24 Ocak 2020 Cuma

İslam’da Din-Devlet Ayrımı Mümkün mü?

Müslüman-çoğunluklu ülkelerin bir çoğunun otoriterlik, sosyo-ekonomik azgelişmişlik ve entelektüel durağanlık gibi sorunları din ile devlet arasında yeterli bir ayrım olmaması ile bağlantılıdır.

Böyle bir ayrım olmadığından devlet adamlarının din prensiplerine aykırı birçok uygulaması karşısında din adamları sessiz kalmakta ve hatta bunları meşrulaştıran fetvalar üretmektedir. Kişisel uygulamaların ötesinde devlet kavramının kutsanması, devlet adına yapılan hak ihlallerinin örtbas edilmesi ve ileride tekrarlanması sonucunu da doğurmaktadır.

Din adamları da kendilerine göre bu ilişkiden faydalanmaktadırlar. Devlet gücünü yanına alarak alternatif dini düşünceleri sapıklık olarak nitelendirmekte ve tartışılmalarına izin vermemektedirler.

Din ile devlet arasında bir ayrım olmadığında vatandaşlık kavramı açısından da sorunlar ortaya çıkmaktadır. Devlet tarafından desteklenen dini kabul etmeyenler için birinci sınıf vatandaş olma ihtimali azalmaktadır.

Peki bu kadar sorunlu bir olgu olan din-devlet ittifakı neden Müslüman ülkelerin genel bir özelliği gibi görünmektedir?

İslam ve Hristiyanlık

Genel kabul görmüş bir görüşe göre Müslüman ülkelerde din-devlet ayrımı konusundaki sorunlu durum İslam dininin bu konudaki öğretisinden kaynaklanmaktadır.

Batılı bir çok akademisyen bu görüşü savunurken Hristiyanlık ile İslamiyet’i karşılaştırırlar. Örneğin Bernard Lewis ve Samuel Huntington için İslam din-devlet ayrımını temelden reddeden bir dindir ve bu açıdan Hristiyanlığın zıddı olarak görülebilir.

Bu düşünceyi savunan akademisyenler dini metinlere atıf yapmaktadırlar. Hz. İsa’nın Yeni Ahit’teki “Sezar’ın hakkını Sezar’a, Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya ver” sözünü vurgulamakta ve Hz. Muhammed’in “Din ve siyasi otorite ikiz kardeştir. Din temel, siyasi otorite koruyucudur. Temeli olmayan çöker, koruyucusu olmayan mahvolur” dediğini iddia etmektedirler.

İslamiyet’in din-devlet ayrımını tamamen reddettiğini iddia eden bir başka grup ise İslamcılardır. Hasan el-Benna, Seyyid Kutup, Mevdudi ve Humeyni gibi İslamcı ideologlar din-devlet kardeşliği fikrinin de ötesine geçerek, İslam’ın hem din hem de devlet olduğu seklinde ütopik bir ideolojiyi savunmuşlardır.

Bu iki iyi bilinen grubun dışında sıradan Müslümanların nazarında çok daha etkili ve eleştirilemez bir konumda tutulan üçüncü bir grup daha vardır ki bu da belirli alimlerdir. On birinci ve on ikinci asırlarda yaşamış olan Gazali ve Razi gibi alimler hem kendilerinden önceki dönemlerde bulunmayan şekilde din-devlet kardeşliğine vurgu yapmış, hem de kendilerinden sonraki dönemlerde bu düşüncenin dinin bir temel prensibi gibi görülmesine yol açmışlardır.

Dini Zannedilen Tarihi Yorumlar

Hristiyanlıktan farklı olarak İslam’ın din-devlet ayrımını reddettiği ve bu farklılığın iki dinin temel öğretilerinden kaynaklandığı konusundaki görüş yanlıştır. Siyasi konulardaki dini yorumlar kutsal metinlerden daha çok siyasi şartların etkisiyle şekillenmişlerdir.

Hristiyanlığın değişik yorumlarındaki din-devlet ayrımı kavramı Hz. İsa’nın sözlerinin değil, tarihi tecrübelerin bir sonucudur. Ortodoks Kilisesi ve Protestanlığın belirli yorumları din-devlet ayrımını bugün bile kabul etmezler. Katolik Kilisesi ve Protestanlığın diğer yorumlarının bu ayrımı kabullenmesi ise yüzyıllar süren kilise-devlet çatışmasının ve her iki kurumun da diğerini egemenliği altına alamamasının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.

Din-devlet ilişkileri konusunda farklı İslam yorumları da siyasi olaylar çerçevesinde şekillenmiştir. İlk dört halife döneminin ardından, dini liderler ile siyasi liderler arasında ciddi bir ayrılık yaşanmıştır. On binlerce Müslümanın birbirini öldürdüğü Cemel ve Sıffin savaşlarının sonrasında Emevi Hanedanı, Peygamber’in torunlarının katli ve akrabalarına baskı yapılmasına dayalı bir otorite inşa etmiştir. Ardından gelen Abbasiler de otoriterlik konusunda geri kalmamışlardır. Bu nedenle sadece Şiiler değil, bir çok Sünni için de, Emevi ve hatta Abbasi krallarının, kendilerine halife adını verseler de, dini bir meşruiyetleri esasen yoktur, yahut son derece zayıftır.

