1 - TEORİK VE TARİHİ ÇERÇEVE
Siyaset, Aristo ve
Platon’un tanımladığı gibi “Pratik ahlak” veya İslam Filozoflarının tanımladığı
gibi “Tedbiru’l-menazil=Evlerin/Ülkenin idaresi” ve “Medinetu’l Fazıla=Erdemli
şehir/ülke” inşa etme faaliyeti olduğu gibi; Kur’an’da geçtiği gibi Firavun,
Karun, Mütref, Tağut tiplerinde kristalleşen güç istenci, tahakküm tutkusu,
çıkar maksimizasyonunu da mündemiçtir. Siyaset, (insanın) doğası gereği,
pratikte bu iki tutumun iç içeliğidir. Kur’an siyaset, iktisat ve hukuku, ahlak
olarak, -Fakihlerin ifade ettiği gibi- “Makasidu’ş-Şeria” şeklinde vazeder:
Canın, malın, özgürlüğün/onurun (Namus), aklın ve dinin korunması. Bir “Devlet”
kurmanın veya Rousseau’nun kavramsallaştırması ile bir “Toplum Sözleşmesi”
yapmanın veya “Yönetim” in meşruiyeti, bunlara dayanır. Siyaset ve Hukuk
yaparken, Kur’an’a göre, bu faaliyeti “Şura” ile yapmak, bürokratik görevleri
(emanet) ehline (uzmanlık/liyakat) vermek ve adaleti gözetmek esastır. Her iki
faaliyet de açık, şeffaf, ahlaki gerekçeli, tartışma-diyalog ile kurallar ve
kurumlar ile kamunun iştiraki, konsensus-icma ve uzmanlık/ehliyet ile yapılır.
Sorunları çözmek, hakikati icra etmek, hakkaniyet duygusu ve düşünce çabası ile
başarılır. Dogma/taklit/kör-inanç, kişi kültü/karizması, istiğnası, tekebbürü
ile değil. Şura’nın, meşruiyet kaynağı olmasının gerekçesi, kamusal ve karmaşık
olan sorunların çözümünde çok aklın sebebiyet verebileceği mefsedet/zarar veya
yanlış olma ihtimalinin, tek aklın verebileceğinden daha az olmasıdır.
Çoğunluğun, gönüllü oydaşması, kabulü, rızası, konsensusu, meşruiyetin
temelidir. Bunun zıddı güç istenci, zorlama-zorbalık, tahakküm tutkusu, şiddet,
baskı, sürüleştirme, zulüm veya kaostur. Hariciler örneğinde olduğu gibi, bu
tür sorunların çözümünde salt samimiyet (hakikat zannı), yeterli değildir.
Müslümanların siyasal tarihinin, genellikle birinci tarzda olmadığını
biliyoruz. Dört Halife (Hulefa-i Raşidin) döneminde bu yönde bir çaba olmasına
rağmen; Saltanat tarihi ile buna pek riayet edilmediği ortadadır. Bu tarih,
daha ziyade sultan-vezir-paşa üçlüsüne, “siyaseten katl”e dayanır: “Ya, devlet
başa; ya, kuzgun leşe”.
Politik faaliyet, kamu
maslahatı gerekçesi ile yapıldığı gibi; aleni olarak güç istenci, tahakküm
tutkusu ve çıkar maksimizasyonu amaçları veya suret-i haktan
görünerek/ikiyüzlüce veya samimi olarak fakat cehalet, kör inanç, taklit,
tekebbür, dogmatik olarak dini anlamda “hakikat”ın kendinde olduğu zannı/vehmi
ve kişi kültü/karizması (Kaid, Lider, İmam, Ayetullah, Sultan, Padişah, Kral,
Kağan, Hakan, Başbuğ, Führer…) ile de yapılabilir. Bu durumda siyaset, büyük
ölçüde hukuku/hakkaniyeti/adaleti katleder. Batı’nın, hukuk alanını siyasetten
ayırmasının, yani “Kuvvetler Ayrılığı” ve “Denge ve Denetleme” sistemlerini
geliştirmesinin arkasında yatan saik budur. “Hukuk Devleti” , “Anayasal
Vatandaşlık”, “İnsan Hakları” kavramları, bunu ifade eder. “Laiklik” ilkesi,
Kilisenin, mutlak hakikat adına işlediği cinayetleri önlemek için geliştirildi.
