Birileri”nin el vermesiyle yerelden başladı ama küresel bir yapı oluşturdu. Sırtını büyüklere, en büyüklere dayamaktan imtina etmedi. Kendisini kullanışlı kılma ile “onları” kullanma icraatını iç içe geçirdi. Yegâne hedefi “muktedirlik” kılan tüm insan/yapı/örgütlerde olduğu gibi bir süre sonra amaç adına her şey mübahlaştı.
İnişli çıkışlı tüm dönemlerde fıtratı
gereği siyasetle içli dışlı oldu. Bazen derinde, bazen satıhta görünür oldu.
“İhanet-ticaret-ibadet” üçlüsünün tümünü dinin geleneksel belli bir yorumunun
araçsallaştırıldığı ideolojik iklimde yoğurdu.
28 Şubatlarda seçilmiş meşru hükümettense
daha güçlü olanın yanında yer alıp yerini belli eden demeçler vermekten geri
durmadı. Küresel 28 Şubatçıların ihtiyacı olduğu zamanlarda da İslami direniş
aleyhine demeçler vermekten, malum adreslere röportajlar sunmaktan geri
kalmadı.
28 Şubat’ın direnen nesli sayesinde,
demokratik iklimin bürokratik tüm nimetlerinden istifade etti. Ticaret
ağlarını, istihbarat ağlarıyla besledi. Sınırlı gücün yeterli gelmeyeceğinin,
hepsini istediğinin sinyallerini verdi. Aynı süreçte, yetiştirdiği kadrolar
Arap Baharı’nın karşısında temerrüdcülerin yanında yer aldı.
Mavi Marmara direnişçilerine “Otoriteden
izin aldınız mı?” diye sordu.
Bilahare, sistemdeki haramileri bahane
ederek, 17-25 Aralık süreçlerini, darbenin ön hazırlığı olarak pratiğe döktü.
Ve nihayetinde kurduğu şebeke 15 Temmuz’da -o ya da bu sebeplerle- mızrağı
çuvala sığdıramadı ve harekete geçti. Hem de demokrasi havarisi Batı basınının
darbeyi buharlaştırmaya çalışan tüm çabalarını da arkasına alarak.
Hain darbe denemesinin üzerine çok şey
yazılıp çizildi. Meşru-seçilmiş bir iktidarı devirmeye tasallut eden bu
ihanetin tek bir iyi yönü vardı ki o da tarihi tekerrür ettirmeyecek bir
reçeteyi siyasetin ve toplumun önüne bir fırsat olarak sunmasıydı.
GEREKLİ DERSLERİ ÇIKARTTIK MI?
Ne mümkün! Halbuki, gerçek bir demokrasiyi
kültürleştirme ve hukuk devletini inşa etme yolunda inanılmaz bir fırsat
sunmuştu bu kötü tecrübe. Yepyeni bir özgürlükçü anayasa yapımından her dönemde
ayak sürülen siyasi ahlak yasasını inşaya kadar, o güne dek elde edilen
tecrübeleri daha ileri taşıma fırsatları.
Aksi oldu. Yepyeni korkuları olan (ya da
bunları bahane eden) yeni bir sistem kuruldu. Daha doğrusu sistemsizlik ve
anayasasızlık bir düzen haline getirildi. Güçler ayrılığı de facto güçler
birliğine dönüştü. Yargı araçsallaştı; Meclis işlevsizleşti; güç “tek adamlık”
namıyla bilinse de belli bir politbüronun eline geçti. Sosyo-politik açıdan
-konjonktürel de olsa- dinî kültürün ve dindar kesimlerin itibarı önce Gülen
örgütü, ardından iktidar uygulamaları üzerinden zedelendi, yerle yeksan edildi.
Yüreği kadimde, zihni çağdaş normlarda olacak “Asım’ın Nesli” ideali çok ama
çok ciddi bir darbe aldı.
“Yukarısı ihanet, ortası ticaret, altı
ibadet” analizi dillendirilse de, devlet aklı buna göre işlemedi. Ne devlet
aklı ne de siyasetin vicdanı. İhanet şebekesinin kaçtığı, ticaret boyutunun
FETÖ borsalarıyla suistimal edildiği; asıl bedeli ibadet kesiminin ödediği bir
iklim oluştu. Hâlâ bu sürecin bitimsizce devam ettiğine hep birlikte şahitlik
etmekteyiz. Bir toplumsal kesim bile isteye tarumar edildi. Devlet aklı
intikamcı ve rövanşist hislerle hareket ederken, sınırlından taşan OHAL
süreçlerinden ve yargıdaki adaletsizliklerden en çok bu kesim yara aldı.