On birinci asrın ortalarına kadar süren bu dönemde Ebu Hanife, Malik, Şafii ve İbn Hanbel gibi önde gelen din alimleri devletten maaş almayı sorunlu görmüş ve devlet idarecileri ile araya mesafe koymanın gerekliliğine vurgu yapmışlardır. Devlet baskısına rağmen de bu tavırlarından vazgeçmemişlerdir. Sekizinci asır ile on birinci asrın ortası arasında yaşamış olan 3,900 İslam alimini inceleyen  akademik bir makale bu alimlerin yalnızca yüzde 9’unun devlet memuru olarak maaş aldığını kalan yüzde 91’inin ise –başta ticaret olmak üzere– özel sektörden gelir elde ettiğini ortaya koymuştur.

Kısacası Mars’tan birisi 800 ile 1050 yılları arasında dünyaya gelse, Hristiyanlığı din-devlet birlikteliğini savunan bir din, İslam’ı ise din-devlet ayrımını savunan bir din olarak gözlemlerdi.

Her iki dinin devletle ilişkilere dair teori ve pratiklerinde sonraki yüzyıllarda değişimler yaşanmış ve sonuçta bugünkü yerleşik görüşe zemin hazırlayan bir tablo ortaya çıkmıştır.

Batı Avrupa’da papalar ve kralların birbirleri üzerine egemenlik kurma çabalarının başarısızlıkla sonuçlanması din-devlet ayrımı fikrini güçlendirmiştir.

İslam dünyasında ise on birinci asır ortasından itibaren devletin ikta sistemi ve diğer merkeziyetçi politikalarla tüccar sınıfını marjinalleştirmesi ve Nizamiye adıyla kendi kontrolünde medreseler inşa etmesiyle, ulema devlet memurluğunu daha çok kabullenir hale gelmiştir. Bu konuyu aşağıda daha detaylı ele alacağız.

Bu değişime rağmen İslam alimleri arasında devlet idarecileriyle ilişkilerde mesafeli olunması gerektiğine dair fikirler tamamen yok olmamıştır. On birinci asırdaki değişimin öncülerinden olan Gazali’de bile bu fikirlerin etkileri görülmektedir. Gazali, bir yandan, hem erken dönem hem de İhya-u Ulumi’d-Din gibi geç dönem eserlerinde din-devlet kardeşliğini savunmuş, ama öte yandan da, devlet yöneticileri ile yakın ilişkiye girmiş olduğundan dolayı pişmanlığını dile getirmiştir.

Hadis Denilen Sasani Özdeyişi

On birinci asrın ardından din-devlet ittifakının pratikte güçlenmesiyle beraber bu ittifakın teorik altyapısının da sağlamlaştırılması gerekti. Bu konuda dönemin uleması ve hatta bazı Sufi şeyhleri yazdıkları eserlerle katkılar yaptılar.

Peygamber ve ilk dört halife döneminde kurumsallaşmış bir devlet kavramı yoktu. İslam tarihinde taç, taht, muhafız gibi devlet ögelerini ilk kullanan Emevi devletinin kurucusu Muaviye’dir. Bu nedenle on birinci yüzyıl sonrasında din-devlet ittifakını savunanlar, Sasani tarihinden esinlenmiş ve Sasanilerin bu konudaki vecizlerine atıflar yapmışlardır.

Bu vecizelere meşhur bir örnek “Din ve siyasi otorite ikiz kardeştir” sözüdür. Yukarda değindiğim gibi bu sözü hem on birinci asır sonrası bazı ulema, hem de günümüzde Batılı akademisyenlerin bir kısmı hadis olarak nakletmektedirler. Aslında bu söz Peygamber’e değil, Sasani devletinin kurucu kralı Erdeşir’e (224–242) aittir. Farsçadan Arap’çaya Müslümanlar tarafından defalarca çevrilmiş olan meşhur “Vasiyetname”sinde Erdeşir, oğlu ve takipçilerine şöyle seslenir: “Din ve siyasi otorite ikiz kardeştir. Din temel, siyasi otorite koruyucudur. Temeli olmayan çöker, koruyucusu olmayan mahvolur.”

On birinci yüzyılın İslam-devlet ilişkilerinde bir dönüm noktası olduğu anlaşılmaktadır. Peki, bu yüzyılda ne olmuştur ve bu sonraki yüzyılları nasıl etkilemiştir?

Ulema-Devlet İttifakı

İslam, Otoriterlik ve Geri Kalmışlık: Küresel ve Tarihsel Bir Karşılaştırma adlı yeni kitabımda detaylarıyla açıkladığım gibi on birinci yüzyılda Müslüman dünyası iktisadi, siyasi ve dini bir değişim yaşadı. Yaşanan ekonomik krizin sonucunda devlet yöneticileri üst düzey memurların maaşlarını nakit ile ödemek yerine onlara ikta olarak adlandırılan bir sistem ile toprakları veya gelirlerini dağıtmaya başladılar. Bu sistem özel mülkiyet ve özel sektörün zayıflaması ile ekonomide devletçi bir modele geçişin temelini oluşturdu. Dahası devlet yapısı da Gazneliler ve Selçuklular ile birlikte askeri bir nitelik kazanmaya başladı.

Yine on birinci asırda tüm askeri güçlerini kaybetmiş olan Abbasi halifeleri içinde bulundukları sembolik durumdan rahatsızdılar. Bu durumu değiştirmek isteyen Halife Kadir ve sonra yerine geçen oğlu Halife Kaim, Şii devletlerini mağlup etmek için Sünnilere çağrılarda bulundular. Bu halifeler Şiiler, Mutezile (rasyonalist kelamcılar) ve filozofların önemli bir kesimini kafir ilan eden deklarasyonlar yayınladılar. Bu çağrılara Gazneliler ve sonrasında Selçuklular olumlu cevap verdiler.

