkiye’nin ekonomik performansını ne kadar etkiliyor?” sorusuna yanıt veren Acemoğlu, şu açıklamayı yaptı:

“Çok etkiliyor. En büyük belirleyici. Türkiye, son 5 sene içinde ekonominin en kritik krizlerini yaşıyor. Bir tek pandemi sonrası değil, pandemiden önce de başlayan büyük krizler vardı. Borçların artması, bilançoların kötüleşmesi, bunlara karşı doğru bir sonuç getirilebildi mi? Hayır. Niye? Bürokrasinin içinde ekonomiyle doğru dürüst uğraşabilecek, iyileştirebilecek insanlar az kaldı. Özellikle Berat Albayrak altında kurulan kadrolar, yapılması gereken şeylere doğru yaklaşımı getiremediler. Demokrasinin diktatörlüklere göre, otoriter sistemlere göre birçok avantajları var. Ama en büyük avantajlardan bir tanesi de en büyük hataları, yeteneği, yeterliliği olmayan kadroları başta tutma eğilimleri çok daha zayıf. Özellikle Türkiye’de başkanlık seçimine gidip de tüm güç Saray’da toplanınca bunun ekonomi politikası üzerinde de büyük bir etkisi oldu.”

“Doğru politikalara, doğru ekonomi bilgisini uygulayan yönetimlere ihtiyacımız var”

Murat Sabuncu’nun sorusu üzerine, Amerika’da enflasyonun yükselmesinin kalıcı hale gelmesi durumunda Türkiye’nin de aralarında bulunduğu, gelişmekte olan ülkelerin ekonomilerinin krize girme riskini değerlendiren Acemoğlu, “Çok büyük problemler var. Bunlarla başa çıkılmadığı zaman derin bir krize yol açar. Ve bunlarla başa çıkabilmek için de yine devlet kapasitesine, doğru politikalara, doğru ekonomi bilgisini uygulayan yönetimlere ihtiyacımız var” ifadesini kullandı.

“Bankaların durumu göründüğünden de kötü”

Özel sektörün finansal yapısından, kur riskine, bankaların sorunlu alacaklarından, faizlere çoklu kriz riskini değerlendiren Acemoğlu, şunları söyledi:

“Problemin çok boyutu var çünkü şirketlerin bilançoları çok kötü. Şirketlerin bilançoları çok kötü olunca buna borç veren bankaların bilançolarına yansıyor. Ve bu bankaların birçok bulunduğu yatırım aslında kâğıtta yazan değerinde değil. Böylece bankaların durumu da göründüğü kadar iyi değil hatta zaten iyi görünmüyor da, göründüğünden de kötü. Ve bunun da iki boyutu var tabii. Birincisi özel bankalar, 2016’dan beri borç vermemeye çalışıyorlar. Sürekli verdikleri krediyi azaltmaya çalışıyorlar. Azaltamamalarının nedeni, birincisi; bazı zorunlulukları var, ikincisi; Merkez Bankası ve devlet baskısı var üstlerinde. Ama bu baskı yetmiyor, 2016’dan beri devlet bankalarının payı artıyor kredide. Ve bu yeni verilen kredilerin çoğu aslında geri alınması çok çok zor hatta imkânsız olan krediler. Böyle olunca şimdi üçüncü bir boyut şirketlerin bilançoları, özel bankalardan bazıları batmak üzere ve devlet bankalarının şimdi çok büyük bir açık durumu olacak. Ve bu tabii ki bu da devlete, devlet bütçesine."

“Türkiye, elindeki kaynakları doğru kullanamıyor”

Murat Sabuncu’nun sorusu üzerine, “Türkiye’de yoksullukla beraber büyüyen genç işsizliğinin seçimlerde siyaseti değiştirecek bir yöne gitme olasılığını” değerlendiren Acemoğlu, şu yorumu yaptı:

“Türkiye’de her zaman eşitsizlik, yolsuzluk, işsizlik sorunu olmuştur. 2000’li senelerde aslında burada önemli adımlar atıldı. Daha çok iş açıldı, eşitsizlik azaldı, birçok yeni olanaklar açıldı gençlere. Ve bu gayet normal olarak umutlarımızı da artırdı. Umutları daha yüksek bir gençlik yarattı Türkiye. Son 12-13 senedir bu umutları kırmaya başladık çünkü onlara yanıt veremiyoruz. Ve özellikle son 5 sene içinde işsizlik, eşitsizlik bunlar çok yüksek düzeylere vardılar. Burada çok daha derin bir şekilde düşünmemiz lazım. Türk ekonomisi niye yeterince randımanlı bir şekilde büyüyemiyor? Türkiye’nin problemi üretkenlik. Hiçbir zaman elindeki kaynakları yeterince üretken bir şekilde kullanamıyor. 2000’li yılların başında, 2000 ila 2006 senesi arasında buna bir istisna var. O süreç içinde toplam faktör verimliliği çok hızlı bir şekilde artmaya başlıyor ama ondan beri bakarsanız negatif. Yani hiçbir şekilde elimizdeki kaynakları doğru kullanamıyoruz. Eğer elimizdeki kaynakları doğru kullanmaya başlarsak, çok daha iyi işler, çok daha fazla ücretler, çok daha fazla büyüme randımanı bulmamız mümkün. Elimizde büyük kaynaklar var aslında ama doğru kullanamıyoruz.”

Acemoğlu’ndan 90’lar örneği: Tarih kendisini bir daha yeniliyor

Türkiye’de ulusalcı söylem eşliğinde popülist politikaları değerlendiren Acemoğlu, “Aynı problem 1990’larda var. Negatif büyüme toplam faktör verimliliğinde, işsizliğin artması, eşitsizliğin artması. Niye? Çünkü yönetimi doğru yapamadık 1990’larda. Yolsuzluk acayip arttı, belli bir istikrarlı ekonomi politikası seçilemedi. Bunu üzerine neler görüyorsunuz? Sağ-sol arasındaki çatışmalar, milliyetçilik birdenbire artmaya başladı, Susurluk gibi problemleri ortaya çıkartıyor yani geçmiş kendisini bir daha, tarih kendisini bir daha yeniliyor” ifadesini kullandı.