KHK’lılar, ana-baba suçlular (!) ordusu yaratıldı. Ülkenin enerjisi de, son
birkaç yıldır ziyadesiyle ihtiyaç duyduğumuz sinerjisi de tüketildi.
Süreç, toplumun tepesinde, “beka” retoriği
eşliğinde, sürekli korkularla kitlelerin iktidardan uzaklaşmasını engeller
tarzda araçsallaştırıldı. Askeri darbe süreçleri üç-dört yıllık dönemlerde
“normalleşme”yi beraberinde getirirken, bu rüzgâr yepyeni bir vesayet alanının
inşası için bitimsizce kullanıldı.
“SAVAŞ DÜŞMANINA BENZEDİĞİNDE
KAYBEDİLİR”
Tüm ihtilal/darbe süreçleri kötüdür.
Kötülüğü kendinden menkul değildir. Karşısında bir iyilik zinciri, doğrular
bütünü, meşruiyet umdeleri olduğu için kötüdür. İnsanlık kan, emek, gözyaşı
eşliğinde yüzyıllara sâri o tecrübeleri biriktirip postulat haline getirdiği
için o reçete evrensel bağlamda herkesin elindedir. Ülke karneleri, toplumsal
kültürün niteliği o postulatlara göre belirlenir.
FETÖ, sadece yerel ve çağdaş değil, kadim
ve evrensel bir zihniyettir. Farklı kültürlerde farklı karşılıkları vardır ama
ilacı da bellidir, soyut ve bilinmez değildir. Onunla mücadele verenin de o
ilacı düşünmeksizin içmesi beklenirdi ama öyle olmadı.
İktidar maalesef kurduğu düzen ve
icraatıyla o mücadele ettiğini söylediği yapının zihniyetini körükledi. Aynı
zihniyet, bu defa örgütten boşalan kadroların yerine gelen ideolojik çevreler
eliyle yaşatılır oldu. O boşluğu nimetten sayan dinî/seküler çevre/yapılar aynı
kodlarla adeta düşman kardeşliği örnekleri serdettiler. Hem de kifayetsizlik ve
muhterisliğin eşlik ettiği bir düzeysizlik eşliğinde.
Bireyi ve toplumu koruyup geliştiren
ilkeler bir bir çiğnendi; kurumsal tecrübeler yerle yeksan edildi. Dürüst ve
itiraz eden kadroların hemen hepsi sürecin dışına itildi. Emanete hıyanetin
binbir türlü örneği ortaya kondu. Yandaş suistimalleri denetimsizliği
kurumsallaştıran iklimin meyveleri oldu. FETÖ’den kurtulmakla birlikte, onun
tüm kötücül birikiminin esareti altına girildi. Devletin kurumsal kodlarıyla,
tecrübesiyle, birikiminin buhar edildiği, yargı sisteminde amatörleşme ve
adaletsizliklerin ivmelendiği, güvenlik bürokrasisinin tüm birikimlerinin
tarumar edildiği bir döneme geçildi.
Geçmişin jakoben ideolojisini savunan
kesimlerin haksız ve hadsiz bir özgüvene ulaştığı ve “FETÖ gider METÖ gelir”
retoriğiyle cemaatleri hedef haline getirdiği bir konjonktür her yanı kuşattı.
Bunun da ayrı bir anti-demokratlık ve hukuksuzluk talebi olduğu tartışılmaktan
beri kılındı.
Sadece evrensel çağdaş siyasi normların
kurumsallaşmasıyla beraber, bunların toplum tarafından fehmedilmesini,
kavranmasını sağlayacak fırsatlar ötelenmedi; aynı zamanda tam aksi yönde
kitleler, anti-demokratik despotik iklime “yerlilik/millilik/beka” söylemleriyle
ısındırıldı. Dünün iyiliklerini, açılımlarını, riskli gelişmelerini kucaklayan,
onlara omuz veren toplumsal yapı, dünyadaki gelişmelerle de bağlantılı yeni
beka korkuları eşliğinde adeta yepyeni bir itikadı kuşanmaya zorlandı.