Selçuklu İmparatorluğu idaresinde (1040-1194) Abbasi halifeleri ile Selçuklu sultanlarının ittifakları bu Sünni Ortodoks anlayış üzerine bina edildi. Selçuklu veziri Nizam ül-Mülk tarafından temelleri atılan ve bu yüzden Nizamiye adı verilen medreseler ile ulemanın devlet kontrolünde yetişmesi sağlandı. Tüccar sınıfının da zayıflaması sonucunda ulema için devletten maaş almak normal hale geldi.

Selçuklular Orta Asya, İran ve Irak’ta ulema-devlet ittifakını yerleştirdiler. Ardından gelen Moğol ve Haçlı işgalleri halkın askeri yöneticilere daha da çok kredi vermesini sağladı. Bu yöneticilerden olan Selahaddin ulema-devlet ittifakı modelini Suriye, Filistin ve Mısır’a yaydı. Sonrasında Osmanlılar tarafında bu model Anadolu ve Balkanlar’a taşınırken, Safeviler tarafından da Şii bir versiyonu İran’da tesis edildi.

Dışlayıcı Laiklik Tecrübesi

On dokuzuncu asrın sonlarında ve yirminci asır boyunca modernist düşünür ve siyasetçiler ulemayı ve medreseleri gelişmeye engel olarak nitelediler. Müslüman-çoğunluklu birçok ülkede laik devletler kuruldu.

Peki bu modernist projeler ve laik devletler din-devlet ayrımını gerçekten tesis edebildiler mi?

Büyük oranda edemediler. Zira bu devletlerin hemen hepsi ideolojik olarak dışlayıcı laikliği seçtiler ve başörtüsü yasağı gibi uygulamalar ile dinin kamusal alandaki etkisini marjinalize etmeye çalıştılar. Bu devletçi tutum gerçek bir din-devlet ayrımını sağlamak yerine, dini devletin kontrolünde tutmayı hedefledi.

Dahası, paradoksal olarak, dışlayıcı laik devletlerin çoğu –hem dini kontrol altında tutma hedefiyle hem de laikçi yasakların toplumda oluşturduğu tepkiyi dengeleme amacıyla– ulema ile yakın ilişkiler geliştirdiler. Bu çabaların bir örneğini Türkiye’de Kemalist rejimin Diyanet İşleri Başkanlığı ile ilişkileri, diğer örneği ise Mısır’daki askeri rejimin El Ezher uleması ve müftülük gibi kurumlarla ilişkileridir.

Bu sorunlu ideoloji ve politikalardan dolayı Müslüman dünyadaki laik devletler bile sözde değil özde bir din-devlet ayrımını hayata geçirmediler. Üstelik onların baskıcı laik uygulamalarından dolayı dindar kitleler nezdinde laiklik ve din-devlet ayrımı kavramları daha da kredi kaybetti.

Son otuz yılda birçok ülkede dışlayıcı laikliğe bir tepki olarak sosyo-politik ve hukuki İslamileşme akımı yaşandı ve zaten kırılgan olan din-devlet ayrımı hem teoride hem de pratikte iyice zayıfladı.

Sonuç

İslam temel prensipleri itibariyle din-devlet ayrımına karşı bir din değildir. Hristiyanlık gibi İslam da din-devlet ilişkileri konusunda yorum çeşitliliğine ve karmaşık bir tarihe sahiptir. Sekizinci asırdan on birinci asrın ortasına kadar Müslüman dünyada dini liderler ile devlet yöneticileri arasında belirli bir ayrım yaşanmıştır. Sonrasında kurulan ulema-devlet ittifakı İslam dininin prensiplerini değil, on birinci asır ve sonrasının siyasi ve sosyo-ekonomik şartlarının etkilerini yansıtmaktadır.

Genelde tüm dinlerin, özelde ise İslamiyet’in devletle ilişkileri konusu dini metinlere dayalı ve onları okuyarak anlaşılabilecek bir olgu değildir. Bu konuda dini pratikler ve hatta dini yorumlar siyasi ve sosyo-ekonomik şartlara dayalı olarak değişim geçirmektedirler.

Günümüzde Müslüman-çoğunluklu ülkeler otoriterlik, sosyo-ekonomik azgelişmişlik ve bilimsel durağanlık gibi problemlerle karşı karşıyadır. Sadece din ile devletin değil, hayatın tüm alanlarının –birbirlerinin otonomisini kabul etme anlamında– bir ayrışma yaşaması bu sorunların çözümüne önemli bir katkıda bulunacaktır. Bilim, eğitim, sanat, spor, ekonomi gibi tüm alanlar hem birbirlerinden hem dinden hem de devletten ayrışmalı, kendi kriterleri ile değerlendirilecek bir otonomi kazanmalıdırlar.

26 Ekim 2019, Ahmet Kuru

Hukukun Değerini Acılarla Öğrenmek

İslami STK’lar ilk defa muhafazakar iktidarın bir tasarrufuna karşı çıktılar! Bilim Sanat Vakfı BİSAV’a geçici kayyım atanması yoluyla el konulmasını sert dille eleştirdiler. İslami camiada çeşitli vakıflar bu olayda ‘yan kuruluş’ gibi değil, siyasi otoriteden bağımsız “sivil toplum kuruluşu” gibi davrandılar.
“Otorite ve itaat” kültürünü sürdürmek yerine “hukuk ve demokrasi” kavramına sahip çıktılar. Önemi açık değil mi?
Camiayı iyi tanıyanların söylediğine göre, cemaat ve tarikat vakıfları “itaat”e devam etmişlerdir.
İtiraz edenler eğitimli ve şehirli bireylerin kurduğu gerçek STK’lardır.
Eğitim ve şehirleşmenin “bağımsız birey” kültürünü geliştirmesinin çok çarpıcı örneklerinden biridir bu.