“Son 5 sene içindeki problemlerin gerçek boyutunu görmüş değiliz”

Murat Sabuncu’nun, “Türkiye’nin ekonomisinde önümüzdeki bir-iki senede nasıl bir tablo bekliyorsunuz? Krizin daha da derinleşmesi olasılığı var mı?” sorusu üzerine Acemoğlu, “Tabii öyle çok büyük bir korkum var. Bu gerçekten olanağı yüksek olan bir şey. Biz şu anda, son 5 sene içindeki problemlerin gerçek boyutunu görmüş değiliz. 5 senedir bilançosunda çok büyük problemi olan AVM dükkanları, inşaat şirketleri hala ayaktalar. Ne kadar daha ayakta kalabilecekler? Bunların bankalar üzerine etkileri neler olacak? Rezervlerimiz bu kadar azalmışken, daha ne kadar kuru, faiz politikasını bu şekilde tutabileceğiz? Bu boyutların çok daha negatife gitme olasılığı yüksek. Bu problemler bir tek Türkiye’de olan problemler değil, başka taraflarda da olan problemler var ama nerede bu problemleri görüyorsanız altlarında da ekonomiyi doğru yönetmeme kararlarının rolünü görüyorsunuz” dedi.

“Gelecek 10 senede dünya değişecek, hazırlanmazsak bize büyük riskler verecek”

Murat Sabuncu’nun, “Pandemiden sonra dünyada dijitalleşmenin önemine dair nasıl bir projeksiyon yapıyorsunuz?” sorusuna Acemoğlu, “Türkiye’de biz bugün-yarın ne olacak, döviz kuru ne olacak peşindeyiz. Çünkü gerçekten bir kriz durumu var. İnsanlar işsiz, yarın olan borçlarını verebilecekler mi onu göremiyorlar. Tabii ki çok büyük bir etkisi var Türkiye’ye bunun ama çok daha negatif bir etkisi var, geleceği doğru düşünüp ona doğru hazırlıklarda bulunamıyoruz. Gelecek 10 sene içinde dünya çok değişecek ve bu değişime ayak uyduran ülkeler büyük büyüme fırsatlarına sahip olacaklar. Olamayanlarsa çok daha kötü durumda kalacaklar. Bunlara biz kesinlikle hazırlanmıyoruz. Aslında Türkiye’nin gelecek 10-15 senede çok daha büyük avantajları var. Çünkü en büyük gelişmelerden bir tanesi artık batı dünyasındaki yaş dağılımı çok daha yaşlılığa doğru gidiyor. Türkiye’nin hala çok genç bir nüfusu var. Çok daha dinamik, girişimci yeni iş açmaya, yeni yatırımlarda bulunmaya yeni teknolojileri kullanmaya çok açık bir nüfusu var. Ama gelecek dünyaya doğru hazırlıklarda bulunmazsak, bu bize çok büyük riskler verecek” diye konuştu.

“Yapay zekâ bütün ekonomileri etkileyecek ve biz buna hazırlıklı değiliz”

Gelecek 10-15 yılda dünyada bütün ekonomileri üç faktörün belirleyeceğini vurgulayan Acemoğlu, şunları anlattı:

“Bir tanesi yaş dağılımın değişmesi. Örneğin; Güney Kore, Japonya, Almanya, İskandinav ülkeleri, buralarda 60 yaşının üstündekiler, 60 yaşının altında, çalışanlardan daha fazla olacaklar. İkincisi daha da önemli; küreselleşmenin yapısı değişiyor. Üçüncüsü ve en önemlisi; dijital teknoloji. Bundan 30-40 sene önce bakarsanız gelişmekte olan bir ülke nasıl büyür diye, Güney Kore, Tayvan ve Çin diye düşünebilirsiniz, bu ülkelerin insani kaynakları yüksek. Kapital ve teknolojide çok yüksek değiller ama bu insani kaynaklarını kullanıp, ihracat edip, yavaş yavaş daha yüksek teknoloji gerektiren sektörlere geçiyorlar. Artık bu tamamen imkânsız hale gelecek. Çünkü Batı ve hatta Çin, robotlara ve yapay zekaya geçiyor. Bunların kendi toplumuna etkileri var ama gelişmekte olan ülkeler, özellikle Türkiye gibi ülkelere büyük etkileri var. Bundan sonra buzdolabı, araba, makine ihraç edebilecek miyiz? Eğer bu yeni teknolojilere uyamazsak, insani gücümüzü kullanarak bunları yapmamız mümkün değil. Bu gelecek dünyaya ayak uydurmamız lazım. Dünyanın her ülkesinin ekonomisi yapay zekâ tarafından etkilenecek. Ve biz Türkiye’de buna hazırlıklı değiliz. Onun yerine biz şu andaki çok derin problemlerimiz içinde kaldık. Ve gelecekteki elimizdeki o büyük olanakları harcamamamız lazım.”

“2005’ten sonra demokrasiden geriye diktatörlüğe, otoriterliğe doğru adımlar atıldı”

“Gelecek 10 sene içinde, dünyanın her tarafında, demokrasinin daha güçlü bir şekilde yeniden yapılandırılması gerektiğini” vurgulayan Acemoğlu, sözlerini şöyle sürdürdü:

“1989 yılında Berlin duvarı düştüğü zaman Amerika’da, Avrupa’da büyük bir iyimserlik ortaya çıktı. Örneğin; siyasi bilimci Francis Fukuyama’nın ‘Tarihin Sonu’ kitabında söylediği gibi ‘artık bundan sonra her şey liberal demokrasi olacak, her şey piyasa sistemiyle demokrasinin birleştiği bir eksen çevresinde olacak.' Aslında ilk 15 sene buna benzer dinamikler görmeye başladık. Türkiye dahil olmak üzere, Asya’daki bazı ülkeler dahil olmak üzere, en önemlisi Güney Amerika’da ve Afrika’da büyük bir demokrasi Rönesans’ı yaşanmaya başladı. Verilere baktığınız zaman dünyadaki demokrasi sayısı ve yarı demokratik rejimlerin uygulamaları giderek derinleşmeye başladı. Ama 2005’ten sonra bakıyorsunuz tam tersi bir trend var. 2005’ten sonra Türkiye’de de görüyorsunuz bunu, başka yerlerde, Hindistan’da, Brezilya’da, Filipinler’de görüyorsunuz. Demokrasiler zayıflamaya başlıyor ve demokrasiden geriye diktatörlüğe, otoriterliğe bir sürü adımlar atılıyor.”