Başlangıçta İslam
toplumlarında hukuki yasama, müçtehitlerin uhdesinde ve siyasal erkten (Sultan)
bağımsızdı; sivildi. Fakat zamanla Abbasilerden itibaren “Kadılık” kurumu,
siyasal iktidarın kontrolüne girdi. Daha sonraları oluşturulan
“Şeyhu’l-İslamlık” kurumu ise, dini, siyasal iktidarın kontrolüne soktu.
Şiilik, bunu, ta başından itibaren “Masum İmam” doktrini ile yapmıştı.
Siyaset, iktisat ve
Hukuk alanlarında “Hakikat” donmuş, sabit, mutlak ve inanç konusu bir mevzu
değildir. İnsanlığın biriktirdiği ve peygamberlerin devamlı tavsiye ettiği bazı
tümel ahlaki kurallar, hafızada tutularak/hatırlanarak (tezkire) yön tayini
yapılabilir. Bu alanlar, sürekli yeni “olay”ların çıktığı dinamik, akışkan,
değişen bir alandır. Tekil ve yeni sorunları doğru/ahlaki olarak çözebilmek
için, 1- Hasbi ve muhasibi (eleştirel-diyaloğa açık) olmak, atılacak adımın doğurabileceği
sonuçları hesap etmek, tetikte-teyakkuzda olmak, uykusuz olmak; 2- Şura’ya,
kamuya, herkese, icmaya, konsensusa açık olmak. Kesinlik, Kişi kültü, Kör-inanç
bataklığından kurtulmanın başka yolu yoktur. Bu yol, “Mutlak Hakikat”ı garanti
etmez; sadece hakikat adına işlenebilecek kötülükleri, cinayetleri, işkenceleri
ve zulümleri azaltabilir. Fransız filozofu A. Badiou, ahlak (siyaset-hukuk)
alanlarında “Hakikat” adına işlenebilecek kötülüklerden kaçınmanın üç formülünü
şöyle verir: 1- Sahte bir olayın terör saçan takipçisi olmak anlamında “taklit”
etmek yerine; olayın özünü (hakikatini-İG) görmeye “devam et!”. 2- Salt kendi
kişisel çıkarını gözetmek anlamında “ihanet” yerine; “vazgeçme!”. 3-Hakikatin
bütüncül/tüketici gücüne inanmak/totaliterlik yerine; “itidalden vazgeçme!”.
(Alain Bodiou, Etik, çev: Tuncay Birkan. İst. 2016. s. 92).
Kişi kültü ve kapalı
“Cemaat” yapılarının, siyaset ve hukuk alanlarında ahlaki hakikat ile
ilişkisini, Erich Fromm, şöyle tasvir eder: “İster ilkel kabilevi, ister ulusal
(siyasal-parti-İG), isterse dinsel yapıda olsunlar, cemaatlerin çoğu kendi
varlıklarını sürdürmek ve önderlerinin gücünü yüceltmek isterler;
müntesiplerini, cemaat dışında yer alan ve kendileri ile çatışan başkalarına
karşı ayağa kaldırmak için müntesiplerinin doğasında bulunan ahlak duygusunu
sömürürler. Ama bir yandan da müntesiplerinin ahlak duygusunu ve yargılama
yeteneğini boğmak için, kişiyi kendi cemaatinin ahlaksal tutsağı durumuna
getiren ensest türü bağlardan yararlanırlar. Böylece kişiler, ahlak ilkeleri
başkalarınca çiğnendiğinde, şiddetle karşı çıkarken; aynı ilkelerin kendi
müntesiplerince çiğnenmesine ses çıkarmaz hale gelirler.”(Erich Fromm,
Psikanaliz ve Din. Çev: Ş. Alpagut. İst. 1990. s. 82)
2 - İSLAM
DÜNYASINDA DURUM
Yirminci yüz yılın son
çeyreği ve yirmi birinci yüz yılın ilk çeyreğinde ortaya çıkan “İslamcılık”
politik cereyanının, yukarda tanımladığımız bağlamda ahlaki/dini bir saiki
olduğu gibi; pratikte siyasetin içerdiği negatif içerikleri de bünyesinde
barındırdığı gözlemlenmektedir. Bu yapılar, kronik bir şekilde, tarihten gelen
totaliter, mutlak hakikatçı ve kişi kültüne bağlı olma bagajını büyük ölçüde
taşımaktadırlar. 1979’da İran’da bir devrim ile kurulan teokratik
(Ayetullahlar-Mollalar) rejim, daha sonra Afganistan’da gelişen “Taliban”,
Suriye’de oluşan “İŞİD” ve Türkiye’de gelişen “FETÖ”, bunun bazı örnekleridir.