DEĞİŞEN SOSYOLOJİ
Eğitimin ve şehir hayatının siyasi kültürde “bağımsız birey”i, dolayısıyla eleştirel davranışı güçlendirmesi geri çevrilemez bir dinamiktir.
BİSAV’a el konulmasını kuvvetli ifadelerle eleştiren İLKE vakfı, akademik çalışmalar yapıyor. Prof. Nihat Erdoğmuş’un yönetiminde Lütfi Sunar’ın 2017’de yaptıkları “Türkiye’de İslami STK’ların Kurumsal Yapı ve Faaliyetlerinin Değişimi” konulu bilimsel araştırma son derece önemlidir. Çok özetle, İslami STK’ların iktidar desteğiyle güçlendiği fakat özgünlüklerinin azaldığı belirtiliyor:
“Kamu kuruluşları ile girişilen bu tür ilişkiler kuruluşların özerkliklerine zarar vermekte ve gittikçe stk’ları siyasallaştırmaktadır.” (Sf. 81)
Hatta iktidarla bu iç içe ilişki, “İslami STK’ların seçim dönemlerinde gittikçe siyasi bir mobilizasyon unsuruna dönüşmesi riskini” getirmektedir!
Nitekim CB hükümet sistemi kampanyasına İslami STK’ların pek çoğu aktif olarak katılmıştır.
Böyle bir sosyolojide, iktidarın Şehir Üniversitesi ve BİRAV operasyonlarına aynı mahalleden itirazlar gelmesi elbette son derece önemlidir.
Bunların “cemaat” türünde değil, “eğitimli, şehirli, girişimci” nitelikte gerçek STK’lar olması daha da önemlidir…

BÜTÜN AKIMLAR
Numan Kurtulmuş “şehirli milliyetçi oyları kaybettik” demişti; doğrudur. Bu dinamik Meral Akşener gibi eğitimli, şehirli bir kadın liderin öncülüğünde İYİ Parti’yi ortaya çıkardı.
Kurtulmuş’un sözü doğrudur ama eksiktir: Ak Parti sadece şehirli milliyetçi değil, şehirli muhafazakar kesimleri de kaybediyor. “Herkes haddini bilecek” tavrı, şehir sosyolojisine terstir.
Eğitim, şehirleşme ve piyasa faktörleri Türkiye’yi kuvvetler ayrılığına dayalı özgürlükçü demokrasi ve hukuk devleti olmaya zorluyor.
Artık Atatürkçüler bile Atatürk’ün kuvvetler birliği ilkesini savunmuyor. 28 Şubat’ta “İrticaya karşı topyekün savaş” diye yazılar yazmışlardı. (Cumhuriyet 11 Haziran 1997)
Bugün Kemal Kılıçdaroğlu liderliğinde CHP doğru açılımlar yapıyor, başörtüsü düşmanlığının büyük hata olduğunu açık yüreklilikle söylüyor.
Bu arada CHP’yi farklı kesimlere açma tavrının da şehir kültürünün çoğulculuğuna uygun olduğunu belirtmek gerekir.
Ahmet Davutoğlu ve Ali Babacan’ın önceliklerine baktığınızda şehirli ve özgürlükçü vurgular ön plandadır.
Hukuku ihmal ederek kalkınma olmayacağını Türkiye’de artık çok daha geniş kesimler görüyor.

MUHAFAZAKARLAR VE HUKUK
Türkiye’de bütün ana akımlarda hukuk fikri zayıftır. Hemen hepimiz “biz gelirsek düzeltiriz” hurafesine kapılmış olarak siyaset yaptık.
Muhafazakarlar iktidara gelince sanki “Hz. Ömer adaleti” gelecekti!
Artık muhafazkarlar da görüyorlar ki adalet için, hukuk için, liyakat ve şeffaflık için “biz” asla yeterli değildir. Hatta tam tersine “biz”, sıkılmış yumruk gibi baskı ve kayırma faktörü olabiliyor.
İşte üniversiteye ve BİSAV’a el konulmasının temelinde, 31 Ekim 2016’da çıkarılan  678 Sayılı OHAL Kararnamesi vardır! Anayasa Mahkemesi’nin bile denetleyemediği OHAL KHK’ları!
Suçsuz onbinleri mağdur eden KHK’lar…
FETÖ ile mücadele için! Elbette…
Ama bunu Meclis’te kanunlaştırırken vakıf ve üniversitelere el koymak için terör şartı konulamaz mıydı? Şehir Üniversitesi ile BİSAV’ın terörle ne alakası var?!
Tek suçu, kurucular asında Ahmet Davutoğlu’nun bulunmasıdır! Davutoğlu “itaat” etseydi bu elkoymalar olmayacaktı!
Kişilere göre hukuk mu olur?
Hukuk devletinde mahkeme kararı olmadan kayyım atanmamalıdır.
“Devrim” ve “dava” büyülerinden kurtulup, modern kuvvetler ayrılığına dayalı demokratik hukuk devletinden başka yol olmadığı acılarla ve yavaş da olsa idrak ediliyor artık.