“Demokrasiler beklemedikleri kadar kuvvetli bir otoriter popülist akımla karşılaştılar”

Acemoğlu, bu yaşananların nedenlerini ise şöyle açıkladı:

“Bunun iki nedeni var. Birincisi; demokrasiler, nüfuslarına bekledikleri kadar refah getiremediler. Büyüme oldu demokrasilerde ama eşit bir büyüme olmadı, bir sürü kesim geride kaldı. İkincisi; demokrasiler beklemedikleri kadar kuvvetli bir otoriter popülist akımla karşılaştılar. Milliyetçilik başta olmak üzere, medyayı ele geçirip yanlış bilgilerle, propagandayla karışık bir şekilde demokrasiye karşı bir akım başladı. Ve özellikle daha yeni demokrasiye geçmiş ülkelerde çok büyük zayıflıklar yarattı. Örneğin, Brezilya’da Bolsonaro nasıl başa geçti diye baktığınız zaman, yanlış bilgilerin Whatsapp üzerinden, Facebook üzerinden dağıtılmasının çok büyük bir rol oynadığını görüyorsunuz. Aynı zamanda Bolsonaro başa gelmeden önce Brezilya demokrasisinde çok büyük bir kriz vardı. Lula, baştan gittikten sonra Dilma Rausseff atılmıştı, ondan sonra gelen başkan konusunda yolsuzluklar iddia edildi, o da gitmek zorunda kaldı. Eşitsizlikler artmaya başladı. Yani bu iki problemi dünyanın her bir tarafında görüyorsunuz, Türkiye’de de görüyorsunuz. Demokrasinin hem kendini daha kuvvetlendirmesi lazım hem de halka daha iyi hizmet verebilmek için gereken kapasiteyi sağlaması lazım.”

“Yeni bir refah devleti yaratmak gerekiyor”

Murat Sabuncu’nun “Ekonomilerde de sosyal devletin daha etkin olduğu bir döneme gidilecek mi?” sorusuna Acemoğlu, şu yanıtı verdi:

“Kesinlikle. 1940’larda, 50’lerde Avrupa demokrasilerinin çözmeye çalıştığı problemler, 1970’lerde, 80’lerde Türkiye’de demokrasinin çözmeye çalıştığı problemler aslında bugünkülere göre daha basit. Örneğin İngiltere’de 20. Yüzyılın başında belli bir kısım var çok zengin, büyük saygı görüyor, tüm önemli okullara Oxford’a, Cambridge’e rahat rahat girip bürokraside, iş dünyasında bütün bu işleri bu kesim kapıyor. Ücretler düşük, refah devleti yok. Ve bununla başa çıkmanın yolu çok kolay. Yapması kolay değil ama ne yapılması gerektiği kolay. 1942’de örneğin 2. Dünya Savaşı’nın ortasında Beveridge Raporu’yla İngiltere, ‘Bunu hem savaş zamanında hem savaş sonrasında yapacağız’ diyor. Örneğin; eğitimde herkese açık bir sisteme geçilmesi, sosyal refah devleti, asgari ücret, sağlık sigortası, zenginlere gelen daha fazla vergi. Bunların hepsi yeni şeylerdi 1940’larda, daha önce çok daha kısıtlı bir şekilde olan şeylerdi. Ve bunları yaptığınız zaman çok büyük bir etkisi oldu. Örneğin, Avrupa’ya bakarsanız 1945- 46 savaş sonrası 75-76’ya kadar 30 sene çok büyük bir verimliği yüksek, eşitsizliği kısıtlı ve iş yaratan, işsizliği azaltan bir büyüme tablosu var. Herkes okula gitmeye başladı, sınıf farkları ortadan kalkmaya başladı. Çok büyük bir başarı ama ne yapılması gerektiğini biliyoruz. Artık Harvard’a girmek için Protestan beyaz olmak şart değil ama birçok insan globalleşmeden, küreselleşmeden, yeni teknolojilerden yararlanamıyor, geride kaldılar. Özellikle orta sınıf ki bunlar fabrikalarda, ofislerde çalışan insanlar, bu otomasyon sürecinden, küreselleşme sürecinden hiç yararlanamadılar. Yeni bir refah devleti yaratmak gerekiyor dediğim bu. Eski refah devleti yetmeyecek. Belki eski refah devletinin yaptığından çok daha fazla gelir dağılımına önem veren, teknolojiyi daha iyi anlayabilen, daha fazla geride kalanlara yardım eden bir devlet yaratmamız lazım. Bunlar aslında gelişmekte olan ülkelerin de problemleri. Biz, Türkiye’nin bundan 25-30 sene sonra demokrasiyi tamamen kaybetmiş, basın özgürlüğü tamamen ortadan kalkmış, sosyal refah devletinin tamamen artık ayaklar altında kaldığı bir yer olduğunu görmek istemiyoruz. Amerika’nın, Avrupa’nın yaşadığı zorlukları aynı zamanda bizim de anlamamız, bizim de buna göre uygulamalı, rasyonel çözümler getirmemiz lazım.”

“Türkiye’de vergi kaçırma ve yolsuzluk önlenmeli”

Murat Sabuncu’nun “Türkiye’de yoksulluğu oy açısından fırsat olarak gören bir iktidar düzeni de var. Amerika’da ise zenginlerden daha fazla vergi alınması konusunda demokratların kendi içinde bile çok büyük bir kavga var. Bir taraftan da direnen bir yapı var dünya üzerinde” değerlendirmesi üzerine Acemoğlu, “Bunlar, çok kolay şeyler değiller. Gitmemiz gereken şey Amerika’da çok açık ve Biden, her şeyi doğru yapmıyor ama bazı önemli kararlar alıyor. Örneğin şirketlere olan vergilerin artması. Türkiye’de bazı avantajlar da var. Örneğin; Amerika’da bunu yapmak için gerçekten şirketlere olan vergilerin çok artırılması lazım. Türkiye’de çok daha basit aslında çünkü o kadar çok insan vergi kaçırıyor ki. Bu vergi kaçırma olayını, şirketlerin özellikle vermedikleri vergileri toplamaya başlarsanız aslında bu ilk adımın daha kolay atılması anlamına geliyor. Yolsuzluğu azaltırsanız bunun çok daha kolay olması yani aslında bazı açılardan Türkiye’de avantajlar da var.” yorumunu yaptı.