Bütün bu açılardan bakıldığında insana,
“Acaba darbe gerçekten de başarısız mı oldu” dedirten bir sürece sekiz yıldır
katlanmaktayız. Fiziki olarak, toplum olarak ona direndik ve silahlı müdahaleyi
püskürttük, peki ya sonrası? Darbenin, başarılı olsaydı tarumar edeceği
alanlarla ilgili, kurulacak ve perde arkasından yönetilecek sistemle alakalı
hedeflerine dolaylı yollardan varmadığı söylenebilir mi? Bu zihniyet
kardeşliğinin var olmadığını, -tolere ettiğimiz ilk aylar bir yana- bunca
tecrübenin ardından kim iddia edebilir ki?
GERÇEK MÜCADELE ZİHNİYETLE OLUR
Evet, Gülen de her canlı gibi öldü.
İnancımıza göre de müstahakkını öte dünyada bulacak. Ondan bu dünyada
sorulamayan hesabı ahirette verecek. Lakin mesele bu düzeneklerin başında,
ortasında, çevresindekiler değil. Asıl olan bu zihniyet dünyasının sosyo-politik
kültürel çerçevede terkedilebilmesidir ki 15 Temmuz’dan bu yana bırakın bu
hedefe yürümeyi, aksine yine kimliksel bazda bu zihniyeti pekiştiren bir
habitat beslendi. Nesillerin geleceği hem çatışma ve konsolidasyon hem de
ekonomi-politik açıdan mahvedildi.
Peki bütün bunları da FETÖ mü yaptı? Tüm
günahlara, cürümlere günah keçisi kılınan FETÖ’nün mü eseri bugünkü bataklık?
Kendisi de nesilleri heder etmiş bir insanın ardından dökülecek beddua sözleri,
bugünkü günahkârların, rantçıların, hak hukuk tanımazların cürümlerini temizler
mi?
Ya muhalefet? Ya Gülen üzerinden
geliştirilen 22 yıllık iktidar eleştirisine ne demeli? Ya bu süreçte
kendilerini temize çeken retorikler? “Kendine demokratlık”tan bir türlü
çıkamamış, eski ezberlerin dışında bir demos/toplum projesi hâlâ ortaya
koyamamış; çözüm deyince aklına Cumhuriyet’in ilk yılları gelen, kişi kültünden
-tıpkı eleştirdiği cenahlar gibi- bile isteye çıkmamış; gücü orada görmeye
devam eden; FETÖ ya da iktidar eleştirisi yapayım derken zımnen dinî ve
toplumsal kültüre tahfif cümleleri kurmaktan çekinmeyen; hepsinden öte hâlâ
“öteki” söz konusu olduğunda bildik anti-demokrat, çoğulculuğu nakzeden ve
gayrı hukuki zihniyet halesini sorgulamaktan ari muhalefete ne demeli?
Oysa bu meselede popülizmi terk ederek
acilen özeleştiri yapmamız gereken alanlar var. Bunlar sorgulanmalı ki dinî ya
da seküler fark etmeksizin siyasi/toplumsal kültürümüzün içine sinmiş, mücadele
ettiğimizi söylerken kendi lehimize aparat kıldığımız kodlardan kurtulabilelim.
Mesela;
Kendimize demokratlık dışında bir
hak-hukuk mücadelesi güdebiliyor muyuz?
Farklı toplumsal kesimlerle empati yapma
sorumluluğunu yerine getiriyor muyuz?
Çoğulculuğu hikmetli bir siyasete
dönüştürebiliyor muyuz?
Farklı toplum kesimleriyle ilgili tarihsel
ezberlerimizi sorgulayıp tashih edebiliyor muyuz?
Evrensel demokrasiyi savunmayı saflık;
rövanşizmi sürdürmeyi rasyonellik (!) olarak gören zihniyet kodlarımızı
sorgulamayı ve kitlelere sorgulatmayı başarabiliyor muyuz? Bu konuda elimizi ne
kadar taşın altına soktuğumuzu hiç düşündük mü?
Mahalle ezberlerimizi sorgulamayı bile
isteye ve korkularımız, konforumuz yüzünden erteliyor muyuz, yoksa gün gelip
galebe çalma (!) adına onlara yaslanmaya devam mı ediyoruz?