Taha Akyol

22 Ocak 2020 Çarşamba

Riba ve Faiz Üzerine...

Kıymetli hocam,               
Son günlerde Diyanetin Toki evleriyle ilgili kamu bankalarından alınan kredinin faiz olmayacağıyla ilgili fetvası üzerinden yapılan tartışmalarla bağlamında  riba- faiz ayrımının özellikle altını çiziyorum.
Rahmetli Erol Güngör hoca İslamın bugünkü meseleleri adlı eserinde faiz - riba ayrımına Fazlurrahmana atıfla bahsetmişti. Ve bu meselenin ehlince tartışılması konusunu gündeme getirmişti. Rahmetli Hüseyin Tekin Gökmenoğlu hoca da bu meseleyi çalışmıştı.  Taha beyin "Türkiyenin Hukuk Serüveni" adlı kitapta  Osmanlı'da finansman ve faiz, para vakıfları ve faiz, Osmanlıdan günümüze banka ve faiz başlıklı bölümlerde konuyla ilgili güzel bir analiz yapılmış.
Bu hususta Diyanetin fetvasını ve sonrada özellikle  İbrahim Maraş hocamın konuyla igili paylaşımlarını, Mustafa Çağrıcı ve Mustafa Öztürk hocalarımızın yazılarını fayda mülahazasıyla dikkat ve ilginize sunuyorum. Bilvesile selamlar.

Din işleri yüksek kurulunun bir soru üzerine görüşü :

"İslam'da faiz, kesin olarak haram kılınmıştır. Bir zaruret bulunmadıkça faiz almak da vermek de caiz değildir. İş kurmak veya genişletmek; ev, araba satın almak üzere kişi, kuruluş veya bankalardan alınan faizli krediler de bu kapsamdadır ve caiz değildir. TOKİ aracılığıyla devreye alınan son uygulama ise devletin, alt veya orta gelirli vatandaşlarına yönelik olarak ürettiği bir sosyal konut projesidir. Bu projede, peşinat haricindeki tutar, kamu bankaları vasıtasıyla kredilendirilmekte olup devletin söz konusu borçlandırmadaki amacı, faiz geliri elde etmek değil, aksine ödeme güçlüğü içindeki vatandaşlarının ev sahibi olmalarına yardımcı olmaktır. Bu itibarla, devlet TOKİ’nin bu uygulamasında başka bir yolla konut alma imkânı tanımadığından, belirtilen niyet ve amaçlar doğrultusunda söz konusu projeden yararlanmak caizdir."

BUNA GÖRE SORUYORUZ
1. Hem zaruretler bazı şeyleri ortadan kaldırır diyeceksiniz. Hem de bunu sadece TOKİ'lere hasredeceksiniz. Yani her alanda yapılan kayırmayı bu kez fetvalara sokacaksınız.
2. Havaic-i Asliyesini karşılamak isteyen bir devlet memuru TOKİ dışında ev veya araba almak veyahut da düğün yapmak için kredi alsa durumu ne olacak? Buna da caiz değil mi diyeceksiniz?
3. Hâlâ faiz ve ribanın enflasyonun olduğu ortamdaki durumunun açıklamasını yapmadan bu karara nasıl varıyorsunuz?
4. Yakın zamanda aldığınız kararla mensuplarınızın maaşlarını sözde faizsiz finans kuruluşlarından vereceğinizi söylediniz. Maaş paraları da devletin faiz elde etmek için başvurduğu bir eylem değildir. O zaman bu kararı neden aldınız?

DİYANET'İN FAİZ AÇIKLAMASINA DERKENAR

Diyanet'in faiz fetvasına itirazımızı bazıları yanlış anlamış. Prof. Dr. Mete Gündoğan'ın Twitterdaki karşı çıkışı ile bizimkinin hiçbir bağlantısı yoktur. Sayın Gündoğan, iktisat ilminden ve dini ilimlerden anladığını iddia etse de iktisadın ve hayatın gerçeklerini gözetmeden ve faiz-riba ayrımını yapmadan fetvanın kendisine itiraz ediyor ve faiz konusunda zaruretlerin geçerli olmadığını söylüyor. Apaçık ayetin hadis ile tahsisinden kaynaklandığı meselesine hiç girmiyor. Ezbere konuşuyor. Klasik görüşü tekrar ediyor. Zaten bizi bitiren bu değil midir? Bu doğru değildir.
Bizim itirazımız şunlar: Böyle bir fetva verilmeden önce;
1. Faiz-riba ayrımının yapılması gerekirdi.
2. Enflasyon farkının haram olmadığı anlatılmalıydı.
3. Haram olan hususun zarara uğrama veya uğratma ile sınırlı olduğu, apaçık bir ayetin hadis ile sınırlandırılmasından vazgeçilmesi gerektiği söylenmeliydi.
4. İslam'ı hiç bilmeyen, ama ekonomiyi çok iyi bilen birine bu faiz-riba meselesi sorulmalıydı.
5. Sadece TOKİ ve ev ile sınırlamanın mantıksız olduğunun, en azından aslî ihtiyaçlar demek gerektiğinin farkına varılmalıydı.