“Başkan’dan emirle para politikası olmaz”

Murat Sabuncu’nun, “Türkiye’nin önündeki riskler ve fırsatlar, ekonomide atılması gereken ilk birkaç adım nasıl olmalı?” sorusuna ise Acemoğlu, şu yanıtı verdi:

“Ekonomide en önemlisi devletin halka güven vermesi lazım. Doğru kadroların yapılanması ve otonomisi olan kadroların olması lazım. Dünyanın her bir tarafında kabul edilen bir şey ki Merkez Bankası'nın bir özerkliği olması lazım. Başbakandan ya da başkandan emirle para politikası olmaz. Böyle olmayı düşündüğünüz zaman yabancı sermaye gelmez. Yabancı sermaye gelecekse çok daha fazla yüksek faiz ister, güven olmaz. Yukarıdan gelen güven bir adım. Aşağıdan bilançolar. Japonya’da bunu gördük 1990’larda. Eğer şirketlerin ve bankalarının bilançolarının çok kötü olduğu bir duruma gelip de onları hala ayakta tutmaya çalışıyorsak, burada da zombiler yaratıyoruz demektir. Ve bu zombiler daha sonra yatırımı geri bırakıyorlar, büyümeyi geride bırakıyorlar, teknolojiyi geride bırakıyorlar. Türkiye’de böyle bir duruma geldik. Bunun temizlenmesi lazım. Ama bunu yapabilmek için hem dışarıdan sermaye gelmesi lazım.  Dışarıdan sermaye gelir mi Türkiye’de böyle bir güvensizlik durumunda? Hem de doğru politikaların uygulanması lazım. Yapısal bir şekilde, kurumsal bir şekilde bir yaklaşım getirmediğimiz sürece bu problemler devam edecek. Ve geleceğimize çok büyük negatif etkileri olacak.”

İttifaklar ve Kürt meselesi Mesut Yeğen-10/06/2021

Mesut Yeğen, “Kürt meselesi Türkiye siyasetinin yeni aktörlerinden siyasi ittifakların bugünkü biçimleriyle oluşmasının başat sebeplerinden biri olurken, ittifaklar da Kürt meselesinin Türkiye siyasetince algılanmasını şekillendirdi” diyor.

Çok zaman geçmediğinden, çok kuvvetli göstergeler de olmadığından, daha doğrusu bir tür hayalet-meseleye dönüştüğünden, 2015’ten sonra Kürt meselesinin ‘kendinde halinde’ ne yaşandığını, Kürt meselesinin ‘iskeletinde’ 2015 öncesinden bugüne neyin değiştiğini tespit etmek şimdilik zor.

Öte yandan, Kürt meselesinin kendinde halinin hemen her zaman önemlice bir boyutu olmuş olan bölgesel ya da jeopolitik mahiyetin 2015’ten bugüne daha fazla öne çıktığını tespit etmek o kadar zor değil.

Daha az zor olansa Kürt meselesinin algılanmasındaki, adlandırılmasındaki değişiklikleri tespit etmek, bir de Kürt meselesinin siyasi aktörler arası ilişkileri nasıl değiştirdiğini. Kürt meselesi 2015’ten sonra da Türkiye’nin başat siyasi aktörleri arasındaki ilişkileri şekillendirmeye, değiştirmeye devam ederken, siyasi aktörlerin Kürt meselesi algısı da, ama az ama çok değişti, bunu tespit etmek zor değil.

Kürt meselesi Türkiye siyasetinin yeni aktörlerinden siyasi ittifakların bugünkü biçimleriyle oluşmasının başat sebeplerinden biri olurken, ittifaklar da Kürt meselesinin Türkiye siyasetince algılanmasını şekillendirdi.

Esasında Kürt meselesi ittifakların bugünkü biçimini şekillendirmezden evvel bugünkü ittifaklar siyasetini mümkün ve kaçınılmaz kılan cumhurbaşkanlığı sistemini şekillendirmişti. Malum, bugün karşımıza çıkan ittifaklar, siyasetin ittifaklar etrafında kümelenmiş olma hali cumhurbaşkanlığı sisteminin teşvik ettiği bir durum ve şunu söylemek mümkün: Cumhurbaşkanlığı sistemini cazip ya da kabul edilebilir kılan başat faktörlerden biri Kürt meselesi oldu, daha doğrusu Kürt meselesinin 2015 civarında aldığı hal.

Kürt Meselesi: İlaç ve Zehir

Şunda anlaşmak zor olmasa gerek: Kamuoyunun büyük kısmının, bürokrasinin MHP’nin ve ulusalcıların Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı sistemi önerisi üzerinde uzlaşmasına yol açan faktörlerin en önemlilerinden biri Kürt meselesinin 2015 civarında Türkiye ve Suriye’de aldığı hal oldu.

Erdoğan ve Erdoğan’ı desteklemeye ikna olanlar, cumhurbaşkanlığı sistemini hem devleti Kürt meselesiyle baş edecek şekilde yeniden düzenlemenin, hem de Kürt meselesinin büyüttüğü HDP’nin Türkiye siyaseti üzerindeki düzenleyici etkisini azaltmanın yolu olarak düşündüler.

Bugün geldiğimiz noktada ise manzara şu: Cumhurbaşkanlığı sistemine karşı çıkan seçmenlerin oranı AK Parti’den uzaklaşan Kürtlerin ve HDP’lilerin dahliyle yüzde elliyi geçmiş durumda. Bu da şu demek: Cumhurbaşkanlığı sisteminin sürdürülmesi tehlikeye girmiş durumda ve bu durumun esas sebeplerinden biri de yine Kürt meselesi, Kürt siyaseti.