Türkiye’de gelişen “Milli Görüş” hareketi, -Türkiye’nin sek-seküler
deneyiminden dolayı- demokrasi, laiklik ve hukuka nispi bağlılığı ile
diğerlerinden ayrılır. Bu hareket, kişi kültüne (N. Erbakan) bağlılığını
atamasa da; dinsel bir “cemaat” görüntüsü vermesinin yanında, demokratik bir
“parti” olmayı deneyimlemiştir. 2003’ten itibaren evrildiği Ak Parti, ilk on
yılda “Muhafazakâr” bir kimlik ile hukuka ve demokrasiye olan bağlılığını
göstermiştir. Daha sonraları Recep Tayyip Erdoğan’ın karizması ve kişi kültü
geliştikçe, “Parti”, demokratik (şura) inisiyatifini kaybedip, liderin vücut
organlarına dönüşmüştür. 15 -Temmuz darbe girişiminden sonra ve “Cumhurbaşkanlığı”
sistemine geçiş ile birlikte, sayın Erdoğan’ın dinsel (İmam-hatip) kimliğinden
gelen mutlak hakikat motivasyonu ve zannı, onu, demokratik “Şura”dan
uzaklaştırdığı gibi; giderek “Hukuk” un üstünlüğü idesinden de uzaklaştırarak,
politik motivasyon ile kanun hükmünde kararnameler (KHK) ile yani
“Tek-Adam”lığa evrildi. Son olarak Sayın Erdoğan’ın “Bu kardeşinize ve AK
Parti’ye yapılmış her saldırı Türkiye’ye yapılmış bir saldırıdır.” cümlesi bu
gerçeği doğrulamaktadır.
Bugün Türkiye’de
siyasal erkten yani Sayın Erdoğan’dan “bağımsız” bir Hukukun işlemediğine
ilişkin yaygın bir kanaat mevcuttur. Bütün kurumsal yapılar “hukuki”
niteliklerini yitirerek siyasal tasarrufun nüfuzu altına girmiş durumdadır.
“Ateş olmayan yerden duman çıkmaz.” Bu yolun çıkmaz olduğunu ve İslam ile bir
ilişkisi olmadığını yukarda söyledik. Çözüm, siyaset ve hukuk yaparken sadakat
aramak değil; emaneti ehline (layık olana-uzmanına) vermek; Şura’ya, çoğunluğun
kararına, kuruma, kurala, icma’ya, konsensüs’e, tartışmaya, şeffaflığa, denetime
ve hukukun siyasetten bağımsızlığına dönmektir. Zira en genel anlamda -siyaset
yaparken dahi- “Hukuk” yönelimi ve kaygısı, Rahmaniyet’in tecellisidir.
Merî/pozitif hukukun,
hakkaniyeti/adaleti yansıtmadığına inanabiliriz. Gerçeklikte böyle de olabilir.
Bunu “düzeltme”nin yolu, kişi kültü ve onun mutlak hakikat zannı değil; şura,
oydaşma, konsensüs, icma ve referandum yolları kamunun rızasını aramaktır.
Bunun için de, iç-siyaseti, “dost-düşman ayrımı”(C.Schmit) ve
savaş(hile-takiyye) olarak değil; eşit vatandaşlardan oluşan iktidar-muhalefet
ve aleni “yarış” olarak görmek gerekir. FETÖ olayıından bu dersi çıkartmalıyız
artık.