İbrahim Maraş (Facebook paylaşımı)

FAİZ VE RİBA MESELESİ
Diyanet'in fetvası sonucu görülmüştür ki, Türkiye'deki ve tabii ki İslam dünyasındaki zihinler, tamamen karışıktır. Bu olay, ne kadar büyük bir zihinsel yenilenmeye ihtiyaç duyduğumuzu ve yeni bir tedvin dönemine girmemiz gerekliliğini ispat ediyor. İşte ortaya çıkan tablo ve gruplar:
1. Diyanet'in fetvasını savunan ve olayı zarurete bağlayanlar. Aslında bu grup yine TOKİ olayına tefecilik anlamındaki riba diye yaklaşıyor ve zarurete binaen caiz diyor.
2. Diyanet'in fetvasını savunan ve bunun faiz veya riba değil, yani kredilendirme değil vadeli satış olduğunu iddia edenler. Aynı zamanda sözde faizsiz finans kuruluşlarını da savunan bu kişiler, aslında TOKİ'nin sayfasındaki kredilendirme kelimesini bile görmek istemeyen, vadeli satışın ne olduğunu bilmeyen veya devreye bir banka girdiğinde olayın ne olduğunu düşünmeyen, böylece çelişkiye düşen kimselerdir. Selefi tabiatlı bu kişiler eski fıkıh kitaplarının her şeyi çözdüğünü ve bugünkülerin onlardan istinbat etmesi gerektiğini iddia ediyorlar. Hatta bazıları, açıkça yalan söyleyerek tarihte faiz-riba ayrımının ve enflasyon farkının gündeme getirilmediğini ifade ediyorlar.
3. Diyanet'in fetvasını savunmakla birlikte bunun ifadelendirilmesinin yanlış ve eksik olduğunu savunanlar. Bunlar, olayın sadece zaruret olmadığını aynı zamanda mevcut banka faizlerinin tefecilik anlamındaki ribadan farklı olduğunu, katılım bankası ile diğer bankaların işleyiş sisteminin aynı olduğunu, enflasyonun olduğu ve paranın değer kaybettiği yerde faiz ve riba ayrımının gerekliliğini savunuyorlar.
4. Diyanet'in fetvasına tamamen karşı çıkanlar ve bunun açıkça faiz olduğunu savunanlar.
5. Diyanet'in fetvasına tamamen karşı çıkanlar ve olayın "zaruretler haramları mübah kılabilir" şeklindeki kabulünü de reddedenler. Yine selefi eğilimli bu kişiler; genelde bu konuda naslar açıktır diyerek yuvarlak konuşuyorlar ve bir kişi ancak sokakta yaşıyorsa eve ihtiyacı vardır, yoksa kirasını versin otursun diye ahmakça yorumluyorlar. Yine aynı kişiler, sözde faizsiz finans kuruluşlarının, bu evleri, TOKİ ile ortaklık şeklinde mudarabe akdi üzerinden, doğrudan vatandaşa satabileceğini savunan ve halkı gerçek tefecilere yönelten kişilerdir.
6. Diyanet'in fetvasına tamamen karşı çıkan ve olayı "kira geliri de faizdir, ribadır" diye yorumlayacak kadar ahmak insanlardır. Bunlar daha çok komünist çizgide ve sermaye düşmanı, mülkiyet düşmanı kimselerdir.

Faiz ve fetva/Mustafa Çağrıcı
                     
Önceki bir yazımda da belirtmiştim; Müslüman toplumlar kendi dinî ve kültürel değerlerinden, medeniyet birikimlerinden çağdaş bir iktisat felsefesi geliştirmediler. Bugünlerde bunun tipik sonuçlarından birini ülkemizdeki “faiz” tartışmalarında görüyoruz. Gördüğümüz bir başka şey de bu tartışmaların bilimsel bilgiden uzak şekilde, yanlış yerlerde, yanlış kişilerce yapılmasıdır.

Elbette “Şu faizdir, şu değildir; şöylesi haramdır, böylesi değildir” gibi bir iddiada bulunacak değilim. Ortalıkta uçuşan fetvaların çoğunun da cahil cesareti olduğunu, esasen modern ekonomilerdeki anlamı ve uygulamasıyla faiz meselesinde doğru ve kuşatıcı bilgi ve hükümler ortaya koyabilecek bir tek din âlimimizin bile bulunmadığını, bulunamayacağını düşünüyorum. Çünkü -yüzlerce yıldır arpa boyu yol alamamış olduğumuzdan da anlaşılacağı üzere- mahiyeti gereği bu meselenin çözümünün ulema fetvalarında değil, ekonomi ve finans tarihi, felsefesi, pratiği gibi birçok konuda birçok uzmanın yapacakları bilimsel çalışmalarda aranması gerektiğini düşünüyorum. Dolayısıyla devletin ve toplumun, faiz tartışmalarında din adına ahkâm kesen kişileri de onların iddialarını da ciddiye almamaları gerektiğine inanıyorum.

Riba/faiz meselesinde din âlimlerine düşen esas görev ise, konunun teknik yanlarını ekonomi ve para uzmanlarına bırakıp, ilgili ayet ve hadisin dikkat çektiği asıl ilkeye yoğunlaşmak, yani sistemin zulüm ve mağduriyetler doğuracak şekilde uygulanmasına karşı mücadele etmek; toplumda, uzmanlarda ve uygulayıcılarda böyle bir ahlâkî bilinç ve sorumluluğun oluşması için çalışmaktır.