Dolayısıyla, kabul edilmesine ya da razı olunmasına yol açan başat sebeplerden biri Kürt meselesi olan cumhurbaşkanlığı sistemi Kürt meselesinden, Kürt siyasetinden ötürü sürdürülemez hale gelmiş görünüyor.

Özetle, cumhurbaşkanlığı sistemi ya da ittifaklar sistemi ve Kürt meselesi arasında kurucu ve bozucu bir ilişki var. Kürt meselesi deyim yerindeyse cumhurbaşkanlığı sistemi için hem ilaç hem de zehir olarak işlev görüyor. Aslında, daha tarihsel bir perspektiften bakınca Kürt meselesiyle baş etmek üzere habire yeniden ‘örgütlenen’ sistem her defasında Kürt meselesi sebebiyle, çözülüyor, tökezliyor.

İttifaklar Sistemi ve Kürt Meselesi

İttifaklar ve Kürt meselesi mevzuuna döneyim. Kürt meselesinin cumhurbaşkanlığı sistemini ve bu sistemin mecbur kıldığı siyasi ittifakları, bu ikisinin de Kürt meselesinin algılanmasını, adlandırılmasını şekillendirdiğinden bahsetmiştim.

Tespitin ikinci kısmıyla ilgili olarak şöyle devam edebilirim: cumhurbaşkanlığı sistemi ve ittifaklar siyaseti Kürt meselesinin bir taraftan bir hayalet-meseleye dönmesinin önünü açmış durumda, diğer taraftan da yeniden tanımlanmasının.

İçeride Kürt şehirlerinde kuvvetli bir sivil itiraz olmaksızın PKK’nin etkisizleştirilmiş, HDP’nin de kuşatılmış oluşu, Suriye’de ise meşhur Kürt kuşağının engellenebilmesi Cumhur İttifakı ve kamuoyunun önemlice bir kesimi açısından Kürt meselesini bir yok-meseleye çevirmiş durumda.

Cumhurbaşkanlığı sisteminin ve ittifaklar siyasetinin ikinci büyük etkisi ise Kürt meselesinin yeniden tanımlanması oldu. Cumhurbaşkanlığı sistemiyle beraber kurulan otoriter rejim ve Kürt meselesinin bir hayalet meseleye dönecek denli gündemden düşmesi HDP’yi muhalefet partileriyle Kürt meselesini öne çıkarmadan ve demokrasiye geçiş fikri etrafında ittifaka sevk ederken, % 50’yi bulmak peşindeki muhalefet partilerini de HDP’ye yaklaştırdı.

Bir kısmıyla zorunlu bir biçimde gerçekleşen bu yakınlaşma zımnen de olsa Kürt meselesinin yeniden tanımlanmasının önünü açtı. Bu çerçevede olmak üzere, HDP Kürt meselesini demokratik özerklik fikri etrafında tanımlamayı askıya aldı. CHP, DEVA ve Gelecek Partisi gibi muhalefet partileri ise Kürt meselesini anadilin öğretilmesi ve zayıf bir yerelleşme parantezi içerisinde tanımlayan bir pozisyona yaklaştılar.

Özetle, cumhurbaşkanlığı sistemi ve ittifaklar siyasetiyle geçen birkaç senenin ardından Kürt meselesi bugün itibariyle kamuoyunun büyük kısmı nazarında bir yok-meseleye dönmüş, muhalefet partilerinin önemli bir kısmı tarafındansa Kürtçenin öğretilmesiyle hallolacak bir mesele olarak yeniden tanımlanmış durumda.

Öte yandan, bu bahsettiğim halin kalıcı, yerleşik bir hal olduğunu söylemek zor. Zor, çünkü malum hayaletlerin ‘geri dönmek’, ‘ziyarete gelmek’ gibi alışkanlıkları var. Dolayısıyla, bugünün hayalet meselesi olarak Kürt meselesinin yarın bütün cesametiyle yeniden karşımıza dikilmesi sürpriz olmaz.

Keza, bugün köşeye sıkıştırılmış HDP tarafından yüksek sesle itiraz edilmediği için makul görünen anadilin öğretilmesi olarak Kürt meselesi fikri kalıcı olmayabilir, çünkü HDP ve HDP’ye meyyal Kürtler açısından bugünün esas meselesi demokrasiye dönmek.

Özetle, cumhurbaşkanlığı sistemi ve ittifaklar siyaseti Kürt meselesinin 2015’teki halini de, tanımlanma biçimini de epey değiştirmiş durumda. Kalıcılığı epey şüpheli olmakla birlikte Kürt meselesi anadilin öğretilmesiyle halledilebilir bir mesele olmakla bir hayalet-mesele olmak arasında bir yere yerleşmiş görünüyor.

Kürt Meselesi ve İttifaklar Sistemi

Cumhurbaşkanlığı sistemi ve ittifaklar siyaseti Kürt meselesini biçimlendirdiği gibi Kürt meselesi de cumhurbaşkanlığı sistemini ve ittifaklar siyasetini biçimlendiriyor. Kürt meselesi, Cumhur İttifakını benzeştirip, küçültürken, muhalefetiyse büyütüyor ve fakat istikrarsızlaştırıyor.

Malum, AK Parti ve MHP hem siyasi söylemleri hem de seçmen tabanları itibarıyla giderek benzeşmiş durumda. Bu benzeşmenin önemli sebeplerinden ve yüzeylerinden biri Kürt meselesi. Her iki parti de Kürt meselesini neredeyse sadece terör ve beka meselesi olarak kodluyor. Özetle, Kürt meselesinin Cumhur İttifakı üzerindeki iki etkisi var: Benzeştiriyor ve küçültüyor.

Kürt meselesi muhalefet cephesini ise büyütüyor, ancak istikrarsızlaştırıyor da. Parlamenter sisteme dönüş parolası üzerinden demokrasiye geçiş programında uzlaşmış görünen CHP, İYİ Parti, DEVA ve Gelecek partilerinden oluşan muhalefet Kürt meselesini stratejik olarak askıya almış görünen HDP’nin de katılmasıyla nominal olarak Cumhur İttifakını geride bırakan bir büyüklüğe erişmiş durumda.