Popülizm hastalığının, sadece
“karşıt/öteki” olarak bellediğimiz kesimlerin sorunu mu yoksa aynada aksini
görebileceğimiz bir gerçeklik mi olduğu üzerine hiç düşünüyor muyuz?
Meseleleri 85 milyon adına, hatta bölgesel
bir jeopolitik kültür üzerinden düşünmediğimizde kısırlaştığımız,
çözümsüzleştiğimiz, sürekli dejavular yaşadığımız hakkında kendimizle
yüzleşebiliyor muyuz?
İşte esas FETÖ ve zihniyeti ile mücadele
tüm bu sorgulamalarla beraber gelir! Darbelerle, darbecilikle, bireyin
varlığını ve iradesini yok eden dinî/seküler anlayışlarla esas bu sorgulamalar
olduğunda mücadele edilmiş olur. FETÖ ile mücadeleyi belli bir kimlik ve
toplumsal kesimle mücadele zannedenler de fena halde yanılıyor! O mücadele
kimlikle, sosyolojiyle, ona “benzeyen” diğerleriyle, tarihsel dikotomiler ve
anakronik lojistikler içeren ezberlerle yapılamaz! Hem kadim tecrübe hem de
bugünün postulatları haline gelmiş çağdaş birikimlerle, normlarla, ilkelerle
yapılır. O ilkeler üzre kendimizi, bireyleri, toplumsal yapımızı, siyasi
mekanizmaları ve kurumları dönüştürerek yapılır. Kendimiz için faydalı olan ile
zararlı olanı ayırabilecek bir zihniyete, birikime kavuşmakla yapılır.
Kötülüğü sıradanlaştıran, düşmanlıkları
pekiştiren ve enerjimizi tüketen dejavularla gerçek vatanseverlik ve adil
şahitlik bir arada olmaz! Darbelere karşı çıkarız ama vesayetçi, norm ve ilke
çiğneyen çarpık zihniyet/itikatlardan kurtulamayız. Ve bu kültürel döngü
hayatımızı bir örümcek ağı gibi sarmalar, çıkış için çağrılar yapan, emri bil
maruf nehyi anil münker (iyiliği emredip kötülükten nehyeden) diliyle
konuşanlara karşı da kulaklarımız tıkanır! Buna ise FETÖ benzeri zihniyetler
ile mücadele değil, aksine o örümceğin ağında debelenmek denir.
Son sözlerimiz de şu kenar notları
olsun:
·
İktidarla
ilişkilerini Gülen örgütünün bıraktığı boşluk sonrası artıran yapılar
nimetlerden istifade dışında gerekli özeleştirileri yaptı mı?
·
Siyaset-cemaat
ilişkisi, cemaatlerin bağımsızlığını, özgünlüğünü ortadan kaldıran bir yapı arz
etmekte ve “iyiliği emretme, kötülükten nehyetme” misyonunu da ortadan
kaldırmakta iken, bundan kaynaklı bir sorgulamanın zamanı gelmedi mi?
·
İktidar
mahfillerinin köklü bir özeleştiri yapması mümkün değil, o vakit hiç olmazsa
“normalleşme” ortamını ve yaşanan acıları unutturucu, yaraları sarıcı bir hukuk
siyaseti bir an önce devreye sokulmalı değil midir?
·
İbadet
kesimi de, uğradığı haksızlık ve ödediği bedellerin tek adresi olarak iktidarı
görmeyi bırakmalıdır. Yukarıda bahsettiğimiz normlar ve ilkeler eşliğinde bu
süreçten gerekli dersleri çıkarmalı, kendilerini örümcek ağının içine atan
süreçlerle alakalı sorgulamaları bunca tecrübeden sonra onlar da gereğince
yapmalıdır.
·
Mehdi/lider
özelinde şunu da tarihe kayıt olarak düşelim: Gülen’in en büyük günahı
-benzerlerinde de olduğu gibi- akıl ve iradeye ilişkin ilke ve değerlerin
aleyhine olanı -din kisvesi altında- hikmet dairesinde gösterip tüm toplumu
zehirlemek oldu. Gücün büyüklüğü de bunda çarpan etkisi yaptı. İcraatları ve
hedefleriyle toplumuna, ülkesine ve nihayetinde dinine zarar verenler
listesinde tarihin en üst sıralarında kendine yer buldu.