* * *

Kanaatimce günümüz ulemasının, riba/faiz konusu dahil, birçok meselede eskilerden devraldıkları bir yanlış da şurada: Onlar, Kur’an ve hadislerin kendi tarihî şartları içinde anlaşılıp, ilkesel amaçlar ve yararlar (makâsıd-mesâlih) çerçevesinde yorumlanması gereken pratik hayata dair beyanlarını, zahirî-lafzî anlamlarıyla evrenselleştiriyorlar; buna karşılık evrensel ilkeler koyan beyanlarını ise (daha çok da nesh iddiasıyla) tarihselleştirip hükümsüz sayıyorlar. Esasen Kur’ân-ı Kerîm’den ve Peygamber efendimizin hadislerinden, her devirde Müslümanların ve insanlığın hayatını zulme ve harama bulaşmadan da rahatlatacak, her alanda insan ilişkilerini manevi ve ahlâkî bakımdan değerli, huzurlu ve mutlu kılacak yüzlerce ilke çıkarabiliriz. Ama yine bu iki temel kaynaktan, gözettiği amaçlar çerçevesinde kavranıp istifade edilmesi gerektiği halde, ulemanın fiilen tarihî-sosyal bağlamı görmeyerek her dönemi bağlayan sabit anlamlar yükleyip, adeta hayatı kilitledikleri yüzlerce ifade de bulabiliriz. Riba/faiz buna iyi bir örnektir.

* * *

Müslüman ulema riba kavramını, dönemin, “zengin-fakir arasındaki servet ve merhametsizlik uçurumu, sömürü ve tefecilik” kavramlarıyla özetleyebileceğimiz sosyal ve ekonomik olgularıyla birlikte okuyup, neyin neden yasaklandığını anlamaları gerekirken, kavramın o zaman ve o toplumdaki zahirî-lafzî anlamını tarihin bütün dönemlerindeki finans işlemlerine genelleştirdiler. Bugün de riba, kestirmeden “faiz” diye çevrilmektedir. Öte yandan bu çeviriyle, aynı konuya dair ayet ve hadiste (Veda Hutbesinde) geçen “… Ne zulmedersiniz ne de zulme uğrarsınız” şeklindeki ifade fiilen geçersiz kılınmaktadır. Çünkü uygulamayı belirleyen şey, adalet ve hakkaniyet kaygısı değil, -şartlar ne olursa olsun, lafızdan çıkan formel kural oluyor. Nitekim ulemanın, şimdiki faiz kavramıyla Kur’an’daki “riba”nın nerede birleştiğini, nerede ayrıştığını bilmeden “riba”yı mutlak “faiz” anlamında tanımlaması, Müslüman toplumlar için -ayet ve hadiste gösterilen hedefin aksine- bir zulüm mekanizması üretmiştir.

Allah’ın yerden fışkırttığı petrol ve sair kaynakların bile Müslüman halklar için iş alanlarına, üretime, sonuçta -Kur’an’ın tabiriyle- “infak” (geçim sağlama) ve refaha dönüştürülmesi yerine, Batı bankalarına akıtılıp Batılı ekonomileri finanse etmesindeki en önemli sebeplerinden birinin, ulemanın ısrarla sürdürdüğü bu riba/faiz anlayışı olduğu söylenebilir.

Diyanet, TOKİ, faiz/Mustafa Öztürk

Din İşleri Yüksek Kurulu, “TOKİ tarafından uygulanan Sosyal Konut Projesinin dinî hükmü nedir?” şeklindeki bir soru üzerine şöyle bir fetva yayınladı: “İslam’da faiz kesin olarak haram kılınmıştır. Bir zaruret bulunmadıkça faiz almak da vermek de caiz değildir. İş kurmak veya genişletmek; ev, araba satın almak üzere kişi, kuruluş veya bankalardan alınan faizli krediler de bu kapsamdadır ve caiz değildir. TOKİ aracılığıyla devreye alınan son uygulama ise devletin, alt veya orta gelirli vatandaşlarına yönelik olarak ürettiği bir sosyal konut projesidir. Bu projede, peşinat haricindeki tutar, kamu bankaları vasıtasıyla kredilendirilmekte olup devletin söz konusu borçlandırmadaki amacı, faiz geliri elde etmek değil, aksine ödeme güçlüğü içindeki vatandaşlarının ev sahibi olmalarına yardımcı olmaktır. Bu itibarla, devlet TOKİ’nin bu uygulamasında başka bir yolla konut alma imkânı tanımadığından, belirtilen niyet ve amaçlar doğrultusunda söz konusu projeden yararlanmak caizdir.”

Bu fetva kamuoyunda “Diyanet faizli işlemlere cevaz verdi” şeklinde yorumlanınca Diyanet İşleri Başkanlığı şu açıklamayı yaptı: “Kurulumuz, halkımızla paylaştığı görüşünde, öncelikle faizin kesin olarak haram kılındığını, konut veya araç satın almak için faizli kredi kullanmanın caiz olmadığını çok açık ve kesin bir dille belirtmiştir. Bahse konu projenin, kira ödediği takdirde asgari geçimini zorlukla sağlayan ve ev sahibi olabilmek için faizsiz ödünç borç bulamayan alt veya orta gelirli vatandaşlara yönelik üretilen bir sosyal proje olduğu kanaatine ulaşmış ve bu projeden yararlanarak ev sahibi olmanın, dinen haram kılınan faizli işlem kapsamında değerlendirilmeyeceği sonucuna varmıştır.”