Bu da şu demek: Kürt meselesinin iskeleti değişmeden bir hayalet meseleye dönüşmesi ve rejimin HDP’yi Kürt meselesini askıya almaya sevk edecek denli otoriterleşmesi, muhalefeti Cumhur İttifakını geride bırakacak denli büyütmüş durumda. Öte yandan, HDP’nin katılması muhalefet cephesini büyütürken istikrarsızlaştırıyor.

CHP, İYİ Parti, DEVA Partisi ve Gelecek Partisi parlamenter sisteme dönüş üzerine uzlaşmış görünmekle birlikte, aynı uzlaşmaya katılan HDP’nin bu partilerle birlikte muhalefet cephesinde görünmesine İYİ Parti’den güçlü, CHP’den zayıf itirazlar var. Muhalefet partileri, üzerine uzlaştıkları ana hedef olan parlamenter sisteme dönüşü mümkün kılacak çoğunluğa HDP olmaksızın ulaşamıyorlar, HDP’nin de içinde olduğu bir ittifakta ise uzlaşamıyorlar.

Özetle, Kürt meselesi muhalefetin nominal olarak Cumhur İttifakını geride bırakmasına zemin oluştururken, fiili olarak ise muhalefeti istikrarsızlaştırıp Cumhur İttifakı’nın gerisinde kalmasına kapı aralıyor.

HDP’den gelen son hamle, önemli olmakla beraber bu istikrarsızlığa son veremeyebilir. HDP’nin önümüzdeki seçimlerin meclis ayağında muhalefet ittifakı içerisinde yer almak talebi olmadığını bildirme ‘tavizi’ muhalefeti istikrarsızlaştıran gerilime son verebilecek olmakla birlikte, muhalefetin hem parlamento hem de cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Cumhur İttifakını geride bırakacak büyüklüğe ulaşmasını garanti etmiyor.

Etmiyor, çünkü her ne kadar bu hamle meclis çoğunluğunu ele geçirmekte işe yarar görünse de, muhalefetin cumhurbaşkanlığı seçimlerini de kazanabilmesi için HDP’lilerin talep ettiği parlamenter rejime dönüşün ötesine geçen bir demokrasi programında ve bu programı temsil edecek bir cumhurbaşkanı adayında ortaklaşması gerekiyor. Tabii ki, muhalefetin HDP’lilerin gönül rahatlığıyla oy veremeyeceği bir adayda ortaklaşması halinde Cumhur İttifakı HDP’yi kapatıp parlamento çoğunluğunu da muhalefete kaptırmamak gibi adımları atmazsa.

Özetle, cumhurbaşkanlığı sistemi ve ittifaklar siyaseti Kürt meselesini şekillendirirken, Kürt meselesi de cumhurbaşkanlığı sistemini ve ittifaklar siyasetini şekillendiriyor. Hem de ne şekillendirme! Kürt meselesi etrafında atılacak siyasi adımlar cumhurbaşkanlığı sistemiyle kurulan otoriter rejime beş senelik bir meşruiyet daha kazandırmanın adımları da olabilir, bu rejimi geride bırakmanın da.

MESUT YEĞEN KİMDİR?

Orta Doğu Teknik Üniversitesi ve İstanbul Şehir Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak çalıştı. Halen Kürt Tarihi dergisinin editörlüğünü yapmaktadır. Milliyetçilik, Vatandaşlık ve Kürt meselesi üzerine çalışıyor. Yayımlanmış kitapları: Devlet Söyleminde Kürt Sorunu, Müstakbel Türk’ten Sözde Vatandaşa: Cumhuriyet ve Kürtler, Son Kürt İsyanı, İngiliz Belgelerinde Kürdistan, Kürtler Ne İstiyor: Kürdistan’da Etnik Kimlik, Dindarlık, Sınıf ve Seçimler (Uğraş Ulaş Tol ve Mehmet Ali Çalışkan’la birlikte).

2 Haziran 2021 Çarşamba

Yasal soygun kılıfı olarak ‘kanun’ ve adalet idesi olarak ‘hukuk’ İlhami Güler-02/06/2021

‘İtikattan İmana’ kitabının yazar İlhami Güler “Dünyada ve İslam’da vakıf, özel mülkün kamu menfaati için tahsis edilmesi iken Osmanlı ve Türkiye’de çoğunlukla kamu malının iktidarlarca kendilerini destekleyen gruplara tahsis edilmesi olarak işlemektedir” diyor.

1- Tanrı Tasavvuru ile Devlet Teorisinin Paralelliği

Hikmetinden sual olunmaz” totaliter bir Tanrı tasavvuru ile “Hikmet-i Hükümet” olarak kavramsallaştırılan totaliter devlet teorisi arasında bir paralellik mevcuttur. Her ikisi de otoriteyi kadir-i mutlak, mürid-i mutlak karanlık bir güç odağı-yumağı olarak algılarlar. Bu tasavvurları doğuran şey, aslında tasavvur ve teoriyi geliştiren insanların ahlaki psikolojileridir.

Yani teoloji ve ideolojiyi aslında bir “psikoloji” önceler. Kur’an’da Tanrı’nın –insan tekleri ile ilişkisinde- hikmetinden sual olunur, adil bir zatiyyet/hüvviyet/karakter olduğu “Sünnetullah” kavramında kendini ifade ederken; O’nun, ne yapacağı belli olmayan totaliter/zorba olduğu tasavvuru, teolojide “Kader-Cebir” kavramı ile dile getirilmiştir.

Birinci tasavvur tarihte Mu’tezile ve Matürîdîlik tarafından teorileştirilmiş iken; ikinci tasavvur, Eş’arilik ve Tasavvufta teorileştirilmiş ve dile getirilmiştir. Bu tasavvurlardan birincisi politik alanda yani devlet tasavvurunda “Şura” ve “İcma”yı yani tartışmayı, oydaşmayı/ortaklığı (şirki), ilkeleri, kurumları, hukuku ve ortak aklı esas kabul ederken; ikinci tasavvur kişi kültünü, lideri, çobanı, sultanı, padişahı, kralı, firavunluğu, führeri, başbuğu, hakanı… yegâne politik özne/irade olarak görür.