Din İşleri Yüksek Kurulu’nun TOKİ projesi kapsamında alt gelir grubundaki vatandaşların ev sahibi olmak için kamu bankalarından kredi kullanmalarını Kur’an’da yasaklanan riba ve ribalı işlem kapsamında değerlendirmemesi bize göre isabetlidir. Zira Kur’an’da yasaklanan riba (cahiliye ribası) ile bugünkü bankacılık sisteminde binbir türüyle cari olan “faiz”i özellikle meşhur “altı mal hadisi”nden hareketle gelişigüzel biçimde aynileştirmek pek mümkün değildir. Hele de “Buğdayla buğday, misli misline vesaire” diye başlayıp ardından son derece iğreti benzerlikler kurarak bugünkü mevduat veya kredi faizini “riba”ya eşitlemek, tabir caizse şaka gibidir. Çünkü 1400 küsur yıl öncesinin Medine pazarındaki piyasa, para, ticaret, iktisat ilişkilerinin o günden bugüne çok köklü paradigmatik evrimler geçirdiği izahtan varestedir. Bu mesele bir tarafa, Kur’an’da yasaklanan riba bugün “yeraltı tefeciliği” denen sistemdeki uygulamaya benzer şekilde cari olan mürekkep faizdir ki buna “temerrüt/gecikme faizi” de denilebilir. Öte yandan, riba, Kur’an’ın nazil olduğu dönemdeki ekonomik şartlar mucibince tefeci zenginlerin yoksul ve/veya ihtiyaç sahibi insanlara verdiği borçlarda cereyan eden bir şeydir. Oysa modern bankacılık sisteminde çoğu kez zenginler kredi kullanan, küçük tasarruf sahipleri ise bankadaki mevduatlarıyla zenginleri fonlayan kimseler mesabesindedir. Öte yandan, riba, düpedüz bir sömürü aracı olarak mevcut borcu geri ödenmesi zor bir borçtan imkânsız bir borca dönüştürerek uzun vadede borçluyu alacaklısının müesses manada köleleştirmesi gibi vahim bir sonuç doğurur. Modern bankacılık sisteminde ise hukuki süreçlerle borcun tahsiline çalışılır.

Bütün bunlar bir tarafa, Kur’an’ın nazil olduğu dönemden itibaren başta İbn Abbâs olmak üzere Zübey b. Avvâm, Talha b. Ubeydillah ve Abdullah b. Zübeyr gibi birçok sahâbînin riba konusunda alan ve kapsamı son derece dar tuttukları ve ilk akitte belirlenen fazlalığı haram saymadıkları malumdur. Hatta Zübeyr b. Avvâm’ın bugünkü bankacılık sistemindeki uygulama gibi iktisadi alanda işletmek üzere insanlardan mevduat toplayıp bir nevi faiz dağıttığı bilgisi de İslâmî kaynaklarda kayıtlıdır. Öte yandan, modern dönemde Abdülaziz Çâvîş, Reşid Rıza, Devâlibî, Senhûrî, Mansurizade Said, İzmirli İsmail Hakkı, Fazlur Rahman gibi birçok müslüman ilim-fikir adamı Kur’an’da yasaklanan ribanın katlı veresiye faizi olduğunu, buna mukabil ilk akitteki fazlalığın/faizin “riba” kapsamında yer almadığını, dolayısıyla klasik kaynaklarda “zannî faiz” diye de adlandırılan fazlalık faizinin ihtiyaç hâlinde caiz olduğunu belirtmişlerdir. Bu âlimlere göre Kur’an’da yasaklanan riba bugün “mürekkep faiz”e karşılık gelen câhiliye ribasıdır. Bunun dışındaki faiz türleri, bizatihi haram olduklarından değil, söz konusu ribaya sevk etme riskinden dolayı önleyici tedbir (sedd-i zerâi) babında yasaklanmıştır. Dolayısıyla şartlar ve ihtiyaçlar icbar ettiğinde, bunlarla ilgili cevaz kapısı açıktır.

Hülasa, Din İşleri Yüksek Kurulu’nun bahse konu fetvası “TOKİ için kredi kullanma” kısmıyla doğrudur; fakat diğer kısmıyla iç tutarlılıktan yoksundur. Fetva metninde bir taraftan, “İş kurmak veya genişletmek; ev, araba satın almak üzere kişi, kuruluş veya bankalardan alınan faizli krediler haram kapsamında olup caiz değildir” [Not: Kurul’daki zevatın anılan ihtiyaçlar için banka kredisi kullanıp kullanmadıkları ciddi merak konusudur] ifadesine yer verip, ardından, “TOKİ projesiyle ev sahibi olmak için kamu bankalarından faizli kredi çekmek caizdir” mealinde bir ifade eklemek iç tutarsızlıktan öte, ilkesizlikle maluldür. Dahası, talimata mebni olarak operasyonel şekilde ve fakat kerhen tanzim edilmiş olması muhtemel görünen bu fetva metni Yahudilerin faiz anlayışlarını anımsatır tarzdadır. Zira Yahudiler, faizli işlemleri kendi aralarında haram sayarken Yahudi olmayanlardan faiz almanın cevazına, hatta lüzumuna hükmetmişlerdir. Kendi dinî metinlerinde “yılan sokması”na benzetilmesine rağmen, Yahudiler uygulamada faizli işlemler neticesinde ortaya çıkan hasılata odaklanmış ve hasılat kendileri açısından lehte tahakkuk ettiğinde caiz, aleyhte tahakkuk ettiğinde ise “lâ yecûz” saymışlardır. İlginçtir, Diyanet de bir devlet kurumu olarak faizli işlemi resmi/sosyal TOKİ projesiyle ilgili bir lüzuma mebni olarak caiz sayarken, sivil vatandaşın kendi ihtiyacını karşılamak için kredi kullanmasını “lâ yecûz” saymıştır.