Tanrı ve Devlet, şehadet âleminde somut/fizikî varlıklar/zatiyetler olmadıkları; gayb ve ahlak-hukuk alanında oldukları için, insanlar tarafından daima doğru takdir edilememe sorunu vardır. Nitekim müşrikler, Tanrı’nın kozmik gücünü kavradıkları halde (23/85, 87,89); O’nun ahlaki karakterini doğru kavrayamamışlardır (6/21,91,93,144; 7/37, 10/17, 11/18, 18/15, 29/68, 61/7). Allah, “Esmau’l-Hüsna”sı ile kendi ahlaki karakterini insanlara tanıtmaya çalışmıştır (59/24) Benzer bir durum, “devlet” denen hükmi şahsiyetin hukuki sınırlarının belirlenmesinde de ortaya çıkmaktadır.

Tanrı’nın otoritesini “temsil” ettiğini ileri süren din adamları (Haham-Ahbar, Ruhban, papa(z) İmam, Mehdi, Şeyh…), Tanrının otoritesini istismar ettikleri gibi (9/34); devleti temsil ettiğini ileri süren siyaset esnafı ve bürokratlar da devletin otoritesini ya doğrudan zorbalıkla veya kanun-hukuk kılıfı ile kolayca istismar edebilmektedirler: “Aranızda birbirinizin mallarını haksız yere yemeyin, insanların mallarından bir kısmını bile bile -günaha girerek- yöneticilere rüşvet olarak vermeyin-rüşvet olarak yemeyin.” (2/188).

2- İman ve Ahlakın Kopmaz Uzantısı Olarak Hukuk/Adalet

Kur’an’da insanların birbirleri ile olan ahlaki ilişkilerini ifade eden tümel/külli ahlak kavramlarına/kurallarına atıf yapıldığı gibi (adalet-zulüm, hayır-şer, maruf-münker, cömertlik-cimrilik, tayyibat-habisat…); bireysel/özel pozitif (aile, miras, hırsızlık, öldürme, kölelik…) hukuka da yer verilmiştir (hududullah). Ortada henüz bir “Devlet” aygıtı olmadığı için, yönetim kamu otoritesini deruhte eden kişilerin (ulu’l-emr), halkla ilişkilerinde uymaları gereken umumi ahlaki ilkeler tavsiye edilmiştir (şura, adalet, ehliyet, emanet…).

İslam’da iman, ibadet, ahlak, hukuk, siyaset ve iktisat arasında kopmaz bir bağ olduğu müsellemdir (şeriat). İslam tarihinde Fukaha, özel hukuku siyasal iradeden bağımsız/sivil olarak elinden geldiği kadar içtihat ve kaza ile icra etmeye çalışmıştır. Ancak Emevilerden itibaren “Devlet/İmparatorluk” yani siyaset esnafı ve emrindeki bürokrasi ile halk arasındaki siyasi-hukuki ilişki (Kamu Hukuku), birinci kadar ahlaki ve hukuki (adil) olmamıştır.

Özel mülkiyetin (mal), canın (hayat), onurun (ırz-izzet-şeref) ve özgürlüğün (akıl-din) korunması olarak “Makasidu’ş-Şeria” ile devletin meşru (hukuki-adil) otorite/erk/yetke/güç (Toplum Sözleşmesi) olarak belirmesi, aynı şeylerdir. Devlet veya hukuk, Tanrı tarafından bize doğuştan verilmiş bu haklarımızın başkaları tarafından ihlal edilmesini engelleyen kolektif organizasyondur.

3- “Hukuk”un Yozlaştırılması Veya Yasal Soygunun Kılıfı Olarak “Kanun”

Frederic Bastiat, “Hukuk” adlı kitabında bu konuyu ele alır. Bastiat’a göre hukukta yozlaşma birbirinden tamamen farklı olan iki nedenden dolayı ortaya çıkmıştır: 1- Ahmakça bir aç gözlülük ve 2- Sahte bir yardım severlik iddiası. İnsan, ya ihtiyaçlarını çalışarak, sahip olduğu yeteneklerini doğal kaynaklara tatbik ederek emekle, üretimle, kazançla karşılar veya başkalarının emeklerinin ürünü olan mallara çökerek yaşar.

Hukukun temel amacı, kolektif gücün soygunu çalışmaya tercih ettiren beşeri eğilimi durdurmak için kullanılmasıdır. Bütün hukuki tedbirler, mülkiyeti korumalı ve yağmayı ise cezalandırmalıdır. Ne var ki kanunlar, ya birilerinin buyrukları veya bir insan grubunun eseridir. Hukuk, müeyyidesiz olarak ve yetkilendirilmiş meşru bir güç kullanımı olmaksızın hayata geçirilemeyeceğinden dolayı, gücü temin etme ve kullanma görevi de kanunları yapan (siyasal-İG) iradeye bırakılacaktır.

İşte bu olgu, -insanoğlunun doğasında ezelden beri var olan ihtiyaçlarını en az çabayla karşılama eğiliminden dolayı- hukukun bozulmasının temel nedenidir. Bazılarının şeytanlığı, bazılarının da idraksizliği sonucu olarak, her insan acımasız bir soyguna boyun eğmek zorunda bırakılmıştır. (Bastiat, Hukuk, 18)

Hukukun doğal işlevi, adaletin korunmasıdır, O kadar ki, halkın kafasında âdeta “Hukuk” ve “Adalet” tek ve aynı şeydir. Bu yüzden hepimizde “yasaya uygun (kanunî)” olan her şeyin, aynı zamanda “Hukukî/Adil” olacağı konusunda güçlü bir kanaat vardır. Yanlış olan bu düşünce nedeniyle soygun olayı (sözde-İG) “Hukukî” hale getirilerek insanların vicdanında meşrulaştırılabilmekte; hatta kutsallaştırılmaktadır.

Kölelik, ticari kısıtlamalar ve tekelcilik taraftarının, -sadece bunlardan yararlananlar arasında değil-; aksine, mağdur olanların saflarından da çıkması, tesadüfi değildir. Buna benzer olarak ikinci bir yanlış ise, “hukukun amacının, adaletin hükümranlığını sağlamak” olduğu iddiasıdır. Bunun yerine “hukukun amacı, adaletsizliğin hükümran olmasını önlemektir” olmalıdır. Zira kendiliğinden var olan adalet değil; adaletsizliktir. (Bastiat, Hukuk, 20, 35). Bastiat, bu “Negatif Hukuk” teorisi açısından müdahaleci, aşırı pozitif hukukçu (yasacı/kanunî), sosyal adaletçi, refah devleti, sosyalist teoriler yerine anti-tekelci ve “Minimal (Gece Bekçisi) Devlet” teorisini benimsemektedir.

Bu teorilerin tümü “Yasal Soyguncu” teorilerdir. Bastiat şunu da vurgulamaktadır: “Tarihin açıkça kanıtladığı gibi, ne din ne de ahlak tek başlarına hukukun yasal soygunun kılıfı haline dönüştürülmesini (Kanunîleşmesini) engelleyememiştir.” (Bastiat, Hukuk, 18).

Ortaçağ Avrupa’sında toprak mülkiyetinin Feodal beylere ait oluşu ve Burjuva sınıfının yükselmesi ile gerçekleşen Fransız Devrimi ile Krallara ve Kiliseye ait olan toprak mülkiyetleri de büyük oranda özel mülkiyete geçmiştir.

Bundan sonra Cumhuriyet ve Demokrasi rejimleri ile bir Kamusal alan ve kamu hukuku geliştirilmesi kolay olmuştur. “Vergi Hakkı” ile devlet sınırlandırılmaya ve denetlenmeye başlamıştır. Çünkü özgürlük ve hukuk, büyük oranda özel mülkiyetin ve devletin sınırlandırılması etrafında döner. “Kuvvetler Ayrılığı” ilkesi ve kurumsal yapısı ile de devletin totaliterleşmesinin önüne geçilmiştir.

4- İslam Dünyasında Hukukun Soygun Kılıfına Dönüştürülmesi

Kur’an, Müslümanları yurtlarından zorla çıkaran ve onlarla sürekli düşmanlık ve savaş durumunda olan Mekkeli müşrikler ve onlarla işbirliği halinde olan Yahudilerden alınan ganimetlerin Müslümanlara dağıtılmasını hukuki/meşru (helal) görmüştür. Bu malların ve mülklerin belli ellerde toplanmasını/tekelleşmesini yani gazilerin “çiftlik ağası” olmasını yasaklamıştır (57/6-8).

Diğer taraftan “Fetih”, Kur’an’da İslam’ın yayılması için kapı açma anlamına gelen Hudeybiye barış antlaşması (48/1) ve Mekke’nin geri alınması olarak zafer anlamlarında (48/27) kullanılmaktadır. Hz. Ömer, ordu tanzim ederek Irak topraklarını ele geçirmesinden sonra, Müslümanların, başka ülkeleri ele geçirmesi bu kavram ile ifade edilmiştir. Bu eylemin “Cihat” olduğu iddia edilmiştir.

Hz. Ömer, ele geçirilen Irak arazisini savaşa katılan gazilere dağıtması halinde, sahabelerin birer “çiftlik ağası” durumuna dönüşebileceğini göz önünde tutarak, bu toprakları devlet mülkiyetine geçirerek toprağı işleyenlerden haraç (vergi) almayı kanunileştirmiştir. Bu gelenek, bütün İslam tarihi boyunca devam etmiştir.

Ne var ki, ele geçirilen toprak mülkiyetinin devlete tahsisinden sonra bu mülkün tasarrufu, Abbasilerle birlikte “Zıllullah” olarak görülen Halife, Sultan ve onun bürokratik yardımcıları olan “Vezirler” ve “Paşalar” tarafından yapılmıştır. Böylece mülk devletin (Miri Malı) dolayımı ile Allah’ın, Sultanın, herkesin ve hiç kimsenin malı olmuştur.

Toprak mülkiyetinin savaş yolu ile “ganimet” olarak “dışardan” gelmesi, yani üretim, ticaret, emek, miras veya hibe olarak “özel mülk” olmaması, siyasal-bürokratik tabakada ve halk nezdinde ona karşı bir kayıtsızlığı/hukuksuzluğu intaç etmiştir. Osmanlı şairlerinden Şeyh Galip’in büyük bir öz güvenle “Çaldımsa, miri malı çaldım” diyebilmesi, bu durumu gösterir. Yani sözde Devletin, Allah’ın ve herkesin olan mülk-toprak, pratikte “hiç kimsenin” olmuş ve herkes, onu kendine “mal” etmeye çalışmıştır.

Örneğin, bütün dünyada ve İslam’da da “Vakıf”, özel mülkün kamu maslahatı ve menfaati için tahsis edilmesi iken; Osmanlıda ve Türkiye’de çoğunlukla kamu malının siyasal iktidarlar tarafından kendilerini destekleyen gruplara-kesimlere (tarikat-cemaat) tahsis edilmesi olarak işlemektedir. Kamu arazilerinin ve imkânlarının siyasal iktidarlar ve taraftarlarınca kanun ve kararnameler ile kolayca emlak rantına dönüştürülmesi de, hukukun soygun kılıfına dönüştürülmesidir.

Keza, arazinin/yerin (emlak-arsa) bittiği yerde, “Emsal” kılıfı/kanunu ile herkese ait olan göğün, ufkun, güneşin, hava akımının/ruzgarın gasp edilmesi de aynıdır. Gecekondu gaspı, “kılıf”sız, doğrudan bir gasıptır. Siyasal iktidarlar, oy karşılığı buna kanuni kılıf hazırlamışlardır.

Türkiye’de hemen herkesin, çöpleri özel mülkünün dışına süpürmesi, yerlere çöp atmak konusundaki duyarsızlık, bahsetmiş olduğumuz kamuya/herkese ait yerlerin, “hiç kimseye” ait olmadığı ortak toplumsal bilinçdışından kaynaklanır.

Türkiye’de “ganimetçi/gaspçı” toplumsal bilinç, bilinçdışı, bilinçaltı, devlete/kamuya/herkese ait ekonomik kaynakları/imkânları siyasal iktidar/parti/biz dolayımı ile –kılıfına uydurarak- kendine peşkeş çekerek, kamuyu/herkesi/muhalefeti “yok” hükmünde sayar: “Uzayan boynuz, bizden olsun” diye.

ilhamiguler@hotmail.com